Musa Kâzım GÜLÇÜR
27 / 12 / 2022
Önsöz

Günümüzde, özellikle devlet, devlet başkanı ve siyasal bilimlerle ilgili tez ve fikirlerin, sadece Batı düşüncesinde yer aldığı ve geliştiği, İslam düşüncesinin siyasal boyutunun bulunmadığı ve bulunmaması gerektiği gibi yanlış bir kanaat yaygınlaşma eğilimindedir. Müslüman ilim adamlarının siyasal alanda köklü bir düşünce örgüsüne sahip olduğu, bilerek ya da bilmeyerek görmezden gelinmektedir.
İslam, çağlar boyunca, oldukça incelikli devlet yönetim usullerine ve siyasal sistemlere sahip olmuştur. İslam, kendine özgü yüksek siyasal ilkeleri ve yönetim felsefesi ışığında, güçlü ve sağlıklı bir devletin bulunmasının, adil yasaların egemenliğini sürdürmesinin yanında yer almış, anarşi, kaos ve fitnenin de karşısında olmuştur. Çağımızdaki Müslüman toplumların dayanışmalarının artırılması, büyük kalkınma hamlelerinin hayata geçirilmesi ve ortak çıkarlara dayalı amaçların gerçekleştirilebilmesi, İslam’ın temas etmeye çalışacağımız siyasal yönünün geliştirilmesi, güçlendirilmesi ve zenginleştirilmesi ile doğrudan ilişkilidir.
Yıkıcı, bölücü, parçalayıcı ve anarşist kimi eylemlerin sahipleri, İslam’a saldırmaktan, onun müntesiplerini aşağılamaktan, yanlış bilgilerle kitleleri şartlandırmaktan, bunu yaparken de çoğu kez yalana dayalı hususları bilim diye öne sürmekten bir adım bile olsun geri durmamaktadırlar. İşin ilginç yanı, dinî konuları bir tek kendilerinin anlayabileceğini sanan bazı aymaz kimseler de bu kakofoniye katılmaktadırlar. Söz konusu kimseler, “Kur’ân’da hiçbir zaman belirli bir devlet şeklinden bahsedilmez, Devletin ismi de geçmez, İslam’ın siyasal ya da toplumsal bir yönü yoktur, vb.” tezlere sarılmaktadırlar.
Bu gibi kimselere soruyoruz: “Kur’ân’da namaz rekatları sayısı, zekât oranları, hac menâsikinin ayrıntıları vb. konular da geçmez. Bu hususları neye dayanarak uyguluyorsunuz?” Şöyle diyeceklerdir: “Şanlı Nebi’nin (sas), direktiflerine ve uygulamalarına bakarak.” O zaman tekrar soruyoruz: “Peki, Şanlı Nebi (sas), fiilî bir sünnet olarak devlet kurmuş mudur? Devlet Başkanlığı yapmış mıdır? Devlet Başkanlarına nasıl davranılması gereği ile ilgili olarak, ümmetin daha sonra geleceklerine yönergeler sunmuş mudur?” Bu soruların cevabı tek kelime ile “evet”tir. Ancak mütenafir kakafoniye katılan ve “dini sadece biz biliriz” havasında ahkâm kesenlerin, bu sorulara verebilecekleri bir cevapları elbette yoktur ve bu soruları duymazdan ya da görmezden geleceklerdir.
İslam, öznel ve nesnel her şeyi kapsamına alıp düzenleme yetkinliğinde olan bir dindir. Din, hem bireylerin hem de toplumların yaşamlarına el atar, onları iyileştirici ve geliştirici hükümler getirir. İslam’ı hayattan ve sosyal düzenden uzak soyut bir çağrı gibi algılamanın, yasal ve siyasal görüşlerinin bulunmadığını iddia etmenin, “siyasal İslam” denilerek yapılan yakışıksız nitelemelerin, emperyalist ve sömürgeci ülkelerin emellerine hizmet ettiğinin görülmesi gerekir. Kimi kolaycı, bilgisiz, araştırma yeteneği ve gücünden mahrum, bilhassa din karşıtı kimseler, İslam’ın bu şekilde etiketlenmesinin olumsuz etkisinde kalmaktadırlar.
Batı, derebeylik sisteminden modern devlet anlayışına, Müslümanlardan esinlenerek ve örnek alarak adım atmıştır. Avrupa’da, modern devletlerin doğuşunu sağlayan hukuk hamleleri, İslam ülkelerindeki fıkıh / hukuk çalışmalarının dolaylı yansımasından başka bir şey değildir. Fransa ve İtalya’daki üniversiteler bu ruhtan etkilenerek açılmışlardır. Şurası açıktır ki Müslümanlar, tarih içerisinde siyasal düşüncelerini yüksek bir yetkinlikle pratiğe aktarmış, teorilerini çok sağlam temellerden, Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerden oluşturmuşlardır.
İslam, gündüz gibi ortaya çıktığı daha ilk dönemlerde, hak ve özgürlükleri koruyup sağlamanın sarsılmaz temellerini atmış, savunma gücüne ait prensipleri tesis etmiş, eğitimi yaygınlaştırmış, vergi toplamak, uluslararası antlaşmalar yapmak, elçiler göndermek gibi tümüyle siyasal ve ancak bir devlet yetkinliği ile gerçekleştirilebilecek iş ve eylemleri başarılı bir şekilde yüklenmiş ve yürütmüştür.
Giriş

Sosyolojik araştırmalar, insanların her zaman ve her koşulda, belirli bir iç ve dış siyasaya dayalı devletlerini ve hükümetlerini kurmalarını, akla ve fıtrata dayalı kaçınılmaz bir zorunluluk olarak gördüklerini ortaya koymaktadır. Bu durum, insanların sosyallik arzularından ve yapı olarak medenî oluşlarından kaynaklanmaktadır. Çünkü insanlar, ancak kamu ve özel haklara saygı duyulan düzenli siyasal bir yapı ile varlıklarını idame ettirebilmektedirler.
Böyle olmadığı takdirde, kargaşaların, ilkelliğin, vahşiliğin, düzensizliğin ve anarşizmin hakim hale geldiği bir durum oluşacaktır. Yakın tarihte, kendisini “anarşist” olarak adlandıran ilk kişi olan Joseph Proudhon (ö. 1865) ve benzerleri, toplumların devletlere ya da siyasete ihtiyaç duymadıklarını öne sürmüşlerdir. Bu konuya, yazımızın ileriki bölümlerinde değinilecektir.
Tarihin hemen her döneminde insan topluluklarının, devlet ve hükümet sistemleri ile ayakta kalabildikleri açık bir gerçektir. İnsanlar, ancak her bireyin hakkına saygı duyulduğu, kanunlarla güvence altına alındığı devlet teşkilatları ile düzene kavuşmuş, kargaşa ve anarşiden uzak kalabilmişlerdir. Bu açıdan İslam, bilhassa hicret sonrası, geçici bir yönetimin güdümünde olmayan, hayranlıkla izlenen sağlam siyasal temellere dayalı dinî bir toplumun inşasını gerçekleştirmiştir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, resuller (ase) göndermesindeki ilâhî hikmet ve amaçlardan birisi de budur.
Kur’ân-ı Kerîm’e ve sahih hadîs-i şeriflere kapsamlı bir şekilde bakıldığında, devlet tesis etmenin önemli bir hedef olduğu görülür. Müslüman toplumların belirli bir siyasete dayalı hükümetlerinin mevcudiyeti zaruri ve kaçınılmazdır. İslam medeniyetlerinin ayakta kalabilmeleri ve devamları için, zorlayıcı kuvvete ihtiyaçları tartışılmaz bir realitedir. Bu açıdan, İslam’da devlet ve siyasal yapı düşüncesi ve felsefesinin temellendirilmesi, konu ile ilgili vaki şüphe ve tereddütlerin izalesi gerekmektedir.
Batı dünyasında “din” tarifi yapılırken, onun siyasal ve toplumsal alanları kapsamadığı öne sürülmekte, sadece insan-Allâh ilişkisini düzenleyen bir değerler manzumesi olarak görülmek istenmektedir. Bu tanıma göre din, insan ile Allâh (cc) arasında var olan özel ilişkinin adıdır, siyaset mekanizmaları ile herhangi bir bağı yoktur. Siyasal ve toplumsal konular, uluslararası meseleler, devlet ile halk ve devletler arası ilişkiler, insan ve Allâh ilişkilerinin yani dinin dışındadır.
Bu görüştekilere göre din, sadece insan ve Allâh ilişkisini düzenleyen, toplumların değil ama bireylerin ahiret hayatlarına etki eden manevi bir unsur olmakta, kişilerin sadece ahirete yönelik ilişkilerini düzenlemektedir. Siyaset ise, insanların birbirleri ile olan dünyevî ilişkilerini düzenleyen asıl unsurdur. Dolayısı ile siyasetin, dini normlar ile herhangi bir ilişkisi bulunmamaktadır. Dinin kapsam alanı, bilhassa beşer aklının kavrayamadığı hususları içerdiği için, siyaset gibi sadece aklın değerlendirme yapabildiği yerlerde hükmetmesi ya da değer belirtmesi söz konusu değildir.
Bu inancı kendisine rehber yapan bazı Müslüman entelektüeller, bilerek ya da bilmeyerek söz konusu fasit düşüncenin sözcülüğünü üstlenmektedirler. Din ile siyasetin birbirlerinden ayrı olmaları gerektiği yönündeki şeytani nazariye, bazı Müslümanların zihinlerine derinlemesine girmiş ve onları tesiri altına almıştır. Dinin, devlet ve siyaset işlerine karışmaması gerektiğini savunan bu kimseler, seküler düşünce sahipleri ile uyuşan bir din tarifi üzerinde hemfikir hale gelmişlerdir.
Net bir şekilde söylemeliyiz ki “din”, Kur’an-ı Kerîm ve sünnet-i sahîhanın tamamıdır. Bir kimse Kur’an-ı Kerîm’e ve sahih hadîs-i şeriflere müracaat ettiği zaman, İslam’ın toplumsal meseleleri ayrıntılı bir şekilde işlediğini, siyasal ve toplumsal konularla ilgili düzenleyici ve iyileştirici beyanlarda bulunduğunu görür. İslam’ın, medeni kanun, ceza kanunu, uluslararası kanunlar, ibadet ve bireysel ahlâk hakkındaki beyanları, aile hayatı, evlilik, çocuk terbiyesi, alışveriş ve ticaret ile ilgili olarak emir ve yasakları bulunduğu erbabınca malumdur.
Mesela, Kur’an-ı Kerîm’in en uzun ayeti, “ticaret, borç ve teminat verme, alışverişlere yönelik şahitlik” hakkındadır (Bakara, 2/282). Kur’an’ın kısas, diyetler ve diğer ceza hukuku ile ilgili meseleler hakkındaki hükümleri, İslam’ın siyaset, yönetim işleri ve toplumsal konularla ilgili yönergelere sahip olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.
İslam’ın siyaset düşüncesi, tüm alan ve yönleri ile toplumu idare şekli, Yüce Allâh’ın yasama iradesine dayanmaktadır. İslam’ın, itikatta, ahlâkta, bireysel ve toplumsal hükümlerde, ticari ve uluslararası hukukta bir dizi sabit hükümleri bulunmaktadır. Yüce Allâh’ın, aynı şekilde siyaset ve devlet sahasında, kanunları, emirleri ve yasakları vardır. Beşeri yaratan, alemde olmuşu ve olacağı, dünü ve bugünü, yarını ve ötesini, binlerce yıl öncesini ve sonrasını, insan aklı ve havsalası alamayacak şekilde gören ve bilen Allâmü’l-Ğuyûb Kudret-i Kâhira, siyasal ve toplumsal alanlara yönelik bir dizi kanun ve kural vaz etmiştir.
