Musa Kâzım GÜLÇÜR
18/04/2022
İçindekiler
Önsöz

Ezelî bir olgu olan “savaş” fenomeni, insanlık var oldukça gerçekliğini devam ettirecektir. Ezelîdir zira, daha insanın ilk yaratılış gerçeği ile karşılaştıklarında meleklerin dile getirdikleri temel endişeleri, insanların birbirleri ile savaşmalarıydı (Bakara, 2/30). Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, meleklerin enfüslerindeki bu endişelere ve sorulara karşı, (قَالَ اِنّٖى اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ) “Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim” şeklinde mukabele buyurdu (Bakara, 2/30). Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, insanların yeryüzündeki serüvenlerinin mebdei itibarı ile başlamış ve kıyamete kadar devam edecek olan “savaş” olgusundan kaçamayacakları gerçeğine, şu şekilde işaret buyurur:
(وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِى الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلٰى حٖينٍ) “Kiminizin kiminize düşman olarak yer yüzüne inişinize, kesin bir şekilde hükmettik. Sizin için orada bir vakte (kıyamete) kadar durak ve faydalanacağınız şey vardır.” (Bakara, 2/36; Araf, 7/24; TâHê, 20/123)
Günümüzde artık “savaşların olmayacağı” şeklindeki argüman, ilk anda mantıklı ve içi dolu gibi görünür. Bu fikrin temelinde; ülkelerin medenileştikleri, özellikle bilişsel ve ekonomik açılardan birbirleri ile çok sıkı bir şekilde bağlı hale geldikleri, aralarında bir savaşın meydana gelmesinin, büyük yararlar sağladıkları medenileşme hamlelerinin sekteye uğramasına, paylaştıkları bilişim imkanlarının zayıflamasına, ulaştıkları maddi kalkınmanın gerilemesine, küresel ekonomik sistemden sağladıkları büyük yararların ve elde ettikleri önemli avantajların yitirilmesine sebep olacağı, dolayısıyla da bu derecede önemli ve büyük riskleri hiçbir ulusun göze alamayacağı düşüncesine dayalı bir mantık yürütme bulunur.
Bu argüman, vehle-i ûlâda inandırıcı ve mantıklıdır. Ancak, bu doğru gibi görünen argüman temelde iki açıdan yanlış ve kusurludur:
1. Şer’-i şerîf-i enver’e zıttır. Kur’ân-ı Kerîm’in hassas naslarının işaretleri ile (Bakara, 2/30), savaşsız dünya tam bir ütopyadır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, gerektiğinde “farz” olarak icra edilecek “savaş” halini şu şekilde emir buyurur:
كُتِبَ عَلَيْكُمُ ٱلْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ ۖ وَعَسَىٰٓ أَن تَكْرَهُواْ شَيْـًٔا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ ۖ وَعَسَىٰٓ أَن تُحِبُّواْ شَيْـًٔا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ ۗ وَٱللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
“Hoşunuza gitmediği halde savaşmak, üzerinize farz kılındı. Bir şey hoşunuza gitmezken, o hakkınızda hayırlı, bir şey hoşlandığınız halde, hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)
Kur’ân-ı Kerîm’de (كُتِبَ عَلَيْكُمُ) “Üzerinize farz kılındı…” şeklinde, dört husus zikredilmektedir:
1. Kısas (Bakara, 2/178), 2. Vasiyet (Bakara, 2/180), 3. Oruç (Bakara, 2/183) ve 4. Savaş (Bakara, 2/216, 246).
Efendimiz (sas) Enes b. Malik (ra) rivayeti ile şöyle buyurur:
:عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم
ثَلاَثَةٌ مِنْ أَصْلِ الإِيمَانِ : الْكَفُّ عَمَّنْ قَالَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَلاَ تُكَفِّرْهُ بِذَنْبٍ وَلاَ تُخْرِجْهُ مِنَ الإِسْلاَمِ بِعَمَلٍ، وَالْجِهَادُ مَاضٍ مُنْذُ بَعَثَنِيَ اللَّهُ إِلَى أَنْ يُقَاتِلَ آخِرُ أُمَّتِي الدَّجَّالَ لاَ يُبْطِلُهُ جَوْرُ جَائِرٍ وَلاَ عَدْلُ عَادِلٍ، وَالإِيمَانُ بِالأَقْدَارِ
“Üç şey imanın aslıdır. (Birincisi) Lâ ilahe illallah diyen bir kimseye el ve dil uzatmaktan çekinmek, herhangi bir günahı sebebi ile onu kâfir saymamak, herhangi bir fiilinden dolayı onu İslam dışı ilan etmemektir. (İkincisi) Allah’ın beni (Peygamber olarak) gönderdiği andan, ümmetimin son kısmının Deccal ile savaşacağı ana kadar devam edecek olan cihattır. Savaşmanın (söz konusu ana kadar) geçerliliğini, ne adaletli idarecinin adaleti ne de zalim idarecinin zulmü iptal edemez. (Üçüncüsü ise) Kadere inanmaktır.”[1]
Büyük muhaddis Ebû Dâvûd Süleymân b. el-Eş‘as b. İshâk es-Sicistânî el-Ezdî (v. 275/889), fıkıh konularına ait hadislerden oluşan ve 500.000 hadis içinden yirmi yılda seçtiği 4800 hadis-i şerîf ile meydana getirdiği Sünen’inde, bu hadîs-i şerîfi “Zâlim Bir Yönetici Emrinde Savaşmak” başlığı altında rivayet etmektedir. Ebû Dâvûd’un başlığı bu şekilde belirlemesi, idareci zalim dahi olsa, gerektiğinde din, devlet ve millet için savaşma farziyetinin ortadan kalkmayacağını belirtmek içindir.
Uluslararası ilişkilerdeki ‘gerçeklik kuramı’na göre devletler asıldır. Dolayısıyla bir devlet, başka bir devletin gücünü artırdığını, bu nedenle potansiyel olarak tehdit oluşturduğunu farz ederse, o devlet güvenliğini sağlamak ve gücünü artırmak için başka devletlerle ittifak yapma çabası içerisine girer.
2. Ulusların birbirleri ile sıkı irtibatlarına bakarak, “artık savaşlar olmayacak” argümanı temelden yanlıştır. Çünkü, ulusların kültürel, siyasal ve ekonomik açılardan birbirleri ile sıkı sıkıya bağlılıkları, eninde sonunda onların çatışmalarını ve birbirleri ile savaşmalarını müncerdir. Tarihte uzun süreli barış dönemleri dahi, nihayetinde savaşlar ile kesintiye uğramıştır. Ancak “savaş” gerçekliği, “barışın arzu edilmesi ve korunması” hususları ile çelişmemektedir. Konuyu bu doğrultuda tahlil etmeye çalıştığım, “Sulhün Kur’ânî Dayanakları” başlıklı yazıma sitede ulaşabilirsiniz.
Tarihin hemen her döneminde, uluslar çok çeşitli şekillerde birbirleri ile yüksek seviyede bağlantı halindeydiler. Ancak bu durum, onların savaşmalarının önüne geçemedi. Büyük Avrupa devletleri arasında 1914 yılı öncesi yüksek ticaret düzeyi, dehşetli Birinci Dünya Savaşı’nı (BDS) önleyemedi. Arkasından daha kötüsü İkinci Dünya Savaşı’nda (İDS) yaşandı. Mesela Fransa ve Almanya, yüksek ticari ilişkilerine rağmen, yakın geçmişte yirmi küsur yıl içerisinde birbirleri ile (İDS) tam üç defa savaştılar. Bu savaşlarda sivil ve asker seksen milyon insan öldü. Savaşlar günümüzde devam ettiği gibi, gelecekte de devam edecektir. Dolayısıyla, ülkelerin birbirlerine olan maddi bağımlılıklarının barışı getirdiği / getireceği argümanı, hem teoride hem de pratikte boştur. Bilhassa büyük ekonomilere sahip devletler, zamanlarının ortalama yüzde on ila yirmisini savaş ile geçirmektedirler. Bu da her yirmi yılda bir savaş demektir.
