Musa Kâzım GÜLÇÜR
27 / 10 / 2020
İçindekiler
1. Kalp ile Allâh’ı (cc) Çok Zikretmek 1
2. Allâh’ı (cc) Çok Zikretme Neticesinde Kalbe Gelen Yüksek Lütuflar 4
3. Allâh’ı (cc) Çok Zikretme Hususunda Efendimiz’in (sas) Beyanları 8
4. Allâh’ı (cc) Zikirden Uzaklaşmama 10
Önceki yazımızda, “zikir” kelimesinin sözlük ve ıstılah anlamları üzerinde durmuş, Esmâ-i Hüsnâ (Allâh’ın Güzel İsimleri), dil ve beden ile Allâh’ı zikretme konularını açmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise, bilhassa kalp ile “Allâh’ı çok zikretmek, Allâh’ın inanmış bir kalbe olan yüksek lütufları, Allâh’ı zikir hususunda Efendimiz’in (sas) beyanları ve Allâh’ı zikirden uzaklaşmamak” konularını biiznillâh ayrıntılandırmaya çalışacağız.
1. Kalp ile Allâh’ı (cc) Çok Zikretmek

“Kalp” kelimesi, vücutta kan dolaşımını sağlayan çok önemli maddi donanımın adı olmakla birlikte, diğer taraftan imanın, sevgi ve nefretin, iyi ve kötü bütün duyguların, anlayış, duyuş, bilgi ve seziş yeteneklerinin kaynağı olarak kabul edilen manevi merkezin de adıdır. Bu anlamda kalp, tıpkı akıl gibi gözle görülemeyen, ancak etkisi ile anlaşılabilen, cismani kalp ile de irtibatlı bulunan ruhani bir cevherdir.
“Kalp” kelimesinin çoğulu “kulûb”dur. Kalp, dinî açıdan bilgi ve düşüncenin en önemli kaynağıdır. Bu yönüyle kalbe “Rabbânî latîfe” ve “İlâhî cevher” de denilmiştir. Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri “Kâf” suresinde, Kur’ân-ı Kerîm’e yemin ile başladıktan sonra, sonsuz ilmine ve gücüne delalet eden varlık delillerini, geçmiş ümmetler ve onlara göndermiş olduğu peygamberlerin hak yolundaki mücadelelerini, tekzip edilişlerini, insanın öldükten sonra yeniden diriltilişi ile ilgili Cennet ve Cehenneme ait tabloları beyan buyurduktan sonra, sureyi şöyle bir fezleke ile bağlamaktadır:
اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهٖيدٌ
“Şüphesiz bu anlatılanlarda, kalbi olan yahut uyanık bir zihinle kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” (Kâf, 50/37)
Bu ayet-i kerimede “kalp” kelimesinin “nekire / belirsiz” olarak getirilişi, ifade ettiği anlamın yüksek gücünü göstermektedir. Bu açıdan, aklını çalıştırabilen ya da ilahi gerçeklere kulak verecek kimselere ahirete ait hakikatler saklı kalmaz gerek kalbi sezişleri gerekse de dinlemeleri ile gerçek bilgiye vakıf olabilirler ve anlayabilirler demektir.
Bir diğer ayet-i kerimede, Allâh’ı (cc) zikir ile ilgili olarak bilhassa iki zaman dilimi nazarlara verilmektedir:
وَاذْكُرْ رَبَّكَ كَثٖيرًا وَسَبِّحْ بِالْعَشِىِّ وَالْاِبْكَارِ
“Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.” (Ali İmran, 3/41)
Buradaki zikir ile, kalben zikir kastedilmektedir ve kalbî zikir için de açık bir delildir. Çünkü, bu ayetin hemen öncesinde, Zekeriya’ya (as) çocuk sahibi olacağı müjdesi verilince, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden kendisi için bir işaret lütfetmesini istemiş, “Senin için alâmet, insanlarla üç gün konuşmaman, ancak işaretleşebilmendir” (Ali İmran, 3/41) buyurulmuş, arkasından da “Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et” (Ali İmran, 3/41) emri gelmişti. Bu durum, yani üç gün boyunca Zekeriya’nın (as) konuşmadan zikir halinde olması, Allâh’ı (cc) zikir halinin, ancak kalben olabileceğini göstermektedir. Sanki Zekeriyyâ (as), susarak ve kalben zikre devam ederek, marifetullah ve muhabbetullah basamaklarında yükselmekle emrolunmuştur.
Ancak hemen şu hususa da temas etmemiz gerekir ki, eski şeriatlerde mümkün olan insanlarla belli bir süre ibadet maksadı ile “konuşmama orucu”, İslam şeriatında Efendimiz (sas) tarafından şu hadîs-i şerîf ile kaldırılmıştır:
“Bir gün boyunca (sabahtan) akşama kadar susup konuşmamak yoktur.”[1]
Dolayısı ile İslamiyet’te, bir gün boyunca sabahtan akşama kadar insanlarla konuşmama şeklinde, meşru ve muteber bir ibadet çeşidi bulunmamaktadır.