Bu hususu beyan eden ayet-i kerimelerden birisi şöyledir: “Ant olsun ki biz, insanların adaleti ikame etmeleri için, elçilerimizi açık açık burhanlarla gönderdik, beraberlerinde kitabı ve mîzânı (hangi şekillerde adaletin gerçekleşebileceğini belirleyen temel adalet ölçülerini) indirdik.” (Nisa, 4/105)
Devletlerin ve siyasal yapıların oluşumundaki temel hedef, şayet insanların daha güzel ve onurlu bir yaşayışa, daha mutlu ve huzurlu bir sonuca ulaşmaları ise, insanların gerçek faydalarının ve mutluluklarının nerede olduğunu en iyi bilene kulak vermek, “itaat ettik” demek gerekir. Bu temel faydayı en iyi bilen kimdir? Hiç şüphesiz, insanlara en temel faydayı lütfeden, sadece ama sadece Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleridir.
Müslümanların, Kur’ân-ı Kerîm ve sahih hadîs-i şerifler temelli din ve dünya görüşleri, bireysel, siyasal, ekonomik, askerî, medenî ve içtimaî konuları kapsayacak şekilde alabildiğine geniş ve genele şamildir. İslam’ın nazarında Allâh (cc), zerreler zerresinden, küreler küresine kadar bütün varlığın yegane hakimi ve idarecisidir. Bu açıdan devlet, siyaset, hükümet, ekonomi, vb. bütün konular, dinin hükümler ve değerler skalasında yerini alır.
Eğer insan, şerî ve ilâhî kanunları kabul eder ve uygularsa, yüceliğe, huzura, ruhî ve manevi selamete ulaşır. Böyle olmadığı takdirde insan hüsrana düşer. İlahi kanunların amacı, insanların maddi maslahatları ve ihtiyaçlarının yanı sıra, bilhassa onların manevi maslahatlarını karşılamaktır. Hatta manevi maslahatların, maddi maslahatlardan daha önemli ve öncelikli olduğu görülür. Her iki alana şamil ilâhî kanunlara uymaksızın ebedi saadete ulaşmak imkânsızdır. Buna göre İslam açısından, devletin, siyasetin ve yürütme organlarının asıl hedefi, öncelikle maddi, sonra da manevi terakkiyi netice verecek konuların icrasını mümkün hale getirmektir.
Mutlak özgürlük düşüncesinin realizesi ile, insanlarda iyi ve beğenilmiş davranışların tezahür edeceği, hiç kimsenin devlete, siyasete, kanunlara ve emniyet güçlerine ihtiyacı kalmayacağı, Cennet gibi bir hayatın olacağı, dünya kardeşliğinin yaşanacağı, kimsenin suç işlemeyeceği, zulüm ve kötülüklerden uzak bir toplumun yaratılabileceği düşüncesi çok boş bir ütopyadır ve o derecede de imkansızdır. Bilakis, insanlığın gidişatının, nefislerin arzularına ve gönüllerin isteklerine terk edilmesi neticesinde, kişilerin kalplerinin ve basiretlerinin üzerinde kesif manevi perdeler oluşacaktır. Bu manevi perdeler, kalpleri karartacak, gerçekleri gizleyecek, bireyler kör, sağır ve şaşkın hale geleceklerdir. Sonuçta ise, bu yöndeki bireylerin dalalete ve kötü akıbete varmaları kaçınılmaz olacaktır.
Bundan dolayı İslam’da, ister ferdî, ailevî ve içtimaî konular olsun, isterse de uluslararası ilişkiler alanında olsun, düzenleyici ve iyileştirici kanunlar ve kurallar vardır. Hatta İslam’da, düşünceyi kontrol altında tutma hakkında bile kanun mevcuttur. İslam şöyle söyler: “Ey iman edenler! Düşüncelerin birçoğundan sakının. Çünkü bir kısım düşünüşler günahtır. Tecessüs etmeyin (Müslümanların kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın). Bir kısmınız bir kısmınızı (hoşlanmayacağı sözlerle arkasından) gıybet etmesin.” (Hucurât, 49/12)
Sağlık kurallarına riayet etmeme ölçüsü oranında, İslâmî kurallara riayet etmemekten dolayı toplumların zarara girmelerinin kesinliği, yerçekimi gibi temel bir kanundur. İnsan hayatının hiçbir bölümünün, İslâmî kurallar ve kanunlar kapsamı dışında görülemeyeceği düşüncesinin, insan özgürlüğünün reddedildiği manasında olmadığını belirtmeliyiz. İslâmî yönergeler, insanların özgürlükten doğru bir şekilde yararlanmalarını amaçlamakta, gerçek özgürlükten en güzel şekilde istifade edebilmenin yolunun, İslâmî kanun ve kurallara uymaktan geçtiğini göstermektedir.
İslâmî bakış açısına göre en iyi ve en güzel kanunlar, maddi ve manevi ihtiyaçları en güzel ve en kapsamlı şekilde temin edebilen, insanların maddi ve manevi gelişimlerine altyapı oluşturabilen kanunlardır. İslâmî bakış açısının, dünyevi ve batıl diğer görüşlerden farkı, ebedi mutluluğu netice veren ihtiyaçlara da değinmesi ve bu konular üzerinde daha fazla durmasıdır.
Bilhassa Rönesans ile başlayan ve günümüze kadar gelen süreç içerisinde, insanların kesin bir inanç içerisinde olmamaları gerektiği, başkalarının batıl önermelerinin doğruluğu ihtimalinin reddedilmemesi düşüncesi yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu şekildeki bir tutum, bireylerde ve özellikle de gençlerimizde, dini inançlarımıza yönelik bir aymazlık ve aldırmazlık hali meydana getirmektedir.
Müslümanlar, dini inançlarında tutucu olmamaları, hassas davranmamaları, her düşünce ve görüşe hoşgörü ve toleransla yaklaşmaları hususunda baskı altına alınmak istenmektedir. Bu durum, Batı dünyasının kendisi için özellikle seçmiş olduğu bir kültürdür ve diğer coğrafyaları da bu kültür altına girmeye zorlamaktadır. Batının, Müslüman toplumlara yönelik sentezci bir inancı dayatması, günümüzde büyük bir afet ve düşünce sorunlarından birisidir.
Düşüncede kesinliğin yanlış olduğu fikrini yaymaya çalışan Batı, gevşek ve şüpheci düşünce tarzının seçilmesi gerektiğini telkin etmekte, Müslümanların kati inanç taşımalarının yanlış olduğunu öne sürmektedir. Bu sisli düşünce sahiplerine göre, bilhassa İslâmî bakış açısında, kesinlik ve netlik bulunmamalıdır. Bu kimselere göre, halkları İslâm’a davet etme ve yönlendirme teşebbüsleri de ortadan kaldırılmalıdır. Böylece herkes beraberce yaşayabilecek, dini meseleler hakkında ihtilaflar yok olacaktır. Çünkü dini ihtilaflar, savaşlara ve katliamlara yol açmıştır. Şimdi ise, barışın, uzlaşmanın ve hoşgörünün oluşması için, dini inançlardaki hassasiyetlerin yok edilmesini kabul gerekmektedir.
İslâmî açıdan, bir Müslümanın kesin itikat taşımasının doğru olup olmadığını, tek bir soru ile dahi net bir şekilde belirleme imkanımız mevcuttur. Mesela, tevhide dayalı kesin bir itikat ile, şirke dayalı temelsiz bir inanç aynı mıdır? Şirk hak mıdır? Bu iki itikat arasında, aydınlık ve karanlık arasındaki fark kadar büyük bir ayrılık ve zıtlık yok mudur?
Batı’da, Ortaçağ ve Yeniçağ’da, Hristiyanlıktaki ruhbanlık gibi akla aykırı inanç ve uygulamalardan kaynaklanan ihtilaflar sonucunda, kiliseden büyük kopmalar meydana gelmiştir. Bu tarihi süreç içerisinde, kilisenin önde gelen şahsiyetleri ile ilim adamları ve siyasî yöneticiler arasında meydana gelen fikrî çelişkiler, söz konusu taraflar arasında uzun süreli çekişmelerin ve savaşların yaşanmasına sebep olmuştur. Hıristiyan dünyasında yaşanan bu karmaşa sonucunda, din ve siyaset ayrımına dayalı sekülerizm fikri ortaya çıkmıştır. Bu fikrin savunucularından olan İngiliz sekülarist ve sendikacı George Jacob Holyoake (ö. 1906) şöyle söylemektedir:
“Sekülerizm, tamamen insani kaygılar üzerine kuruludur. Esas olarak, ilahiyatı belirsiz ve yetersiz, güvenilmez veya inanılması gereksiz bulanlara yönelik, sırf bu hayata ait bir görev kanunudur.”[1] Kitabın yayıncısı Paul Carus, Holyoake’nin iddialarına şu şekilde katılır: “Sekülerizm, teolojiye, kutsala ve dinî teolojiye karşı dünyevilik davasını savunur. Sekülerizm, dinin asla özel meseleden başka bir şey olmaması gerektiğini iddia eder. Herhangi bir kilisenin, bir ulusun kamusal yaşamıyla ilişkilendirilme hakkını reddeder. Dini kurumların dünyevi ve uhrevi konularda hâlâ uyguladıkları resmi etkinin yerini almayı teklif eder.”[2]
Bu süreç boyunca, özellikle Rönesans dönemi bilim ve felsefe insanları, dine ve dinin siyasetteki rolüne mesafeli kalmışlardır. Batı dünyasından reçete alan bazı Müslüman entelektüeller, Batı dünyasındaki bu dönüşümü örnek alarak, İslam dünyasında da seküler bir değişim süreci yaşanması gerektiğini öne sürmektedirler. Bu kimseler, farkında olmadan Batı’nın yaptığı kültürel propagandanın etkisi altında kalmaktadırlar. Batı’nın bu propagandasının yegane amacı, bilhassa dindar Müslümanları, dünyevi alana ait kabul edilen siyaset sahnesinden silmek, onların politik anlamda ilerlemelerinin önüne aşılmaz setler çekmektir.
Bu temelsiz ve şüpheci propagandanın etkisindeki Müslüman entelektüellere göre, İslam’ın devlet tesis etme düşüncesi ve siyasal bir yanı bulunmamaktadır. Şayet bu şüpheye teslim olunur da İslam’da devlet düşüncesi, kanun oluşturma kapasitesi ve siyasal yön bulunmadığı, İslâm’ın uyulması gereken dünyevi ve zorunlu kurallar koyamayacağı, insanların dinî kurallar olmadan istedikleri gibi yaşamakta özgür oldukları söylenirse, orman kanunları, düzensizlik ve anarşi hali baştan kabul edilmiş olur. Zira devleti ve kanunları icra ile yükümlü siyasal bir düzen olmazsa, kaosun büyümesi, bireysel ve toplumsal hakların ayaklar altına alınması ve zedelenmesi kaçınılmazdır.
Günümüz tarihî ve fikrî süreci içerisindeki Müslüman entelektüellere düşen görev, Batı medeniyetine ait din ve devlet tasavvurunu, iktibas yoluyla İslam medeniyetine uyarlamaya çalışmak değil, yüksek örneklerden dersler çıkararak, İslam medeniyetinin kendi düşünsel ve tarihsel koşullarına uygun özgün değerlendirmeler yapmaktır.
İslam’da Devletin ve Devlet Başkanının Önemi

Bu başlık altında, öncelikle Kur’ân-ı Kerîm ayetlerine ve arkasından Şanlı Nebi’den (sas) bizlere kadar ulaştırılan hadîs-i şeriflere dayalı bir örgü içerisinde, İslam’da devletin, Devlet Başkanının ve siyasal düşüncenin yeri ve önemi ile ilgili nasları görmeye ve yorumlamaya çalışacağız.
Kur’ân-ı Kerîm’e dikkatli bir bakış ile göz gezdirdiğimizde, devletin, devlet başkanlığının ve siyasetin temel bir önemde olduğu görülür. Aynı şekilde, din, devlet ve siyaset anlayışını perçinleyen, dünyevi kanun ve kuralların varlığı müşahede edilir.
Mesela Sebe Suresi, Allâh’a (cc) hamd ile başlar, esmâ-i hüsnâdan Er-Rahîm ve El-Ğafûr güzel isimlerine bağlayarak Allâh’ın (cc) yüceliğini ve ilminin kuşatıcılığını (Sebe, 34/1-3), yeniden yaratılışı ve haşri inkâr edenlerin ahiretteki durumlarını (Sebe, 34/7-9) beyan eder. Daha sonra, peygamberlik ve hükümdarlığı ilk defa şahsında cem eden Hz. Dâvûd’un (as) tesbihlerine dağların ve kuşların eşlik etmeleri, demir cevherinin mühendislik hesaplarına dayalı bir şekilde, zırhlı savaş araçlarına ve mekanizmalarına dönüştürülmesi hususlarının emredildiği müşahede edilir (Sebe, 34/10-11).