Devletler ve toplumlar, diğerleri karşısında dezavantajlı duruma düştüklerini gördükleri anda, daha avantajlı bir duruma geçebilmek için, çoğunlukla savaş gibi, sonuçsuz ve umutsuz bir yönteme başvururlar. Sonuçsuz ve umutsuzdur, zira Kur’ân-ı Kerîm’in;
( اِنَّ الْمُلُوكَ اِذَا دَخَلُوا قَرْيَةً اَفْسَدُوهَا وَجَعَلُوا اَعِزَّةَ اَهْلِهَا اَذِلَّةً وَكَذٰلِكَ يَفْعَلُونَ ) “Şüphesiz ki hükümdarlar, bir ülkeye girdikleri zaman orasını perişan ederler. Halkının şerefli olanlarını hor ve hakir hale getirirler. (Evet, aynen) Böyle yaparlar.” (Neml, 27/34) nass-ı şerîfi ile savaş, bir ülkenin izzetli insanlarının zelil hale getirilmesi, çatışan ülkelerin de perişaniyetleridir. Savaş sonucunda oluşan temel gerçeklik, büyük bir yıkım, düzeni yok eden, asayişi ve ahengi ortadan kaldıran fesat halidir.
Çağımızda petrol, doğalgaz, kömür ve tarım ürünleri gibi yüksek bağımlılık oluşturan stratejik ürünler, savaş sebepleri arasında en üst sırada yer almaktadır. Şimdi bu tür ürünlere gözlerini diken emperyalist devletlerin, Irak, Afganistan, Latin Amerika, Suriye, Yemen, Ukrayna vb. ülkelerde, ne derecede yıkıma sebep olduklarını kısaca göstermeye çalışacağım.
Irak

Irak’ın İran ile yaptığı Körfez Savaşı’nın ardından, Saddam Hüseyin kendi ülkesindeki halk ayaklanmalarını ezerken, Saddam’ın kendi halkına bu ihaneti yetmezmiş gibi, ABD ve müttefikleri de Irak halkını cezalandırmak için haince bir planı hayata geçirmeye başladılar. 23 Mayıs 2002’de Avam Kamarası’nda Irak’a yapılan Anglo-Amerikan saldırıları hakkında bir soruya, Britanya Savunma Bakanı Geoff Hoon şu cevabı vermiştir:
“1 Ağustos 1992 ile 16 Aralık 1998 tarihleri arasında, Birleşik Krallık savaş uçakları kuzeydeki uçuşa yasak bölgeyi devamlı bir şekilde bombalamıştır. Bu miktarın koalisyonun attığı toplam bomba miktarına oranını hesaplamak için, bu dönem boyunca bölgedeki koalisyon faaliyetleriyle ilgili elimizde yeterli kayıt yoktur. 20 Aralık 1998 ile 17 Mayıs 2000 tarihleri arasında, İngiltere savaş uçakları kuzeydeki uçuşa yasak bölgeye, ay başına 5 ton olmak üzere 78 ton bomba bırakmıştır. Bu rakam aynı dönemde, koalisyonun toplam miktarının yaklaşık yüzde 20’sini oluşturuyor!”[2]
Başka bir ifadeyle, ABD ve Britanya, on sekiz ay içinde Irak üzerine 400 ton bomba ve füze yağdırmıştır. Blair, bu ülkeye, muhafazakar selefi John Major’dan yirmi misli fazla öldürücü patlayıcı atmıştır. Bu artışın sebebi nedir? İlk akla gelen nedenleri herkes biliyor. 16 Aralık 1998 tarihinde, jüriye yalan ifade vermek ve adaleti saptırmak suçlamasının Temsilciler Meclisi’nde oylanması arifesinde Clinton, güya BM denetçileriyle iş birliğine yanaşmadığından dolayı cezalandırmak için, ama aslında dikkatleri daha başka yerlere kaydırmak amacıyla, Irak’a büyük bir hava saldırısı başlattı. Bir Nazi subayından esinlenerek verilen adıyla, Çöl Tilkisi Harekatı en az yüz hedefi vurdu. Bundan sonra, bırakınız dinmesini, bu ateş fırtınası sürüp gitti. Ağustos 1999’da New York Times’ın bildirdiğine göre, “Amerikan savaş uçakları sistematik olarak ve kamuoyunda hiç dile getirmeden Irak’a saldırıyor. 8 ay içinde Amerikan ve Britanyalı pilotlar Irak’taki 359 hedefe 1100’den fazla füze fırlatmışlardır. Bu, Aralık ayındaki 4 günlük saldırıda seçilen hedef sayısının üç katıdır. Başka bir ölçü verecek olursak, pilotlar büyük bir savaşın söz konusu olduğu Yugoslavya üzerinde 78 gün uçan NATO pilotlarından üçte iki daha fazla saldırı düzenlemişlerdir.”[3]
Ekim 1999’da Amerikalı yetkililer Wall Street Journal’a, yakında hedeflenen işleri bitireceklerini şöyle anlatıyordu: “Son tesisin de tepesine biniyoruz.” Yıl sonuna kadar Anglo-Amerikan hava kuvvetleri 6 binden fazla sorti yapmış ve Irak’a 1,800 tonun üzerinde bomba bırakmıştır. 2001 başları itibarı ile Irak bombardımanı, ABD’nin Vietnam’ı işgalinden daha uzun sürmüştür.
