Musa Kâzım GÜLÇÜR
17 Ocak/2019
Mirza Ali Muhammed eş-Şirazi (Bab) (1819–1850) 3
Mirza Ali’nin İtikadî Görüşlerinden Bazıları 6
Mirza Ali’nin Amelî Görüşlerinden Bazıları 7
Mirza Ali’nin “el-Beyan” Kitabı 7
Bahaullah (Mirza Hüseyin Ali) (1817–1892) 9
Bahaullah’ın Hayatına Kısa Bir Bakış 10
İsyan: Mazenderan, Neyriz ve Zencan’da Bahaî Terörü. 11
Bahaullah’ın Tutuklanması, Osmanlı Devleti’ne Sığınması 13
Bahaullah’ın Terör ve Şiddete Bulaşması İle İlgili Psikolojik Arka Plan 14
Bab ve Bahaullah’ın Gizli Servislerle İlişkisi 16
Bahaullah’ın İtikadî Açıdan Ortaya Attığı İddialar 17
Bahaullah’ın Amelî Açıdan Ortaya Attığı İddialar 18
Bahaullah’ın Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfleri Kendi Sözüymüş Gibi Sunması 24
Bahaîlerin Öne Sürdükleri İddialar 25
Hulul ve Yeni Din İddialarının Kısa Bir Kritiği 28
Abdülbaha (Bahaullah’ın Oğlu Abbas Efendi) (1844–1921) 29
“Abdülbaha’nın Yazılarından Seçmeler” Kitabı 31
“Bazı Sorulara Cevaplar Ya da Mufavezat-ı Abdülbaha” Kitabı 34
Kur’ân-ı Kerîm’den Bir Cevap 35
Şevki Efendi (Abdulbaha’nın Torunu ve Emrin Velisi) (1897–1957) 39
Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti Döneminde Babilik/Bahaîliğe Bakış 42
Bahaîliğin TC. Anayasası Açısından Kısa Bir Değerlendirmesi 45
Giriş
Bâbîlik, İmamiyye Şiası içinde teşekkül eden Şeyhîlik adlı bir tarikatın mahsülüdür. Şeyhîlik, Şii İmamiyye’nin, on ikinci imamdan sonra başlayan gaybet-i suğra (küçük gizlilik) devrinden (873/941) sonraki gaybet-i kübra (büyük gizlilik) döneminde, Şiilerin hüccetullah olarak görülen imamlarının manevi nurunu aksettirecek veya onunla irtibat kuracak kâmil bir şiinin varlığı esasına dayanır.
Bu iddia ile ortaya çıkarak Şeyhîliği kuran Ahmet el-Ahsâî (ö: 1826), Peygamber Efendimiz’in (sas) hakikatinin kendinden önceki peygamberlerde kısmen belirdiğini, sonra bizzat Efendimiz’de (sas) ve on iki imamda apaçık bir tarzda tecelli ettiğini, ancak bu hakikatin bin yıl gizli kaldıktan sonra da müridi Kâzım Reştî (ö: 1843)’de ortaya çıktığını söylemiştir.[1]
Bu akım daha sonraları Mirza Ali Muhammed eş-Şirâzî tarafından daha da inhiraf ettirilerek Tanrı’nın insanda (hâşâ) zuhuru iddialarına, hatta daha da ileri boyutlara kadar vardırılmıştır. Biz de burada, özellikle asıl inhirafın yaşandığı bu dönemleri, zaten yanlış olan şeyhilik akımını daha da akıl almaz sınırlara getiren sorumlularını, onların görüş ve itikatlarını ele alarak günümüzdeki durumlarına ulaşmaya çalışacağız. Akıl almaz derecedeki sapık görüşlerini ve itikatlarını, öncelikle kendi kaynaklarına dayandırmaya çalışacak, gerekirse ikinci türden kaynaklara da müracaat edeceğiz. Şimdi, Mirza Ali Muhammed eş-Şirâzî’nin hayatına kısaca göz atmak istiyoruz.
Mirza Ali Muhammed eş-Şirazi (Bab) (1819–1850)

Mirza Ali (Bab), 20 Ekim 1819’da Şiraz’da doğdu. Doğumundan kısa bir zaman sonra pederinin vefatı üzerine bakımı dayısına bırakıldı. Mirza Ali (Bab), ilk tahsilini burada yaptı ve 15 yaşında ticaret hayatına atıldı. 23 Mayıs 1844’te, henüz 25 yaşında iken, kendisinden daha büyük bir Zat’ın (men yüzhiruhullah)[2] zuhurunu haber verip, O’nun yolunu hazırlamak için Tanrı tarafından gönderilecek Müjdeci’nin kendisi olduğunu iddia etti.
Kısa bir müddet içerisinde Mirza Ali’nin (Bab) etrafında bir hayranlar ve inananlar topluluğu teşekkül etti. Mirza Ali, kendisine iman eden bu taraftarlarını ilahi zuhurun haberini yaymak üzere İran içlerine gönderdi ve kendisi de hac için Mekke’ye gitti. Orada hacca gelen büyük bir cemaatin önünde kendi davetini açıkladı. Mirza Ali’nin etrafında meydana gelen halenin genişlemesi üzerine, tevkif edilerek Makü ve Çehrik Kalelerinde hapsedildi.[3] Sonra Tebriz’e getirilerek sorguya çekildi. Burada da: “Bin seneden beri ismini çağırdığınız, artık görün, diye yalvardığınız, görüşmeye can attığınız ve bir an önce teşrifini Allah’tan niyaz ettiğiniz mevud benim” diyerek iddiasını tekrarladı. Mirza Ali, 9 Temmuz 1850 yılında Tebriz’de kurşuna dizildi.
Babilik, aslında İsnaaşeriye mezhebinin, doktrinlere aykırı ve önemsiz bir dalı olan Şeyhîlik’ten türemiştir. Çünkü Mirza Ali de önceleri İsnaaşeriye mezhebine mensup idi. Ancak, daha sonra bu mezhebin sınırlarını çiğneyerek, İsnaaşeriye ile İsmailiye mezhebinden alınma bazı sapık görüşler ve Sebeilik’ten alınma “hulul” düşüncelerinin ortasında bir yer edinmeye çalıştı. Böylece, İslam akidesinden uzak olduğu gayet açık olan bir “karışım” elde etmiş oldu.
İsnaaşeriye mezhebinde “gaip imam” diye bir inanış vardır. Bu inanışa göre on ikinci imam, gözler önünden kaybolmuştur. İsnaaşeriler, bu imamın dönüşünü gözlemektedirler. Mirza Ali Muhammed de tüm İsnaaşeriye İmamiyesi’ne mensup olanlar gibi, önceleri bu inanışta idi. Nitekim İran halkının çoğu İsnaaşeriler’den oluşmaktadır. Böyle bir halkın arasından çıkan Mirza Ali, mezhepler üzerinde büyük bir enerji ve gayret sarf ederek, dikkatleri üzerinde toplamıştı. Bunun yanı sıra, psikolojik incelemelere ve felsefi çalışmalara da el atmıştı. İnsanların kendisine fazla ilgi göstermesi, “gaip imam” adına konuştuğu ve “gaip imam”a açılan tek kapı olduğu iddiasına sebep oldu. Çünkü İsnaaşeriye mezhebindeki inanca göre, “gaip imam”ın kendisine verilen “vesayet” gereği, diğer imamlarda olduğu gibi tabi olunması gereken özel bir “ilmi” vardı ve bu “ilim” sözkonusu mezhebe göre hidayet ve bilginin kaynağıydı.
Nurani İmam’ın bilgisine sahip olduğu iddiası ile ortaya atılan Mirza Ali, Şiilerdeki imamet anlayışı neticesinde, konuştuğu her şey tartışmasız hüccet kabul edilen bir şahsiyet haline geldi. Bu nedenle Mirza Ali, taraftarlarından tam bir itaat gördü ve konuştuğu her şey tam bir kabulle karşılandı.
Bundan sonra, daha da aşırı giden Mirza Ali, bütün imamların ilmini aktardığını iddia etmiştir. Hicri 260 yılında ortadan kaybolan ve bin yıl sonra (H. 1260/ M. 1844) tekrar ortaya çıkacak kayıp imamın bizzat kendisi olduğunu öne sürmüştür. Allah’ın kendisine hulul ettiğini (girdiğini) ve kendi suretinde insanlara göründüğünü, ahir zamanda Musa’nın (as) ve İsa’nın (as) ortaya çıkması için tek yolun kendisi olduğunu yalanını yaymıştır. Dolayısı ile bu son iddiasında, İsa’nın (as) dönüşüyle yetinmemiş, buna Musa’yı da (as) eklemiştir. Bu peygamberlerin (aleyhimüsselam ecmain) dönüş yolunun, kendisi olduğunu iddia etmiştir.
Mirza Ali, kendisi hakkında ortaya attığı bu iddialardan sonra, kendisini gerçek kayıp imam sayan ve her dediğine inanan bir topluluk elde etmiştir. Ancak, İmamiye mezhebine mensup olsun veya olmasın, tüm İslam âlimleri onun bu iddialarını reddetmişlerdir. Çünkü ortaya attığı iddiaların, İslamî hakikatlerle ve Kur’an-ı Kerîm’in getirdiği itikad ile en küçük bir bağlantısı bile söz konusu değildir.
Fakat Mirza Ali’nin taraftarları, İslam âlimlerine kulak asmadılar. Mirza Ali de halkı âlimlerden soğutmaya çalıştı. Dolayısı ile her dediğine kulak asan taraftarlar bulmaya devam etti. Bu taraftarlar, ortada hiçbir delil ve haktan bir işaret olmaksızın, körü körüne onun peşinden gittiler.
Zerrin Taç
Mirza Ali Muhammed’in davasına inanan Zerrin Taç’tan da önemli bir sorumlu olması itibarı ile kısaca bahsetmemiz gerekmektedir.
1818 yılında doğup, 1852 yılında öldürülen Zerrin Taç, meşhur Şii âlimlerinden Molla Salih Kazvini’nin kızıdır. Bab’ın davasını canla başla savunan bu kadının adı Fatma Tahire, künyesi Ümmü Selma’dır. Altın gibi parlak sarı saçlara sahip olduğundan Zerrin Tâç lakabıyla anılmış ve öylece meşhur olmuştur. Maamafih ilk hocası olan Kâzım Reşti, ona Kurretu’l-Ayn (Göz Nuru) ve Ferahu’l Fuad (Gönül Süruru) lakaplarını takmıştır. Mirza Ali Muhammed zuhurunu ilan edince de derhal ona bağlanmış ve peygamberliğine kanaat getirmiştir. Artık o andan itibaren bütün gücü ve gayretiyle Bab’ın davasının yılmaz savunucusu olmuştur. Üstelik fevkalade güzel oluşu, zekâsı, müthiş hitabeti ve ikna gücü ile Babiliğin yayılmasında önemli rol oynamıştır.
Onun, özellikle devrin ahlaki kayıtlarına aldırış etmeksizin serbestçe hareket etmesi, dişiliğini davası için kullanması, sürekli tahrik edici tavırlar içinde olması, kendisini dinleyenlerin derhal ona ve dolayısıyla Babiliğe bağlanmasına sebep olmuştur. O, bu yaşadığı döneme göre alışılmamış taşkın davranışları, kocasından ayrı erkeklerle bir arada ve her tarafta dolaşması sebebiyle, hiyanetle ve iffetsizlikle itham edilmişti.[4] Bahaullah, Bedeeşt köyünde hoş bir çevre içinde üç bahçe kiralamış, birini Kuddus’a, birini kendine, diğerini de Zerrin Taç’a ayırmıştı. Zerrin, o köyde yirmi iki gün seksen kadar kişiyi konuk etmişti.[5] Mirza Ali Muhammed’e karşı duyduğu aşırı aşk ve düşkünlük, aynı zamanda kayınpederi olan amcasını da harekete geçirmiş ve amcası Zerrin Taç’a engel olmak istemiştir. Ancak O, amcasının bu müdahalesine, onu öldürtmek suretiyle cevap yermiştir.