Hz. Davud’a (as), savaşlar esnasında “zırha bürünme sanatının öğretilmesi” Enbiya Suresi 80’inci ayetinde beyan edilir. Hadîd Suresi’nin 25’inci ayetinde, “kitap” ve “mîzan” kavramları ile birlikte “demir” konusuna yer verilir. Bu ayetteki “kitap” kavramının Kur’ân-ı Kerîm’e, “mîzan” kavramının da “adalet ve insaf ölçüleri içerisinde inşa edilmiş yasalara” işaret ettiği açıktır. Âyet-i kerimede, demirin şu üç özelliği nazarlara verilmektedir:
1) (بَاْسٌ) Ezici ve kâhir kuvvet, boyun eğdirici güç olması. 2) (شَدٖيدٌ) Kuvveti çok, şiddetli, güçlü olması. 3) (مَنَافِعُ لِلنَّاسِ) İnsanlara faydalı olması.
Birinci özellik, “sert çelik” anlamına gelir ki, günümüzde bilhassa savaş sanayisinin esasını teşkil eder. İkincisi, inşaata dayalı bütün yapı ve tesislerde demir, güç ve kuvvet sağlayan bir unsurdur. Üçüncüsü, insanların özellikle günlük hayatlarında ihtiyaç duydukları mutfak eşyalarından, insan sağlığı için kanda demirin bulunmasının önemine, demir eksikliğinin çeşitli rahatsızlıklara sebebiyet vermesine kadar geniş bir alanı anlamak mümkündür.
Aynı surede, Hz. Süleyman’ın (as) rüzgar gücünden faydalanarak uzun mesafeleri kısa bir zamanda nasıl kat ettiği, bakır madeninin eritilmiş halinden nasıl faydalandığı, metafizik alanda kendisine lütfedilen önemli güçler ve ülke savunmasını güçlendirecek sağlam kaleler yaptırdığı beyan edilir (Sebe, 34/12-13).
Bakara Suresi’nde, Hz. Davud’un (as), zorlu bir savaşçı olan Câlut’u (Ahd-i Atîk’te Golyat şeklinde geçer) öldürmesi ve Allâh’ın (cc) Hz. Davud’a (as) güce dayalı siyasi erk lütfunu beyan eden ayet-i kerime şu şekildedir:
وَقَتَلَ دَاوُدُ جَالُوتَ وَاٰتٰیهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْاَرْضُ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمٖينَ
“Davud, Câlût’u öldürdü. Allâh, ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allâh’ın, insanların bir kısmı ile diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzünde düzen bozulurdu. Ancak Allâh, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.” (Bakara, 2/251)
Tarihçi, müfessir, muhaddis ve Şâfiî fakihi Ebü’l-Fidâ İbn Kesir (v. 774/1373), bu ayet-i kerimeyi yorumlarken, “Allâh (cc), Devlet Başkanlarına insanları yönetme yetkisi vermeseydi, güçlüler zayıfları yok ederdi. Peygamberlikle hükümdarlık, dünya ve ahiret hayrı, Hz. Dâvûd’un şahsında bir araya getirilmiştir”[3] demekte, biraz sonra yer vereceğimiz hadîs-i şeriflere referansta bulunmaktadır.
Ashâbü’l-vücûhtan olan (mezhep imamından görüş nakledilmeyen konularda onun usulünü uygulayarak içtihatta bulunan, mezhepte müçtehid), siyaset ve ahlâk nazariyeleriyle tanınan Şâfiî fakihi Ebü’l-Hasen el-Mâverdî (v. 450/1058), Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn adlı meşhur eserinde, Şanlı Nebi’nin (sas) şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
(إنَّ اللَّهَ لَيَزَعُ بِالسُّلْطَانِ أَكْثَرَ مِمَّا يَزَعُ بِالْقُرْآنِ) “Allâh (cc), Kur’ân ile hizaya getirdiğinden daha fazlasını, Devlet Başkanı ile hizaya getirir.”[4]
Hadis hâfızı ve tarihçi Hatib el-Bağdâdî (v. 463/1071), Târîḫu Medîneti’s-Selâm (Târîḫu Baġdâd olarak da bilinir) adlı eserinde, bu rivayeti Hz. Ömer’e (ra) isnat ile mevkuf (sahabenin söz, fiil ve takrirlerine dair rivayetlere verilen ad) şekilde nakletmektedir.[5]
Bu sözün anlamı, dinen emredilen veya yasaklanan davranışların, Kur’an’ın emretmesinden ve yasaklamasından daha farklı bir şekilde, Devlet Başkanı tarafından icra edilebiliyor olmasıdır. Çünkü bazı insanların Kur’ân-ı Kerîm’e imanları zayıf kalmakta, Kur’an’ın emir ve yasakları onları etkilememekte, tam aksine dinen ve örfen emredilen veya yasaklanan hususları fütursuzca çiğnemekte, haramları umursamayabilmektedirler. Fakat söz konusu kimseler, Devlet Başkanından emredilen veya yasaklanan hususlarla ilgili bir mükafat ya da ceza geleceğini bildikleri vakit, emredilen hususlara gönülleri yumuşamakta ya da yasaklanan yanlışlardan caymakta, devletin vereceği cezadan korkmaktadırlar.
Bu hadîs-i şeriften açıkça anlaşılan, İslam’ın âlemşümul ıslahat düşüncesinin sadece vaaz ve nasihate dayanmadığı, bu cihan çapındaki nurani manzumenin, amelî olarak da temellendirildiği, icra edilmesi gereken örnek bir siyasi ufku gösterdiğidir.
Bu söz aynı zamanda, (وَالْفِتْنَةُ اَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ) “Fitne (manevî çöküntü, dinî, içtimaî ve siyasî kargaşa, sapma, saptırma), öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara, 2/191) ayet-i kerimesi çerçevesinde görülmeli ve değerlendirilmelidir.
Benzeri naslara dayanan selef ve halef uleması, (الإمام الجائر خير من الفتنة) “Zalim yönetici, fitneden daha hayırlıdır” prensibinde adeta ittifak etmişlerdir. Bu sözü, fakih Ebü’l-Hasen el-Mâverdî Şanlı Nebi’ye (sas) ait görmektedir.[6]
İnsanlar arasında meydana gelen anlaşmazlıkların ve sorunların, makul bir neticeye bağlanması için, yasaların oluşturulması bir zorunluluktur. Toplumlar, yasalara bağlanıp tutundukları sürece, aralarında mücadele ve anlaşmazlıklar en az seviyede olacaktır. Devlet yöneticileri yasalara bağlı kaldıkları sürece, fitneler ve kargaşalar azalacak, insanların yararına olan hususlar çoğalacaktır. Toplumlarda meydana gelebilecek anlaşmazlıkların sona ermesi için yasalar ne derecede lüzumlu ise, söz konusu kanunların ve kuralların tatbik edilmesi için de bir devlet başkanı o derecede gereklidir.
Muhaddis ve tarihçi Ed-Deylemî (v. 509/1115), kısa metinli hadisleri bir araya getirdiği Kitâbü’l-Firdevs bi-Meʾs̱ûri’l-Hiṭâb adlı eserinde, İbn-i Abbas’tan (ra) rivayetle Şanlı Nebi’nin (sas) bu hususu teyit eden hadîs-i şerifini nakletmektedir:
الإِسْلامُ وَالسُّلْطَانُ أَخَوَانِ تَوْأَمٌ ، لا يَصْلُحُ وَاحِدٌ مِنْهُمَا إِلا بِصَاحِبِهِ ، فَالإِسْلامُ أُسُّ وَالسُّلْطَانِ حَارِسٌ ، وَمَا لا أُسَّ لَهُ مُنْهَدِمٌ ، وَمَا لا حَارِسَ لَهُ ضَائِعٌ
“İslam ile Devlet Başkanı ikiz kardeş gibidirler. Bunlardan biri olmaksızın, ötekisi tamamlanmış olmaz. İslam, bir binanın esası, Devlet Başkanı da o binanın muhafızıdır. Esaslı olmayan bina çöker, muhafızı olmayan bina zayi olur.”[7]
Bu hadîs-i şerif, İslam’ın temelinden tepe noktasına kadar sağlam ölçülerle inşa edildiğini, baştan sona kadar düzenli ve intizamlı bir bina halinde olduğunu açıklamaktadır.
İmam Buhari (v. 256/870), El-Câmiʿu’ṣ-Saḥîḥ’inden önce yazdığı ve sahasının ilk eserlerinden biri olan Et-Târîḫu’l-Kebîr adlı eserinde, Ebu Bekre’den (ra) şu rivayete yer veriyor:
. مَنْ أَكْرَمَ سُّلْطَان اللَّهِ فِي الْأَرْضِ أَكْرَمَهُ اللَّهَ
“Her kim, Allâh’ın yeryüzündeki Devlet Başkanına değer verirse, Allâh da ona değer verir.”[8]
Bu hadîs-i şerifin mefhum-u muhalifine (zıt anlam) göre, Allâh’ın (cc) değer verdiği kişilere gerekli saygıyı göstermeyen kimselerin, değersizlikle ve aşağılanma ile muhatap olabilecekleri açıktır. Çünkü hadîs-i şerifte geçen “ekram” kelimesi, “ruh asâletinin ayrılmaz bir özelliği olan cömertlik, âlicenaplık, iyilik, merhamet ve ihsanın yani keremin kemâl mertebesinde olma” anlamındadır. Bu durumun aksi ise, Allâh’ın (cc) değer verdiğine değer vermeme neticesinde ortaya çıkabilecek “ruh sefaleti, cimrilik, kötülük ve merhametsizliktir”.
İmam Tirmizi’nin Sünen’inde Abdullah b. Mesud’dun (ra) rivayeti ile, Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
ثَلاَثٌ لاَ يُغَلُّ عَلَيْهِنَّ قَلْبُ مُسْلِمٍ إِخْلاَصُ الْعَمَلِ لِلَّهِ وَمُنَاصَحَةُ أَئِمَّةِ الْمُسْلِمِينَ وَلُزُومِ جَمَاعَتِهِمْ فَإِنَّ الدَّعْوَةَ تُحِيطُ مِنْ وَرَائِهِمْ .
“Müslüman bir kişinin kalbi, (şu) üç meziyete sahip olduğu müddetçe (haktan uzaklaşacak bir) aldanma içine girmez. Bu meziyetler; ameli tam bir ihlâs ile Allah için yapmak, Müslümanların idarecileri için hayır dilemek ve o Müslüman toplumdan uzaklaşmamaktır. Çünkü (İslam’a) çağrı, bu meziyetler sayesinde korunaklı hale gelir.”[9]
Hadîs-i şerifin son fıkrasında, yukarıdaki meziyetlere sahip Müslümanların çağrıları, düşmanın içlerine girmelerini engelleyen korunaklı bir duvara ve çite benzetilmiştir. Böylece çağrı, Müslümanların topluluğuna, Ehl-i Sünnete uyan kimseleri kuşatacak, milleti birleştirecek ve ulusun dağılmasını önleyecektir. Bu hadîs-i şerif, bir arada olmayı, İslam’ın hükümlerini öğrenmeyi ve başkalarına aktarmayı önemli vazifeler olarak ümmete talim etmektedir.
Devlet Başkanına ‘Allâh’ın Gölgesi’ Benzetmesi

Muhaddis El-Bezzâr el-Basrî (v. 292/905), El-Müsnedü’l-Kebîr adlı eserinde, Hz. Ömer’in (ra) oğlu, en çok hadis rivayet eden, en çok fetva veren yedi sahâbîden ve abâdileden biri olan İbn Ömer (ra) rivayeti ile, Şanlı Nebi’nin (sas) şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
السُّلْطَانُ ظِلُّ اللَّهِ فِي الأَرْضِ يَأْوِي إِلَيْهِ كُلُّ مَظْلُومٍ مِنْ عِبَادِهِ فَإِنْ عَدَلَ كَانَ لَهُ الأَجْرُ وعَلَى الرَّعِيَّةِ الشُّكْرُ وَإن جَارَ أَوْ حَافَ أَوْ ظَلَمَ كَانَ عَلَيْهِ الْوِزْرُ وَعَلَى الرَّعِيَّةِ الصَّبْرُ وَإِذَا جَارَتِ الْوُلاةُ قَحَطَتِ السَّمَاءُ .