Kalp hem melekten hem de şeytandan gelen etkilere açıktır. Şayet insan, heva ve heveslerin arkasında şeytanın telkinlerinin olduğunu anlayamazsa, kalp şeytanın yuvası ve kaynağı haline gelir. Eğer insan, iman ve zikir ile mücahede yapıp meleklerin ahlâkına yönelirse, bu takdirde kalp meleklerin merkezi olur. Kalp, Allah’ı zikretmeye, ibadet u taate yönelse, şeytan oradan uzaklaşır, böylece melek için ilham mümkün hale gelir.
Şeytanın vesvesesini yok eden ve artık şeytana hareket imkânı bırakmayacak tek şey, Kur’ân-ı Kerîm’in mutat bir şekilde tilavet edilmesi ve Allah’ı çokça (cc) zikretmektir. Kur’ân tilaveti ve Allah’ı zikretmeye karşı şeytanın bir gücü söz konusu değildir. Şeytanî vesvesenin yok oluşunun yegâne vesilesi, Allah’ı zikretmek ve O’na (cc) istiazede bulunmaktır.
Kul, Rabbini devamlı olarak zikrettikçe, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ile arasında bir yakınlık ve ünsiyet oluşur. Allah’ı (cc) zikretmeyi düzenli bir alışkanlık haline getiren insan, gaflete düşmekten kurtulur ve bunun neticesinde kalbi huzura kavuşur. Allah’ı (cc) zikir için, herhangi bir vakit ve mekân sınırlaması yoktur. Diğer tüm ibadetler için bir vakit sınırlaması var iken, zikir için böyle bir durum söz konusu değildir.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Kur’ân-ı Kerim’inde şöyle buyurmaktadır:
تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذٖينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ ثُمَّ تَلٖينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ اِلٰى ذِكْرِ اللّٰهِ
“Rablerinden (iç duygusu ile) korkanların derileri, ondan (kelâmın en güzeli olan Kur’an-ı Kerîm’in içindeki hakikatlerden önce) ürperir, sonra ise derileri de kalpleri de Allah’ın zikri ile (rahmet ayetleriyle) yumuşar.” (Zümer, 39/23)
Âyet-i kerîme’de kalbin, Allâh’ı (cc) zikretme ile itminana ereceği beyan edilmektedir. Ruhî ve manevî sıhhati sağlayan ilaçların başı ve en önemlisi Allah’ı (cc) zikirdir. Henüz işin bidayetindeki bir sâlik, mekân ve cihetten tenzih ederek Allah’ın (cc) büyüklüğünü ve celâlî tecellilerini hissederse ve azap ayetlerini dinlerse derisi ürperir. Şayet Cenâb-ı Hakk’ın merhametini, şefkatini, rahmet ayetlerini dinler ve Allah’ın (cc) cemâl âleminden esintileri görürse bu defa kalbi huzura erer.
Bilindiği üzere kelimeler ve söylenen cümleler, dinleyen kimseleri ruhen ve psikolojik olarak etkilemektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de söyleyen ve konuşan ise, Cibril (as)’in Efendimize (sas) tebliğ etmesi yoluyla Cenâb-ı Hak’tır. Elbette beşer kelamı ile kıyaslanamayacak derecede kuvvetli olacaktır. Ayet-i kerimede, Cenâb-ı Hak “haşyet/korku” kelimesini sadece “derilerin ürpermesi”, “zikrullah” kelimesini ise hem “derilerin yumuşaması” hem de “kalplerin yumuşaması” kelimeleri ile beraber kullanmıştır. Buradan anlaşılan, ümit makamında hissedilenlerin, korku makamında hissedilenlerden daha yüksek ve mükemmel olduğudur.
2. Allâh’ı (cc) Çok Zikretme Neticesinde Kalbe Gelen Yüksek Lütuflar

Kur’ân-ı Kerîm’de, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin inanmış bir kalbe lütfettiği manevi sıfatları kısa izahlarla açmaya çalışalım.
1. Allâh (cc), Kendisini Çokça Zikreden Bir Kalbe Hayat Verir
“Hayat”, bütünü ile canlılığı ifade eden bir kelime olmakla birlikte, Allâh’ın (cc) bir kalbe hayat vermesi, onu manen diriltmesi, metafizik açıdan, kalbin Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin kutsal ışığı ve nefhası ile diriltilmesi ve aydınlatılmasıdır. Canlandırma ve diriltme fiillerinin fâil-i hakikisi, El-Hay, El-Muhyî ve diğer esmâ-i hüsnâları ile Allah’tır (cc) ve manevi kalbin hayatlanması, O’nun lütfetmiş olduğu İlâhî nefhanın neticesidir. Bu anlamda hayat, canlılığın diğer bir ifadesi olan ruh cevheri ile özdeş olup, hayatsız bir kalp cansız bir makine ve ruhsuz bir fizikî süreçler toplamıdır.