Onun, Bedeşt toplantısında, “Ey insanlar! İlk dinin hükümleri -Muhammediliği kastediyorum- neshedilmiştir. İkincisi ise henüz bize ulaşmamıştır. Biz şu anda herhangi bir şeye ait mükellefiyeti bulunmayan bir zamanda yaşıyoruz” şeklindeki, her şeyi mübah kılar bir tarzda konuşması, cemiyetteki birtakım düşük vasıflıların onun peşinden gitmesinde çok etkili olmuştur. Aynca, onun 1848 yılında yapılan Bedeşt toplantısında açık-saçık, tahrik edici bir şekilde herkesin önüne çıkıp, kadınlık şeref ve izzetini alçaltarak ailevi bağları ve ilgileri bayağılaştıran şu sözleri, Babiliğin ahlak ve fazilet esaslarından ne derece uzak olduğunu ve hiçe saydığını göstermeye yeter:
“Sizinle kadınlarınız arasında bulunan bugünkü hicabı, onlarla ortak iş yaparak, faaliyetleri paylaşarak yırtınız. Ayrıldıktan sonra onlarla birleşiniz. Onları kapalılık ve yalnızlıktan umumi hayata, cemiyete çıkarınız. Onlar dünya hayatının çiçeklerinden, güllerinden başka bir şey değildirler. Çiçek ise mutlaka koparılmalı ve koklanmalıdır, çünkü koklanmak için yaratılmıştır. Sayılması veya şöyle ve şu kadar koklanacak diye sınırlanması uygun değildir. Çiçek derilir, toplanır, dostlara sunulur, hediye edilir.”[6]
Zerrin Taç’ın bu sözlerine uygun şekilde, ahlaki kayıtlardan uzak, açık-saçık ve hayâsız davranışları, Bab’ın en önde gelen adamlarından Kuddüs lakaplı Molla Muhammed Ali’yi bile dehşetli kızdırmıştı.[7] Bunu gören Zerrin Taç, hemen onunla da arkadaşlık kurup aldatmasını, dişiliği ile onu da kendi yoluna getirmeyi becermiştir. Hâsılı Zerrin Taç, güzelliği, dişiliği ve hitabeti ile birtakım zayıf karakterli kimseleri kandırarak Babiliğin yayılmasında çok önemli rol oynamıştır.[8]
Mirza Ali’nin İtikadî Görüşlerinden Bazıları
Mirza Ali, kendisi hakkında ortaya attığı bu iddialarda, itikadi ve ameli açılardan bazı görüşler ileri sürdü. İtikadi konularda ileri sürdüğü görüşlerin bir kısmı şöyledir:
1. Ahiret gününe, müminlere mükâfat olarak bir “cennetin” ve suçluların cezalandırılacağı bir “cehennemin” varlığına ve bunların hesaptan sonra olduğuna inanmaması. Mirza Ali, “Allah’a kavuşmak” ve “ahiret günü” gibi tabirlerin, yenilenen bir ruhi hayatın sembollerinden başka bir şey olmadığını iddia etmiştir.
2. Mirza Ali’nin inanılmasına davet ettiği itikadi konulardan biri de kendisinin, geçmiş tüm peygamberlerin temsilcisi olduğu ve tüm ilahi risaletlerin kendisinde toplandığı iddiasıdır. Bu iddiasıyla, tüm dinlerin mensuplarını kendi peygamberliğine inandırmak istemiştir.
3. Mirza Ali hulul iddia etmektedir ve Allah’ın kendisine hulul ettiğine inanmaktadır. Dolayısı ile (hâşâ) âyet nazil ettiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir.[9]
4. Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliğini, son peygamberlik olarak görmemesi. Çünkü Mirza Ali, Allah’ın kendisine hulul ettiğini ve daha sonra başkalarına da hulul edeceğini ilan etmiştir.
5. Mirza Ali, bir arada bulunan bazı harflerin ve bu harflerin her birine denk gelen sayıların üzerinde, bazı garip iddialarda bulunmuştur. Ona göre özellikle de “19” sayısının, apayrı ve üstün bir değeri vardır.
Mirza Ali’nin Amelî Görüşlerinden Bazıları
Mirza Ali’nin İslam hukukunu değişikliğe uğratmaya çalışarak ameli konularda öne sürdüğü bazı iddiaları da şunlardır:
1. Miras ve diğer konularda, kadını erkekle tam olarak eşit saymıştır.
2. Mirza Ali, insanlar arasında mutlak eşitliğe çağırmıştır. Ona göre, cinsiyet, din ve renk bakımından insanlar arasında fark yoktur.
Mirza Ali, tüm bu görüşlerini “Beyan” adını verdiği bir kitapta toplamıştır.
Görüldüğü gibi, bu görüşler İslam’dan sapmış görüşlerdir. Hatta bu görüşler, genel karakteriyle, İslamî gerçekleri inkâr ve Abdullah bin Sebe’nin, Ali bin Ebi Talib (ra) için öne sürdüğü “hulul” düşüncesini diriltmeyi çağrıştırmaktadır. Bu nedenle, İran’da devlet bunlara el atmış, Mirza Ali ve adamlarının peşini bırakmamıştır. Mirza Ali, 1850 senesinde idam edilmiştir ki, sadece 30 yıl ömür sürebilmiştir.
Mirza Ali’nin “el-Beyan” Kitabı
Mirza Ali’nin en önemli gördüğü eseri, Kurân-ı Kerîm’e (hâşâ) denk ve hatta O’ndan üstün olduğunu iddia ettiği el-Beyan’dır. Mirza Ali’nin çok övündüğü bu el-Beyan’ın, daha ilk bakışta dil ve dilbilgisi hatalarıyla, edebi bozukluk ve düşüklüklerle dolu bir kitap olduğu görülür. O, dil kurallarına aldırmaksızın secili ifadelerle, güya Kur’ân-ı Kerîm’in fesahat ve belağatını taklit etmek istemiştir. Ancak gülünç olmaktan öteye geçememiştir. Şu bir-iki örnek bu kitap hakkında bir fikir verecektir:
“Ondan sonra gelen beşincisi: Öküze binmeyiniz. Eşek sütü içmeyiniz. Ne eşek üzerine ne de başka bir hayvana gücünün dışında yük vurmayınız. Allah’ın size farzettiği budur. Belki sakınırsınız. Hayvana gemsiz ve özengisiz binmeyiniz. Ancak bunlarla binersiniz. Kendinizi koruyamıyacağınız hayvanlara binmeyiniz. Allah sizi bunlardan şiddetle nehyetmiştir.”(!)
“Sonra altıncı: Siz bedenlerinizi yıkayınız ve bedenlerinize, yıkamaya gücünüz yettiği kadar, her dört günde bir bakınız, sonra gece ve gündüz aynaya bakınız. Belki şükredersiniz.”(!)
“Sonra yedincisi: Siz aba içinde namaz kılınız. O kadınlar da elbiseleri içinde kılsınlar. Kadınlara, kocaları yanında namaz kılarken vücutlarının ve saçlarının görünmesinden dolayı günah yoktur. Siz yüzünüzün kıllarını kuvvetlenmesi için alınız. Vücutlarınızı hoşunuza gittiği gibi güzelleştiriniz. Umulur ki siz Allah’ın günlerinde şükredersiniz.”(!)[10]
Netice itibarı ile bu kitap, gerçekdışı hikayeler, safsatalar, akla ziyan teviller ve basit övünmelerle doludur.
Suphi Ezel (1831–1912)

Mirza Ali ölmüştü ama kendisinden sonra, “men yuzhiruhullah”ın (Allah’ın ortaya çıkaracağı kimse) geleceğini, o zamana kadar başka bir zuhur olmayacağını söyleyerek yerine Mirza Yahya Nuri’yi vasi tayin etmiştir. Bu şahıs, “Hz. Ali’nin müjdelediği şahıs benim!” demiş, bu sebeple kendisine “Ezel Sabahı” manasına “Subh-i Ezel” denilmiştir. Yahya Nuri ve Hüseyin Ali her ikisi de İran’dan sürgün edildiler. Subh-i Ezel, kendisine karargâh olarak Kıbrıs’ı, Hüseyin Ali (Bahaullah) ise Edirne’yi seçti.
Şair Süleyman Nazif, “Şu da muhakkaktır ki, Subh-i Ezel Bâbîlerin fena ve mütereddi (soysuzlaşmış) takımıyla muhat (çevrilmiş) idi. Kuvvet ve itizâm (büyüme) Bahaullah tarafına gitmişti” demektedir.[11] Dolayısı ile Subh-i Ezel’e az sayıda kişi tabi oldu. Bahaullah’ın taraftarları ise, bu akımın çoğu taraftarlarını teşkil ediyordu. Bu yüzden, Bahaullah’a nispetle bu akıma “Bahailik” dendiği gibi, bazen de asla nispet edilerek “Bâbîlik” denmiştir. Bab (kapı), Mirza Ali’nin kendisine seçtiği isim idi. Bab’ın iki müridi arasında oluşan ihtilafın esası şudur: Subh-i Ezel, Bâbîliğin, kurucusunun bıraktığı şekilde kalmasını istemiş ve bunlara davet etmekle yetinmiştir. Bahaullah ise kendisine, Mirza Ali’nin kendisi için öngördüğü yetkilerin aynısını, hatta daha fazlasını tanımıştır.
Bahaullah (Mirza Hüseyin Ali) (1817–1892)

Hüseyin Ali’nin, Bahaullah adını almasına şu durum gerekçe olarak gösterilmektedir: Şia’ya göre, İmam Ali er-Rıza, İmam Muhammed el-Bakır’dan, Ramazan ayında seher vakti okunan bir dua rivayet etmiştir. Bu duada, Allâh’ın bahası, yani yüceliği, parlaklığı, azameti, nuru, rahmeti, lütfu ve benzeri güzellikleri anlatılmaktadır. İşte Hüseyin Ali, kendisine “Bahaullah” adını vererek, “yıllardır benim adıma yalvarıyordunuz!” demek istemiştir.[12]
Bahaullah, “ilah”ın kendisine hulul ettiğini ve kendisinin de ilahın en “olgun görüntüsü” olduğunu iddia etmiştir. Üstadının kendisine işarette bulunduğunu, Mirza Ali’nin varlığının, kendi gelişine bir hazırlık olduğunu öne sürmüştür. Bu iddiada, Hıristiyanlıktaki Yahya’nın (as) varlığının, İsa’nın (as) gelişine hazırlık telakkisine benzetme çabası bulunmaktadır.
İddiaya göre, Baha’nın şahsında ilahi ruh, yeniden ortaya çıkmak ve Baha’dan önce gönderdiği davetçinin, kendisi için hazırladığı görevi en mükemmel şekilde yerine getirmek için geri dönmüştür. Buna göre Bahaullah, Bab’dan (Mirza Ali) daha üstün idi. Çünkü Bab, “kaim” olandı. Baha ise, “kayyum”, yani sürekli ve kalıcı olan idi.[13] Bahaullah, kendisine “görüntü” (mazhar) veya “görünüm” (manzar) denmesini tercih etti. Bu kelime ile, ilahi zatın güzelliğinin kendi görüntüsünde ortaya çıktığı ve bir ayna gibi kendisinde yansıdığı ifade edilmek isteniyordu.
Bahaullah, kendisini değerli bir mücevherin parıldayışı gibi, yer ve göklerin arasında parıldayan ve ışık saçan Allah’ın güzelliği olarak kabul ediyordu. Buna göre Bahaullah, güya cevherden (öz) kaynaklanarak yayılan görüntüydü. Bu cevherin bilgisi de ancak onun tarikiyle mümkündü. Taraftarları ise, Bahaullah’ın insanüstü olduğuna inanıyor ve ilahi sıfatların çoğunu ona yakıştırıyorlardı.[14]
Kandırılmış taraftarlar nezdinde, tabi olmanın esası şahsa tapınmak olunca, çoğu Babiler, Bahaullah’ın taraftarlığını seçmişlerdir. Bu nedenle, Bahaullah ile Subh-i Ezel arasındaki anlaşmazlık daha da büyümüştür. Bunun bir sebebi de birbirlerine yakın olmaları idi. Nitekim biri Kıbrıs’ta, diğeri Edirne’de bulunuyordu. Bu nedenle Osmanlı devleti, Bahaullah’ı Akka’ya sürgün etti.
Bahaullah, Akka’da öğretilerini şirk unsurlarıyla donatmaya başladı. Kur’an-ı Kerîm’e ve üstadının yazmış olduğu Beyan’a da başkaldırdı. Bir yandan da, Arapça ve Farsça eserler yazmaya başladı. Yazdıklarının en ünlüsü “el-Kitabu’l-Akdes” (en kutsal kitap)’tır. Bahaullah, bu kitabın, kendisine 1870–1871 yıllarında Akka şehrinde, Abbud’un evinde vahy edildiğini iddia ediyor ve “Yüce Zatın Kıdemi” ile beraber “kadim” (öncesiz) olduğunu söylüyordu.[15] Bahaullah ayrıca, eserlerinin kendi ilahi ilminin (!) tümünü temsil etmediğini, ilminin bir kısmını seçkin taraftarları için ayırdığını ilan etmişti. Ona göre, bu seçkin taraftarlardan başkası, batınî ilimleri tatbik edebilecek durumda değildir.
Ancak Bahaullah bununla da kalmamış, ortaya attığı davetin, İslam dışında yeni bir “din” olduğunu söylemiş ve bu konuda da hocası Mirza Ali’den ayrılmıştır. Mirza Ali, İslam’ın -kendi itikadınca- bozulan görüşlerini yenilediğini, kendisinin İslam’dan çıkmadığını söylüyordu. Ona göre İslam, sürekli kendini yenileyen bir din idi. Bahaullah ise, İslam’dan bütünüyle sıyrılarak, Bahaîliğin, İslam dışında yeni bir din olduğunu iddia etmiştir.
Bahaullah, bu uydurma dinin evrensel olduğunu, tüm dinleri ve tüm ulusları birleştirdiğini iddia ediyordu. Bir yandan da ulusal coğrafyaları yıkmaya çağırıyordu. Ona göre, yeryüzü herkese aitti ve herkesin vatanı idi. Bahailik’teki bu anlayış ve Bahaullah’ın kendisine “ilahi görüntü” vermesi sebebiyle, Bahaullah, yazdıklarını doğudaki ve batıdaki tüm idarecilere göndermeye başladı. Bu risalelerinde, ilahın kendisine hulul ettiğini iddia eden Bahaullah, tıpkı Kur’an’ın bölümlerine “sure” dendiği gibi, kendi yazdıklarına da “sure” adını veriyordu.