Yine de havadan sürdürülen on yıllık saldırılar, Irak’ın içine düşürüldüğü cenderenin, en çok zarar veren kısmı değildi. Havadan ve karadan uygulanan ekonomik abluka, çok daha büyük acılar vermişti. Bu ekonomik yaptırımlar, bir zamanlar beslenme, okuma yazma ve kamu hizmetleri düzeyi bölge standartlarının üzerinde olan bir halkı, dipsiz bir sefalet uçurumuna atmıştı. 1990 öncesinde kişi başına milli geliri 3 bin doların üzerindeyken, 500 doların altına düşmüş olan Irak, dünyanın en yoksul toplumlarından biri haline gelmiştir![4]
Bir zamanlar yüksek bir okuma-yazma oranına ve gelişmiş bir sağlık sistemine sahip olan ülke, Batı tarafından yerle bir edildi. Toplumsal yapısı tahrip edilmiş, halkın yaşamak için zorunlu olan asgari ihtiyaçları karşılanamaz hale gelmiş, toprakları atılan bombaların başlıklarındaki seyreltilmiş uranyumla kirletilmiştir. BM rakamlarına göre, nüfusun yüzde 60’ı temiz suyu düzenli bulamazken, okulların yüzde 80’i ağır hasar görmüştür. 1997’de, FAO’nun (Gıda ve Tarım Örgütü) hesaplarına göre, Irak halkının yüzde 27’si kronik kötü beslenme koşullarının mağdurudur ve kadınların yüzde 70’i kansızlık çekmektedir. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) raporlarına göre, ülke nüfusunun yüzde 85’inin yaşadığı kuzey ve merkez bölgelerinde, çocuk ölümleri Körfez Savaşı öncesi döneme göre ikiye katlanmıştır![5]
Ekonomik hayatın kasıtlı biçimde baltalanmasının yol açtığı ölüm oranları hiçbir zaman tam olarak hesaplanamayacak, bunu hesaplamak tarihçilere kalacaktır. Bu konuda titiz bir araştırmacı olan Richard Garfield’e göre, “1991’den beri 5 yaşın altı çocuklar arasında ekstra ölümlerin sayısı, mütevazı bir hesapla 300 bindir.”[6] 1997’de, “5 yaşın altındaki 4,500 çocuk her ay açlıktan ve hastalıktan ölüyor” diye rapor düzenleyen UNICEF, ablukada ölen küçük çocukların sayısını 500 bin olarak tahmin etmektedir.[7] Öteki ölümleri ölçmek çok daha zordur ama, Garfield’in işaret ettiği gibi, “UNICEF’in ölüm oranları, beşinci yaş gününü görebilen Iraklıların beşte dördünün uğradığı ağır kayıplar göz önüne alınacak olursa, sadece buzdağının görünen küçük tepeciğidir.”[8]
1998 yılı sonlarında, BM’nin İnsani Yardım Koordinatörü, eski Genel Sekreter Yardımcısı ve bir İrlandalı olan General Denis Halliday, ambargoyu protesto etmek için görevinden istifa ederek, ambargonun yol açtığı toplam ölümlerin sayısının bir milyonu aşabileceğini bildirmişti.[9] Onun halefi Hans von Sponeck de verdiği bir brifingde, Anglo-Amerikan bombardımanı sonucunda meydana gelen sivil kayıpları listeye ekleme cüreti gösterince, Clinton ve Blair rejimleri bu zatın görevden alınmasını talep ettiler. 1999 sonlarında, “kendisinin Irak halkına karşı sorumlu olduğunu ve her geçen ay Irak’ın toplumsal bünyesinde daha büyük delikler açıldığını” söyleyerek Sponeck de istifa etti. Bu delikler, 1996 yılından itibaren yürürlüğe konan “gıda karşılığı petrol” uygulaması süresince de açılmaya devam etti. Çünkü bu uygulama, Irak’ın her yıl dört milyar dolarlık petrol geliri elde etmesine izin veriyordu. Halbuki, büyük oranda kısıntıya gidilen kamu hizmetleri için bile asgari 7 milyar dolar gerekiyordu.[10]
On yılın sonunda, Irak’ın ABD ve Britanya tarafından boğazlanması, tarihte eşi görülmemiş sonuçlar yarattı. Şimdi karşımızda öyle bir ülke var ki, bu ülke Garfield’in sözleriyle, “son iki yüz yıl içinde istikrarlı bir nüfus yapısına sahipken, şu sıralarda her yıl 2 milyondan fazla olmak üzere, ölüm oranlarında sürekli ve büyük bir artışın görüldüğü tek örnektir.”[11]
Geçmişte körfez savaşı ile, daha sonra da despot bir rejim olduğu iddiası ile bütün bir Irak halkından alınan bu ölümcül intikamın, haklılık gerekçesi olarak sunulan şeyler nelerdir? Bu konuda resmi ağızlardan üç tez ileri sürülmüş ve ehlileştirilmiş medya tarafından da yayımlanmış, hala yayımlanmaya da devam edilmektedir. Şöyle ki:
Birincisi, Saddam Hüseyin iflah olmaz bir saldırgandır; onun Kuveyt’i işgal etmiş olması, uluslararası hukukun ihlali olmuştur ve bütün bölgenin istikrarını tehdit etmektedir. Saddam devrilmeden hiçbir komşusu güvende olamaz.
İkincisi, Saddam rejimi, kitlesel imha silahları depoluyor ve nükleer silah elde etme çabalarıyla uluslararası toplum açısından eşine az rastlanır bir tehlike oluşturuyor.
Üçüncüsü, Saddam’ın ülkesindeki diktatörlüğü inanılmaz kötülükler yapıyor. O, siyasal şeytanın ta kendisi. Dolayısıyla hiçbir dürüst hükümet böyle bir şeye dayanamaz. Tüm bu nedenler bir arada görüldüğünde, uygar dünyanın, Saddam devrilmeden asla rahata kavuşamayacağı anlaşılmaktadır. Bombardımanlar ve abluka yolu ile, yurttaşlarımızı olur olmaz tehlikelerden korumak için, Saddam’ı devirmek ve bu ülke halkına savaş açmak gerekir.
Bu tezlerin hepsinin de tam bir saçmalıktan ibaret olduğu en yetkili ağızlardan itiraf edilmiştir. Evvela, sömürge dönemi öncesi genellikle Basra ya da Bağdat’tan yönetilen bir toprak parçası olan Kuveyt’in, Irak tarafından işgal edilmesi, ne bölgede ne de genel olarak dünyada olağanüstü bir tepki doğurmuştu. Endonezya’nın Doğu Timor’u işgali, Batı tarafından yirmi yıldır anlayışla karşılanmıştı. Daha ilginç olanı, bırakın başka yerleri, Ortadoğu’da İsrail, tam bir etnik temizlik temelinde kurulan bir devlet olarak, Filistin’in görece eşit bir bölümüne hamilik yapan BM kararlarını çoktan beri hiçe saymış, Filistin topraklarının büyük bir parçasına el koymuş, hatta Gazze, Batı Şeria ve Golan Tepeleri’ni işgal etmekle kalmamış, Güney Lübnan’ı da işgal etmiştir. Bu yayılmacılık ve devlet terörü karşısında kılını bile kıpırdatmayan ABD, bu tavrı yetmezmiş gibi, İsrail’i desteklemekte, donatmakta ve beslemektedir. Washington, İsrail’in gönlüne göre Filistinlilerin savaşın ve sefaletin kucağına itilmesine nezaret etmektedir. Bu durum karşısında Avrupalı müttefiklerinin, özellikle de Britanya’nın gıkı çıkmamaktadır.
Buradan anladığımız şudur: Saldırgan ve yayılmacı bir politika cezasız bırakılamaz bir suç değildir. Ancak aksine, yayılmacı politikalar başarıyla yürütülmektedir. Yeter ki Batının çıkarlarına hizmet etsin. Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi Batının işine gelmiyordu. Çünkü bu durumda, dünya petrol rezervlerinin beşte ikisi, bağımsız bir dış politikası olan kısmen modern sayılabilecek bir Arap devletinin kontrolüne girecekti. Dolayısıyla, gelsin Çöl Fırtınası Harekatı, Irak savaşı.
Yayılmacılığı geçip, Irak’ın silahlanma programının meydana getirebileceği ölümcül tehdide gelecek olursak, bu konuda söylenenler de farklı değildir. Washington ve Londra tarafından dost olarak görüldüğü süre içerisinde Bağdat rejimi, yirmi yıl içeride komünistlerle, dışarıda da İranlı mollalarla savaşmış, ancak bu rejimin silahlanma merakına ilişkin tek kelime duyulmamıştı. Kimyasal silahlar hiçbir itirazla karşılaşılmaksızın kullanılmış, çok kolaylıkla ithal izinleri verilmiş, olağanüstü yüklemelere göz yumulmuştu.
Nükleer silahlar ise daha ayrı bir konu. Bu iddianın da büyük bir yalan olduğu en yetkili ağızlardan itiraf edildi. İsrail ise, bu engelleme politikasının devamlı bir şekilde dışında tutulmuştur. Bu ülke, Batıdan en ufak bir serzeniş bile duymadan, geniş bir silahlanma programı yürütmekle kalmıyor, bu program için aktif destek bile alıyor.
Irak rejimi ne zaman Körfez’de Batı’nın çıkarlarına sırtını döndü, işte o zaman ABD’nin gündeminde birinci sırayı alarak büyük bir tehlike haline geldi.