“Devlet Başkanı, Allâh’ın yeryüzündeki gölgesidir. Allâh’ın kullarından her mazlum ona sığınır. Devlet Başkanı adil olursa, mükafatı onadır. Bu durumda yönetilenlerin hallerine şükretmeleri gerekir. Şayet Devlet Başkanı halka eziyet eder, haksızlık yapar veya zulmederse, günahı ona ait olur. Yönetilenlerin ise bu duruma sabretmeleri gerekir. İdareciler adaletsizse, gök yağmur yağdırmaz olur.”[10]
Bu hadîs-i şerifte oldukça dikkat çekici unsurlar yer almaktadır. Öncelikle, Devlet Başkanına “Allâh’ın yeryüzündeki gölgesi” benzetmesinin temel sebebi olarak, “mazlumları koruması” gerekçesi beyan ediliyor. Bilhassa “adalet” esasına dayanan Devlet Başkanları ile, bu gerekçenin çok yüksek seviyede gerçekleşmiş olduğu, tarihin şahitlikleri arasında yer alıyor. Böyle bir durumda yönetilenlerin nasıl bir tavır içerisinde olacakları da “şükür” kavramı ile karşılanıyor. Şayet Devlet Başkanı, adalete dayalı bir icranın aksine, “halka eziyet, haksızlık veya zulüm” ile yönetim şekli benimsiyorsa, bu durumun yöneticiye ait bir “günah, suç” olduğu belirtiliyor. Yönetilenlerin ne yapmaları gerektiği ise, “sabır” anahtar kavramı ile belirtiliyor. Yoksa, “ey muhalefet, ayaklanın, kaos ve anarşi çıkarın” denmiyor. Elbette bu husus, İslam’a gerçekten gönül vermiş kimselerin anlayabileceği seviyedir. Hadîs-i şerifin son cümlesi, adaletsiz yönetimlere göksel bir afetin, kuraklık gibi önemli bir tehlikenin vaki olacağını haber veriyor.
Benzer bir hadîs-i şerif, İmam Müslim’in (v. 261/875) Sahih’inde şu şekilde geçmektedir:
الإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ فَإِنْ أَمَرَ بِتَقْوَى اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ وَعَدَلَ كَانَ لَهُ بِذَلِكَ أَجْرٌ وَإِنْ يَأْمُرْ بِغَيْرِهِ كَانَ عَلَيْهِ مِنْهُ .
“Devlet başkanı bir kalkandır. Arkasında savaşılır. Onunla korunulur. Eğer Yüce Allah’tan korkulmasını emreder ve adaletli davranırsa bununla ona sevap verilir. Bundan başka bir şeyi emrederse onun aleyhine olur.”[11]
Hadis, kelâm, tasavvuf âlimi ve tarihçi Ebu Nuaym el-İsfahânî (v. 430/1038), Fazîletü’l-Âdilîne mine’l-Vülât adlı eserinde, Hazret-i Enes (ra) rivayeti ile Şanlı Nebi’nin (sas) benzer şu önemli uyarısını naklediyor:
السُّلْطَانُ ظِلُّ اللَّهِ فِي الْأَرْضِ، فَمَنْ نَصَحَهُمْ وَدَعَا لَهُمُ اهْتَدَى، وَمَنْ غَشَّهُمْ وَدَعَا عَلَيْهِمْ ضَلَّ .
“Devlet Başkanı, Allâh’ın yeryüzündeki gölgesidir. Her kim, devlet başkanına nasihatte bulunur, ona dua ederse hidayette olur. Her kim de, devlet başkanını aldatır, ona bedduada bulunursa sapıtmış olur.”[12]
Bu hadîs-i şerifte de, Devlet Başkanı için “Allâh’ın yeryüzündeki gölgesi” benzetmesi yapılıyor. Daha sonra, Devlet Başkanına karşı yönetilenlerin sorumluluğu, yöneticilere karşı samimi olunması (nasihat) ve onlara güzel dua edilmesi olarak belirtiliyor. Ancak, yöneticileri aldatma davranışı ve bilhassa da onlara karşı bedduanın, “dalalet / sapkınlık” sebebi olduğu açık bir şekilde belirtiliyor.
Muhaddis ve Şâfiî fakihi İmam Beyhakî (v. 458/1066), Şuabü’l-İman’ında, Hazret-i Enes’ten (ra) şu rivayeti naklediyor:
إِذَا مَرَرْتَ بِبَلْدَةٍ لَيْسَ فِيهَا سُلْطَانٌ فَلَا تَدْخُلْهَا إِنَّمَا السُّلْطَانُ ظِلُّ اللهِ وَرُمْحهُ فِي الْأَرْضِ .
“Devlet başkanının bulunmadığı bir beldeye girmeyin. Çünkü Devlet Başkanı, Allâh’ın yeryüzündeki gölgesi ve mızrağıdır.”[13]
Bu hadîs-i şerifte de önemli bir kurala temas ediliyor. O da anarşi ve kaosun hakim olduğu beldelere girilmeme uyarısı. Bu tür beldelerde hak ve hakikat arayışı yok denecek seviyede olduğundan, bireyler de o seviyede savunmasız ve korunmasız kalacaklardır. Bunun aksi durumdaki beldelerde ise hakkı ve adaleti ayakta tutan, anarşi ve teröre set çekmiş Devlet Başkanlarının yönetimleri yer almaktadır. Bu yönetimlerde, bireylerin ve toplumun temel hak ve hürriyetleri garanti altına alınmış olup, adil yönetimi icra eden Devlet Başkanı, anarşi ve kaosa karşı savunma araçlarından olan mızrağa benzetilmiştir.
Devlet Başkanına Hakaret Etmeme ve Aşağılamama

İmam Buhari ve İmam Müslim’in çağdaşı, muhaddis ve fakih İbn Ebû Âsım (v. 287/900), itikadî konularla ilgili rivayetlerden oluşturduğu, her türlü aşırılık, bid‘at ve hurafeden uzak durulması, Resülullah’ın (sas) sünnetine ve Hulefâ-yi Râşidîn’in yoluna uyulması, sırât-ı müstakîmin ancak bu şekilde korunabileceği gibi ana konular etrafında örgülediği Es-Sünne adlı eserindeki rivayete göre, Aşere-i mübeşşereden kumandan sahabi Ebu Ubeyde b. Cerrâh (ra), Şanlı Nebi’yi (sas) şöyle söylerken işittiğine dair şahitlik yapmaktadır:
لَا تَسُبُّوا السُّلْطَانَ فَإِنَّهُ ظِلُّ اللَّهِ فِي الْأَرْضِ .
“Devlet Başkanına sebbetmeyiniz. Çünkü o, Allâh’ın yeryüzündeki gölgesidir.”[14]
Hadîs-i şerifteki “sebb” kelimesinin Türkçemizdeki karşılığı, “insanların namuslarını kast etmeyen, ayıplama, hakaret, iftira ve aşağılama” türünden söz ve davranışlardır. Arapçada hem (اَلسَّبُّ) “sebb” hem de (اَلشَتْمُ) “şetm” kelimeleri anlamdaştır.[15]
İbn Ebû Âsım, sahabeden Enes b. Malik (ra) Hazretlerine dayandırdığı benzer diğer bir rivayette, Şanlı Nebi’nin (sas) şöyle buyurduğunu kaydetmektedir:
لا تسبوا أمراءكم ولا تغشوهم ولا تبغضوهم واتقوا الله واصبروا فإن الأمر قريب .
“Yöneticilerinize sebbetmeyiniz, onları aldatmayınız ve onlara nefret kusmayınız. Allâh’tan korkunuz ve sabrediniz, çünkü iş yakındır.”[16]
Bu hadîs-i şerifte de yukarıdaki hususlara ilave olarak Devlet Başkanlarına “nefret” davranışı içerisine girmenin önemli bir yanlış olduğuna dikkatler çekilmektedir. “Nefret” yerine, yönetilenlere düşenin “takva” ve “sabır” dinamikleri olduğu nazarlara verilmektedir.
Ebu Nuaym el-İsfahânî, Fazîletü’l-Âdilîne mine’l-Vülât adlı eserinde, bu hadîs-i şerîflerin daha ayrıntılı halini, Şanlı Nebi’nin (sas) sırdaşı olarak ünlenmiş sahabi Huzeyfe b. El-Yemân’ın (ra) rivayeti ile şöyle nakletmektedir:
. لَا تَسُبُّوا السُّلْطَانَ فَإِنَّهُ ظِلُّ اللَّهِ فِي الْأَرْضِ بِهِ يُقِيمُ اللَّهُ الْحَقَّ وَيُظْهِرُ الدِّينَ وَبِهِ يَرْفَعُ اللَّهُ الظُّلْمَ وَيُهْلِكُ الْفَاسِقِينَ
“Devlet Başkanına sebbetmeyiniz. Çünkü o, Allâh’ın yeryüzündeki gölgesidir. Allâh, onun vasıtası ile hakkı ikame eder. Dini (emir ve yasakları) aşikar hale getirir. Allâh, onun vasıtası ile zulmü ortadan kaldırır. Fasıkları helak eder.”[17]
Bu hadîs-i şerifte de hakkın ikamesinin, dini emir ve yasakların icrasının, zulmün ve fısk u fücurun sona ermesinin ancak Devlet Başkanı ile gerçekleştirildiği uyarısı yapılmaktadır.
Bu minvaldeki diğer bir hadîs-i şerifi, Mu‘cemleriyle tanınan hadis hâfızı Ahmed b. Eyyûb et-Taberânî’nin (v. 360/971), “Bu kitap benim ruhumdur” dediği El-Muʿcemü’l-Evsaṭ’ında, sahabi Ebu Ümame el-Bâhilî’den (ra) rivayetle şöyle nakletmektedir:
لَا تَسُبُّوا الْأَئِمَّةَ ، وَادْعُوا لَهُمْ بِالصَّلَاحِ ، فَإِنَّ صَلَاحَهُمْ لَكُمْ صَلَاحٌ .
“İdarecilere sebbetmeyiniz. Onların salâhı (düzelmeleri, iyi hale gelmeleri) için dua ediniz. Çünkü onların salahı, sizin salahınızdır.”[18]
El-Câmiʿu’ṣ-Saḥîḥ’in müellifi, muhaddis İmam Tirmizî’nin (v. 279/892) Ziyâd b. Küseyb el Adevî’den (ra) rivayetine göre, o şöyle demiştir:
İbnu Âmir (Halife Hz. Osman (ra) ve Hz. Muâviye (ra) devrinde Basra valiliği yapan tâbiî) hutbe okurken, Ebû Bekre (asıl ismi Nüfey’dir) ile beraber minberin yanında idim. İbnu Âmir hutbe okurken üzerinde ince bir elbise vardı. Ebû Bilâl; “İdarecimize bakın, fasık kimselerin elbisesini giyiyor” dedi. Bunun üzerine Ebû Bekre şöyle konuştu: “Sus. Ben, Resülullah’ın (sas) şöyle buyurduğunu işittim:
مَنْ أَهَانَ سُلْطَانَ اللَّهِ فِي الأَرْضِ أَهَانَهُ اللَّهُ .
“Kim, Allâh’ın yeryüzündeki Devlet Başkanını aşağılarsa, Allâh da onu aşağılar.”[19]
Güçlü bir hadis hâfızı olan El-Hâkim en-Nîsâbûrî (v. 405/1014), el-Müstedrek ʿale’ṣ-Ṣaḥîḥaynadlı eserinde, “… bütün ravileri Hâşimîlerdendir ve hepsi de onurlu kökenleriyle tanınırlar” dediği şu hadîs-i şerîfi aktarmaktadır:
إن الله إذا أراد أن يخلق خلقا للخلافة مسح يده على ناصيته فلا تقع عليه عين إلا أحبته .