Gaybı bildiğini iddia eden Bahaullah, ileride meydana gelecek bazı olaylardan haberler de veriyordu. Belki bir-iki tahmininde isabet de etmiştir. Mesela, Napolyon hükümetinin düşeceğini söylemiş, dört yıl sonra III. Napolyon hükümeti düşünce de[16] bu olay, taraftarlarının abartması sonucu, bazılarının onu doğrulamasına yol açmıştır. Oysa Bahaullah, hükümetin düşüş zamanını kesin olarak belirtmiş değildi. Zaman belirtmediği için bu durumun Bahaullah’a ait bir istidrac olması da ihtimal dâhilindedir. Ancak, yaptığı tüm kehanetler doğru çıkmış mıdır? Onun, bağlılıkta en aşırı taraftarları dahi bunu iddia edememişlerdir.
Bahaullah’ın Hayatına Kısa Bir Bakış
Bahaullah, 12 Kasım 1817’de Tahran’da doğdu. Hiçbir mektep ve medreseye gitmedi.[17] İran’ın sayılı aristokrat ailelerinden birine mensuptu. Babası hükümette vezirdi. Varlık ve rahat içerisinde büyümüştü. İlk gençliği, bir bakıma sürur ve saadet içerisinde geçmişti.[18] Babasının vefatı üzerine hükümet vezirliği Bahaullah’a vermek istedi, fakat o kabul etmedi.[19]
1850 yılında, Bahaullah ve taraftarlarının Tabersi Kalesi’nde karıştıkları bir çatışma vardır. Hadise şöyle gelişmiştir: Bab, Fars Valisi Hüseyin Han tarafından tutuklanıp Tebriz’e gönderilmiş, burada ulema önünde sorgulanmıştır. Bâb, burada kendisinin, geleceği vaat edilen ve bin seneden beri gelmesi için dua edilen kişi olduğunu söyledi. İspat için Kur’an’dan ayetler okudu. Bunu üzerine tutukluluğunun devamına karar verildi. Bu arada Bâbîler Bedeşt’te toplanarak, Bâb’ın serbest kalması ve öne sürdüğü iddialarının İran hükümetince de kabulü için gerekirse şiddet kullanmaya karar verdiler. Toplantıdakilerin bir kısmı İslâm şeriatında tasarrufun doğru olmayacağını öne sürdülerse de kadın olan Tahire (Zerrin Taç), örtüsünü açtı ve yeni ahkâmın geçerli olduğunu söyledi.[20]
Toplantıda bulunan Babilerin büyük bir kısım toplantıyı terk etti. Ancak Hüseyin Ali, emrin bağımsızlığı, yeni dönemin kurulmuş olduğu ve buna hizmetin gerektiğini belirtti. Bütün bu olup bitenler halk arasında tepkiyle karşılanmıştı. Bâb, Hüseyin Ali’den yeşil sarık ve siyah bayrak çekerek isyan etmesini istedi. Bunun üzerine Tabersi Kalesi, Neyriz ve Zencan olayları yaşandı.
İsyan: Mazenderan, Neyriz ve Zencan’da Bahaî Terörü
Bab’ın emri üzerine siyah sancak çeken binlerce silahlı Bahaî, Mazenderan Ormanlarında İran Devletine karşı on bir ay kadar süren bir terör dalgası estirmişlerdir. Ancak, isyanı başlatanların tamamı hükümet kuvvetlerinin de büyük zayiatı bulunmasına rağmen neticede püskürtülmüştür. Şevki Efendi’nin belirttiğine göre bu silahlı isyanın arkasında da -Bedeşt toplantısında olduğu gibi- yine kendini belli etmeden hareketi ayakta tutan Bahaullah bulunmaktadır.[21]
Hükümet karşıtı Bahaî isyanı Neyriz ve çevresine de sıçramış, ancak bu isyan, Mazenderan’a nazaran daha kısa bir zamanda çökertilmiştir.[22] Fakat Zencan’daki isyan, bu her ikisinden daha şiddetli ve daha yıkıcı olmuştur. Hükümet güçlerinin ağır zayiat vermesine rağmen bu isyana katılanların tamamı da bertaraf edilmiştir.[23] Tahran’da da küçük karışıklıklar olmuştur. Bu terör dalgasında Bahaîlerden hayatını kaybedenlerin sayısı, yine Bahaî kaynaklarına göre yirmi bin kadardır.[24]
Hükümet kuvvetlerinin de en az Bahaîler kadar zayiat verdiği düşünülecek olursa, Bab ve Bahaullah’ın bütün bu insanların ölümlerinin baş sorumluları oldukları, İran Devleti açısından büyük bir terörist saldırı olduğu gayet açıktır. Bu terör dalgasında, Bab ve Bahaullah isyanın elebaşıları ve planlayıcısıdırlar. Bu durumda, hem yakın hem de şu anki Türkiye Cumhuriyeti tarihi itibarı ile PKK terörü ne ise, İran Devleti açısından da Bahaî terörü aynısıdır denilebilir.
Bu dönemlerde Çehrik kalesinde hapis hayatı yaşayan Bab’ın psikolojisi oldukça bozulmuştu. Hızla ulaşan isyanın başarısızlık haberleri, sebep olduğu yıkım, dertler ve felaketler altında adeta ezilmiştir. Bir yakınının ifadesine göre yeme-içmeden kesilmiş, kimse ile görüşmek istememiştir. İşte, böyle büyük bir psikolojik yıkıntı içerisindeki Bab’ın, Bahaî kaynaklarına göre güya bu verimli zihninden (!) doğan yazılarının büyük kısmı Makü ve Çehrik’teki hapislik günlerine rastlamaktadır.[25]
Bab, bu olaylardan sonra bulunduğu yerden alınarak Tebriz’e getirildi ve 9 Temmuz 1850’de kurşuna dizilerek idam edildi. Ancak çok ilginçtir, ertesi sabah Tebriz’deki Rus Konsolosu(!) naaşların bulunduğu noktayı ziyaret ederek, yanında getirmiş olduğu ressama, hendek kenarında bulunan cesetlerin resmini çizdirmiştir.[26]
1850 yılı olaylarında, Bahaullah’ın tutuklandığına dair bir veriye ulaşamadık. Bu isyanda yer alan Bab da dâhil hemen hemen bütün Bahaîler bertaraf edilirken, Bahaullah’ın kendisini nasıl saklayabildiği tam bir soru işaretidir. Acaba, bu isyan ve terör olaylarında, Bahaullah’ın daha sonraları kendisini sorumlu tutacağı ve vicdan azabı çekeceği, dolayısıyla psikolojisini büyük ölçüde bozulacağı derecede “önemli bir rolü” var mıydı? Bahaî kaynakları bu soruya gayet açık bir şekilde “evet” cevabı vermektedir. Mesela, Şevki Efendi, Bahaullah’ın Bab ile oldukça yakın bir ilişki içerisinde olduğunu, isyanın planlandığı Bedeşt toplantısında bulunanların arkasındaki yönetici olduğunu, bu toplantıyı göze batmadan fakat etkili bir şekilde kontrol ettiğini, yönettiğini ve yönlendirdiğini anlatmaktadır.[27] Hatta Tabersi kalesinde bulunan isyancıları ziyaret dahi etmiş, onları terörize etmekten geri durmamıştır.[28]
Bu başarısız terör ve isyan yıllarında, Bahaullah, Bab ile yazışmalarını devam ettirmiş, isyanın elebaşıları sayılan Vahid, Hüccet, Kuddus, Molla Hüseyin ve Zerrin Taç ile ölmelerinden önceki ilişkileri ile perde arkasından Bahaî isyanının yayılmasına çalışmış, maddi ihtiyaçları karşılamış, Bahaîliğin gelişmesindeki engelleri ortadan kaldırma konusunda fiilen uğraşmıştı.[29] Bütün bu isyan ve terör olaylarında Bahaullah’ın baş sorumlulardan birisi olduğu kendi kaynaklarında sarahatle anlatılmıştır.[30] Bu durumda, kendini çok da belli etmeden bu isyanı ayakta tutan yönetici gücün, yani bir anlamda isyanın teorisyeninin, Bahullah olduğu açıkça görülmektedir.
Bahaullah’ın Tutuklanması, Osmanlı Devleti’ne Sığınması
1852 senesinde Nasırüddin Şah’a yapılan suikast teşebbüsü üzerine, pek çok Bahaîler ile beraber Bahaullah’ın da tevkif edilerek Tahran’a getirildiğini görmekteyiz. Burada, kentin terk edilmiş su deposundan oluşturulmuş ünlü derin ve pis kokulu Siyah Çal zindanına atıldı. Yüz elli civarında arkadaşı da bu çukurun karanlık ve pisliğinde, çoğunluğu ölüme mahkûm sabıkalı suçluların içerisinde hapsedildi. Bahaullah’ın boynu ağır bir zincire bağlıydı. Beklenenin aksine kısa zaman içerisinde ölmeyince, zehirleme girişiminde bulunuldu. Taşıdığı zincirin izleri ise, hayatının sonuna kadar bedeninde kaldı.[31]
Dört aylık hapis hayatından sonra, Rus ve İngiliz elçiliklerinin teşebbüs[32] ve baskıları üzerine ölümden kurtulmuş ve kardeşi Yahya Nuri ile beraber, 12 Ocak 1852’de, İran Devleti’nin talebi, Osmanlı Devleti’nin de onayı ile on bir sene kalacağı Bağdat’a sürgün edilmiştir. Bu tarih aynı zamanda Bâbîliğin Bahaîlik adı altında devam etmesinin başlangıcı sayılmaktadır.[33]
Bahaullah, Bağdat’a varışında da (12 Ocak 1853) rahat durmamış, kendi tabiri ile “kıyam”a yani yeniden isyan ve terör elebaşılığına soyunmuştur.[34] 10 Nisan 1854 günü, hiç kimseye haber vermeden Süleymaniye Dağlarında yaşamaya başladı. Bu dönemde kimlerle, hangi yabancı konsoloslarla ve ne amaçla görüştüğü belli olmasa da kanaatimizce soru işaretleri hala yerinde durmaktadır. Süleymaniye Dağlarını terk edip Bağdat’a dönüşünden (19 Mart 1856) birkaç yıl sonra ise, İngiliz Hükümetinin Bağdat Temsilcisi Baş Konsolos Albay Sir Arnold Burrows Kemball, onunla yazışmalara başlamıştır. Bahaullah’ın kendisinin de ifade ettiği gibi, bu konsolos kendisine İngiltere vatandaşlığını ve himayesini teklif etti.[35]
Bağdat’ta da rahat durmayınca, İran hükümetinin yeniden talebi, Osmanlı Hükümetinin de kabulü üzerine Bahaullah’ın 9 Mayıs 1863’te İstanbul’a nakline karar verildi. Bağdat’tan İstanbul’a ayrılmadan önce Necippaşa Bahçesi’nde, Bab’ın müjdelediği, Allah’ın zahir edeceği (men yüzhiruhullah) zatın kendisi olduğunu açıkladı. Osmanlı Hükümeti, onun yolculuğu esnasında her türlü konforu sağlamış olmasına, kendisinin de bu kadar büyük bir misafirperverlikten oldukça etkilenmesine[36] rağmen, İstanbul için “istibdad tahtının kurulduğu yer” benzetmesini yapmıştır.[37]
İstanbul’da da rahat durmayan, kendince organizasyon yapmaya kalkan Bahaullah’ı, Osmanlı Hükümeti, İstanbul’dan Edirne’ye sürme kararı almıştır. Edirne’ye sürüleceklerini anlayan Bahaullah, Sadrazam Ali Paşa’ya, Sultan’ın vezirlerine, İstanbul’daki Sünnî İslam liderlerine ve İstanbul halkına ağır hakaretlerle dolu mektuplar yazmıştır.[38] Bahaullah, daha sonraları Osmanlı Devleti ve halkı için bu suçlayıcı, aşağılayıcı ve hakaretlerle dolu mektubu için haksız olduğunu anlamış görünmektedir.[39] Görünmektedir diyoruz, zira Edirne’de bulunduğu dört buçuk yıl içinde de mektuplarla Osmanlı Padişahı ile İran Şahı’na, Papa ile Kilise büyüklerine, Sünni ve Şii mezhep reislerine ve birçok imparator, kral ve devlet başkanlarına zuhuru iddiasını tekrarlamış ve onları Tanrı Emrinin (!) kabulüne davet etmiştir.
Devletin olumsuz raporlarının devamı üzerine Osmanlı Hükümeti, 1868 yılında Bahaullah’ı Edirne’den bir kale kasabası olan Akka’ya sürmeye karar verdi. Akka, özellikle tehlikeli mahkûmların kapatılması amacıyla Osmanlı Devleti tarafından kullanılan bir sürgün yeriydi. Bahaullah ve bir kısım taraftarı, bu kale içerisinde iki yıl kadar hapis hayatı yaşadı. Daha sonraları ise kaleye yakın bir yerde yerel bir tüccarın evinde göz hapsinde tutuldular. Bu sürgün grubunun bazı fertleri ise yokluk ya da daha başka sebeplerle öldüler.[40] Bahaullah ise, 1892 yılında yetmiş beş yaşında iken Akka’da öldü.