Bir başka örnek, Endonezya’nın yaşlı, ordu destekli lideri ve aynı zamanda muhaliflerini kontrol altında tutmasını çok iyi bilen, ABD çıkarlarına tam bir sadakatle hizmet etmiş olan Suharto’dur. Endonezya’da yaptığı büyük katliamlara rağmen, Başkan Clinton Jakarta’dan gelen eski bir dostu olarak, onu kollarını açıp kucaklayarak ağırlamıştı. New York Times’ınhaberine göre Suharto, ABD’de yıldızlar gibi karşılanmıştır:
“Suharto, Cuma günü Başkana ‘özel’ bir ziyaret yapmak için Beyaz Saray’a geldiğinde, Kabine salonu ona hoş geldin demeye gelen üst düzey yetkililerle tıka basa doldu. Başkan yardımcısı Gore oradaydı. Ayrıca Dışişleri Bakanı Warren Christopher, Genelkurrnay Başkanı General John Shalikashvili, Ticaret Bakanı Ronald H. Brown, ABD ticaret temsilcisi Mickey Kantor, ulusal güvenlik danışmanı Anthony Lake ve birçok başka yetkili de hazırdı. Katılanlardan biri, “Odada boş koltuk kalmadı. Eskiden kimse Endonezya’ya bu kadar ilgi göstermezdi. Onun için dünyadaki önceliklerimizin ne kadar değiştiğini görebiliyoruz” diyordu. New York Times’ın verdiği haber, bu önceliklerin ne anlama geldiği hakkında hiçbir kuşkuya yer bırakmıyor:
“Endonezya 13,000 ada, 193 milyon nüfusu ve yıllık yüzde 7’lik büyüme oranına sahip ekonomisiyle, hızla genişleyen bir pazarın üstüne oturuyor. Ülke yolsuzluğa batmış durumda ve Suharto ailesi Cakarta’daki rakiplerin meydan okumayı akıllarından geçirmediği büyük işlerin başında bulunuyor. Ama Çinlilerin aksine Suharto, Washington’u mutlu etmek için elinden geleni yapıyor. Suharto, planlı ekonomiden vazgeçip, Endonezya’yı yabancı sermayeye açtı. Endonezya’nın en büyük dış yardım kaynağı Japonların, ithal ürünler piyasasının dörtte birini ele geçirmesine zemin hazırladı. Bu yüzden Clinton, hükümet karşıtı protestoların sürdüğü Doğu Timor’daki baskıcı uygulamalara ilişkin şikayetlerini dile getirdikten sonra, hemen ekonomiye geçti ve Kasım ortasında Osaka’da toplanacak yıllık Asya Pasifik Ekonomik İş birliği toplantısında, piyasaların açılması yönündeki gelişmelerde Suharto’nun desteğini aldı. Genellikle Asya politikasıyla ilgilenen bir üst düzey yetkili, ‘O da bizden biri’ dedi.”[12]
İşte, Bush ve Blair rejimlerini içselleştirenlerin Ortodoks mantığı tam da böyle işler. Yani uygunsuz gerçeklerin inkarındaki mantık, Blair’in Dışişleri Özel Danışmanı, eski diplomat Robert Cooper’ın gayet açık biçimde belirttiği mantıktır: “Çifte standart fikrine alışmamız gerekiyor.”[13]
CBS Televizyonu haber spikeri Lesley Stahl, Bill Clinton döneminde ABD Dışişleri Bakanı olan (1997-2001) Madeleine Allbright’a[14] şöyle bir soru yöneltiyor:
-Lesley Stahl: “Irak’ta yarım milyon çocuğun öldüğünü duyduk. Yani Hiroşima’da ölen çocukların sayısından daha çok. Bunları biliyorsunuz. Değdi mi bari?”
-Madeleine Allbright: “Biliyorum, bu çok zor bir seçim. Ama biz değdiğini düşünüyoruz.”[15]
Körfez savaşında Irak’taki sonuç tam bir masumlar katliamı oldu. Dolayısı ile, Clinton ve Blair, ortak “güvenilirliklerini” kurtarmak için, acımasızca katledilen yüz binlerce küçük çocuğun ölümünden, bir ülke başkanı olmanın ötesinde ‘kişisel’ olarak da sorumludurlar. Düşük tutulmuş rakamlara göre, 5 yaş altındaki 300 bin çocuğu alır ve buna geçici bir hesapla 200 bin civarında olduğu düşünülen yetişkinlerin erken ölümünü eklerseniz, geçtiğimiz çeyrek yüzyılda yapılan en büyük kitle katliamını bulursunuz. Dennis Halliday’inki gibi ılımlı rakamlar, toplam sayıyı çok daha yüksek, 1 milyon ve üzeri olarak gösteriyor. Bir kıyaslama yapacak olursak, Körfez Savaşı’nın kendisi 50 binden fazla vefatla, daha sonra yaşanan ölümlere nazaran küçük kalıyor.
Saddam’ın, tuzu kuru Batı’nın ‘memnuniyetle’ karşıladığı, en kanlı suçu İran’a saldırısıydı. Bu saldırı, kendi halkından 200 bin kişinin ölümüne yol açmıştı. Ruanda’daki soykırım ise 500 bin cana mal olmuştu. Irak ambargosu sırasında ölen çocukların ve yetişkinlerin sayısının aynı kategoriye sokulacağını söylemek yeterlidir. Eğer daha eksiksiz bir siyasal hesap verme mekanizması istiyorsak, Clinton’ın ve ardından gelen George W. Bush’un, ölümlerin onda sekizinden, 1996’da iktidara gelen Blair’in de onda ikisinden sorumlu olduğunu söylemeliyiz. Britanya ve Amerika olmasaydı ambargonun çoktan kalkmış olacağı düşünüldüğünde, öteki Batılı liderlerin rolünü hesaplamaya şimdilik gerek yoktur.
Afganistan

Britanya’nın tarihsel rolüne soyunan ABD, Pakistan Ordusu kanalıyla rejime karşı muhalefeti silahlandırarak, Afganistan rejiminin altını oymaya başladı. Aşiret üyeleri bir iç savaş başlatmak hedefiyle silah ve paraya boğuldukça, köylerde şiddet olayları da arttı. Artan baskılar sonucunda, Afgan komünistleri birbirlerine düştüler. Bu aşamada Brejnev, Bolşeviklerin hiç yapmadığı bir yola saptı ve rejimi kurtarmak için Kabil’e muazzam bir askeri güç yığdı.
Bu tam da Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin umduğu şeydi. 15-21 Ocak 1998’de Fransız haftalık dergisi Le Nouvel Observateur’da yayımlanan bir mülakat, bu konuda şüpheye yer bırakmıyor:
-Observateur: “CIA’nın eski başkanı Robert Gates, anılarında (“From the Shadows”), Amerikan istihbarat servislerinin Sovyet işgalinden altı ay önce Afganistan’da Mücahitlere destek vermeye başladığını yazıyor. Bu dönemde siz Başkan Carter’ın ulusal güvenlik danışmanıydınız. Bu yüzden bu meselede bir rol oynadınız. Bu doğru mu?”
-Brzezinski: “Evet. Resmi tarihe göre CIA’nın Mücahitlere yardımı 1980’lerde başladı, yani Sovyet ordusu 24 Aralık 1979’da Afganistan’ı işgal ettikten sonra. Ama şimdiye kadar titizlikle gizlenen gerçek ise bunun tam tersidir. Aslında Başkan Carter, Kabil’deki Sovyet yanlısı rejimin muhaliflerine gizli yardım yapılması için ilk emri 3 Temmuz 1979 yılında imzalamıştır. Aynı gün ben de Başkan’a bir not yazdım ve ona, kanımca, bu yardımın bir Sovyet askeri müdahalesine neden olacağını açıkladım.”
-Observateur: “Bu tehlikeye rağmen gizli operasyonu desteklediniz. Ama belki siz de Sovyetlerin savaşa girmesini istiyordunuz ve bunu kışkırttınız, doğru mu?”
-Brzezinski: “Tam değil. Rusları müdahaleye biz itmedik ama bilerek bu ihtimalin gerçekleşme şansını arttırdık.”