“Allâh (cc), bir kimseyi halîfe olarak takdir ettiğinde, o kimsenin alnını eli ile mesheder. Ona bakan herkes, o kişiyi mutlaka sever.”[20]
Bu hadîs-i şerifte, Allâh’ın (cc) yeryüzünde Devlet Başkanları için takdir ettiği ilahi bir kanuna değinilmektedir. Bu ilahi kanuna göre, Allâh (cc) bir kimseyi Devlet Başkanlığı için takdir ettiği zaman o kimseye yeryüzünde bir kabul alameti manasında “sevilme” özelliği lütfetmekte, yönetilenler yöneticilerine karşı fıtrî bir muhabbet duymaktadırlar. Bu durum, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bütün peygamberlere lütfettiği “sevilme” özelliğine benzer. Nitekim, Hz. Musa’ya (as), bu şekilde lütfedilmiş özellik Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde beyan edilir:
(وَاَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِنّٖى) “Seni, Kendimden (kutlu bir) sevgi ile kuşattım.” (TâHê, 20/39)
Ebu’d-Derdâ’dan gelen bir rivayette, Efendimiz (sas), Allâh azze ve celle’nin şöyle buyurduğunu beyan etmektedir:
أَنَا اللَّهُ لا إِلَهَ إِلا أَنَا، مَالِكُ الْمُلُوكِ وَمَلِكُ الْمُلُوكِ، قُلُوبُ الْمُلُوكِ فِي يَدِي، وَإِنَّ الْعِبَادَ إِذَا أَطَاعُونِي حَوَّلْتُ قُلُوبَ مُلُوكِهِمْ عَلَيْهِمْ بِالرَّأْفَةِ وَالرَّحْمَةِ، وَإِنَّ الْعِبَادَ إِذَا عَصَوْنِي حَوَّلْتُ قُلُوبَهُمْ عَلَيْهِمْ بِالسَّخْطَةِ وَالنِّقْمَةِ فَسَامُوهُمْ سُوءَ الْعَذَابِ، فَلا تَشْغَلُوا أَنْفُسَكُمْ بِالدُّعَاءِ عَلَى الْمُلُوكِ، وَلَكِنِ اشْتَغِلُوا بِالذِّكْرِ وَالتَّضَرُّعِ إِلَيَّ أَكْفِكُمْ مُلُوكَكُمْ .
“Ben, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allâhım. Bütün meliklerin (kralların, imparatorların, devlet başkanlarının) Sahibiyim. Melikler Melikiyim. Meliklerin kalpleri benim elimdedir. Eğer kullar, bana itaat ederlerse, meliklerinin kalplerini onlara karşı şefkatli ve merhametli hale getiririm. Şayet kullarım bana isyan ederlerse, meliklerin kalplerini onlara karşı zalim ve cezalandırıcı hale getiririm. Onlar da çok kötü azap ederler. Benliklerinizi, meliklere beddua ile meşgul etmeyin. Tam aksine, benliklerinizi Ben’i anış ve yakarış ile meşgul edin. Ben, meliklerinize karşı size yeterim.”[21]
Ali İmran Suresi’ndeki şu ayet-i kerime kılavuzluğundan da anlıyoruz ki, muhtevasında nübüvvet, ilim, akıl, sıhhat, güzel ahlâk, nüfuz ve kudret, mal ve Devlet Başkanlığının bulunduğu mülkün, bir kimseden başka bir kimseye geçmesi, sadece Ahkamü’l-Hâkimîn Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin izni iledir:
قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ
“De ki: Allâhım! Mülkün (hakiki) sahibi Sensin. Mülkü dilediğine verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. İyiliklerin tamamı Senin elindedir. Sen her şeye gücü yetensin.” (Ali İmran, 3/26)
Devlet Başkanına İtaat

Muhaddis İmam Müslim’in (v. 261/875) Sahih’inde, Huzeyfe el-Yemânî’nin (ra) Şanlı Nebî’den (sas) yaptığı uzun rivayetten, konumuz ile ilgili kısım şöyledir:
. تَسْمَعُ وَتُطِيعُ لِلأَمِيرِ، وإنْ ضُرِبَ ظَهْرُكَ، وَأُخِذَ مَالُكَ، فَاسْمَعْ وَأَطِعْ
“Yöneticiyi dinle ve ona itaat et. Sırtına vurulsa, malın (haksızlıkla elinden) alınsa da dinle ve itaat et!”[22]
Olur olmaz konularda devlet ve devlet başkanı aleyhinde atıp tutanlar, ehl-i sünnet tutumundan uzaklaşan, büyük günah işleyen kimselere yönelik inandıkları temel ilkelerinin sonucu olarak tavır takınan günümüz neo-mu’tezilîleridir. Söz konusu ilkeye göre, büyük günah işleyenler fasıktırlar, bu yönleri ile de iman çerçevesi içerisinde yer almaları mümkün değildir.[23]
Biraz sonra tarihçi, müfessir, muhaddis ve Şâfiî fakihi İbn Kesîr (v. 774/1373) hazretlerinin konu ile ilgili görüşüne yer vereceğiz. Ancak bu kimselerin, mevcut tutumları ile anarşizme de hizmet etmiş olduklarını beyan edelim. Çünkü anarşizmin temel felsefesi, devlet ve devlet başkanlığı aleyhtarlığıdır.
Yöneticilerini beğenmeyen kimselere yönelik olarak, İmam Müslim’in Sahih’inde Abdullah b. Abbas’a (ra) dayandırdığı Şanlı Nebi’ye (sas) ait diğer bir ikaz şu şekildedir:
مَنْ كَرِهَ مِنْ أَمِيرِهِ شَيْئًا فَلْيَصْبِرْ عَلَيْهِ فَإِنَّهُ لَيْسَ أَحَدٌ مِنَ النَّاسِ خَرَجَ مِنَ السُّلْطَانِ شِبْرًا فَمَاتَ عَلَيْهِ إِلاَّ مَاتَ مِيتَةً جَاهِلِيَّةً .
“Her kim, yöneticisinden bir şeyi beğenmezse, buna sabretsin. Çünkü, Devlet Başkanından bir karış kadar bile ayrılan ve bu koşullarda ölen, cahiliye ölümü üzerine ölmüş olur.”[24]
Yine, İmam Müslim’in Sahih’inde, tâbiînden, Nâfi‘ b. Hürmüz’den yaptığı rivayete göre, büyük Halife Hz. Ömer’in (ra) oğlu olan Abdullah b. Ömer (v. 73/693, künyesi Ebû Abdirrahmân’dır), Emevî halifesi Yezid b. Muâviye (v. 64/684) zamanında, Medineliler ve Emevî kuvvetleri arasında Harretüvâkım’da cereyan eden savaş (63/683) bittikten sonra, Emevî yönetimi aleyhindeki faaliyetleriyle meşhur sahâbî Abdullah b. Mutî’nin (v. 74/693) (ra) yanına gelmişti. Abdullah b. Mutî (ra) yanındakilere:
“Ebû Abdurrahman’a (oturabilmesi için) bir minder getirin!” dedi. Abdullah b. Ömer:
“Ben sana oturmak için gelmedim. Sana bir hadis söylemeye geldim. Ben, Resülullah’ı (sas) şöyle buyururken işittim” dedi ve şu rivayeti nakletti:
مَنْ خَلَعَ يَدًا مِنْ طَاعَةٍ لَقِيَ اللَّهَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لاَ حُجَّةَ لَهُ وَمَنْ مَاتَ وَلَيْسَ فِي عُنُقِهِ بَيْعَةٌ مَاتَ مِيتَةً جَاهِلِيَّةً .
“Her kim, itaatten bir el kadar bile ayrılırsa, kıyamet gününde Allâh’a hiç bir delili olmadığı halde kavuşur. Her kim, boynunda bir biat olmadığı halde ölürse, cahiliye ölümü ile ölür.”[25]
Yezid’in faaliyetlerinden memnun olmayan Medinelilerin muhalefet hareketi, kanlı Harre vakasını netice vermiştir. İsnâaşeriyye’nin dördüncü ve İsmâiliyye’nin üçüncü imamı kabul edilen tâbiînden Ali b. Hüseyin Zeynelabidin (v. 94/712) ve Hz. Ali’nin (ra) Havle bint Ca‘fer el-Hanefiyye isimli hanımından doğan oğlu Muhammed b. Hanefiyye (v. 81/700) gibi ileri gelen Haşimiler ile Abdullah İbn Ömer, Yezid’e verdikleri biati bozmayacaklarını beyan ederek bu kanlı vakanın dışında kalmışlardır.
İbn Kesîr, El-Bidâye ve’n-Nihâye adlı eserinde, Medinelilerin biatlarını bozmalarını, fitneye sebep olduğu için tasvip etmez. Çünkü Medineliler, Yezîd’e düşman olmakla birlikte, Râfızîlerin yaptığı gibi onu zındıklıkla suçlamamış, şarap içmesi vb. yanlışlıkları dolayısı ile sadece fasık olarak görmüşlerdir. İbn Kesîr’e göre, Yezid’in fasıklık nedeniyle yönetimden indirilmesi yönündeki muhalefet hareketi doğru değildi. Çünkü bu teşebbüs, fitneye ve pek çok sahabe ile birlikte Medine ileri gelenlerinin ölümüne sebep olmuştu.[26]
İmam Müslim’in Sahih’inde, ma’siyet konuları dışında Devlet Başkanına itaatin gerekliliği, Abdullah İbn Ömer’in (ra) Şanlı Nebi’den (sas) rivayeti ile şu şekilde emredilmektedir:
عَلَى الْمَرْءِ الْمُسْلِمِ السَّمْعُ وَالطَّاعَةُ فِيمَا أَحَبَّ وَكَرِهَ إِلاَّ أَنْ يُؤْمَرَ بِمَعْصِيَةٍ فَإِنْ أُمِرَ بِمَعْصِيَةٍ فَلاَ سَمْعَ وَلاَ طَاعَةَ .
“Müslüman bir kimseye, ma’siyet ile emrolunması durumu hariç, sevdiği ve sevmediği her konuda dinlemesi ve itaat etmesi gerekir. Eğer ma’siyet ile emrolunursa o zaman dinlemesi ve itaat etmesi gerekmez.”[27]
Yine İmam Müslim’in Sahih’inde, Vâil el-Hadramî’den rivayete göre, Seleme b. Yezîd el-Cu’fî, Resulullah’a (sas) şöyle bir soru sormuştur:
“Ey Allâh’ın peygamberi! Ne dersin? Başımıza, kendi haklarını bizden isteyen, fakat bize haksızlık yapan Devlet Başkanları gelirse, (onlar konusunda) bize ne emir buyurursun?”
Bunun üzerine Resulullah (sas), ondan yüzünü çevirip cevap vermedi. Sonra tekrar sordu. Yine ondan yüzünü çevirdi. Sonra ikincide veya üçüncüde tekrar sordu. Eş’as b. Kays, (daha fazla sormaması için) onu çekti. Resulullah (sas) şöyle buyurdu:
اسْمَعُوا وَأَطِيعُوا فَإِنَّمَا عَلَيْهِمْ مَا حُمِّلُوا وَعَلَيْكُمْ مَا حُمِّلْتُمْ .
“Onları dinleyin ve itaat edin. Onların sorumlulukları kendilerine, sizin sorumluluklarınız da sizleredir.”[28]
Hadîs-i şerîfler çerçevesinde, yukarıda tafsil etmeye çalıştığımız hususlar, Hûd Suresi, 113’üncü ayet-i kerimesi ile çelişmekte midir? Bu soruya kısaca cevap aramaya çalışacağız.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Hûd, 11/113’üncü ayet-i kerimede şöyle buyurur:
وَلَا تَرْكَنُوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ
“Zulüm edenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur. (Ayrıca) Sizin Allâh’tan başka hiçbir yardımcınız yoktur. Sonra (O’ndan da) yardım görmezsiniz.” (Hûd, 11/113)
Bu ayet-i kerimede yer alan “zulüm edenler” kavramına bir açıklık getirmemiz gerekmektedir. “Zulüm” kelimesi Türkçemizde, “adâlete aykırı davranma, hak edene hakkını vermeme, haksızlık, adaletsizlik” anlamları ile karşılanmaktadır. Fakat, bu ayet-i kerimede yer alan “zulüm edenler” bu anlama mı gelmektedir?