Bahaullah’ın Terör ve Şiddete Bulaşması İle İlgili Psikolojik Arka Plan
Bahaullah’ın hayatına bu panaromik bakıştan sonra, “yetişkinlikte teröre bulaşma ve şiddet” konusu ile ilgili kısa bir psikolojik tahlil, Bahaullah’ın akıl dışı iddialarının saiklerini görebilme açısından faydalı olacaktır.
Bütün örseleyici hayat olayları gibi, maddî veya manevî şekilde şiddet ve terör içerisinde yer almanın da, her yaşa ve her bireye özgü uzun süreli yansımaları vardır. Bu tezahürler, bireyin intrapsişik kaynaklarını, diğer bir tabirle onun iç çatışmalarında amil olan psikolojik etkenleri süratle tetikleyen bir durumdur. Mesela, hırs ve haset yıkıcı bir öğedir. Ancak, hırs ve hasetten daha yıkıcı diğer bir öğe ise kinci zafer tepkisidir. Böyle bir tepkideki temel saik; maddi-manevî yıkıma sebep olarak başkalarını utandırmak, yenmek, negatif dahi olsa önem kazanarak güç elde etmek, başkalarını küçük düşürmeye çalışmak sureti ile hiç de hak etmedikleri acıları onlara çektirme isteğidir.
Böylece birey, kendince gençlikte ya da yetişkinlikte yaşadığı hayal kırıklıkları ve aşağılanmaların öcünü almaktadır. Pekişip gelişen, güçlenen bu menfi özellik, o kişinin hayatının artık motor gücü olmuştur. Hatta bu duyguları bizzat istemek ya da bu duygulara itilmek arasındaki farkın bilincinde dahi olmayabilir. Böyle bir kimse, ilgi ve beğeninin merkezi, en zeki, en çekici, en özgün, en dikkat edilen, en… vs. olması, her tartışmadan zaferle çıkması gerektiğine inanır ve bu uğurda yapmayacağı şey hemen hemen yok gibidir.
Artık, üstünlük ihtiyacı onu gerçeğe, doğruya, iyiye ve güzele karşı bütünüyle kayıtsızlaştırmaya başlamıştır. Birey, kendisi için bilinmez olan bu karanlık, uğursuz ve şeytanî güçler tarafından yönlendirildiği sürece, bu kinci zafer duygusu doyum ya da rahatlama olmadan hayatının sonuna kadar sürüp gidecektir. Bahaullah’ta bu durum çok açık bir şekilde müşahede edilmektedir.
Bu zihnî-psikolojik sapmaların yanı sıra, vicdanî-psikolojik bir unsur olarak “suç” konusu vardır. Bilindiği üzere, küçük ya da büyük bir sosyal grubun üyeleri tarafından iyi, yararlı diye kabul edilmiş bulunan gelenek, örf ve adetlere, ayrıca insanların/toplumların hayati müesseseleri olan inanç/din sistemlerine “karşıt” olarak işlenmiş bulunan davranışlar “suç” olarak değerlendirilir. Bir davranış veya eylem, belirli bir ülkenin ve dönemin örf, adet, gelenek ve düşünceleriyle “çelişki” halinde bulunduğunda “suç” niteliği taşıdığı hemen herkesin kabul ettiği bir özelliktir.
Bu açıdan bakıldığında, suçluluk duygusuna kapılan ferdin, kendisinden “öç alınacağı korkusu” ve “narsistik (kendi benliğini seven) bütünlüğüne tehdit” algılaması, yeni yeni suçlar işlemesine sebep olmakta, dolayısı ile bu durum, onun şiddete ve teröre tekrar tekrar bulaşmasında en önemli amillerden birisi haline gelmektedir.
Bu vaziyetteki bireyler, beklenmedik bilinçdışı maddi ya da manevî saldırgan dürtülerle ortaya çıkabilirler. Yine, bu gibi kişilerdeki temel psikolojik özelliklerden birisi de güvenilmez, zoru gördüğünde çark eden, bir dediğini diğer bir dediği tutmayan tipler olmalarıdır. Bahaullah, pek çok yazılarında kendisini Tanrı yerine koyarken, bir başka paragrafta ise rahatlıkla tam tersini söyleyebilmektedir.
İşte Bahaullah, etkisinde kaldığı bu “suçluluk duygusu”nun dümeninde, karanlık, uğursuz ve şeytanî güçler tarafından ömrünün sonuna kadar yönlendirilmiştir denilebilir. Kendisi bu durumunu, şu şekilde ihsas etmektedir:
“…Tanrı’ya yemin olsun ki bitkinlik beni zayıflatsa da açlık beni yok etse de, sert kayalar yatağım olsa da, dostlarım çöl hayvanları olsa da yılmayacağım…”[41]
Bahai Topluluğunun yayınladığı “Bahaullah” adlı kitapta yer alan ve “…çok sayıda cesur hayatın feda edilmesi…” şeklinde ifade edilen, binlerce Bahai bağlısının terör olayları sebebi ile ölmüş olması da Bahaullah’ta önemli bir “suçluluk psikolojisi” oluşturmuştur denilebilir. Yakın arkadaşlarının ölmesi ya da öldürülmesi, Bahaullah’ın bilinçaltında, bu duruma büyük bir oranda kendisinin sebep olduğu fikrini doğurmuş olmalı ki, yansıtma yolu ile kendi hatasını başkalarına yükleyerek rahatlama yolunu seçtiği gözlenmektedir.[42]
Bahaullah’ın, -daha önce kendi kaynaklarından naklettiğimiz- terör olaylarının planlayıcısı olması,[43] arkadaşları ile birlikte ölümlü çatışmalara karışmış ve onların ölümüne dolaylı bir şekilde sebep olmuş bulunması, ileriki yıllarda, hevasını tanrı edinmeye vardıracak kadar dengesizleştirmiştir. Rus ve İngiliz gizli servislerinin, onun bu psikolojisinden istifade edip etmedikleri de diğer bir konudur. Çünkü bu tür kişiler, bu halleri ile her türlü manipülasyona oldukça açık bir durumdadırlar.
Bab ve Bahaullah’ın Gizli Servislerle İlişkisi
Muhsin Abdülhamid’in yazmış olduğu bir kitapta, Bab’ın ve Bahaullah’ın gizli servislerle ilişkili olduğuna dair önemli bir suçlama yer almaktadır. Abdülhamid, söz konusu kitabında, Tahran’da Rus büyükelçiliğinde tercüman olarak görev yapmış ve 1924–1925 yıllarında “Sovyet Şark” mecmuasında hatıratını neşretmiş Kınyaz Dalkorouki’den bahsetmektedir. M. Abdülhamid’in belirttiğine göre bu Dalkorouki, hatıratının bir yerinde şöyle demektedir:
“Tahran Rus Sefaretindeki işçilerden bir kısmı Bab’ın levhlerini hazırlamak ve Babilik işlerini düzenlemekle görevliydiler. Rus devleti onları takviye diyor, elebaşı olarak kullandığımız adamlar, kâtiplerimizin kaleminden çıkan birbirlerine tamamen zıt levhleri yaymaya çalışıyorlardı.[44]
Abdülhamid’in bu görüşünü teyid eden en önemli kaynaklardan birisi, Rus Sefiri Dalgorouki’nin, Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah) ve kardeşi Mirza Yahya’yı, Nasıruddin Şah’a yapılan suikast sonrasında bir müddet evinde sakladığını, Bahaîlerin “Emrin Velisi” dedikleri Şevki Efendi’nin bizzat ifade ediyor olmasıdır. Şevki Efendi, suikast girişimi sonrasında, Rus Sefirinin Bahaullah’ı korumaya çalıştığını, ancak, onu evinde sakladığını haber alan ve buna son derece şaşıran İran Şah’ının, güvendiği memurları Rus Sefaretine göndererek sanığın derhal kendilerine teslim edilmesini istediğini belirtmektedir. Yine bu kaynağa göre, Şah’ın elçilerinin isteğini yerine getirmeyi reddeden Sefir Dalgorouki, Bahaullah’tan Başvezir (Başbakan)’ın evine gitmesini rica etmiş ve Başvezir’den de Rus Hükümetinin kendisine emanet ettiği şahsın güvenliğinin sağlanmasını resmî bir şekilde talep etmiştir.[45]
Ancak, Bahaullah’ın, Rus Sefiri Dalgorouki ile irtibatı bununla da sınırlı değildir. Bahaullah’ın Siyah Çal Zindanı’ndaki dört aylık tutukluluğu ve Rus Hükümetinin baskıları ile serbestiyetinin ardından kısa bir müddet sonra, Nasıruddin Şah, Bahaullah’ın bir ay içerisinde İran topraklarını terk etmesini istemişti.
Şevki Efendi’nin ifadesine göre, bu Rus Sefiri Dalgorouki, Şah’ın fermanından haberdar olunca, hemen Bahaullah’a, onu Rusya’nın himayesine almak ve her türlü kolaylığı sağlamak teklifinde bulunmuştur. Bahaullah, daha sonraları Rusya’nın ve Sefir Dalgorouki’nin bu yardımlarını, Çar II. Alexander’a yazdığı şu mektupla övmekte ve şöyle demektedir:
“Hapishanede iken senin Sefirlerinden biri bana yardımda bulundu…”
Şevki Efendi, Bahaullah’ın, bir başka mektubunda ise Rusya’nın yardımı konusunu şu şekilde ifade ettiğini yazmaktadır:
“Bu mazlum hapiste iken, itibarlı bir devletin (Rusya’nın) Sefiri beni kurtarmak için elinden gelen her gayreti gösterdi… Sonunda, Sefir hazretlerinin (Dalgorouki) rica ve gayretleri ile özgürlüğe kavuştum. Zat-ı Şahaneleri (Çar II. Alexander), En Büyük İmparator Hazretleri Tanrı aşkına beni himaye etti, bu himaye, dünyadaki akılsızların haset ve düşmanlığını çekti.”[46]
Şimdi de Bahaullah’ın itikadî açıdan ortaya attığı iddialara kısaca değineceğiz.
Bahaullah’ın İtikadî Açıdan Ortaya Attığı İddialar:
1. Bahaullah, kendisine kutsal görevin emanet edildiğini iddia etmektedir.[47] Onun bu iddiasını biz daha önce, terör ve şiddete bulaşma psikolojisi ile ilişkilendirmiş, birtakım zorluklar yaşayan Bahaullah; yalnızlık, korku, güvensizlik ve suçluluk duygularını bastırmaya yönelik olarak “kinci bir zafer” duygusunun mağlubu olduğunu belirtmiştik.
2. Bahaullah, peygamberlerin (aleyhimüsselam ecmain) Halik ile mahluku birbirine doğrudan bağlayamadığını, bu sebeple Tanrı’nın her çağ ve devirde mülk ve melekut âlemlerinde Tanrı Mazharı olarak ortaya çıktıklarını iddia etmektedir.[48] Bahaullah’ın burada ‘Tanrı Mazharı’ demekle kast ettiği (hâşâ) tanrılaşmış insandır. Ona göre, bu Tanrı Mazharlarından başka her şey bu mazharların iradesi ile yaşar, onların bağışlarıyla hareket eder ve mevcut olur.[49] Böylece kendisini (hâşâ) Tanrı ile özdeşleştirmiş,[50] Tanrı makamına oturtmuş[51] ve daha da ilerisini[52] iddia etmiş, Allâh’a ait sıfatları kendisi için kullanmaktan çekinmemiş,[53] kendi bilgisini Tanrı’nın bilgisi ile eş tutmak istemiştir.[54] Ayrıca tam bir şizofreni örneği sergileyerek, kendisini Tanrı’nın mükemmel sıfatlarının kaynağı saymıştır.[55] Ancak bu iddiaları öne süren Bahaullah, peygamberlerle ilgili görüşleri ile de yeniden çelişki içerisine düşmektedir.[56]
3. Tüm İslamî bağları bir kenara atan ve bunun tabi bir sonucu olarak, herhangi bir şekilde İslam’la ilişkisi kalmayan Bahaullah, İslam’ın devrinin artık sona erdiğini zannetmekte, Bab’ı da (hâşâ) Kur’ân devrini kapatma hakkının tek sahibi olarak görmektedir.[57]
Bahaullah’ın Amelî Açıdan Ortaya Attığı İddialar:
1. Bahaullah, renkleri, dinleri ve cinsiyetleri ayrı da olsa kadın-erkek eşitliğini,[58] insan kardeşliğini ve birliğini Bahaî öğretisinin temel ilkesi haline getirmiştir.[59] Bu eşitlik ve birlik[60] iddiası, onun tüm propagandasının ekseni durumunda idi. Ancak oğlu Abdülbaha galiba bu tam eşitlik anlayışını yanlış görmüş olacak ki: “…Fakat tam eşitlik de mümkün değildir.” demekte,[61] daha da ileri giderek, Adalet Evi’ni kadınlara yasaklamaktadır.[62]
2. Bahaullah, aile düzenine de kendince yeni bir biçim vermeye çalışmıştır. Aile düzeni konusundaki İslamî nasslara karşı çıkan Bahaullah, boşanan kadının, ancak belli bir süre bekledikten sonra evlenebileceği hükmüne karşı çıkarak, kadına bu süreyi doldurmadan evlenme izni vermiştir.