اَوَ مَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشٖى بِهٖ فِى النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا كَذٰلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرٖينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“Hiç (önceden) küfür ile ölü olan, (ama sonra) kendisini hidayet ile hayatlandırdığımız ve ona insanlar arasında yürüdüğü bir iman (ışığı) verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde (küfürde) kalmış olan ve ondan bir türlü çıkamayan kimse gibi olur mu? (Olmaz).” (Enam, 6/122)
2. Allâh (cc), Kendisini Çokça Zikreden Bir Kalbe Şifa Verir
“Şifa”, hakikî anlamda cehalet hastalığının giderilmesidir ve Kur’ân-ı Kerîm’de, biraz sonra aktaracağımız üzere, meviza, hidayet ve rahmet kelimeleri ile beraber kullanılmıştır. Şifanın karşıtı olan “maraz” ise, genel olarak “inkâr, şirk, nifak, vehim ve kuşku” kavramları çerçevesinde anlaşılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, sadece manen kayboluş ve yok oluşların değil aynı zamanda fiziksel rahatsızlıkların da biricik ilâcıdır. Üsve-i hasene büyük Peygamber Hz. İbrâhim’in (sas) diliyle söylersek, “Hastalandığımda, bana O şifa verir” (Şuarâ, 26/80) nassı ve Şâfî[2] ism-i şerîfince, Şâfii Hakîkî Allâh’tır (cc). Bu açıdan Kur’an-ı Kerîm, niyet ve teslimiyetin bulunması şartı ile, bütün zihinsel, psikolojik, ahlâkî ve toplumsal hastalıklar için tam bir şifa eczahanesidir. Bilhassa günümüzün fikrî, ahlâkî ve sosyal hastalıkları ancak Kur’ân-ı Kerîm ile tedavi edilebilir.
يَا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَاءٌ لِمَا فِى الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ
“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifâ ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur’an) geldi.” (Yunus, 10/57)
3. Allâh (cc), Kendisini Çokça Zikreden Bir Kalbi Temizler
Manevi kirlilik halleri de tıpkı maddi kirlilik gibi temizliği ve nezafeti gerektiren durumlardır. Bir kimsenin günahlarının kendisini kirletmesi durumunda, esaslı manevi bir temizlik farzdır. Hem maddi hem de manevi temizliği ifade için taharet, tezkiye ve nezafet kelimeleri kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de tahâret kelimesinin geçtiği on dokuz ayet-i kerimeden sekizi, günahlardan, ahlâkî ve mânevî kirlerden temizlenmeyi ifade etmektedir.
Allah (cc), insanların günah kirlerinden arınıp temizlenmelerini irade buyurmakta, bilhassa da Kur’ân-ı Kerîm’deki hakikatlere, ancak nefsini arındıran, ruhunu ve kalbini kirlerden temizleyebilenlerin ulaşabileceklerini haber vermektedir (Vâkıa, 56/79).
وَمَن يُرِدِ ٱللَّهُ فِتْنَتَهُ فَلَن تَمْلِكَ لَهُ مِنَ ٱللَّهِ شَيْـًٔا ۚ أُوْلَٰٓئِكَ ٱلَّذِينَ لَمْ يُرِدِ ٱللَّهُ أَن يُطَهِّرَ قُلُوبَهُمْ ۚ لَهُمْ فِى ٱلدُّنْيَا خِزْىٌ ۖ وَلَهُمْ فِى الْاٰخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
“Allah, kimin fitneye düşmesini dilerse, artık onun için Allah’a karşı asla bir çözüme sahip olamazsın. Onlar, öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada bir perişanlık, ahirette de büyük bir azap vardır.” (Maide, 5/41)
4. Allâh (cc), Kendisini Çokça Zikreden Bir Kalbi Hidayete Erdirir
“Hidayet” kısaca, dünya ve âhiret mutluluğunu temin ve doğru yola kılavuzluk etme olarak tanımlanabilir. Hidayet, Allâh’a (cc) izafe ile kullanılmakla birlikte, semavi kitaplara ve Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine de nispet edilmektedir. “Doğru yolu bulma, hak ve doğru olanı kabul etme” anlamlarına gelen “ihtidâ” kelimesi Kur’an’da on üç ayet-i kerimede geçer.
Allâh (cc), bütün insanlara akıl, kalp, idrak ve ruh cevherlerini lütfetmiş, peygamberleri (ase) aracılığı ile gönderdiği hidayeti hür iradeleri ile kabul edenlerin kalplerinde iman ışığı yakmış, rızası yolunda muvaffakiyetler ihsan etmiş ve onlar için ebedi mutluluğu takdir etmiştir. Allah (cc), hidayete erdirmeyi dilediği kimselerin kalplerini İslâm’a açacağını beyan etmektedir (Enâm, 6/125). Ancak bunun için kulun, gösterilen doğru yoldan gitmeyi kalben istemesi ve irade etmesi şarttır. Allâh (cc), kullarının aklen, kalben ve ruhen hidayeti kabul ve şükretmelerinden razı, küfür ve inkarlarından ise asla razı değildir (Zümer, 39/7).