–Observateur: “Sovyetler, Afganistan’a ABD’nin gizli müdahalesine karşı savaşma niyetinde olduklarını iddia ederek müdahalelerini haklı gösterirken, hiç kimse onlara inanmadı. Ama görülüyor ki, bunun bir gerçeklik zemini vardı. Bugün hiç pişmanlık duyuyor musunuz?”
–Brzezinski: “Pişmanlık mı, ne için? Bu gizli operasyon mükemmel bir fikirdi. Plan, Rusların Afgan kapanına çekilmesini sağladı, sizse bana pişmanlıktan bahsediyorsunuz. Sovyetlerin sınırı resmen geçtikleri gün Başkan Carter’a şunları yazdım: Şimdi SSCB’ye kendi Vietnam savaşlarını yaşatma şansına sahibiz. Gerçekten de, yaklaşık on yıl boyunca Moskova, hükümet tarafından desteklenemez bir savaş yürütmek zorunda kaldı ve bu, Sovyet İmparatorluğu’nun önce moral olarak, ardından da fiziki olarak çökmesini getirdi.”
–Observateur: “Peki, geleceğin teröristlerine silah ve akıl verdiğiniz için hiç pişmanlık duymadınız mı?”
-Brzezinski: “Dünya tarihi açısından hangisi önemlidir? Taliban mı, Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşü mü? Kanı kaynayan bazı Müslümanlar mı, yoksa Orta Avrupa’nın kurtuluşu ve Soğuk Savaşın sona ermesi mi?”[16]
Soğuk Savaş boyunca, öncesinde ve sonrasında, Washington’un dışarıya bakışını özetleyen, dünyanın başka yerlerindeki sıradan insanların haklarını ve yaşam koşullarını hor görme, bundan daha çıplak biçimde ifade edilemezdi.
Şu andaki güncel durumda, ABD’nin Afganistan’a yaptığı askeri müdahalenin ardından desteklediği siyasal iktidar başarılı olamadı. Oluşan siyasi istikrarsızlık neticesinde, Taliban eskisinden daha güçlü hale geldi ve merkezi hükümeti yok etti. Afganistan Cumhurbaşkanı ve bakanları ülkeyi terk etti. Washington Post gazetesinin haberine göre, Afganistan’ın eski Ekonomi Bakanı Halid Payenda, şu anda (2022) araç paylaşım platformu Uber’e kayıtlı ve Washington DC’de çalışmakta. Afganistan’da 6 milyar dolarlık bir bütçeyi yöneten Payenda’nın, direksiyon başında ve aracını temizlerken çekilen fotoğrafları gündem oldu.
Latin Amerika

ABD emperyalizmi konusunda en etkili eleştiriler yine de içeriden, güvenilirliği en ateşli Amerikancılar tarafından bile inkar edilemeyen biri tarafından yapıldı. Bu kişi, General Douglas MacArthur tarafından, “Amerikan tarihinin gerçekten büyük kahramanlarından biri” olarak tanımlanıp, iki kez şeref madalyası ile onurlandırılan Orgeneral Smedley Darlington Butler’dan başkası değildi (1888-1940).
Butler’in kitabı War Is A Racket (Savaş Bir Dolandırıcılıktır) adını taşıyor. Butler, artık gerçek saldırı savaşlarından yana değil. Dolandırıcılıktan yana. ‘Dolandırıcılık’ ya da diğer bir tabir ile ‘kumpas’ en iyi, ‘halkın çoğunluğunca bilinmeyen, yığınları yanıltmak amacı ile yapılan tertip, düzen’ olarak tarif edilebilir. Sadece içeriden küçük bir grup neler döndüğünü tam olarak bilir. Dolandırıcılık / kumpas, bir avuç kişi için, kitleler feda edilerek işler.
1931’de, General Butler’in, Amerikan Lejyonu önünde yaptığı bir konuşma gazetelere yansıdı. Şunları söylüyordu:
“Otuz üç yıl dört ay, bu ülkenin en cevval askeri kuvveti Deniz Piyadeleri’nde aktif askerlik yaptım. Asteğmenlikten orgeneralliğe kadar bilinen bütün rütbeleri taktım. Bu süre boyunca vaktimin çoğunu Büyük iş adamları, Wall Street ve Bankerler için üst düzey bir kas-adam olarak harcadım. Kısacası ben, kapitalizm için çalışan bir dolandırıcı, bir gangsterdim.
1903’te Amerikan meyve şirketleri için Honduras’ın “doğru yol”a getirilmesine yardım ettim. 1914’te Meksika’nın, özellikle Tampico’nun Amerikan petrol çıkarları için güvenli hale getirilmesine yardım ettim. Haiti ve Küba’nın National City Bank çocuklarının gelirlerini toplaması için boyun eğdirilmesine yardım ettim. Wall Street’in karları için yarım düzine Orta Amerika cumhuriyetinin ırzına geçilmesine yardımcı oldum. 1909-1912 yıllarında Brown Kardeşlerin uluslararası bankası için Nikaragua’nın temizlenmesine yardım ettim. 1916’da Amerika’nın şeker çıkarları için Dominik Cumhuriyeti’ne ışık götürdüm. Çin’de, Standart Oil’in yoluna kazasız belasız devam etmesine gözcülük yaptım.
Tüm bu yıllar boyunca, çocuklar bile anlar ki, ben bir dolandırıcıydım. Geriye dönüp baktığımda, Al Capone’a birkaç tavsiyede bulunabilirdim. Onun yapabildiği en iyi şey, tezgahını üç bölgede yürütmesiydi. Ben ise üç kıtada operasyon yürüttüm.” (Smedley Darlington Butler, War Is A Racket, ss. 16-17, Skyhorse Publishing, New York-2013)
Suriye

Suriye’de çatışmalar başlamadan önce bile, birçok Suriyeli, babası Hafız 2000 yılında öldükten sonra yerini alan Devlet Başkanı Beşar Esad döneminde, yüksek işsizlik, yolsuzluk ve siyasi özgürlük eksikliğinden şikâyet ediyordu. Mart 2011’de, komşu ülkelerdeki baskıcı yöneticilere karşı ayaklanmalardan ilham alan güneydeki Deraa kentinde, demokrasi yanlısı gösteriler başladı. Suriye hükümeti muhalifleri ezmek için ölümcül güç kullandığında, ülke çapında cumhurbaşkanının istifasını talep eden protestolar patlak verdi.
Huzursuzluk yayıldı ve baskı yoğunlaştı. Muhalefet yanlıları, önce kendilerini savunmak, sonra da bulundukları bölgeleri güvenlik güçlerinden kurtarmak için silaha sarıldı. Esad, “dış destekli terörizm” olarak adlandırdığı şeyi ezme sözü verdi. Şiddet hızla tırmandı ve ülke iç savaşa girdi. Yüzlerce isyancı grup ortaya çıktı. Çatışmaların, Suriyeliler arasında “Esad için” veya “Esad’a karşı” bir savaş şekline dönmesi uzun sürmedi. Yabancı güçler taraf tutmaya, para, silah ve savaşçılar göndermeye başladı. Kaos kötüleştikçe “İslam Devleti (İD)” grubu ve “El Kaide” gibi kendi amaçları olan, aşırılık yanlısı cihatçı örgütler devreye girdi. Bu, onları büyük bir tehdit olarak gören uluslararası toplum yöneticilerindeki endişeyi derinleştirdi[17]
Birleşmiş Milletler, Mart 2011 ile Mart 2021 arasında en az 350.209 sivil ve savaşçının öldürüldüğünü doğruladı. Ancak “gerçek sayının eksik olduğu” konusunda da uyardı. BM insan hakları şefi Michelle Bachelet, 26.727 kurbanın kadın, 27.126’sının çocuk olduğunu belirtti. Yerelde kaynaklar ağına sahip İngiltere merkezli bir izleme grubu olan “Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR)”, Haziran 2021’e kadar 494.438 kişinin ölümünü belgeledi. Suriye hükümeti ve müttefikleri bu ölümlerin çoğundan sorumludur.