3. Bahaîler, abdesti sadece el ve yüzü yıkamadan ibaret görmüşlerdir.[63]
4. Bahaullah’ın, taraftarları için uygun gördüğü kıble “Kâbe” değil, kendisinin ikamet ettiği yer olan Akka şehridir. Çünkü mademki ilah kendisine hulul etmektedir. O halde ilahın hulul ettiği yer, aynı zamanda “kıble” olmalıydı.[64]
5. Namaz, Bahaî dininde sadece 15–70 yaş arası kişiler için geçerlidir. Tek başına, kimseye uyulmadan ve ezana gerek kalmadan, sadece bir cümlenin okunması ile de kılınır. Bahaullah, cenaze namazı dışında tüm cemaat namazlarını da mutlak olarak kaldırmıştır. Ona göre namaz, ancak ferdi olarak kılınmalıdır.[65]
Bahaîlerde; büyük, orta ve küçük olmak üzere üç namaz şekli vardır. Büyük namaz için belirli bir zaman olmayıp, günde sadece bir defa kılınmaktadır. Bu namaz şu şekildedir: Kunutlu kıyam+secde+kunutlu kıyam+rükû+kunutlu kıyam+secde+kade+kunutlu kıyam+rükû+kunutlu kıyam+secde ve kade. Orta namaz ise, sabah, öğle ve akşam olmak üzere günde üç defadır ve kıyam+rükû+kıyam ve kade şeklindedir. Küçük namaz, bir defadır ve sadece bir cümle okunur.[66]
6. Oruç, 15 ile 70 yaş arasındakileri kapsamaktadır. Bahaî senesinin son ayında (Ala ayı) on dokuz gün olarak tutulmaktadır. Orucun mahiyeti ise, yeme-içme ve her türlü fena hareketlerden sakınmadan ibarettir. Oruç anında ailevi ilişki orucu bozmaz. 19 günlük Bahaî orucunun (2 Mart–20 Mart) bitiş tarihi aynı zamanda Bahaî Bayramı ve yılbaşıdır.[67]
7. Bahaîlerde Hac ise, yalnız erkeklerin iki evden birisinin, yani Bahaullah’ın sürgün esnasında Bağdat’ta ikamet ettiği ev veya Şiraz’daki evini ziyaretle gerçekleşmiş sayılmaktadır.[68]
8. Zekât ise, Akdes kitabı ve Bahaullah’ın levhinde belirtildiği üzere Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiş olan miktarın esas alınması ile verilmektedir.[69] Zekât miktarları için Kur’ân-ı Kerîm’deki ölçülerin korunmuş olması ilginçtir. Ancak, zekât için böyle söylenmekle birlikte, kitabın ilerleyen kısımlarında Tanrı hukukunun, her 19 miskal altın servetten %19’u, yani kazancın takriben 5’te birisinin bu defa da “Tanrı Hakkı” şeklinde Adalet Evi’ne zorunlu bir şekilde verilmesi gerektiğinin ifade edildiği görülmektedir.[70] Bu durumda Bahaîlikteki zekât, İslam’daki zekât ölçülerinin oldukça dışında kalmış olmaktadır.
9. Bahaîlikte, İslam’da yer alan “alışveriş”, “yeme-içme” ve benzeri konulardaki tüm “helal ve haram” hükümleri hiçe sayılmış, kendi heva ve heveslerine göre helal ve haramlar belirlenmeye çalışılmıştır. Mesela, yılda 9 gün çalışılması haram günler olarak ilan edilmiştir. Çalışılması haram kabul edilen bu günler; 21 Mart (Bahaî yılbaşı), 21 Nisan (Bahaullah’ın emrini açıklaması), 29 Nisan, 2 Mayıs, 23 Mayıs (Bab’ın peygamberlik günü), 29 Mayıs (Bahaullah’ın ölümü), 9 Temmuz (Bab’ın ölümü), 20 Ekim (Bab’ın doğum günü), 12 Kasım (Bahaullah’ın doğum günü) günleridir.[71]
10. Bahaullah’ın ve daha önce de hocası Mirza Ali’nin insanlar arasında mutlak eşitlik anlayışını ilan etmiş olmalarına rağmen, daha sonraları Bahaullah demokrasiyi kabul etmemiş ve kralların düşürülmesine izin vermemiştir. Belki de demokrasiye sıcak bakmaması, kendi doktriniyle uyuşmamasından kaynaklanıyordu. Çünkü Bahailik, ilahın bireylere hulul ettiği (girdiği) fikrine dayanmaktadır. Bu nedenle, Bahaîliğin -kaçınılmaz olarak (toplumun değil de) kendilerine ilah hulul etmemiş de olsa- “bireylerin” kutsal otoriteye sahip olduğunu savunması gerekiyordu.
Bu düşünce, Bahaullah’ı kendi mantığına göre, kralların kutsal veya kutsala yakın dokunulmaz bir otoriteye sahip oldukları anlayışına sürüklemiş olsa gerek. Bahaullah, krallara bu “kutsala yakın otoriteyi” tanıdığı halde, din adamlarının kişiler üzerinde herhangi bir otoritesi bulunduğunu kabul etmemiştir. Hocası Mirza Ali, sadece kendisine karşı çıkan ve görüşlerini çürüten İslam âlimlerine karşı savaş açmışken, kendisi, İslam farkı gözetmeden tüm din adamlarına karşı savaş açmıştır. Din adamları ya da diğer bir deyimle ulemaya karşı bu şiddetli düşmanlığın temel referansları sadece Mirza Ali’nin görüşleri değil, ama aynı zamanda Biharu’l-Envar vb. gibi müfrit Şii kaynaklardır.[72]
Bahaullah ve İkan Kitabı
Bu kitabın ortaya çıkış şekli Türkiye Bahaîleri Milli Ruhani Mahfili’ne göre şu şekildedir: Bahaullah’ın dayısı Hacı Seyyid Muhammed, yeğeni Seyyid Ali Muhammed’in (Bab) Vaad Edilen Kimse (!) olduğuna inanmamaktadır. Hacı Seyyid Muhammed, daha sonraları (1862) yılında Bahaullah’ı ziyaret ettiğinde ‘Vaad Edilen Kaim’ konusunda Şia kaynaklı bazı hadislerde haber verilen hususların henüz gerçekleşmemiş olduğunu söyleyerek, Bahaullah’ın Bab’ın mesajlarına açıklık getirmesini ister. Hacı Seyyid Muhammed’den kafasına takılan bütün soruları yazıp getirmesi istenir. Bu sorulara Bahaullah tarafından verilmiş cevaplardan oluşan İkan Kitabı, daha önceleri “Dayı’ya Risale” adıyla bilinmekteydi.[73]
Bahaullah, bu kitabında kendi ideolojisi yönünde tevil yaparak, hem Kurân-ı Kerîm ayetlerinden hem de İncil’den istifade etmek istemiştir. Mesela “Birlik Sultanı” adını verdiği kişiyi, hemen herkesin “kutsal şahıslarda görme istekleri”ne rağmen, bu kutsal şahıs göründüğünde (Bab’ı ve kendisini kastediyor) inkâr ettiklerini belirtiyor. Onların bu inkârlarını da Kur’ân-ı Kerîm’den Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Musa, İsa (aleyhimüsselam ecmain) peygamberlerin kıssaları ve peygamberlere yapılan itirazlar ile ilgili ayet-i kerimeleri (Bakara/87; Ali İmran/70, 71; Yasin/30; Mü’min/5, 28; Hud/38, 61, 62) kullanmaya çalışarak, adeta Bab ve daha sonra görünecek “Tanrı Zuhuru” adını verdiği kişilerin inkâr edilmek isteneceği, bu insanların peygamberliğinin görülmek istenmediğini ima ve işaret etmeye çalışmaktadır.[74]
“…Ezelî Güvercinlerin ağzından çıkan sözlerin gerçek manası ancak Ezelî zatın zuhuruna mazhar olanlara malum ve açıktır…”[75] ve “…Birlik mazharlarına Tanrı gözüyle bakacak olursanız, bunun böyle olduğuna sağlam inanç hasıl edersiniz…”[76] diyerek, İsa (as)’ı (hâşâ) Tanrı kabul etmekte de bir beis görmemekte, bir açıdan Bab’ın ve kendisinin de (hâşâ) Tanrı şeklinde algılanması gereğini ifade etmek istemektedir.
Bağlılarında da bu öğretinin tezahürlerini görmek mümkündür. Marufi, bütün peygamberleri geceyi aydınlatan ay ve yıldızlara benzetirken, “…Bahaullah gündüzü yaratan güneştir…”[77] ya da “…Rabbın tecellisidir…”[78] demektedir. Peygamberlerin birbirlerinin müjdecisi olmaları, ilk anlarda bulundukları toplumlardan tepki almaları, peygamberliklerinin irhasat vb. alametlerle önceden teyid edilmesi gerçeklerinden hareketle, Bab’ın da peygamberliğini[79], onun peygamberliğinin alametlerinin hakiki ve değişmeceli manada göklerde belirdiğini iddia etmektedir.[80]
Ancak, Bahaullah’ın daha önce de ifade etmeye çalıştığımız çelişkili ruh hali, bu kitabında da kendisini belli ediyor. Şöyle ki:
Bir yerde kendisinden, “…ben Tanrı kulu…”[81] diye bahsederken, bir başka yerde ise “…Ezelî Cemalin yeme-içme, fakirlik-zenginlik, izzet-zillet, uyuma-uyanma gibi beşerî tahdidler ile sınırlı olarak, fani bir insan şeklinde zuhur eylemesi de bir buluttur…”[82] diyerek, biraz kapalı da olsa hem Bab’a hem de kendisine bir pay çıkarmak istiyor gibidir. “Bulut” ile kastettiği şey “Tanrı” olmalıdır. Çünkü kendisi: “…keyfiyet Kur’an’da nazil olmuştur…”[83] diyerek Bakara Suresindeki ayet-i kerîmeyi (Bakara, 2/210), manasını tamamen değiştirecek bir tarzda şöyle veriyor:
“Tanrı’nın bulut gölgesinde, kendilerine gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?”
Halbuki, bu ayet-i kerimenin Arapçası ve meâl-i münîfi şu şekildedir:
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا اَنْ يَاْتِيَهُمُ اللّٰهُ فٖى ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَامِ وَالْمَلٰئِكَةُ وَقُضِىَ الْاَمْرُ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ
“Onlar (iman etmek için), bulut gölgeleri içinde Allah’ın (kendilerine, azabını veya cezasını getirmesini), meleklerin kendilerine gelmesini ve işin bitirilmesini (helâk edilip, taş üstünde taş bırakmayacak şekilde mahvedilmelerini) mi bekliyorlar? Hâlbuki bütün işler Allah’a döndürülür.” (Bakara, 2/210)
Bilindiği üzere bulut, rahmet geleceğine ilişkin zannı besler. Dolayısıyla, rahmet yerine azap gelirse, durum daha korkunç bir hâle gelmiş olur. Zira, şer ummadık yerden gelince, daha bir kaygı verici olacaktır. Tıpkı hayrın ummadık yerden gelmesi durumunda, daha çok sevinç ve neşe kaynağı olması gibi. Şu hâlde iyilik ve hayır beklenen yerden, kötülük ve şer gelirse, durumu kıyas edebilirsiniz.