وَمَنْ يُؤْمِنْ بِاللّٰهِ يَهْدِ قَلْبَهُ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَیْءٍ عَلٖيمٌ
“Kim Allah’a iman ederse, Allah onun kalbine hidayet verir. Allah her şeyi (noksansız) bilendir.” (Teğâbün, 64/11)
5. Allâh (cc), Kendisini Çokça Zikreden Bir Kalbe İmanı Yazar
İlk insan Âdem Peygamberden (as) itibaren, insanlık tarihinin en önemli faaliyetlerinden birisi de yazıdır. Yazı vesilesi ile insanoğlu, başta vahiy hakikatleri olmak üzere, önemli vakaları kaydedebilmiş, dini ve kültürel birikimlerini sonraki nesillere ulaştırabilmiştir.
Ebu Zer el-Gıfârî’nin (ra), “Allah (cc), resullerine kaç kitap göndermiştir?” sorusuna, Efendimiz (sas), “Yüz sahife ve dört kitap” cevabını vermiş, on sayfanın Âdem’e (as), elli sayfanın Şît’e (as), otuz sayfanın İdrîs’e (as), on sayfanın da İbrâhim’e (as) verildiğini, dört kitap olarak da Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’ın indirildiğini belirtmiştir.[3]
Günümüzün dijitalleşmiş dünyasına baktığımızda da değişen bir şey yoktur. Yazılım, donanım kadar hatta ondan da önemlidir. İşte bu kadar önemli yazı faaliyetinin, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri tarafından, kulunun manevi merkezi olan kalbinde icra edilmesi, gönülden inanan bir kalbe Rabbülalemîn’in imanı nakşetmiş olması, yazılımın nakşedildiği kalbin komuta ettiği aza ve cevârihten Rabbin rızasına uygun amellerin sadır olmasına vesile olmuştur. Elbette böyle bir kalp ve gönül, artık değerler üstü bir değere yükselmiştir. Bizler, cansız ve ruhsuz yazılı materyallere dahi saygı ile yaklaşırken, kâinatın meyvesi inanmış bir mümin kalbi, manevi yazılım sayesinde artık saygınlardan daha saygın ve seçkinlerden daha seçkin bir hale gelmiştir. Allâh (cc) tarafından kalbe imanın hakkedilmesi hakikati, Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde beyan buyurulur:
لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِٱللَّهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ يُوَآدُّونَ مَنْ حَآدَّ ٱللَّهَ وَرَسُولَهُۥ وَلَوْ كَانُوٓاْ ءَابَآءَهُمْ أَوْ أَبْنَآءَهُمْ أَوْ إِخْوَٰنَهُمْ أَوْ عَشِيرَتَهُمْ ۚ أُوْلَٰٓئِكَ كَتَبَ فِى قُلُوبِهِمُ ٱلْإِيمَٰنَ وَأَيَّدَهُم بِرُوحٍۢ مِّنْهُ ۖ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّٰتٍۢ تَجْرِى مِن تَحْتِهَا ٱلْأَنْهَٰرُ خَٰلِدِينَ فِيهَا ۚ رَضِىَ ٱللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُواْ عَنْهُ ۚ أُوْلَٰٓئِكَ حِزْبُ ٱللَّهِ ۚ أَلَآ إِنَّ حِزْبَ ٱللَّهِ هُمُ ٱلْمُفْلِحُونَ
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah, onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları Cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Mücadele, 58/22)
6. Allâh (cc), Kendisini Çokça Zikreden Bir Kalbe Sekînet Verir
“Sekîne”, ağır başlılık, vakar, rahmet ve güven anlamlarına gelir. Sekîne, Allah’tan gelen yardım ve rahmet, biiznillâh kalbe güven duygusu veren melek, yanlışlıklara yönelmekten alıkoyan akıl, korkuyu izale eden ruhî güçtür. Allâh’ın (cc) izni ile kalbe inen sekînenin dildeki yansıması, insanın doğruları konuşması, yanlıştan ve boş sözlerden uzaklaşmasıdır. Sekînenin barındırdığı nûr sayesinde kişi, imanın delilini ve hakikatini görür, hakkı batıldan, hidâyeti dalâletten, yakîn halini de şüphe alacakaranlığından ayırt edebilir hale gelir. Böylece gaflete karşı uyanıklık, nefsin ve şeytanın desiselerine karşı da İlâhî bir lütuf olan zekâsı parlamaya başlar. Sekîne, Rabbin hükmü karşısında kalbin itminanı, yakîn ve marifet hissi, meydana gelen kaderi durumlara, gönlün itiraz etmeden rıza halidir. Sekîne, cesaret ve mehâbet ile, insanın en güzel kişiliğe ve karaktere bürünmesidir.