Grup, savaştan kaynaklanan gerçek ölümlerin 606.000’den fazla olduğunu, 47.000 sivilin hükümet tarafından işletilen hapishanelerde işkenceden öldüğüne inanıldığını ve bilgi eksikliği nedeniyle yaklaşık 53.000 ölümü belgeleyemediğini söylemektedir. Ülke genelindeki aktivistlerden gelen bilgilere dayanan bir diğer izleme grubu olan “İhlal Belgeleme Merkezi”, Şubat 2022 itibariyle 144.956 sivil dahil olmak üzere savaşla ilgili 238.716 ölümü belgelemiştir. Bu ölümlerin 165.490’ını Suriye hükümet güçlerine ve 35.610’unu muhalefete bağlamaktadır.
Savaşı başlatan ayaklanmadan on yıl sonra, Suriye hâlâ düşük seviyeli çatışmalar, siyasi istikrarsızlık ve ekonomik kargaşanın batağına saplanmış durumdadır. 2020 ateşkesi, Türkiye’nin kontrolündeki kuzeybatıda şiddeti durdururken, rejim Rusya ve İran’ın yardımıyla ülkenin geri kalanının çoğunu kontrol etmektedir. Aynı zamanda İsrail, Hizbullah dahil olmak üzere İran bağlantılı milislere ait olduğu söylenen Suriye’deki hedefleri, giderek daha fazla bombalamaktadır. Bir ABD hava saldırısı, Başkan Joe Biden’in 2021’de göreve başlamasından sadece haftalar sonra, Suriye’de Irak merkezli bir milis grubunu hedef almıştır. Şiddet azalmış olsa da siviller şu anda ekonomik bir kriz yaşamaktadır. Nüfusun yüzde 80’inden fazlası yoksulluk içindedir. Suriyeliler, rejime reform yapması için baskı yapmayı amaçlayan ABD’nin “Sezar Yasası”[18] dahil olmak üzere diğer ‘uluslararası yaptırımların’ başlıca kurbanları oldular. Esad üzerinde çok az görünür etkisi olmasına rağmen yaptırımlar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi devletleri, Suriye ile ilişkileri normalleştirmekten caydırmıştır.[19]
Kuşkusuz bunlar bir zaman önce oldu. Acaba şimdi her şey değişti mi?
Yemen

Hiçbir şeyin değişmediği Yemen’deki vahim tabloya bakılarak da anlaşılabilir. Yemen’deki çatışmaların üzerinden yedi yıldan fazla bir süre geçmiştir ve 20,7 milyon insanî yardıma ihtiyaç duymaktadır. Ülke içinde iki milyonu çocuk olmak üzere yaklaşık dört milyon insan yerinden edilmiş, yerlerinden edilmiş nüfus itibarı ile dünya çapında en büyük dördüncü ülke haline gelmiştir. Sadece Aralık 2021 ve Ocak 2022 tarihleri arasında, düşmanlıkların tırmanması neticesinde, 65.000’den fazla insan yerinden ve yurdundan olmuştur.
2022 yılı itibarı ile, Yemen nüfusunun neredeyse dörtte üçü geçinmek ve hayatta kalmak için insani yardıma ihtiyaç duymakta ve bu yardıma bağımlı haldedir. Bütün nüfusun dörtte üçünün bu durumda olması zaten korkutucu bir rakamdır. Ancak bu rakam, hem her yıl için yüzde 13’lük artış göstermekte, hem de yardım almadıkları takdirde aç kalacak 19 milyon insanı, güvenlik ve esenliklerine yönelik tehditlerle her gün karşı karşıya kalmaya devam edecek yaklaşık 12 milyon kadını ve kız çocuğunu ifade etmektedir. 2015’ten bu yana BM öncülüğünde, Yemen’deki insani krizin aşılması için 14 milyar dolardan fazla yardım yapılmıştır. Ancak günümüzde bu finansman da tükenmiş, yardım kuruluşlarının, milyonlarca insanın hayatta kalmak için bel bağladığı programları kesmelerinden başka alternatifleri kalmamıştır. Birçok kriz manşetlerde yer almakta ve ülkeler bütçelerini yeni durumlara göre ayarlamaktayken, Yemen konusu ise neredeyse unutulma riski ile karşı karşıyadır.
Yemen’deki yaşam koşulları özellikle 2021 itibarı ile önemli ölçüde kötüleşmiş, gıdasızlık ve yetersiz beslenme şimdiden endişe verici seviyelere ulaşmıştır. Bu üzücü durumun, Rusya-Ukrayna savaşı sebebi ile daha da kötüleşmesi beklenmektedir. Yedi yıllık savaş Yemen ekonomisini mahvetmiş, hane gelirleri düşmüş, yerel gıda üretimi ve tarımsal varlıklar yok edilmiş, gıda fiyatları yükseldikçe nüfus daha da yoksullaşmıştır. COVID-19’un küresel gıda fiyatlarında meydana getirdiği artışı ve Yemen Riyali’nin değer kaybetmesini tetiklemesinin ardından, gıda fiyatları 2020’den itibaren en yüksek seviyeleri görmüştür.
Ocak 2022 itibarı ile Entegre Gıda Güvenliği Aşaması Sınıflandırması (IPC) tahminleri, Yemenlilerin yüzde 54’ünün (17,4 milyon kişi) yaygınlaşan gıda güvensizliğinden mustarip olduğunu, beş yaş altı 2,2 milyon çocuğun tehlikeli biçimde yetersiz beslendiğini göstermektedir. Yemen, gıda için büyük ölçüde Ukrayna ve Rusya’dan tahıl ithalatına dayanmakta, Rusya-Ukrayna savaşının tetiklediği küresel gıda ve yakıt fiyatlarındaki artışın, Yemen’deki yerel gıda fiyatlarını daha da yukarı çekmesi muhtemel görünmektedir. Yemen, tükettiği gıdanın yüzde 90’ından fazlasını ithal etmekte, tahıl stokları da oldukça düşük seviyelerde seyretmektedir.
Yemen’deki insanî felaket yıllardır devam etmesine rağmen, özellikle Suudi Arabistan ile ilişkilerini bozmak istemeyen Batılı devletler, bu insanlık dramını kasti bir şekilde gözlerden uzak tutmaktadırlar. Masum Yemen halkına uygulanan vahşet, en az Suriye ve Irak’ta yaşanan katliamlar kadar ciddiyet arz etmektedir. BM’nin çocuk hakları ile ilgili organizasyonu UNICEF’e göre, her on dakikada en az bir Yemenli çocuk ölmektedir. 400.000 Yemenli çocuk açlık riskinde, 2,2 milyon çocuk da acil bakıma ihtiyaç duymaktadır.[20]
Ne yazık ki birkaç istisna haricinde, Batılı medya ajansları Yemen’deki insani dramı göz ardı etmektedir. Durum yalnızca haber ajanslarının isteksizliği ile de sınırlı değildir. Yemen’deki insani dramı haberleştirmek isteyen az sayıdaki gazeteci, savaşın tarafları olan ne Suudi Arabistan’dan ne de Husi’lerden izin alamadığı için savaş mahallerine giriş yapamamakta, dolayısıyla “paraşüt gazetecilik” denilen “yerinden olmayan haberleştirme” yöntemine başvurmaktadırlar.
Yemen hükümetine destek veren Arap koalisyonu, içinde bulunduğumuz Ramazan-ı Şerîf münasebeti ile Birleşmiş Milletlerin ateşkes talebine karşılık vermiş, 2 Nisan 2022 den itibaren Yemen’in içlerine askeri operasyonlarını durduracağını ilan etmiştir. Umulur ki bu ateşkes ile, taraflar kalıcı bir barış antlaşmasına ulaşır.