Bahaullah kendisini, Şiilere göre ahir zamanda ortaya çıkacak Mehdi şeklinde de telakki etmekte,[84] Cenab-ı Hakk’ın babasız bir çocuğu ve (bilmeyerek, hataen) adam öldürmüş bir insanı peygamber yapmasını örnek göstererek, günümüzde masum da olsa Bab gibi zuhur mazharlarının itiraza maruz kalacağını öne sürmektedir.[85]
Matta İncil’i XXIV/29–31. cümlelerini iktibas ederek Farsça’ya çevirmiş, bu cümlelerin Bab’ın gelişini bildiren cümleler olduğunu öne sürmüştür. Ayrıca, “…ben bu sözlerde saklı mana ummanından birkaç damlasını ortaya serpeceğim…”[86] diyerek bu cümleleri tefsir etmek de istemiştir. Bu yorumlarında, kendi sıkıntılarını peygamberlerin çekmiş oldukları sıkıntılar ile özdeşleştirmiştir.[87]
Ancak, işin daha ilginci, İncil mesnetli bu iddialarını Kur’ân-ı Kerîm ayetleri ile ispatlamak istemesi ve âyet-i kerîmeleri de tamamen kendi hevasına göre yorumlama hezeyanıdır.[88]
Bahaullah’ın, bilgi ve ulemaya karşı da şiddetli bir düşmanlık duyduğu görülmektedir. Kendisini üstün ve ulaşılmaz gösterebilmek ve iddialarının doğruluğunu kabul ettirebilmek için, bilgiyi ve âlimi adeta yerin dibine geçirmeye çalışmakta, hatta hakaret etmektedir.[89]
Tahrif olgusunu kabul etmediği gibi, esas tahrifin günümüz Müslüman toplumunca yapıldığını öne sürecek kadar cüretkâr davranmaktadır.[90] Bab’ın peygamberliğinin ispatı saydığı ve yukarıda işaret ettiğimiz İncil cümlesi karşısında, muharreflik itirazını baştan kesmek için tahrif olgusunu kabul edemeyeceğini belirtmektedir.[91]
Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ölüm, haşir, hesap, cennet, cehennem ve kıyamet ile ilgili âyet-i kerîmeleri, hakiki anlamlarından alarak tamamen mecazî manaya hamletmek istemiş, bu kavramların sembolik ve zuhur zamanına ait olduklarını öne sürmüştür.[92]
Efendimiz (sas)’in Hatemu’l-Enbiya olmadığını iddia etmiş,[93] kendi batıl inanışına dâhil olmayanlara ve Bab’ın (hâşâ) Tanrılığını,[94] peygamberliğini kabul etmeyenlere en ağır hakaretleri yapmaktan çekinmemiştir.[95]
Beyan kitabını (hâşâ) Kur’ân-ı Kerîm’e denk tutmuş, İslam’ın artık neshedildiğini,[96] yeni bir şeriat geldiğini[97] iddia edecek kadar cesaret bulmuştur. Bir Bahai olan Marufi, Bab’ın (hâşâ) ayetler indirdiğini de ifade etmektedir.[98] Şevki Efendi de Ali Bestami adlı bir şahsın, Bahaullah’a atfen “iki gün içinde, yirmi üç yılda indirilmiş Kur’ân ayetlerinin sayısı kadar ayet indiğini” çekinmeden söylediğinden dolayı tutuklandığını yazar.[99]
Bahaullah’ın Sesi Kitabı
Bahaullah, bu kitabının bir yerinde, insanlara tamamen koyun sürüsü nazarı ile bakmak gerektiğini söyleyecek kadar kendisini kaybetmiştir.[100] Bahaullah da tıpkı Gulam Ahmet gibi Yahudilere karşı: “Benim şahsımda İsa size tekrar gönderilmiştir.”; Hıristiyanlara karşı: “Ben Muhammed’im.”; Müslümanlara karşı da: “Celal bulutlarının gölgesinde geldim.”[101] diyerek (hâşâ) Tanrılığını iddia etmektedir.[102]
Hürriyet konusunda “sınırsız hürriyet taraftarı” hissini elinden geldiğince vermeye çalışan Bahailerin bu sözlerinin ütopyadan ileri gidemeyeceğini sezmiş olmalı ki Bahaullah; “Biz bazı hallerde hürriyetin lüzumunu kabul ve diğer bazı hallerde reddediyoruz. Biz, her şeyi biliciyiz.” diyerek “sınırsız hürriyet” fikrinden vazgeçmiş görünmektedir.[103]
Bahaullah’ın Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfleri Kendi Sözüymüş Gibi Sunması
Bahaullah’ın, Kitab-ı Akdes adı verilen yazılarının ve gerekse de Levihler adını verdiği ve Tanrı Katından bir kitap olarak iddia ettiği sözlerinin büyük kısmının ya Kurân-ı Kerîm’den ya da Hadîs-i Şerîflerden iktibas edildiği rahatlıkla anlaşılmaktadır.[104]
Bu durum, Bahai bağlılarının da dikkatini çekmiş olmalıdır ki Bahai International Community tarafından hazırlanan bir kitapçıkta, Bahaullah’ın İkan kitabındaki pasajların, sadece Kur’ân-ı Kerîm’e değil, ama aynı zamanda Tevrat ve İncil’e de yaklaştığı, benzediği kabul edilmektedir.[105]
Bahaullah, iddialarının temelini İsnaaşeriyye kaynaklı, özellikle de kendi ifadesi ile Avalim, Erbain, Biharu’l-Envar, Yenbu, Kâfi gibi kitaplardan aldığı[106] tamamen uydurma hadislere dayandırmıştır.
Bahaullah’ın dönemi, 29 Mayıs l882’de ölmesiyle birlikte sona ermiştir. Ondan sonra bu sahte dini devam ettirmek için, yerine Abdülbaha (Baha’ın kulu) veya Ğusn-ı A’zam (Büyük dal) olarak da isimlendirilen oğlu Ahmed Abbas Efendi geçti.
Bahaîlerin Öne Sürdükleri İddialar
Koyduğu kanun, yerde ve (hâşâ) gökte bulunanları dehşete düşürecek mahiyette de olsa, adaletin özü ve kaynağını Tanrı Nefsinin Mazharı Bab’da gören[107] Bahaîlerin, bu sahte organizasyonun yayılabilmesi için diğer bazı hususlarda olduğu gibi bu noktada da Hıristiyanlığa özendiği görülmektedir. Bahaîliğin yaygınlaştırılmasının uzun bir proje telakki edildiği ve en az Hıristiyanlığın yayılma tarihçesi kadar (300 yıl) bekleyebileceği ima edilmektedir.[108]
Şimdi bu iddialara maddeler halinde kısaca bakmaya çalışacağız:
1. Hakikati serbestçe araştırmadan dem vuran Bahaîler, Müslüman topluma bakışlarında ise oldukça düşmancadırlar. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ve inançsız insanların dünyalarını resmeden âyet-i kerîme’yi, (Kur’ân-ı Kerîm, 7/A’râf, 179) hiç sıkılmadan “…bugünkü İslam ümmeti için de geçerlidir!”[109] diyecek kadar ileri gitmişlerdir.
2. Bahaîliği kabul etmeyenlerin bütün peygamberleri (hâşâ) reddetmiş olduklarına inanmaktadırlar.
3. “İnsanlık âleminin birliği”[110] gibi yaldızlı sözlerle taraftar bulmaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. İnsanlık âleminin birliği boş bir ütopyadır. Kur’ân-ı Kerîm bunu 14 asır önce haber vermiş (5/Maide, 48; 11/Hud, 118; 16/Nahl, 93; 42/Şura, 8), ancak insanlar arasındaki ihtilaf realitesini hayra kanalize etmek için de “hayırda yarışma”yı emretmiştir.
4. İnsanlar arasındaki düşmanlığın tek sebebi Bahaîlere göre dinlerdir.[111] Bu çok büyük bir aldanma ve aldatmacadır. Tam aksine, zulüm ve düşmanlıkların tek sebebi, iyilik yanında yer alanlara karşı, kötülüğü gaye edinenlerdir.
5. Dini konulardan biri bilime ya da akla uymuyorsa, Bahaîlere göre böyle bir dini kabul ve inanış kuruntudan öteye gitmemektedir.[112] Hâlbuki din tabi değil metbudur. Şayet, Bahaullah’ın bu mantığı yürürlükte olsaydı, renkten renge bürünen bilim karşısında, dinin de aynı şekilde (hâşâ) bir yaz-boz tahtası hükmüne gelmesi kaçınılmaz olacaktı. Bahullah’ın bu iddiasını Abdülbaha da yersiz bulmuş olacak ki, dokuz asırlık Batlamyus nazariyesine rağmen, daha sonraları astronomi ilminin ilerlemesi ile Kur’ân-ı Kerîm’in güneş ile ilgili âyet-i kerîmesinin doğru olduğunun anlaşıldığını belirterek, din-bilim arasındaki farka işaret etmekten kendisini alıkoyamamıştır.[113]
6. Bahaîler, “evrensel dil” şeklinde akla ve realiteye bütünüyle ters, gerekçesi boş bir iddiayı seslendirmektedirler. Bu iddialarını temellendirmeye çalışırken, insanlar arasındaki anlaşmazlıkların yok olacağı gerekçesini kullanmak istemektedirler.[114] Peki, ama bugün de aynı dili konuştukları, aynı coğrafyada bulundukları halde insanlar yine de birbirleri ile mücadele hatta savaş içerisinde değiller midir? Sovyetlerin hâkim olduğu bütün coğrafyada Rusça resmi dildi. Fakat bu dil birliği ne Perestroika’yı ne de Glastnost’u önlemiştir.
7. Bahaîlere göre kadın-erkek eşitliği, Bahaullah’ın getirdiği önemli prensiplerden birisidir. Bu eşitliğin delilini de hayvanlar âleminden getirmeye çalışmaktadırlar.[115]
Ancak, yanılmakta olduklarını günümüz belgesellerini kısaca da olsa tetkik ettiklerinde anlayacaklardır. Hayvanlar âleminde dişi-erkek arasındaki muazzam iş bölümü ve görev farklılıkları, “hayvanlar âleminde dişi-erkek arasında fark yok!” diyen Bahaîlere yeterince cevap olsa gerektir. Mesela, dişi hayvan yavrularını her türlü tehlikeden koruma, onları temizleme vb. görevleri yaparken, erkek daha farklı görevler için yuvasından ayrılmaktadır.
Bazen de bu iş bölümü tam aksine cereyan eder. Yani erkek, yavruların bakımını üstlenir, dişi daha farklı alanlarda faaliyet yapar. Nerede kaldı, insan gibi yüksek donanımlı bir varlık türünde, vazife ve ödevler farklılaşmasın! Kadın-erkek eşittir demek, en hafif tabiri ile elma ile portakal eşittir demeye benzemektedir. Ancak bu eşitlik hikâyesine Bahaîler de fazlaca inanmamış olacaklar ki, ilerleyen paragraflarda, “…ailenin en önemli etkeni, özellikle de toplumun temeli annedir.”[116] diyerek bu iddialarını kendileri çürütmektedirler.
8. Ekonomik problemlerin çözümü adına öne sürülen fikirler, XIX. asır Marksist ekonomi anlayışı ile oldukça benzeşmektedir.[117]
9. Bahaîlerdeki “büyük barış” düşüncesini İncil cümleleri ile temellendirmeye çalıştıkları görülmektedir.[118]
10. Dinin siyasetten ayrı olmasını isteyen Bahaîler,[119] çok rahat bir şekilde siyasi konulara dalabilmektedirler. Devlet Başkanlarının statülerinin ne olması gerektiği ve dünya barışının temini için atılması gereken adımlar gibi siyasi konularda fikir yürütmüşlerdir.
Silahlı kuvvetlerin hazır tutulmasının gerekçeleri, genel asayiş ve huzurun temini için polis ve emniyet güçleri, silahsızlanmanın lüzumu, evrensel asker-polis bulundurulması ile ilgili askerî konularda kendilerince öneriler getirmişlerdir.
Üst seviyede milletler mahkemesinin kurulması için faaliyette bulunmayı önemli bir adlî görev olarak görmektedirler. Uluslararası ticaret, vb. konulara girmekte ve bunları uzun uzadıya anlatmakta bir beis görmemektedirler.[120]
Bu durumda hem askerî, siyasî, adlî ve ticarî konularda ahkâm kesmek hem de “dinin siyasetten ayrı olması gerekir” şeklinde yaldızlı iddialarla ortaya çıkmanın arkasında daha başka sebepler ve amaçların bulunmuş olabileceği düşünülmelidir.
11. Bahaîlerde özel bir ruhani sınıf olmadığı dillendirilirken,[121] çok değil bir sayfa sonra “mahalli ya da merkezi ruhani mahfillerin görevleri”nden bahsedilmektedir.[122]
Dolayısıyla bu iddianın da boş olduğu görülmektedir.
12. Bahaîler çok büyük yalan ve yanlış tevillerle, Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini asıl anlamlarından çıkarmaya çalışarak, Bab’ın ve Bahaullah’ın peygamberliklerine delil getirmeye çalışmışlardır.[123]
13. Bahaîlerin en önemli uğraşlarından birisi de “din adamlarını” küçük düşürme, aşağılamaya çalışma ve hatta zaman zaman hakaret etme gayretleridir.[124]
Din adamlarının tamamını cahil gösterme çabalarının arkasındaki saik, bilgisiz ve koyun sürüsü olarak gördükleri halkı,[125] Bahaîliğin tehlikelerine karşı uyaracak bu hayatî kitleden kurtulma hedefi olduğu açıktır. Din adamlarını halkın nazarında yok edebilirlerse, Bahaîliğin daha kolay yayılacağını düşünmektedirler.
14. Bahaîler, bütün dinlerde yer alan helal-haram hükümlerini değiştirebileceklerini, bu değişimden de kimsenin hesap soramayacağını öne sürmektedirler.[126]
15. Bahaîler, gerçeği arayan kimselerin herhangi bir önyargı ile işe başlamamalarını, kişilerin Bahaullah’ın yazılarını tamamen tarafsız bir şekilde okumalarını, kendi inançları ile çelişki gördüklerinde hemen reddetmemelerini öğütlerken, Bahaullah’ın ya da Abdulbaha’nın talimatlarının tartışılmasını dahi yasaklamışlardır.[127]
16. Bab’ın zuhuruna delil getirmek için Kur’ân-ı Kerîm surelerinin başında bulunan mukattaat harflerini işlerine geldiği gibi kullanmaya kalkışmışlardır.[128]
Hâlbuki “Elif Lam Mim” mukattaat harfleri Bahaîlerin kullanmaya çalıştıkları gibi sadece iki yerde değil, tam altı surenin başında yer almaktadır. “Elif Lam Ra” ise üç surede değil tam beş surenin başında yer alır. Diğer harfler itibarıyla da çarpıtma gayretleri aynı şekildedir. Bu harflerden istedikleri kadarını alıp, rakam değerlerini de toplayıp Bab’ın geliş tarihini çıkarmaya çalışmışlardır. Niçin bir kısmını alıp, diğer kısmını bıraktıklarını sormaya bile gerek yoktur.