Bu soruyu cevaplayabilmemize yardımcı olması için öncelikle Abdullah b. Mesud’dan (ra) gelen şu rivayeti aktarmamızda fayda var. O (ra) şöyle diyor:
(اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُوا اٖيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ اُولٰئِكَ لَهُمُ الْاَمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُونَ) “İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar, işte onlar güven içindedirler, onlar hidayete erenlerdir.” (Enam, 6/82) ayeti inince, Müslümanlara ağır geldi ve Resülullah’a şunu sordular:
“Ey Allah’ın Resulü, hangimiz kendisine zulmetmiyor ki?”
Resülullah (sas) onlara şöyle cevap verdi:
“Bu, anladığınız şekilde değildir. (Ayetteki zulüm kelimesi) Allâh’a ortak koşmadır. Lokman’ın, oğluna nasihatte bulunurken, ‘Yavrum, hiçbir şeyi Allâh’a ortak koşma. Şüphesiz ki Allâh’a ortak koşmak büyük bir zulümdür’ (Lokman, 31/13) dediğini duymadınız mı?”[29]
Şanlı Nebi’nin (sas) bu izahından da rahatlıkla anlaşılacağı üzere, Enam, 6/82 ayet-i kerimesindeki “zulüm” kelimesi ile “şirk” anlamı kast edilmiştir.
Bu durumda, Hûd, 11/113 ayetindeki “zulüm edenler” ile de “müşrikler” mi kast edilmektedir? Bu soruya da önemli müfessirlerimizin yorumları ile cevap aramaya çalışalım.
Kur’an’ı baştan sona kadar tefsir eden ilk müfessir Mukātil b. Süleymân (v. 150/767), Tefsîru Muḳātil b. Süleymân’da (Et-Tefsîrü’l-Kebîr olarak da bilinir), bu ayet-i kerimeyi (Hûd, 11/113), “müşriklere meyletmeyin, onlara katılmayın” şeklinde yorumlamaktadır.[30] Müfessir, tarihçi, muhaddis ve fakih Muhammed b. Cerîr et-Taberî (v. 310/923), Câmiʿu’l-Beyân ʿan Teʾvîli Âyi’l-Ḳurʾân adlı eserinde aynı ayet-i kerimeyi, “Ey insanlar, Allâh’ı (cc) inkar eden şu insanların sözlerine meyletmeyin, onlara yönelmeyin, amellerine rıza göstermeyin” şeklinde yorumladıktan sonra, İbn Abbas’ın (ra) “şirk içerisindeki kimselere destek olmayın” ve müfessir tâbiî Katâde b. Diâme’nin (v. 117/735), “içinden çıkmış olduğunuz şirke tekrar girmeyin” şeklindeki yorumlarını nakletmektedir.[31] Müfessir ve fakih İmam Maturîdî (v. 333/944), Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân adlı eserinde, aynı ayet-i kerime (Hûd, 11/113) ile ilgili olarak şunu nakletmektedir: “Zulüm edenlere meyletmeyin” mealindeki ayet, Resülullah (sas) hakkında, müşrikler kendisini babalarının dinine davet ettikleri sırada gelmiştir. Cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Müşriklere meyletmeyin ve kesinlikle onlara katılmayın!”[32] Tefsir, hadis, fıkıh, Arap dili ve edebiyatı âlimi İmam Suyûtî’nin (v. 911/1505) İbn Abbas’tan (ra) nakline göre, “zulüm edenlere meyletmeyin” ayeti, “şirke meyletmeyin” manasındadır.[33]
Bizim “meyletmeyin” şeklinde anlamlandırdığımız (وَلَا تَرْكَنُوا) kelimesi, “onlara müdâhenede bulunmayın (yağ çekmeyin)” şeklinde de anlamlandırılmıştır.
Bu ayet-i kerime, Kureyş müşriklerinin, Şanlı Nebi’den (sas) Hacer-i esvedi selâmlamasına karşılık, putlara el sürmesini veya putları anmasını istemeleri, Sakîf’lilerin taptıkları Lât putuna ait kutsal mekân saydıkları arazinin “harem bölgesi” sayılmasını talep etmelerine karşılık, Yüce Allâh’ın mükerrem Nebi’sinin (sas) kalbini koruduğunu, müşriklere hiçbir ödün vermeden tebliğ görevini sürdürdüğünü beyan eden ve “rükün” kelimesini kullandığı şu ayet-i kerimeler ile birlikte düşünüldüğünde anlam daha bir tebellür eder:
وَاِنْ كَادُوا لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذٖى اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ لِتَفْتَرِىَ عَلَيْنَا غَيْرَهُ وَاِذًا لَاتَّخَذُوكَ خَلٖيلًا وَلَوْلَا اَنْ ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدتَّ تَرْكَنُ إِلَيْهِمْ شَيْئًا قَلِيلًا
“(Müşrikler) Sana vahyettiğimizden başkasını, bize karşı uydurman için az kalsın seni şaşırtacaklardı. (Eğer böyle yapabilselerdi) İşte o zaman seni dost edinirlerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara az da olsa meyledecektin.” (İsra, 17/73-74)
Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini iyi bir şekilde anlayabilmek için nüzul sebeplerini bilmek gerekir. El-Muvâfaḳāt adlı eseriyle tanınan Endülüslü Mâlikî fakihi ve dil âlimi İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî’nin (v. 790/1388) yetkinlikle ifade ettiği gibi, “nüzul sebeplerini bilmemek, şüphe ve çıkmazlar içerisine düşülmesine yol açar, aslında zahir olan nassları mücmel hale sokar ve bunun sonucunda da ihtilaflar doğar. Bu ise, anlaşmazlıklara ve ümmetin bölünmesine sebep olabilir.”
Şâtıbî, devamla şöyle söylüyor:
“Bu hususu Ebu Ubeyd’in naklettiği şu olay gayet iyi açıklar: İbrahim et-Teymi anlatıyor: Birgün Hz. Ömer, İbn Abbas’ı çağırtarak şöyle sordu: “Bu ümmet nasıl olur da ihtilafa düşebilir? Peygamberi bir, kıblesi bir” dedi. İbn Abbas şöyle dedi: “Ey Mü’minlerin emiri! Bize Kur’an indi ve biz onu okuduk. Okurken, onun kimin hakkında nazil olduğunu biliyorduk. Bizden sonra kavimler gelecek. Bunlar Kur’an okuyacaklar, fakat kimin hakkında indiğini bilmeyecekler. Bunun sonucunda Kur’an hakkında şahsi görüşler ortaya çıkacak. Şahsi görüşler ortaya çıkınca da ihtilafa düşecekler. İhtilafa düşünce de birbirlerine girecekler.” Böyle deyince Hz. Ömer onu susturdu ve azarladı. İbn Abbas da oradan ayrıldı. Hz. Ömer, onun sözleri üzerinde düşündü ve ne kastettiğini anladı. Bunun üzerine onu çağırttı ve: “Sözlerini bana tekrarla!” dedi. O da tekrarladı. Hz. Ömer, sözünün manasını anladı ve bu yorum hoşuna gitti. İbn Abbas’ın sözü, dikkate alınması bakımından sahihtir ve o anlaşıldığında maksat en yakın bir şekilde ortaya çıkacaktır.
İbn Vehb, Bükeyr’den rivayet ediyor: O Nafi’e: “İbn Ömer’in Harüriyye hakkındaki görüşü ne idi?” diye sorar. Nafi’ şöyle der: “Onları insanların en şerlileri görürdü. Çünkü onlar, kafirler hakkında inen ayetlerden hareket etmişler ve onları müminler aleyhinde kullanmışlardır.” İbn Abbas’ın dikkat çektiği re’yin manası işte budur ve Kur’an’ın niçin indiğini bilmemekten kaynaklanmaktadır.”
(İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-Muvâfaḳāt, C. 4, ss. 148-149, Dâru İbn Affan, Suudi Arabistan-1997)
Bu izahlardan sonra, sanırız hadîs-i şerîfler çerçevesinde, yukarıda tafsil etmeye çalıştığımız hususların, Hûd Suresi, 113’üncü ayet-i kerimesi ile çelişmemesi gerektiği net bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Düzensizlik ve Kaos: Anarşizm

İnsan zihninin, bilgiye ulaşmadaki temel dayanaklarından birisi de tanımaya çalıştığı fenomenin karşıt durumunu görmeye çalışmak, yaptığı kıyas ile elindeki bilginin doğruluğuna ulaşmaktır. Buna kısaca “eşya zıtları ile bilinir” kuralı denir. Bu açıdan yazımızda, düzeni sağlayan unsurların yanı sıra düzensizliğin ve kaosun nasıl tanımlandığını da görmemiz gerekmekteydi. Dolayısı ile bu bölümde, düzensizlik ve kaos yani anarşi taraftarlarının, sathi bir şekilde kendilerini nasıl tanımladıklarını göreceğiz.
Anarşizm, (“anarşizm” kelimesi, antik Yunanca’da an “-sız, olumsuzluk eki” ve archos “yönetici” sözcüklerinden türetilmiştir, “yöneticisiz” anlamına gelmektedir) toplumsal otoritenin, erklerin ve hiyerarşinin tüm biçimlerini bertaraf etmeyi savunan felsefeyi ve toplumsal hareketleri tanımlayan sosyal bir terimdir. Anarşizm, her türlü otoriteyi her koşulda ret anlamına gelmektedir.[34]
Aralarındaki farklı yaklaşım ve açıklamalara rağmen, tüm anarşist ekoller, otoriteye, devlete, kapitalizme ve bunların tüm çeşitlerine ve uzantılarına karşıdır. Anarşi, hükümetsiz toplumu ya da hükümetin olmamasını talep etmedir. Anarşizm ise, bu halin gerçekleşmesini amaçlayan bakış açısıdır. Modern ideolojiler, “nasıl bir devlet?” sorusu üzerinden hareket ederek onun gerekliliğini vurgularken, anarşizm ise “niçin devlet?” sorusu üzerinden hareket ederek onun gereksizliğini ifade etmek istemektedir.
“Anarşi” kavramının, “düzensizlik ve kaos” şeklinde tanımlanmasına itiraz eden Rusya göçmeni Amerikalı yazar, radikal anarşist ve suikastçı Alexander Berkman (ö. 1936), What is Anarchism? adlı yapıtında “anarşizm” tanımını şu şekilde yapar:
“Anarşizm, özgür olmanız, hiç kimsenin size patronluk yapmaması, malınızı gasp etmemesi, size herhangi bir empozede bulunmaması, sizi köleleştirmemesi demektir. Bu, yapmak istediğiniz şeyleri yapmakta özgür olmanız ve yapmak istemediğiniz şeyleri yapmaya mecbur kalmamanız gerektiği demektir. Bu, yaşamak istediğiniz yaşam türünü seçme ve kimsenin müdahalesi olmadan yaşama şansınız olması anlamına gelir. Bu, arkadaşınızın ve herkesin sizinle aynı hak ve özgürlüklere sahip olması gerektiği anlamına gelir. Bu, tüm insanların kardeş olduğu ve kardeş gibi, barış ve uyum içinde yaşamaları gerektiği anlamına gelir. Yani savaşlar olmamalı, bir grup insan diğerlerine karşı şiddet kullanmamalı, tekel oluşturmamalı, yoksulluk ve baskı olmamalı ve hiç kimse başkalarından üstün olmamalı. Kısacası anarşizm, tüm erkeklerin ve kadınların özgür olduğu ve herkesin düzenli ve mantıklı bir yaşamın yararlarından eşit olarak yararlandığı bir durum veya toplum anlamına gelir.”
Berkman’ın kendisi de bu tarifi ütopik bulmuş olacak ki, “Sen bir sor, bu olabilir mi ve nasıl?” dedikten sonra, “Arkadaşın, hepimiz melek olmadan önce olmaz, diyor” der.[35]
Fransız ekonomist, kendini “anarşist” olarak tanımlayan ilk düşünür Pierre-Joseph Proudhon (ö. 1865), Mülkiyet Nedir? adlı yapıtında, soru ile başlattığı bir diyalog halinde anarşist bakış açısını şöyle ifade eder:
“Hangi tür hükümeti tercih etmeliyiz?” sorusunu bazı genç okuyucular kuşkusuz şöyle yanıtlayacaklar:
“A! Neden böyle bir soru soruyorsunuz? Siz cumhuriyetçisiniz.”