هُوَ الَّذٖى اَنْزَلَ السَّكٖينَةَ فٖى قُلُوبِ الْمُؤْمِنٖينَ لِيَزْدَادُوا اٖيمَانًا مَعَ اٖيمَانِهِمْ
“O (Allâh), inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir.” (Fetih, 48/4)
7. Allâh (cc), Kendisini Çokça Zikreden Bir Kalbi Süsler
Kişinin, manevi ve ahlâkî olarak kendisini daha güzel ve hoş hale getirme iradesi, Allâh’ın (cc) o kişinin kalbini iman ve güzel ahlâk ile süslemesini netice verir. Kays b. Ubâde (ra), Ammar b. Yasir’den (ra) nakille, Resülullah’ın (sas) şöyle bir dua yaptığını rivayet etmektedir:
“Allahım, bizi iman süsü ile süsle!”[4]
Gerçek ziynet ve süs, ilim ve doğru itikat gibi insanı hem dünyada hem de ahirette kötü akıbetten muhafaza eden süstür. Dolayısı ile;
وَلٰكِنَّ اللّٰهَ حَبَّبَ اِلَيْكُمُ الْاٖيمَانَ وَزَيَّنَهُ فٖى قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ اِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ اُولٰئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ
“Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinizde güzelleştirmiştir. Küfrü, nifakı ve isyanı ise, size çirkin göstermiştir. İşte bu vasıfta olanlar, hidayete erenlerdir.” (Hucurat, 49/7)
8. Allâh (cc), Kendisini Çokça Zikreden Bir Kalbe İtminan Verir
“Mutmain nefis”, insan benliğinin, zatının ve hakikatinin, hiçbir şüphe ve tereddüt taşımadan, kalbî bir iman ile Allah’ı (cc) Rab kabul etmesi, O’nun peygamberlerinin (ase) vahiy yolu ile almış oldukları hakikatlere gönülden inanarak Allah’a teslimiyeti ve bu halini muhafaza ile Allâh’a (cc) mülaki olmasıdır. Böyle bir nefis ya da insan hakikati, Allâh’ı (cc) daimî zikir ile bu halini ancak muhafaza edebilir.
Bu dereceye ulaşmış bir kimse, dinin emirlerini gönlü ile benimser, yasaklarından da aklı ve iradesi ile kaçınır ve uzak durur. Gayr-ı meşru lezzet ve menfaatlere dönüp bakmaz, hakkın ve hakikatin yanında yer alarak manevi kirlerden kendisini muhafaza eder.
Bu yüksek ruh asaletine işareten Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:
اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِ اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“Onlar, Allah’ın zikri ile kalpleri huzura kavuşarak iman edenlerdir. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla itminana erişir (huzur bulur).” (Rad, 13/28)
3. Allâh’ı (cc) Çok Zikretme Hususunda Efendimiz’in (sas) Beyanları

Bir gün Resülullah (sas) Efendimiz;
“Kalpler, demirin paslandığı gibi paslanır” buyurdular.
Bunun üzerine: “Onun cilâsı nedir ey Allâh’ın Resulü?” diye sorulunca, şu cevabı verdiler:
عَنْ أَبِي الدَّرْدَاءِ، أَنَّ النَّبِيَّ ـ صلى الله عليه وسلم ـ قَالَ أَلاَ أُنَبِّئُكُمْ بِخَيْرِ أَعْمَالِكُمْ وَأَرْضَاهَا عِنْدَ مَلِيكِكُمْ وَأَرْفَعِهَا فِي دَرَجَاتِكُمْ وَخَيْرٍ لَكُمْ مِنْ إِعْطَاءِ الذَّهَبِ وَالْوَرِقِ وَمِنْ أَنْ تَلْقَوْا عَدُوَّكُمْ فَتَضْرِبُوا أَعْنَاقَهُمْ وَيَضْرِبُوا أَعْنَاقَكُمْ . قَالُوا وَمَا ذَاكَ يَا رَسُولَ اللَّهِ قَالَ ذِكْرُ اللَّهِ
“Ben size, amellerinizin en hayırlısını, Mâlikiniz Allah katında en çok beğenilen, (Cennet’teki) derecelerinizi en çok yükselten, (Allah yolunda) altın ve gümüş vermekten daha sevaplı, düşmanlarınıza rastlayıp boyunlarını vurmanızdan (gazi olmanızdan), düşmanlarınızın sizin boyunlarınızı vurmalarından (şehid edilmenizden) daha faziletli bir işi haber vereyim mi? (Veya bilmiş olunuz ki size haber veririm).”
Sahabeler: “Bu iş nedir, Ya Resulallah?” dediler. Resul-i Ekrem (sas) :
“Allâh’ı zikretmektir” buyurdular.[6]
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulâsı çerçevesinde, varlığını ve birliğini düşünmek, bizlerden istediği kulluk vazife ve sorumluluklarımızı gönlümüzde şüphe duymadan uygulamak, bizlere yasaklanan tutum ve davranışları bütünü ile yok etmek, Allâh’ı (cc) zikretmenin çeşitli boyutlarıdır. Bu açıdan Allâh’a (cc) hamd ve şükür hisleri ile dopdolu bir şekilde, Kur’ân-ı Kerîm’i kalp dünyamızda kıymetlendirmek, maiyyet-i ilâhîyye tasavvuru ile helal dairesinde kalıp haram çizgisinden uzak durmak, her hal ve davranışımız için Cenâb-ı Hakk’ın rızasını öncelemek, zikrullah’ın kullardaki parlak yansımalarıdır.