17. Bahaîlere göre, Cennet, Cehennem, haşir, sırat, sorgu-sual, vb. bütün ahiret ve kıyamete ait uyarılar semboliktirler.[129] Bu dünya için bir anlam taşımamaktadırlar.
Bu durumda, Bahaîlikte ahiret inancı yoktur denilebilir.
18. Bahaullah’a bazı eserlerin nazil olduğunu iddia ederler.[130]
19. Bahaîler, “l9” sayısının büyük etkisi olduğuna inanmaktadırlar. Bu sebeple, “Batı Yıldızı” adında, l9l0 yılında yayına başlayan ve senede l9 sayı çıkaran bir de dergileri vardır.
20. Bahaîler, Türkiye’deki Sünni hiyerarşiyi “karanlık güçler” olarak nitelemektedirler.[131]
Hulul ve Yeni Din İddialarının Kısa Bir Kritiği
Tarihte, Tanrı’nın (hâşâ) kendisinde zahir olduğunu, yeni bir din(!) getirdiğini söyleyen sadece Bahaullah değildir. Bir zamanlar Gulam Ahmed de benzer iddiaları tekrarlamıştı. Gulam Ahmet’in iddiaları da özetle şu şekildedir:
Hz. İsa çarmıhta ölmemiştir. Keşmir’de 120 yaşlarında ölmüş, Srinagar’da gömülmüştür. Bu bakımdan, ahir zamanda, Kıyamet’ten evvel gelmesi beklenen Mesih, İsa b. Meryem değil, Ahmet Kadiyanî’dir. Gulam Ahmet, bu iddialarla da yetinmedi, 11 Nisan 1900 yılında, güya vahiy olduğunu iddia ettiği bir hutbe okudu. Bir yıl sonra da taraftarlarından birisi, onun için Nebi sıfatını kullanmaya başladı. Gulam da 1902 yılında Tuhfetu’n-Nedve tebliğinde kendisinin Gölge Bir Nebi olduğunu iddia etti. 1904 yılında da Müslümanlar için Mehdi, Hıristiyanlar için İsa, Hindular için de Krişna olduğunu hayal etti. Genel olarak İslam dünyası bilim adamları, Kadiyaniliğin İngilizler tarafından ortaya çıkarılmış bir hareket olduğu konusunda hemfikirdirler denilebilir.[132]
Gulam Ahmed, önceleri kendisinin müceddid olduğunu söylemekteydi. Zira habis ruhlar ona bu telkinde bulunmaktaydı. Sonra meseleyi biraz daha ileri götürerek, bu işin sadece bir tecdid işi olmadığını kendisine telkin ettiler. Böyle ağır bir mükellefiyeti ancak “Mesih” yüklenebilirdi. O da açıkça mesihiyetini ilan etti. Eserlerinin birçok yerinde, “Gökten inmesi beklenen mesih” benim dedi. Ancak meseleyi bu kadarla atlatması da mümkün olmadı. Daha sonraları (hâşâ) Cenab-ı Hakk’ın kendisine hulul ettiğini iddia etti. Ve “Allah bende zuhur etti.” demeye başladı. Bazı insanların “Mehdilik”, “Mesihlik” iddialarının altında hep aynı habis ruhların telkini bulunmaktadır. Gulam Ahmet de habis ruhların elinde oyuncak haline geldi ve gidip “hulul” inancına saplandı.
Hulûl ve ittihad, ancak mevcut iki şey arasında cereyan edebilir. Hak karşısında insan müstakil bir mevcut olmadığı için, hulûl ve ittihad da söz konusu değildir. Zât-ı Hakk, bi’l-asâle bir Vâcibu’l Vücud, insan ise, O’nun ziyâ-yı vücûduyla kâim bir varlıktır. Dolayısı ile vücudu mümkün ve yaratılmış olan muhtaç birini büyütme adına böyle bir tasavvur, dalâletten başka bir şey değildir.]
Abdülbaha (Bahaullah’ın Oğlu Abbas Efendi) (1844–1921)

Bahaîliğin ilk öğretmeni Mirza Ali, “İslam’da reform” adı altında, İslamî itikadı yıkma yolunda teşebbüste bulunmuştu. Ondan sonra gelen Bahaullah da onun başladığını devam ettirmiş ve kendince İslam’ın genel-geçer akidelerini bütünüyle inkâr etmişti. Daha sonra gelen Abbas Efendi ise, üçüncü bir adım daha attı ve İslam’ı inkârla yetinmeyerek, Yahudi ve Hıristiyan kitaplarına yöneldi. Bahailik artık, Tevrat ve İncillerden görüş almaya başlamıştı.[135]
Abdülbaha, 1908’de Meşrutiyet’in ilanı üzerine serbest kalan Bahaîliğin Mısır, Avrupa ve Amerika’ya nüfuz etmesine çalışmış ve bu amaçla seyahatler yaptı. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Bahaîliğin ana merkezi olarak seçilen İsrail’in Hayfa kentinde, İngilizler lehine gösterdiği gayret ve faaliyetlerinden dolayı 27 Nisan 1920’de İngiliz hükümeti tarafından “Şövalye” rütbesiyle mükâfatlandırıldı.[136]
Abdülbaha, artık böylece Avrupa medeniyeti ve batı kültürüne de aşinalık kazanmıştı. Bu sebeple, babasının öğretisini, batı düşüncesiyle bağdaşır biçimde değiştirdi. Babasının yaptığı gibi, kendisinde olağanüstü güçler olduğu iddiasında bulunmadı. Batı kültürüne olan büyük eğilimi yüzünden, Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarını incelemeye başladı.
Bu itibarla, Bahailik Hıristiyan, Yahudi ve Mecusilerin arasında daha fazla yayılma göstermiş, bu dinlere mensup insanlar arasından Bahaî taraftarları çıkabilmiştir. Belki Abbas Efendi ve babası Bahaullah’ın, Müslümanlar arasından taraftar toplamaktan ümit kesmeleri de, onları diğer din mensuplarına yönelten başka bir etkendir. Bu sahte din taraftarlarının Hıristiyan, Yahudi ve Mecusiler arasında taraftar bulmasının bir sebebi belki de budur.
Bu taraftarlar, daha çok İran dolaylarında ve İran’a komşu ülkelerde yer edinmişlerdir. Hatta bir kısım Bahaîler, Rusya’nın kendilerine maddi finansman sağlaması ile özel bir şekilde Türkistan’da kendileri için merkez inşa etmişlerdir. Burada halen birtakım toplantılar yapmaktadırlar. Ayrıca, bu sahte dinin, Avrupa ve Amerika’da az da olsa taraftarları bulunmaktadır. Bu memleketlerde Bahailer’e tanınan kültürel faaliyet hakkı, Bahaîliğin yayılmasına yardımcı olmuştur.
Burada, Abdülbaha ile birkaç görüşme yapan ve Bahaî olduğu düşünülen Şair Süleyman Nazif ve onun kitabı “Nasıruddin Şah ve Babiler”den de kısaca bahsetmekte fayda olduğunu düşünüyoruz. Süleyman Nazif’in Babi’lerle alakalı ilk intibaları, Osmanlı dönemindeki aydınların Babiliği/Bahaîliği nasıl gördükleri hakkında az da olsa bir kanaat verebilir. Nazif şöyle diyor:
“Fransız şair-yazar Catulle Mendes, bana Babiler hakkındaki kanaatimi sordu. Benim bu tarikat salikleri (takipçiler) hakkında hayırhâhâne (iyimser) bir kanaatım yokdu. Babi denince gözümün önüne kana susamış bir çift siyah gözle kızıl bir hançerden başka bir şey gelmezdi. Catulle Mendès’in sualini cevabsız bırakmamak için dedim ki:
“Doğup dolaştığım yerlerde Babiler’in isimleri bile havf ve ihtiraz (korku ve çekinme) ile ağıza alınır. Öyle zannederim ki sizin Garb’da anarşist ne ise bizim Şark’da da Babi odur.”
Nazif’e göre, Ali Muhammed Şirazî Bab’a nispet edilen el-Beyân onun değil de Seyyid Hasan ve Seyyid Hüseyin adında iki kardeşin yazmış olduğu bir kitaptır. Nazif ayrıca Abdülbaha’dan ve 1917’de onunla Hayfa’da görüştüğünden de bahsetmektedir. Bu görüşmesi ile ilgili olarak şunu naklediyor:
“Abbas Efendi kendilerinin bir Babi olmadıklarını bana sarahatle (açıklıkla) ve suret-i katiyyede (kesinlikle) söylemişdi.” Abdülbaha, Nazif’e ayrıca, Beyrut Vilayeti 1917 yılı salnamesinde, ifadelerinin ve fikirlerinin tahrif edilmiş veya iyice kaydedilmemiş olduğunu söyleyerek bundan şikâyet etmiş, Nazif ise: “Abbas Efendi bize karşı kalben ne kadar samimi idi bilmiyorum.” diyerek, izlenimlerini Abdülbaha’nın şu sözleriyle bitiriyor: “Esas İslâm’a mugayir (karşıt) hiç akidemiz yoktur. Mugayirât şöyle dursun, ictihadımız ruh-i İslâm’a muvafık ve karîbdir (uygun ve yakın).”[137]
Nazif’ten buraya kadar aktardıklarımızdan, Abdülbaha’nın, dolayısı ile Bahaîlerin kesinlikle “takiyye” yaptıkları anlaşılmaktadır. Biraz sonra Abdülbaha’nın “Bazı Sorulara Cevaplar Ya da Mufavezat-ı Abdülbaha” adlı kendi kitabından da nakledeceğimiz üzere, Abdülbaha’nın, Şair Nazif’e şirin görünmek istediği anlaşılmaktadır. Aslında Şii telakkisine gayet uygun bir akide olan “takiyye”, sadece Süleyman Nazif’e yapılmış değildir. Abdülbaha’nın Nazif’e şikâyette bulunduğu ve Mehmet Refik (Temimi) ve Mehmet Behçet’in kaleme aldığı “Babiler ve Babizm Hakkında Tedkikât-ı Mahalliyye” adlı 1917 Salnamesinde bu yazarlar, Abdülbaha’nın esas öğretilerini gizlediğini ve gerçek bir Müslüman izlenimi vermeye çalıştığından bahsetmektedirler. Abdülbaha ile üç defa buluştuktan sonra, incelemelerini şöyle noktalıyorlar:
“Şeyh Efendi’den ayrıldıktan sonra birbirimize baktık. Ve nihayet hep bir ağızdan, ‘Pek zeki bir artist değil mi?’ diyebilmiştik”.[138]
“Abdülbaha’nın Yazılarından Seçmeler” Kitabı

Bu kitabı Türkçe’ye tercüme eden Muhsin Mecidi (Mohssen Madjidi)’dir. Kitabın baskı ve yayına hazırlanmasında katkıda bulunanlardan birisi olarak da Zekiye Onat zikredilmektedir. Kanaatimizce, bu kitapta yer alan yazılar, Türk okuyucusunun garip, tuhaf ve anlaşılmaz bulmaması için, Abdülbaha’nın yazı ve mektuplarından büyük bir özen ve titizlikle seçilmiş olmalıdır.
Bizi bu kanaate sevk eden şey, Bahaîlerin batıl görüşlerinin, özellikle Bahaullah’ın kitaplarında biraz da cesurca ifade edilmiş olduğunu müşahede etmemizdir. Daha sonra gelen Abdülbaha, babasının görüşlerinin hiç olmazsa bir kısmını saklamak gereği hissetmiştir. Bu saklama çabaları, Abdülbaha’nın yazılarından derlendiği söylenen bu kitapta da kendisini hissettirmekte, dolayısı ile yine sahte akım görüntüsü karşımızda durmaktadır.
Ancak, bu saklama ve gizleme çabalarına rağmen, Bahaîlerin hevaî görüşleri bu kitaba da yansımaktadır. Şimdi, asılsız ve mesnetsiz iddialarını bu kitaptan da maddeler halinde takip etmeye çalışacağız:
1. Bu kitapta yer aldığı biçimiyle, Abdülbaha’ya göre hiçbir gerçek (hâşâ) Kutsal Yuhanna Vahyi’nden daha üstün olamaz![139]
2. Abdülbaha, babasının, Kur’ân-ı Kerîm’deki muhkem ve müteşabih âyet-i kerîmeleri yorumlama yetkisine sahip olduğunu iddia etmektedir ki, bu hiçbir Müslüman’ın hoşgörü ile karşılayacağı bir durum değildir. Dolayısı ile fitneye sebeptir.
3. Abdülbaha, bu yazılarında kadın cinsi için devamlı bir şekilde; (hâşâ) “Rahman’ın cariyeleri,[140] Tanrı’nın sevgili cariyesi,[141] tanımlamalarını kullanmaktadır. Normalde cariye kelimesi sözlükte; yabancı ülkelerden kaçırılıp hürriyetinden mahrum bırakılan, alınıp satılabilen, her konuda efendisinin isteklerine bağlı bulunan genç kadın, halayık manasına gelmektedir. Abdülbaha’nın niçin hem de sıklıkla “cariye” kelimesini “Tanrı” kelimesi ile isim tamlaması şeklinde kullandığını anlamak zordur.