“Evet cumhuriyetçiyim, fakat bu sözcük bir şey açıklamıyor. Cumhuriyet, kamu yönetimi demektir. Kamuyla ilgilenen herkes, hangi yönetim biçimi altında olursa olsun, kendine cumhuriyetçi diyebilir. Krallar da cumhuriyetçidir!”
“Peki öyleyse, demokrat mısınız?”
“Hayır!”
“Nasıl? Kralcı mısınız yoksa?”
“Hayır!”
“Meşrutiyetçi?”
“Tanrı korusun!”
“Öyleyse aristokratsınız?”
“Hiç de değil!”
“Karma bir yönetimden mi yanasınız?”
“O da değil!”
“Öyleyse nesiniz?”
“Anarşistim!”
“A, anladım, hicivli bir üslupla konuşuyorsunuz. Bu sözleriniz hükümeti eleştirmek için!”
“Hayır, hiç de değil. Az önce duyduğunuz benim en ciddi ve samimi şahadetimdir. Her ne kadar düzenden yana olsam da, kelimenin tam manasıyla anarşistim. Sözlerime kulak verin.”[36] Proudhon’a göre anarşi, “efendilerden ve egemenlerden kurtulmaktır.”[37]
Kanadalı siyasî biyografi ve tarih yazarı, anarşist filozof George Woodcock’a (ö. 1995) göre anarşizm, “paradokstan ilham alan ve paradoksla dolu bir inanç sistemidir ve bu nedenle savunucuları, teorik olarak geleneği reddetmekle birlikte, öğretilerinin tarihi kökleriyle çok ilgilidirler. Bu ilgi, anarşizmin doğal insani itkilerin bir tezahürü ve otoriter kurumlar yaratma eğiliminin de geçici bir sapma olduğu inancından kaynaklanır. Bu görüş kabul edildiğinde, anarşizm, bugünün bir görüngüsünden ibaret olamaz, tarihte gördüğümüz haliyle yalnızca toplumda hep var olan bir ögenin metamorfozudur.”[38]
Rus anarşist, ekonomist, siyaset bilimci, anarşizm kuramcısı Peter Kropotkin (ö. 1921), Anarşist Ahlâk adlı yapıtında şöyle söylüyor:
“Yalnızca Yasa, Din ve Otorite’nin bu soyut teslisine karşı savaş açmakla kalmıyor, anarşist olarak, bu teslisin yüreklerimize boşalttığı tüm bu aldatmaca, hile, sömürü, ahlak bozukluğu ve kötülük yığınına -tek kelimeyle eşitsizliğe- karşı da savaş açıyoruz. Onların davranış tarzına, düşünce tarzına savaş açıyoruz.”[39]
Kropotkin, “devlet” düşüncesine karşıtlığını şu şekilde ifade eder:
“Yapılması gereken tek şey, ‘herkes kendi için, devlet herkes için’ ilkesini reddetmek ve bu davranışlar hakkında ne düşündüğümüzü yüzlerine karşı ve yüksek sesle söyleme cesaretini göstermektir. Bu, kuşkusuz çatışmaya yol açacaktır, fakat çatışma yaşamın kendisidir. Bu davranışların, yalnızca basmakalıp fikirlerin tesiri ile yapılabilecek değerlendirmelerden çok daha doğru bir değerlendirmesi çatışmadan doğmuş olacaktır.”[40]
Vladimir İlyiç Ulyanov (ö. 1924), Devlet ve İhtilal adlı yapıtında, komünist düşüncenin son aşamasında devlet fikrinin nasıl söneceğini şöyle anlatır:
“Komünist toplumda, kapitalistlerin direnci kesin olarak kırıldığı, kapitalistler ortadan kalktığı ve sınıflar yok olduğu (yani toplumsal üretim araçlarıyla ilişkileri bakımından toplum üyeleri arasındaki ayırım silindiği) zaman, ancak o zamandır ki, devlet ortadan kalkar ve özgürlükten söz etmek olanaklı duruma gelir.”[41] “Ensonu, ancak komünizm, devleti büsbütün gereksizleştirir; çünkü o zaman, sırtı yere getirilecek hiç kimse, hiçbir sınıf anlamında hiç kimse yoktur.”[42]
Alman anarşist yazar Rudolf Rocker (ö. 1958), Milliyetçilik ve Kültür adlı yapıtında dini şu şekilde tarif etmek ister:
“Din en başta insanın bilinmeyen yüce güçlere bağımlılık duygusudur. İnsanı bu güçlerin kendisini kayırıp kollamasını sağlayacak ve zararlı etkilerinden koruyacak yöntem ve araçları bulmaya zorlayansa kendini koruma içgüdüsüdür. Dine biçimsel özelliğini veren ayinler işte böyle doğmuştur.”[43]
Rocker’a göre, “bütün iktidarların kökeni Tanrı’ya dayanır; tüm yönetimler en derin özü itibarıyla Tanrısaldır. Musa, On Emir’in yazıldığı ve Tanrı’nın kavmiyle yaptığı anlaşmanın yer aldığı tabletleri doğrudan Tanrı’nın elinden almıştı. On Emir şu sözlerle başlıyordu: “Tanrın, RAB benim. Benden başka tanrın olmayacak. (Eski Ahit, Çıkış, 20: 2-3.)”[44] Yine ona göre, “Tanrının “Buyuruyorum ki!” ve devletin “Yerine getirmekle yükümlüsün!” sözleri birbirini mükemmel bir biçimde tamamlar. Dînî emirler ve hukuk aynı fikrin sadece farklı ifadeleridir.”[45]
Amerikalı anarşist ve aktivist Peter Gelderloss’a (d. 1982) göre anarşi, kendi kendini organize eden yatay ilişkiler tarafından bir arada tutulan, hükümet ve zorlayıcı hiyerarşilerden arınmış bir sosyal durumdur. Anarşistler kendilerini, anarşizmin toplumsal hareketi veya felsefesiyle özdeşleştiren kişilerdir. Buna karşın anti-otoriterler ise, açıkça zorlayıcı hiyerarşilerin olmadığı bir toplumda yaşamak isteyen, ancak ya terimi kendileri için uygun görmediklerinden ya da hareket dünyalarını bu şekilde tanımlamak istemedikleri için, kendilerini anarşist olarak tanımlamayan insanlardır.[46]
“Yirmi birinci yüzyıl edebiyatı, popüler kültür ve anarşizmin kültürel tarihi” üzerine çalışmalar yapan Jesse S. Cohn’a göre, otoritenin egemenliğine, hiyerarşiye karşı ahlaki muhalefet, anarşist teoriyi nesnellik ve öznellik iddiaları ile materyalizm ve idealizm gerçekçiliği ve metinselcilik arasında bir gerilim içinde gelişmeye zorlamıştır.[47]
Amerikalı aktivist ve felsefeci David Thoreau Wieck’in (ö. 1997) perspektifinden anarşizm, tüm iktidar egemenliği tahakkümünün ve hiyerarşik bölünmenin inkarını ve bunların çözülmesine yönelik bir iradeyi ifade eden, Doğa, Akıl, Tarih ve Tanrı temelindeki tüm dikotomik kavramların reddini ifade eden, sosyal ve politik bir fikir olarak anlaşılabilir. Bu nedenle anarşizm, devlet karşıtlığından çok daha fazlasıdır. Nihai egemenlik iddiasında bulunduğu, özel egemenlikleri yasa dışı hale getirebildiği veya meşrulaştırabildiği ve sosyal egemenlik ağının merkezinde yer aldığı için devlet, anarşist eleştirinin odak noktasındadır.[48]
İngiliz siyaset bilimcisi Andrew Heywood’a (d. 1952) göre anarşizmin merkezi teması, siyasî otoritenin tüm şekilleriyle, özellikle de devlet şekliyle, hem kötü hem de gereksiz olduğudur.[49]
Heywood, anarşizmin tanımlayıcı özelliğinin, devlete, devletin kurumları olan hükümet ve hukuka karşıtlık olduğunu ifade etmektedir. Anarşistler baskı ve mecburiyetin olmadığı, bireylerin gönüllü olarak işlerini yürüttüğü devletsiz bir toplumu tercih ederler. Anarşizmin ideolojik karakterini iki faktör bulanıklaştırır. İlk olarak, anarşizm, açıklama ve analizden öte ahlâkî bir iddiadır. Anarşizm, devlet sistemini analiz ederek, baskı ve zorlamanın nasıl ortadan kaldırılabileceğini çözümlemektense, içgüdüsel olarak özgürlüğe ve özerkliğe yönelen, kalben ahlâkî varlıklar olan insanların, bu özelliklerini harekete geçirmek için enerjisini harcamaktadır. İkinci olarak anarşizm, devlete karşı çıkma noktasında aynı düşünen fakat temelde birbirine rakip iki ideoloji, sosyalizm ve liberalizm arasında bir ara noktadır ve bu iki ideolojiye göre tutarlılığı daha az olan bir ideolojidir. Bu yüzden anarşizmin ikili karakteri vardır: Liberal bireyciliğe benzediği için ultra-liberalizmin, aşırı sosyalist kolektivizme benzediği için de ultra-sosyalizmin bir formu olarak yorumlanabilir. Anarşizmin en önemli biçimleri; Anti-devletçilik, Doğal düzen, Anti-klerikalizm (Dinin siyasette etkisinin olmasına karşı çıkmak) ve Ekonomik özgürlüktür.[50]
Heywood’a göre anarşistler, özellikle 19. Yüzyıl’da devlete karşı sergiledikleri muhalefetin daha fazlasını dine karşı göstermişlerdir. Bu durum, Katolik İspanya, Fransa, İtalya ve din karşıtı fikirlerin yaygın olduğu Lâtin Amerika ülkelerinde anarşizmin neden geliştiğini bize açıklamaktadır.[51]
Heywood, anarşistlerin örgütlü bir şekilde bilhassa dine yönelik itirazlarının, genellikle daha geniş bir otorite eleştirisi yapmalarına imkân sağladığını öne sürmektedir. Çünkü, anarşistler, dinin kendisini bizatihi otoritenin kaynağı olarak görmektedirler. Üstün varlık olarak Tanrının yöneticiliği ve sorgulanamaz olması otorite nosyonunu yansıtmaktadır. Proudhon ve Bakunin gibi anarşistlere göre, anarşist politik felsefe, Hristiyanlığın reddi üzerine temellendirilmelidir. Ancak bu şekilde insan varlığının özgür ve bağımsız olduğu kabul edilebilir. Bakunin’e göre, “Toplumun gerçek özgürlüğü için kilisenin ve devletin ilgası ilk ve en önemli şarttır.” Din anarşistlere göre devletin destek noktası olarak görülmektedir.[52]
Rus devrimci, kolektivist anarşizm kuramcısı, anarşist düşünürlerin ilk kuşağının temsilcilerinden Mihail Bakunin (ö. 1876), “Anarşistler kime karşı mücadele ederler?” sorusunu şöyle cevaplar:
“Anarşistler, tüm sahalarda (idari, finansal, politik, askeri vs.) gücün merkezi teşkilatı olarak görülen Devlet’e,
Devletin idari kurumu olan ve tüm zapt etme, çalıştırma, kontrol etme vs. işlerini yapan hükümete,
Hem sahadaki verimli ilişkilerin hem de bireysel kapitalistlerin, onların aktivitelerinin, projelerinin ve bu bağlamdaki suç ortaklarının yükselişi olarak görülen Kapitalizme,
Devletin ve sermayenin bölündüğü münferit taraflara karşıdır. Diğer bir deyişle, polis, adliye, ordu, okul, gazeteler, televizyon, sendikalar, büyük çok uluslu firmalara,
Devlet yapısının dayandığı ana çekirdeği biçimlendiren aileye,
Tüm politik partilere, burjuvazi demokrasisini ifade eden Parlamentoya ve gerçek toplumsal problemleri maskelemeye yardım eden politik ideolojilere,
Faşistlere, Devlete ve sermaye tarafından kullanılan baskının diğer tüm kollarına,
Baskı için etkileyici ve inandırıcı bir müttefik inşa eden Kiliseye ve dine karşıdırlar.”[53]
Bakunin’e göre, ateist ve din karşıtı propagandaların daima yayılması gereklidir.[54]
Anarşizmin ve özgürlükçü hareketin tarihi üzerine kapsamlı yazıları olan fikir tarihçisi Henri Arvon’a (ö. 1992) göre anarşizm, onu sosyalizme ya da liberalizme yaklaştıran değişik yönlerine rağmen, temel bir gerekliliğe bağlanabilir: Fransız Devrimi’nden kaynaklanan Devlet ile Toplum arasındaki ayrılığın ürünüdür, Devlet’e karşı çıkar ve Toplum’u özerk bireysel irade temelinde kurmaya çalışır. Ben’in özgün, özel, tersinmez değerini ısrarla vurgulaması, her birimizin her an için egemenliğini kurmasını sağlayan kopma gücünü yüceltmesi anarşizmi tanım icabı, acımasız ve anonim modern dünyayla ilintili topluluğun ölçüsüne göre düşünülmüş bütün ideolojilere düşman yapar.[55]
Sonuç

İslam siyaset felsefesinin temelleri en başta Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinden, Şanlı Nebi’nin (sas) hadîs-i şerîflerinden ve hayat-ı seniyyesindeki uygulamalarından, Hulefâ-i Râşidînin (r. anhum) titiz ve hassas dokunuşlarından çok rahat bir şekilde çıkarılabilir. İslam’ın siyaset anlayışı çok zengin bir şekilde oluşmuş daha sonraki literatürden de istifade ile zenginleştirilebilir. Batı’nın “siyasal İslam” diyerek yaptığı aşağılamaların tamamını reddetmekteyiz.