Muâz bin Cebel (ra), bu hadîs-i şerîf münasebeti ile söyle söylemektedir:
“Hiçbir kimse, kendisini Allah’ın (cc) azabından, Allah’ı zikretmekten daha çok kurtaran bir amel işlemedi.”[7]
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ وَأَبِي سَعِيدٍ يَشْهَدَانِ بِهِ عَلَى النَّبِيِّ ـ صلى الله عليه وسلم ـ قَالَ مَا جَلَسَ قَوْمٌ مَجْلِسًا يَذْكُرُونَ اللَّهَ فِيهِ إِلاَّ حَفَّتْهُمُ الْمَلاَئِكَةُ وَتَغَشَّتْهُمُ الرَّحْمَةُ وَتَنَزَّلَتْ عَلَيْهِمُ السَّكِينَةُ وَذَكَرَهُمُ اللَّهُ فِيمَنْ عِنْدَهُ
“Bir mecliste oturup da orada Allah’ı anan her Müslüman cemaati melekler kuşatır, onları rahmet kaplar, üzerlerine sekînet (Allah’ın rızâsı, vakar ve sükûnet) peyderpey iner ve Allah, katındakiler (melekler) arasında onlardan (övgü ile) söz eder.”[8]
عَنْ مُعَاذِ بْنِ جَبَلٍ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم أَخَذَ بِيَدِهِ وَقَالَ يَا مُعَاذُ وَاللَّهِ إِنِّي لأُحِبُّكَ وَاللَّهِ إِنِّي لأُحِبُّكَ . أُوصِيكَ يَا مُعَاذُ لاَ تَدَعَنَّ فِي دُبُرِ كُلِّ صَلاَةٍ تَقُولُ اللَّهُمَّ أَعِنِّي عَلَى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ .
“Ya Muaz! Vallahi seni seviyorum. Sana bir şeyler tavsiye edeyim, onları her (farz) namazın sonunda oku, katiyen terk etme:
“Allahım! Seni zikretmekte, sana şükretmekte ve sana güzelce ibadet etmekte bana yardım et.”[9]
عن معاذ، أنَّه سَأَلَ النَّبيَّ صَلَّى اللهُ عليه وسلَّمَ عن أفضلِ الإيمانِ، قال أنْ تُحِبَّ للهِ، وتُبغِضَ للهِ، وتُعمِلَ لِسانَكَ في ذِكرِ اللهِ
Yine Muaz b. Cebel (ra), Efendimiz’e (sas) “En faziletli iman nedir?” diye sorunca şöyle bir cevap almıştır:
“Allâh için sevmen, Allâh için öfkelenmen ve dilini Allâh’ı zikir için çalıştırmandır.”[10]
. قَالَ أَبُو هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: قَالَ اللَّهُ تَعَالَى أَنَا مَعَ عَبْدِي حَيْثُمَا ذَكَرَنِي وَتَحَرَّكَتْ بِي شَفَتَاهُ
Ebu Hüreyre’nin (ra), Efendimiz’den (sas) aktardığı bir hadis-i kudsîde, Cenâb-ı Mevlâ ve Müteâl Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Beni zikretmek için dudaklarını kıpırdattığı anda, kulum ile beraberim.”[11]
وَحَدَّثَنِي مَالِكٌ، أَنَّهُ بَلَغَهُ أَنَّ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ، كَانَ يَقُولُ لاَ تُكْثِرُوا الْكَلاَمَ بِغَيْرِ ذِكْرِ اللَّهِ فَتَقْسُوَ قُلُوبُكُمْ فَإِنَّ الْقَلْبَ الْقَاسِيَ بَعِيدٌ مِنَ اللَّهِ وَلَكِنْ لاَ تَعْلَمُونَ وَلاَ تَنْظُرُوا فِي ذُنُوبِ النَّاسِ كَأَنَّكُمْ أَرْبَابٌ وَانْظُرُوا فِي ذُنُوبِكُمْ كَأَنَّكُمْ عَبِيدٌ فَإِنَّمَا النَّاسُ مُبْتَلًى وَمُعَافًى فَارْحَمُوا أَهْلَ الْبَلاَءِ وَاحْمَدُوا اللَّهَ عَلَى الْعَافِيَةِ .