Ukrayna

Doğu Ukrayna’da silahlı çatışma, Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesinin ardından 2014 yılının başlarında patlak verdi. Bir önceki yıl (2013), Ukrayna’nın başkenti Kiev’de Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’in, Avrupa Birliği (AB) ile daha fazla ekonomik entegrasyon için bir anlaşmayı reddetme kararına karşı düzenlenen protestolar, devlet güvenlik güçleri tarafından şiddetli bir baskıyla karşılandı. Protestolar genişleyerek çatışmayı tırmandırdı ve Başkan Yanukoviç Şubat 2014’te ülkeyi terk etti.
Bir ay sonra, Mart 2014’te Rus birlikleri Ukrayna’nın Kırım bölgesinin kontrolünü ele geçirdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Kırım ve güneydoğu Ukrayna’daki Rus vatandaşlarının ve Rusça konuşanların haklarının korunması gereğini belirtti. Rusya, daha sonra tartışmalı bir yerel referandumda, Kırımlıların Rusya Federasyonu’na katılmak için oy kullanmasından sonra yarımadayı resmen ilhak etti. Kriz etnik bölünmeleri artırdı ve iki ay sonra doğu Ukrayna’nın Donetsk ve Luhansk bölgelerindeki Rus yanlısı ayrılıkçılar, Ukrayna’dan bağımsızlık ilan etmek için bir referandum düzenledi.
Bölgede, kısa bir süre sonra Rus destekli güçlerle Ukrayna ordusu arasında silahlı çatışmalar çıktı. Moskova, askeri müdahale yapacağı iddialarını yalanladı. Ancak hem Ukrayna hem de NATO, Donetsk yakınlarında Rus birliklerinin ve askeri teçhizatın yığınağı yapıldığını ve Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesinin hemen ardından Rus sınır ötesi bombardımanının başladığını bildirdi. Çatışma, doğuda Rus ve Ukrayna kontrolündeki sınır bölgelerini ayıran cephe hattı boyunca meydana gelen düzenli bombardıman ve çatışmalarla aktif bir açmaza dönüştü.[21]
24 Şubat’ta Putin, doğu Ukrayna’da “özel askeri operasyon” başlatma kararı aldığını duyurdu. Putin, işgal öncesi yaptığı konuşmada, Ukrayna topraklarını işgal etme planları olmadığını ve Ukrayna halkının kendi kaderini tayin hakkını desteklediğini söyledi. Operasyonun amacının, “sekiz yıldır, Kiev rejimi tarafından işlenen aşağılama ve soykırımla karşı karşıya olan, ağırlıklı olarak Rusça konuşulan Donbas bölgesindeki halkı korumak” olduğunu söyledi.
Putin, Rusya’nın Ukrayna’nın “askerden ve Nazilerden arındırılması” peşinde olduğunu söyledi. Putin’in açıklamasından birkaç dakika sonra Kiev, Kharkiv, Odessa ve Donbas bölgesinde patlamalar olduğu bildirildi. FSB’den sızdırıldığı iddia edilen bir rapor, istihbarat teşkilatının Putin’in Ukrayna’yı işgal etme planı hakkında uyarılmadığını iddia etti. Saldırının hemen ardından Zelensky, Ukrayna’da sıkıyönetim ilan edildiğini duyurdu. Aynı akşam, ülkeyi terk etmeleri yasak olan 18 ila 60 yaş arasındaki tüm Ukraynalı erkekler için genel seferberlik ilan edilmesini emretti. Rus birlikleri Ukrayna’ya kuzeyden, Beyaz Rusya’dan (Kiev’e doğru) girdiler. Kuzeydoğu Rusya’dan Kharkov’a doğru, doğudan DPR ve Luhansk Halk Cumhuriyeti ve güneyde de Kırım yönünde ilerlemeye başladılar. Rus teçhizatı ve araçları, dost ateşini önlemek için bir önlem olduğuna inanılan askerî beyaz bir Z sembolü (Kiril olmayan bir harf) ile işaretlendi. 25 Mart’ta Rusya Savunma Bakanlığı, “Ukrayna’daki askeri harekatın ilk aşamasının” genel olarak tamamlandığını, Ukrayna askeri güçlerinin ciddi kayıplara uğradığını ve Rus ordusunun artık “Donbas’ın kurtuluşuna” odaklanacağını duyurdu.
Ancak Avrupa, bu savaştan kaynaklanan ve İDS’den bu yana en hızlı büyüyen yeni bir Ukraynalı mülteci krizi ile karşı karşıyadır. Günümüzde Mariupol, Kharkiv, Melitopol ve başka yerlerdeki siviller, özellikle geçtiğimiz günlerde DSÖ tarafından gönderilen hayati tıbbi malzemelere, umutsuz bir şekilde ihtiyaç içerisindedirler. Halen Donbas bölgesinde 1,5 milyon kişiye insani yardım tedarik edilmeye çalışılmaktadır. Bilhassa çatışma bölgelerinde gıda fiyatları yükselmekte, yeni tedarik durumu ise belirsizliğini korumaktadır. Şu anda sivillerin ihtiyaçları karşılanamamaktadır. Dükkanlar kapalı, elektrikler ve sular kesik, insanlar evsiz, paraları olsa bile ihtiyaçlarını temin edememektedirler.
6 Mart 2022 itibariyle, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, en az 1.892 sivil kayıp bildirmiştir. Ancak gerçek rakam çok daha yüksek olabilir. Zira Ukrayna hükümetine göre sivil kayıpların sayısı 24.000’e yaklaşmıştır.[22] UNHCR, 4,6 milyondan fazla mülteci oluştuğunu ve gittikçe artmakta olduğunu ifade etmektedir.[23] Çatışmanın ne zaman sonlanacağı yakın vadede belirsizdir.[24] Ukrayna ve Rusya arasında müzakereler, halihazırda kesilmiş görünmektedir.
Sonuç
Devletler, benzer veya ortak kültüre sahip devletlerle iş birliği yapmakta, çoğunlukla da farklı kültürlere sahip devletlerle sık sık anlaşmazlık içerisine düşmektedirler. Kültürel benzerlikler ve farklılıklar, devletlerin birlikte hareket etmelerini, menfaatlerini ya da husumetlerini biçimlendirmektedir. Devletler, diğer devletlerin niyetlerine bakarak, ortada bir tehdit bulunup bulunmadığına karar vermektedirler. Bu niyetlerin nasıl algılandığı ise, kültürel düşüncelerle belirlenmektedir.
Devletler, dünya işlerinde egemen varlıklardır ve yakın gelecekte de öyle kalacaklar gibi görünmektedir. Devletlerin orduları vardır, diplomasi ile uğraşmakta, uluslararası örgütleri denetlemekte, üretimi / ticareti biçimlendirmekte ve etkilemektedirler. Yaklaşık seksen yıl önce İDS’nin yarattığı küresel yıkım, uluslararası toplumun barışa yönelik yeni bir düzen kurulması yönündeki güçlü iradesi ile sonuçlanmış, 1945 yılında, Milletler Cemiyeti’ne kıyasla daha fazla yetkiye sahip Birleşmiş Milletler kurulmuştur. Teşkilatın kurucu antlaşması olan BM Şartı’nın[25] 2’nci maddesi, uluslararası ilişkilerde esas olan çok temel ilkeleri ortaya koymaktadır.
Buna göre BM Teşkilatı, tüm üyelerinin egemen eşitliği ilkesi üzerine kuruludur. Bu doğrultuda bütün üye devletler, uluslararası nitelikte uyuşmazlıklarını, uluslararası barışı, güvenlik ve adaleti tehlikeye düşürmeyecek biçimde barışçıl yollarla çözerler. Yine, tüm üye devletler, uluslararası ilişkilerinde bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı, Birleşmiş Milletlerin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.