İnsanlığı kuşatmış olan kargaşa ve kötülükler dâhil olmak üzere hayatın problemleri, her yeni çağda ileri adımlar atan öncü liderlerin akıl yürütmeleri ile çözülebilmektedir. Bizzat ilahî bir lütuf olan hayatın anlamını kavramaya çalışmak, huzur ve mutluluğun önemli bir vesilesi olabilir. Fiziksel, düşünsel ve ruhsal hayatın karmaşık problemlerini çözmeyi vaat eden her yeni fikir ve açılım, güvenliğin, özgürlüğün ve sevinçlerin potansiyelini beraberinde taşır.
Türk-Amerikalı ekonomist Daron Acemoğlu’nun da işaret ettiği gibi, şiddeti engelleyecek, yasaları uygulayacak, hayati öneme sahip kamu hizmetlerini sunacak güçlü bir devlet gereklidir.[56] Buna karşın anarşizm, hayalperestlik, karamsarlık, din ve dini kurumlar karşıtlığı ve düşüncesizlik ile harmanlanmış bir pasifizmdir. “Kaos” veya “düzensizlik” kelimeleri ile eş anlamlı olan anarşizm, toplumsal karmaşaya ve orman kanunlarına geri dönüş demektir.
Siyasal düşüncelerin, bilhassa kentlerde oluşturulması ve geliştirilmesi zorunludur. Çünkü şehirler, siyasetin varlığını zorunlu hale getiren toplumsal farklılıkların, yine siyasal düşünceler ve etkinlikler ile dengelenebildiği, toplumsal değişimler ile birlikte sürekli olarak yenilenebildikleri ve tekraren üretilebildikleri mekânlardır. İslam siyasal düşüncesi de bu sebeplere dayalı bir şekilde, neşetinden itibaren şehirlidir ve medenîdir. Şanlı Nebi (sas), son peygamber olmakla birlikte, aynı zamanda bir İslam devleti başkanıdır.
Anarşistler ve onlarla aynı düzlemi paylaşan kimseler ise, içinden çıktığı toplumların din, kültür, örf ve adetlerine uygun olmayan davranışlarda bulunan lümpenlerdir. Serserilik, sorumsuzluk, düşüncesizlik, boş gezerlik, kibir ve cehalet onların lümpenliklerinin bazı tezahürleridir. Anarşistler ve onlarla aynı çizgide buluşanlar, mesûliyetsiz, bencil, kıt fikirli ve hedonisttirler.
اِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبٖيلَ اِمَّا شَاكِرًا وَاِمَّا كَفُورًا
“Biz, kesinlikle insana, mutluluğa ve bedbahtlığa giden yolu gösterdik. Artık ya şükredici ya da inkarcı olur.” (İnsan, 76/3)
اللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا البَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ اٰمِينَ
“Allâhım, bizlere gerçeği gerçek olarak göster, ona tabi olmakla rızıklandır. Bâtılı da bâtıl olarak göster, ondan kaçınmakla rızıklandır.” Amin.
[1] George Jacob Holyoake, English Secularism, s. 35, The Open Court Publishing Company, Chicago-1896.
[2] Paul Carus, English Secularism, (Önsöz’de) ss. 5-6.
[3] Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Kasasu’l-Enbiyâ, s. 591, Müessesetü’n-Nûr, Mısır-1997.
[4] Ebü’l-Hasen el-Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s. 149, Dâru İkra, Beyrut-1985.
[5] Hatib el-Bağdâdî, Târîḫu Baġdâd ya da Medîneti’s-Selâm, 5/173 (Hadis no: 2034),
[6] Ebü’l-Hasen el-Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s. 149.
[7] Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, Kitâbü’l-Firdevs bi-Meʾs̱ûri’l-Hiṭâb, 1/117 (Hadis no: 396); Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 6/10 (Hadis no: 14613).
[8] Buhari, Et-Târîḫu’l-Kebîr, 3/367 (Hadis no: 1245).
[9] Tirmizi, Sünen, İlim, 7 (Hadis no: 2658); İbn Mâce, Mukaddime, 230; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/225 (Hadis no: 13383).
[10] El-Bezzâr el-Basrî, Müsned (El-Baḥrü’z-Zeḫḫâr), 12/17 (Hadis no: 5383); Beyhaki, Şuabü’l-Îmân, 9/476 (Hadis no: 6984); Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 6/4 (Hadis no: 14581).
[11] Müslim, Sahih, İmaret, 9 (Hadis no: 1841).
[12] Ebu Nuaym el-İsfahânî, Fazîletü’l-Âdilîne mine’l-Vülât, ss. 142-143 (Hadis no: 32), Dâru’l-Vatan, Riyad-1997; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 6/5 (Hadis no: 14583).
[13] Beyhaki, Şuabü’l-Îmân, 9/480 (Hadis no: 6990); Es-Sünenü’l-Kübrâ, 8/281 (16650).
[14] İbn Ebû Âsım, Es-Sünne, 2/691 (Hadis no: 1047), Dâru’s-Sumay’î, Riyad-1998.
[15] İbn Manzur, Lisânu’l-Arap, 6/137; 7/28, Dâru İhyai’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut-1999.
[16] İbn Ebû Âsım, Es-Sünne, 2/693 (Hadis no: 1049).
[17] Ebu Nuaym el-İsfahânî, Fazîletü’l-Âdilîne mine’l-Vülât, ss. 156-157 (Hadis no: 41)
[18] Ahmed b. Eyyûb et-Taberânî, El-Muʿcemü’l-Evsaṭ, 2/169 (Hadis no: 1606), Dâru’l-Harameyn-1995.
[19] Tirmizi, Sünen, Fiten, 47 (Hadis no: 2224); Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 6/4 (Hadis no: 14580).
[20] El-Hâkim en-Nîsâbûrî, El-Müstedrek ʿale’ṣ-Ṣaḥîḥayn, 3/374 (Hadis no: 5427), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2002.
[21] Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat, 9/9 (Hadis no: 8962); Heysemî, Mecmau’l-Bahreyn, 4/365 (Hadis no: 2611).
[22] Müslim, Sahih, İmaret, 12 (Hadis no: 1847).
[23] Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, 2/620 (Çev. İlyas Çelebi), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul-2015.
[24] Müslim, Sahih, İmaret, 12 (Hadis no: 1849).
[25] Müslim, Sahih, İmaret, 13 (Hadis no: 1851).
[26] İbn Kesîr, El-Bidâye ve’n-Nihâye, 11/652, (Tahk. A. Muhsin et-Türkî), Hicr li’t-Tıbâa, Gîza-1998.
[27] Müslim, Sahih, İmaret, 8 (Hadis no: 1839); Buhari, Ahbâr, 1 (Hadis no: 7257); Tirmizî, Cihad, 29 (Hadis no: 1707).
[28] Müslim, Sahih, İmaret, 12 (Hadis no: 1846)
[29] Buhari, Enbiya, 41 (Hadis no: 3428, 3429); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/424 (Hadis no: 4031).
[30] Mukātil b. Süleymân, Tefsîru Muḳātil b. Süleymân, 2/300, (Tahk. A. Mahmûd Şehhâte) Beyrut-2002.
[31] Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiʿu’l-Beyân ʿan Teʾvîli Âyi’l-Ḳurʾân, 12/600-601, Dâru Hicr, Kahire-2001.
[32] Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, 7/249, Mîzan Yayınevi, İstanbul-2006.
[33] Celâlüddîn Ebû’l-Fadl Abdurrahman es-Suyûtî, Ed-Dürrü’l-Mensûr fi’t-Tefsîr bi’l-Me’sûr, 8/147, Kahire-2003.
[34] https://www.wikiwand.com/tr/Anar%C5%9Fizm
[35] Alexander Berkman, What is Anarchism?, s. 15, Ak Press, Kanada-2003.
[36] Pierre-Joseph Proudhon, Mülkiyet Nedir?, ss. 261-262 (Çev: Devrim Çetinkasap), 6. Baskı, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul-2017.
[37] Pierre-Joseph Proudhon, Mülkiyet Nedir?, s. 266.
[38] George Woodcock, Anarşizm Bir Düşünce ve Hareketin Tarihi, s. 43 (Çev: Alev Türker), 1. Baskı, Kaos Yayınları, İstanbul-1996.
[39] Peter Kropotkin, Anarşist Ahlâk, s. 46, (Çev: Işık Ergüden), 1. Baskı, Kaos Yayınları, İstanbul-2013.
[40] Peter Kropotkin, Anarşi Felsefesi İdeali, s. 46, (Çev: Işık Ergüden), 2. Baskı, Kaos Yayınları, İstanbul-2005.
[41] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 101, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara-1989.
[42] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 102.
[43] Rudolf Rocker, Milliyetçilik ve Kültür, s. 51, (Çev: Ali Çakıroğlu), 1. Baskı, Kaos Yayınları, İstanbul-2019.
[44] Rudolf Rocker, Milliyetçilik ve Kültür, s. 55.
[45] Rudolf Rocker, Milliyetçilik ve Kültür, s. 64.
[46] Peter Gelderloss, Anarchy Works, s. 9, The Anarchist Library Anti-Copyriht, Barcelona-2010.
[47] Jesse S. Cohn, Anarchism and the Crisis of Representation: Hermeneutics, Aesthetics, Politics, s. 80, Associated University Press, Cranbury-2010.
[48] David Wieck, The Negativity of Anarchism, s. 9, Paris-1975.
[49] Andrew Heywood, Siyaset, s. 91 (Çev: Bekir Berat Özipek: Bölüm 1,2,3,4,5), 14. Baskı, Adres Yayınları, Ankara-2014.
[50] Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler, ss. 192-193 (Çev: Hüsamettin İnaç, 5-7. Bölümler), 5. Baskı, Adres Yayınları, Ankara-2013.
[51] Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler, s. 196.
[52] Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler, s. 197.
[53] Mihail Bakunin, Anarşizm, ss. 67-68, (Çev: Mehmet Bilgiç), 3. Baskı, Dorlion Yayınları, Ankara-2022.
[54] Mihail Bakunin, Anarşizm, s. 70.
[55] Henri Arvon, Anarşizm, s. 118, (Çev: Ahmet Kotil), 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul-1991.
[56] Daron Acemoğlu – James A. Robinson, Dar Koridor, s. 16, Doğan Yayıncılık, İstanbul-2020.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.