İmam Mâlik’e (ra) ulaştığına göre, Hz. İsa ibn Meryem (as) şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın zikri dışında çok kelâm etmeyin. Yoksa kalpleriniz katılaşır. Katı kalp, Allah’tan uzaktır. Fakat bunu bilemezsiniz. Kendiniz efendilermiş gibi insanların günahlarına bakmayınız. Tam aksine, bir kul olarak kendi günahlarınıza bakınız. Çünkü insanların bir kısmı belâlara, bir kısmı da âfiyetlere mazhardır. Belâ sahiplerine merhamet edin. Mazhar olduğunuz âfiyetlere de hamd edin.”[12]
4. Allâh’ı (cc) Zikirden Uzaklaşmama

Allâh’ı (cc), anmaktan uzaklaşmama oldukça önemlidir. HafazanAllâh, zikirden yüz çevirmenin acı sonuçları, Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde bildirilmektedir:
وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْرٖى فَاِنَّ لَهُ مَعٖيشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى
“Kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için kesinlikle çok sıkıntılı bir yaşayış (Cehennem hayatı) olacaktır. Kıyamet günü de kör olarak diriltilecektir.” (Taha, 20/124)
Allâh’ın (cc) zikrinden uzaklaşmış kalplerin durumu, bir başka ayet-i kerimede şu şekilde beyan edilmektedir:
فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللّٰهِ اُولٰئِكَ فٖى ضَلَالٍ مُبٖينٍ
“Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay hâline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer, 39/22)
Cenab-ı Hak, kendisini zikretmeyen kimselerden uzak durulması gereğini bizlere şöyle beyan etmektedir:
فَاَعْرِضْ عَنْ مَنْ تَوَلّٰى عَنْ ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ اِلَّا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا
“Zikrimizden (Allâh’a duadan, Kur’an’dan, namazdan, ibadetlerden) yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden, sen de yüz çevir (uzak dur).” (Necm, 53/29)
اِسْتَحْوَذَ عَلَيْهِمُ الشَّيْطَانُ فَاَنْسٰیهُمْ ذِكْرَ اللّٰهِ اُولٰئِكَ حِزْبُ الشَّيْطَانِ اَلَا اِنَّ حِزْبَ الشَّيْطَانِ هُمُ الْخَاسِرُونَ
“Şeytan, onları (Allah’ın kendilerine gazap ettiği topluluğu) hâkimiyeti altına alıp, kendilerine Allah’ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar, şeytanın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, şeytanın tarafında olanlar, ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Mücadele, 58/19)
Allâh’ın (cc) zikrine mâni unsurlardan birisi şeytanlar ve avaneleridir. Allâh’ın (cc), Âdem Peygambere secde emrine, bütün melekler itaat ederken, İblis bu emre muhalefet etmiş, Allâh (cc) kıyamete kadar onu ve zürriyetini lanetlemiştir. Bu açıdan, bütün cinnî şeytanlar insanların cibilli bir şekilde düşmanıdırlar. İnsanlara karşı bu düşmanlıklarını icra edebilmek için, li-hikmetin izinlidirler. Ancak, Cenâb-ı Hak Celle ve Alâ Hazretleri, şeytanın insanlar için gizlenemeyecek derecedeki düşmanlığı konusunda, bütün peygamberleri aracılığı ile gerekli uyarıları tam olarak yapmıştır.
Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde beyan edilir:
وَمَن يَعْشُ عَن ذِكْرِ اْلرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَاناً فَهُوَ لًهُ قَرِينٌ
“Kim Rahmân’ın zikrine karşı kör olursa, ona bir şeytânı sardırırız; artık o (şeytan, sürekli olarak ona kötülükleri telkin eden) arkadaşı olur.” (Zuhruf, 43/39)
Bir diğer ayet-i kerimede, Allâh’ı (cc) zikrin muhtemel manileri olarak, mal sevgisi ve çocukları yanlış eğitme, onlarla anlamsız meşguliyetler nazarlarımıza verilmekte ve dikkatli olmamız konusunda ikaz edilmekteyiz:
“Ey iman edenler! Sizi ne mallarınız ne çocuklarınız, Allah’ı anmaktan, (namaz kılmaktan, ibadet ve dua etmekten) alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa (mal ve çocuklarının meşguliyeti altında kalırsa), işte onlar hüsrana düşenlerdir.” (Münafıkûn, 63/9)
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, “evlatlar ve mallar, kişiyi Allâh’ı zikretmekten nasıl alıkoyabilir?” sorusuna, Teğâbün Suresinde şu şekilde cevap vermektedir:
اِنَّمَا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌ وَاللّٰهُ عِنْدَهُ اَجْرٌ عَظٖيمٌ
“Her halde, mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) imtihandır (çünkü sizi birtakım günahlara sokabilirler). Allah ise, büyük sevap O’nun katındadır.” (Tegâbün, 64/15)
Allâh’ı (cc) zikre mâni hususlardan birisi de kulluk görev ve sorumluluklarının bir tarafa bırakılarak, ticaretle ilgili konuları daha fazla önemsemektir. Bu konu ile ilgili olarak Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:
رِجَالٌ لَا تُلْهٖيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ وَاِقَامِ الصَّلٰوةِ وَاٖيتَاءِ الزَّكٰوةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فٖيهِ الْقُلُوبُ وَالْاَبْصَارُ
“Nice adamlar vardır ki ne bir ticaret ne de alış-veriş, Allah’ı zikretmekten (O’na ibadet etmekten ve emirlerine bağlanmaktan), namazı gereği üzere kılmaktan ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, (öyle) bir günden (kıyametten) korkarlar ki, o günde kalpler ve gözler (dehşetle) halden hale döner.” (Nur, 24/37)
Ebu Musa’nın (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas), “Rabbini zikreden kimse ile, zikretmeyen kimsenin benzeri, diri ile ölü gibidirler”[13] buyurarak, Allâh’ı (cc) zikretmenin büyük ehemmiyetine dikkat çekmişlerdir.