Mevcut duruma bakarak, Birleşmiş Milletler’in yetersizlik veya başarısızlık ile suçlanması hem anlamsız hem de hatalıdır. Zira BM, diğer uluslararası örgütler gibi, devletlerin bir araya gelerek ortak iradeleriyle kurdukları bir yapıdır ve hareket kabiliyeti de kendi şartında öngörülen hükümlerle sınırlıdır. Buna rağmen, özellikle alt kuruluşları ile BM; İnsan Hakları (UNHRC), Kadın (UNWOMAN), Çocukların Korunması (UNICEF, UNESCO), Gıda ve Tarım (FOA), Sağlık (WHO), Denizcilik (IMO), İşçi Hakları (ILO), Ekonomi (IMF) ve Çevre (UNEP) gibi pek çok konuda oldukça önemli çalışmalar yapmakta, devletlere yol göstererek iş birliğini teşvik etmekte ve küresel düzenlemeler ortaya koymaktadır.
BM’nin yetersizlikle suçlanması yerine, daha da güçlendirilmesi düşüncesinin dile getirilmesine ihtiyaç vardır. Uluslararası örgütlerin gücünün hafife alınarak itibarsızlaştırılmaları, yalnızca emperyalist devletlerin menfaatlerine hizmet edecek, yaşanan kaosların misliyle devam etmesinden başka bir sonuç doğurmayacaktır. Burada şu hususu da belirtmemizde fayda bulunmaktadır. Pek çok ülkenin içerisinde yer alan aşırı siyasi akımlar, uluslararası hukuku ve uluslararası örgütleri, kendi devletlerinin egemenlikleri için bir tehdit olarak görmektedirler. Bu tavır da hatalı bir yaklaşımdır.
Yukarıda belirttiğim üzere, BM Şartı 2’nci maddesi, devletlerin egemen eşitliği prensibini önceleyerek, devletlerin toprak bütünlüğünün ve siyasal bağımsızlıklarının korunmasına vurgu yapmaktadır. Bu nedenle, BM ve diğer uluslararası örgütlerin savunulması ve güçlendirilmesi, devletlerin egemenliklerinin kaybına yol açmayacak, tam aksine ülkelerin kendi egemenliklerinin dış müdahalelere karşı korunmasının önemli araçlarından birisi olacaktır. Zira özellikle az gelişmiş, güçsüz bir ekonomisi ve zayıf bir ordusu olan devletlerin, emperyalist devletlerin baskısına ve müdahalelerine karşı direnmelerinin uluslararası hukuka dayanmadan mümkün olmadığı açıktır.
[1] Ebû Davud, Cihad, 35 (2532).
[2] Hansard (İngiltere Avam Kamarası Meclis Tartışması), 24 Mayıs 2000.
[3] Steven Lee Myers, “In Intense But Little-Noticed Fight, Allies Have Bombed Iraq All Year”, New York Times, 13 Agustos 1999. Bu ve başka konularda bkz. Anthony Arnove, The Siege of Iraq, Londra, 2000, kitabına yazdığı önsöz, s. 9-20. [Türkçesi: Kuşatma Altında Irak, çev: Mehmet Harmancı, Everest Yayınları, İstanbul 2001.]
[4] Peter Pellett, “Sanctions, Food, Nutrition and Health in Iraq”, The Siege of Iraq, s. 155.
[5] BM Irak Güncel İnsani Durum Raporu, Mart 1999.
[6] Richard Garfield, “The Public Health Impact of Sanctions”, Middle East Report, No 215, Yaz 2000, s. 17. Garfield, Columbia’da Clinical International Nursing Profesörüdür.
[7] UNICEF, “Iraq Survey Shows Humanitarian Emergency”, 12 Agustos 1999.
[8] Garfield, “The Public Health Impact of Sanctions”, s. 17.
[9] Bkz. Arnove, The Siege of Iraq, s. 45, 67.
[10] Bkz. Haris Gazdar ve Athar Hüseyin, “Crisis and Response: A Study of the Impact of Economic Sanctions in in Iraq”, Asia Research Centre, London School of Economics, Aralık 1997.
[11] Richard Garfield, “Changes in Health and Well-being in Iraq during the 1990’s”, Sanctions on Iraq Background, Consequences, Strategies, Cambridg- 2000, s. 36.
[12] David Sanger, “Real Politics: Why Suharto is In and Castro is Out?”, New York Times, 31 Agustos 1995.
[13] Robert Cooper, The Post Modern State and World Order, Londra 1996, s. 42.
[14] Madeleine Albright, Marie Jana Korbelová adıyla 15 Mayıs 1937’de Prag’da doğdu. 11 yaşındayken ABD’ye göçtü. Columbia Üniversitesi’nde kamu hukuku ve yönetim doktorası yaptı. Clinton yönetimine Dışişleri Bakanı olmadan önce ABD’nin Birleşmiş Milletler nezdinde büyükelçisi olarak görev yaptı. 1997’ye kadar Katolik olduğunu düşünüyordu. 1997’de Yahudi dedesi ve büyükannesinin Auschwitz’de (Yahudi toplama kampı) öldüğünü öğrendi. Babası Çek diplomatı, Nazi ve Komünist rejimlerinin mağduru, Denver Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Josef Korbel’di. https://tr.wikipedia.org/wiki/Madeleine_Albright
[15] CBS Haberler, 1996.
[16] Le Nouvel Observateur, 15-21 Ocak 1998.
[17] https://www.bbc.com/news/world-middle-east-35806229
[18] “Sezar Yasası” olarak da bilinen 2019 “Sezar Suriye Sivil Koruma Yasası”, Suriye halkına karşı savaş suçları nedeniyle Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad dahil olmak üzere Suriye hükümetine yaptırım uygulayan ABD yasasıdır. Yasa, Aralık 2019’da Başkan Trump tarafından yasalaştırılarak imzalandı ve 17 Haziran 2020’de yürürlüğe girdi. Bu yasa ile, altyapı, askeri bakım ve enerji üretimi ile ilgili olanlar dahil olmak üzere Suriye tarafından işletilen bir dizi sanayi hedefleniyor. Yasa ayrıca, Suriye cumhurbaşkanına fon veya yardım sağlayan bireyleri ve işletmeleri de hedef alıyor. İran ve Rus oluşumları, hükümetlerinin Suriye İç Savaşı’nda Esad’a verdiği destek için yasanın şümulüne giriyor. Mevzuat, Suriye hükümeti ve onun askeri ve istihbarat teşkilatlarıyla iş yapan kuruluşlara yeni yaptırımlar getiriyor. Ayrıca, taraflar anlamlı müzakerelere girerlerse ve sivillere yönelik şiddet sona ererse, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’nın yaptırımlardan feragat etmesine izin vererek müzakereleri teşvik etmeyi amaçlıyor.
[19] https://www.cfr.org/article/syrias-civil-war
[20] https://www.dw.com/en/yemen-conflict-all-but-ignored-by-the-west/a-37157913
[21] https://www.cfr.org/global-conflict-tracker/conflict/conflict-ukraine
[22] https://en.wikipedia.org/wiki/2022_Russian_invasion_of_Ukraine
[23] https://data2.unhcr.org/en/situations/ukraine
[24] Rusya ve Ukrayna arasındaki çatışmaları ve ihtilafları akademik çalışmaların derlenmesi suretiyle haberleştiren kaynak için bkz. https://daily.jstor.org/ukraine-russia-and-the-west-a-background-reading-list/
[25] BM Şartı’nın Türkçe metni için bkz. https://unic.un.org/aroundworld/unics/common/documents/publications/uncharter/ankara_charter_turkish.pdf
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.