Efendimiz (sas) benzer bir şekilde yine Ebu Musa’nın (ra) rivayeti ile, “İçinde Allâh’ın zikredildiği ev ile zikredilmediği ev, ölü ve diri kimselerin durumu gibidir” buyurmaktadır.[14]
Efendimiz (sas), Allâh’ı (cc) anmaksızın bir arada toplanmaların üreteceği manevi bereketsizliklere ve fenalıklara, Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayeti ile, şu şekilde temas etmektedirler:
مَا جَلَسَ قَوْمٌ مَجْلِسًا لَمْ يَذْكُرُوا اللَّهَ فِيهِ وَلَمْ يُصَلُّوا عَلَى نَبِيِّهِمْ إِلاَّ كَانَ عَلَيْهِمْ تِرَةً فَإِنْ شَاءَ عَذَّبَهُمْ وَإِنْ شَاءَ غَفَرَ لَهُمْ .
“Bir topluluk, bir yerde oturur ve orada Allah’ı anmaz ve Peygamberine salavat getirmezlerse, o toplantı onların ancak günahlarını artırır (veya günah doğuracak ve insanı ahiret azabına sürükleyecek ağır bir sorumluluk haline gelir). Allah, dilerse onlara azap eder, dilerse onları bağışlar.”[15]
Ey yerleri ve gökleri yaratan, bütün gizlilikleri ve aşikârları bilen, Rahmân ve Rahîm, Ebedi Hayy ve Kayyûm, mülkünde her türlü tasarrufa sahip Deyyân, herkesin hesabını en iyi bilen Hannân, rahmetlerin en latîf cilvesini gösteren, kullarına karşılıksız nimetler lütfeden Mennân, bütün varlığın Vârisi, sadece kendi Zâtı kalıcı Celâl ve İkrâm sahibi Allâh’ım. Yaratılmışların cümle kalpleri senin kudret elindedir. Onlarda dilediğin şekilde tasarruf edersin.
Allâhım! Senin rızan, Arş’ının ağırlığı, kelimelerinin sayısı, Seni geçmişte zikredenlerin ve gelecek zamanda Seni zikredecek olanların sayısınca, her sene, her ay, her Cuma, her gün, her gece, her saatte, her koku almada, her nefeste, gözün her açılıp kapanmasında, dünya ve ahiretin sonsuzluğuna kadar, öncesi olmayacak ve sonu gelmeyecek bir şekilde, efendimiz İbrâhîm’in âli’ne salât ettiğin ve bereket ihsan ettiğin gibi, efendimiz Muhammed’e ve onun âli’ne de salât, selam ve bereketler ihsan et. Şüphesiz sen methedilmeye layık, azamet ve şeref sâhibisin. Allâhım! Efendimiz Muhammed’e, Âdem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa’ya, bunlar arasındaki bütün nebilere ve resullere salât eyle. Allâh’ın salât ve selâmı onların hepsinin üzerine olsun.
İnşâAllâh “Allâh’ı (cc) Çok Zikretmek 3” başlıklı yazı ile devam etmeye çalışacağız.
[1] Ebu Davud, Vesâyâ, 9 (2873); Taberani, Mu’cemu’l-Evsat, 1/95 (290).
[2] Buhârî, Ṭıb, 38 (5742); Ebu Davud, Ṭıb, 17 (3883).
[3] Ebu Nuaym el-Isfahânî (v. 430/1038), Sünenü Isfahânî, 1/137, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad-2004; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 1/167; İbn Hibban, Sahih, 2/77 (361).
[4] Nesâî, Sehiv, 62 (1306).
[5] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 2/241 (3924); Beyhakî, Şuabü’l-İman, 2/353 (2014).
[6] İbn Mace, Edeb, 53 (3790).
[7] Ay.
[8] İbn Mâce, Edep, 53 (3791); Tirmizî, Deavât, 7 (3378); Müslim, Zikir, 39 (2700).
[9] Ebu Davud, Salât, 361 (1522); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/245 (22470).
[10] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/247 (22481, 22483).
[11] Buhari, Tevhid, 43; İbn Mâce, Edep, 53 (3792).
[12] İmam Mâlik, Muvattâ, Kelâm, 3 (8).
[13] Buhârî, Daavât, 66 (6407).
[14] Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 29 (779).
[15] Tirmizi, Daavât, 8 (3380); Ebu Davud, Edeb, 31 (4856).
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.