4. Babasının yazdığını iddia ettiği kitapların, Tanrısal sözler olduğu safsatasını yaymaları için bağlılarını harekete çağırmaktadır.[142]
5. Hemen her iddialarını ya Tevrat’ın ya İncil’in ya da Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinin açık anlamlarından saptırmaya çalışarak destek bulmaya çalışan Bahaullah’ın ve oğlu Abdülbaha’nın, Hz. İsa (as) hakkında da İslâmiyet’in ve Kur’ân-ı Kerîm’in sarih/mübîn naslarını görmezden gelircesine, Hıristiyanlığın (hâşâ) “oğul” akidesini kabul ettikleri görülmektedir.[143]
6. Din ile ilgili diğer bütün iddialarının aksine olarak, Hıristiyanlığın sonsuza kadar geçerli bir din olduğunu kabul etmektedir.[144]
7. Abdülbaha’ya göre “gizlilik” konusu oldukça önemlidir. Şayet itirazlara sebebiyet verecekse Bahaî mabedleri gizli olarak kurulmalıdır. Hatta her köyde, yerin altında bile olsa bir yer bulunmalıdır.[145]
8. Evlenecek kişi, kendisi birisini seçmeden önce anne-babasının karışma hakkı yoktur.[146]
9. Abdülbaha, dinleri (Hıristiyanlık, İslamiyet) ağaç ve demire, kendi batıl safsatalarını da altına benzetecek derecede sapıklık ve sapkınlık göstermektedir.[147]
10. Kendilerine ilişilmesini Bahaîliğin bir reklamı olarak görme eğilimindedirler.[148]
11. Kendi sapık inançlarının dışında kaldıklarını kabul ettikleri kişileri, hain bir şekilde aşağılama, hakaret etme ve kışkırtma gayretleri açıktır. Bu aşağılamalar ve hakaretler ile aslında çok gizlemeye çalıştıkları esas ve gerçek yüzleri zaman zaman ortaya çıkmaktadır.[149]
Bu aşağılayıcı ifadelerin, gerçekten de insanlarımızın manevi şahsiyetlerine dokunduğu, kamu güvenliğini tehdit ettiği, insan kişiliğine, vicdani kanaat ve düşüncelerine ters düştüğü, saygı sınırlarını aştığı ve zorladığı, bu açıdan anayasanın 5, 6 ve 14. maddelerinde ifadesini bulan hükümlere açıkça zıtlık teşkil ettiği görülmelidir.
12. Bu kitapta şöyle bir cümle var. Aynen alıntılıyoruz:
“Ey kutsal Ağaç’daki yanan ölümsüz alevin Semenderi Cemal-i Mübarek!”[150]
Şimdi bu cümledeki unsurları tahlil edelim. Cümlede Cemal-i Mübarek ile kastedilen Bahaullah’tır. “Semender” ise, ateşte yanmadığına, hatta ateşi söndürdüğüne inanılan efsanevi bir hayvandır. Ömer Seyfettin’e ait şöyle bir cümle vardır: “Köse Vezir, ateş içinde yanmayan bir semender gibi sakindi.” “Kutsal ağaçta yanan ölümsüz alev” ile Musa (as)’a Cenâb-ı Hakk’ın ateşten nida etmesine telmih yapılmaktadır. Bu durumda, “Ateş neyi, semender neyi temsil ediyor?” sorusunu okuyucunun zihnine havale ediyoruz.
13. Türk ve İran’lılara bakış oldukça düşmancadır.[151]
14. İnsanların millî birlik ve beraberlik duygusunu hiçe saymakta, aşağılamaktadır.[152]
15. İşin aslının dinî değil, siyasi amaçlar taşıdığı anlaşılmaktadır.[153]
16. Bütün yazıları yayınlamadıklarını, bir kısmını şimdilik gizli tuttuklarını ifade etmektedirler.[154]
“Bazı Sorulara Cevaplar Ya da Mufavezat-ı Abdülbaha” Kitabı
Bu kitap, Barney’in önsözde belirttiği üzere, Barney tarafından Abdülbaha ile yaptığı şifahi soru-cevap sohbetlerinin sonradan (1908) kendisi tarafından derlenmiş halidir.
Abdülbaha’nın bu kitabı, aslında neredeyse bütünüyle felsefi bir kitaptır. Zaten kitabın büyük bir bölümünde anlatılan konular ya Tevrat ya da İncil cümleleri ile irtibatlandırılmıştır. Şimdi bu kitabı bazı konuları itibarı ile ele almaya çalışalım.
Birinci kısımda dört büyük peygamber (Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa salâtullâhi ve selâmuhu aleyhi ve aleyhim ecmain) kısaca incelenmeye çalışılmış.[155] Ancak bu konulara girmesinin sebebi, 22 ve 23. sayfalarda Bab ve Bahaullah’ı bu peygamberân-ı izam ile özdeşleştirmeye çalışmak olduğu görülüyor.[156]
Bir defa bütün bu özdeşleştirme çabalarında çok büyük yanlışlıklar bulunuyor. Biz, bu özdeşleştirme çabalarından, sadece İbrahim (as) ile ilgili kısmını bir örnek şeklinde ele alarak şunları belirtmek istiyoruz:
1. Mesela, Hz. İbrahim zamanında insanlar elleri ile yonttukları putlara tapıyorlardı. Ortalıkta binlerce irili ufaklı put bulunuyordu. Hz. İbrahim (as)’ı Cenâb-ı Hak işte böyle bir ortamda peygamber olarak göndermişti. İranlılar putperest bir millet miydi de Bab kendisine ihtiyaç duyulduğunu düşündü?
2. Hz. İbrahim (as) Allâh tarafından peygamberliğinin bir teyidi olarak mucizeler ile desteklenmişti. Mesela, İbrahim (as) Cenâb-ı Hakk’ın emri ile dört dağın her bir tepesine ölü bir kuşun parçalarını koymuş, Allâh’ın emri ile dirilen kuşlar İbrahim (as)’a koşarak gelmişlerdi. Bab da mesela böyle bir mucize sonucu Bab/Bahai teröründe parçalanmış cesetlerin yeniden diriltildiğine mi şahit olmuştu?
3. Peygamberlerin hicreti benzeşme konusu yapılmak isteniyor. Bilebildiğimiz kadarı ile Bab, hiçbir yere ayrılmamıştı. O halde, burada sıralamaya çalıştığımız hiçbir benzerlik yok iken, Bab’ın (hâşâ) peygamberliği de nereden çıkıyor?
Abdülbaha’nın naklettiğine göre, “Bazı ulema, Peygamber olduğunu iddia ediyorsa mucize getirsin!” sözleri kendisine iletilince Bahaullah: “Gerçi hakları yoktur, çünkü halk Hakkı imtihan etmez, bilakis Hak halkı imtihan eder…”[157] diyerek Tanrılık iddiasını tekrarlamış olmaktadır.
Peygamberân-ı izâm ile özdeşleştirme çabalarının yetmeyeceğini gören Abdülbaha, bunun üzerine Tevrat ve İncil’den deliller aramaya başlamıştır. Şimdi bu delillerin neler olduğuna kısaca bakmaya çalışacağız.
İncil’in Yuhanna’nın Vahyi 11. Bölüm’ünden aldığı cümlede[158] yer alan 1260 günü, yine 1260 yıl saymış ve bu rakamın İslam’ın hüküm dönemini gösterdiğini iddia etmiştir. Ancak bütün bu dönemde, İslam hükümlerinin ölü bir ceset gibi halkın seyretmesine bırakıldığını, bu halin 1260 yıl boyunca böyle olduğunu öne sürmüştür. Dinin ruhunu teşkil eden adalet, muhabbet, nezahet, vb. Rahmani sıfatların bu uzun dönem boyunca ortada görünmediğini, Kur’ân’ın devresinin 1260 yıl boyunca bu durumda olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmiştir.[159]
Daha önce ise, yine aynı İncil cümlesinden yola çıkarak, İslam dininin 1260 yıl boyunca bu defa da cismani anlamda (hâşâ) ayaklar altına alındığını iddia etmişti.[160] Bu durumda Abdülbaha, İslam dininin hem zahiren hem de batınen yeryüzünde bulunmadığını iddia etmiş olmaktadır ki bu büyük bir cürettir ve İslam dini ile ilgili bu kasıtlı görüşleri gerçekten de kışkırtıcıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’den Bir Cevap
Abdülbaha, kendi sahte dinlerine davet etmek için Hıristiyanlığı da çarpıtmış, Eski ve Yeni Ahit’te (Tevrat ve İncil) Baha ve oğlunun geleceğinin müjdelendiğini iddia etmiştir. Abdülbaha’ya göre, Tevrat ve İncil ayetleri önceden Bahaullah’ın geleceğini müjdelemiştir. Şöyle ki: Abdülbaha, Daniel kitabının 8.14. cümlesinde: “Kutsal varlık bana, ‘2300 akşam, sabah olacak, sonra kutsal yer yeniden düzene konulacak’ dedi.”[161] cümlesinde geçen 2300 günü, “Kutsal kitapta her gün bir yıldır” diyerek 2300 yıl haline getirmiştir. Kudüs’ün tamiri için üç padişahtan dört ferman sadır olduğunu, bunlardan sadece Artahaşasta’dan 457 yılında çıkan ferman tarihini almamız gerektiğini belirtmiştir. 457 tarihini temel almasının sebebi olarak da İsa (as)’ın 33 yaşında suud etmesini göstermiştir. Bu durumda 457+33=490 etmektedir ki İsa (as)’ın zuhuru tarihi olmaktadır. 1844’te ise Bab’ın zuhuru olmuştur deyip 2300–456=1844 yapar diyerek de Bab’a işaret çıkarmıştır. Gerçi ferman 457 tarihindeydi ama Abdülbaha, Bab’ın zuhur tarihin çıkarabilmek için 457’yi 456 yapıvermişti.[162]
Abdülbaha, 1844 rakamına ulaşabilmek için sırası ile;
1. Artahaşasta’nın ferman tarihini,
2. Artahaşasta’nın ferman tarihini niye aldığını açıklayabilmesi için Hz. İsa (as)’ın yaşını,
3. İncil’deki “2300 gün”tabirini,
4. Tevrat’tan “Rabbin katında bir gün bir yıldır” cümlesini,
5. Bu Tevrat cümlesinden hareketle, bir günün bir yıl ile çarpımı sonucu ortaya çıkan 2300 yıl terimlerini kendisine dayanak yapmak zorunda kalmıştır.
İslam tarihi boyunca “kendisine vahiy geldiğini” iddia eden ya da peygamber olduklarını sanan yalancılar zaman zaman boy göstermişlerdir. Ancak, (hâşâ) “ben de Tanrı gibi vahiy indiriyorum” diyen bir insanı Bab ve Bahaullah dönemine kadar göremiyoruz. Yani Bab ve Bahaullah, sadece vahiy aldıklarını değil, aynı zamanda vahiy indirdiklerini söyleyecek kadar sapıtmışlardır. Bu sapkınlığı, Kur’ân-ı Kerîm kelimesi kelimesine şu şekilde haber vermiştir:
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ قَالَ اُوحِىَ اِلَیَّ وَلَمْ يُوحَ اِلَيْهِ شَیْءٌ وَمَنْ قَالَ سَاُنْزِلُ مِثْلَ مَا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَوْ تَرٰى اِذِ الظَّالِمُونَ فٖى غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلٰئِكَةُ بَاسِطُوا اَيْدٖيهِمْ اَخْرِجُوا اَنْفُسَكُمْ اَلْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ غَيْرَ الْحَقِّ وَكُنْتُمْ عَنْ اٰيَاتِهٖ تَسْتَكْبِرُونَ
“Allah adına yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmediği halde ‘Bana da vahyolundu’ diyenden, bir de ‘Allah’ın indirdiği ayetler gibi ben de indiririm’ diye iddia edenden daha zalim kimse olabilir mi? Ölüm sarhoşluğu ve şiddetleri içinde iken, meleklerin (zalimlere) ellerini uzatarak: “Haydi, canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı hak olmayanı söylemiş ve Allah’ın ayetlerinden büyüklenerek uzaklaşmış olduğunuz içindir ki, bugün hakaret azabıyla cezalandırılacaksınız!” dediklerinde sen, o zalimleri bir görsen!” (Kur’ân-ı Kerîm, Enâm, 6/93)
Şevki Efendi (Abdulbaha’nın Torunu ve Emrin Velisi) (1897–1957)

Abdulbaha Abbas Efendi, vefatından önce vasiyetnamesi ile[163] büyük torunu Şevki Efendi’yi İlahi Emrin Velisi sıfatı ile Bahailer’in Ruhani Reis’i ve ayetlerin açıklayıcısı olarak tayin etti. Şevki Efendi, 1 Ekim 1897’de Akka’da doğdu. Hem Mirza Ali (Bab) hem de Bahaullah (Mirza Hüseyin Ali)’ın ailesinden geliyordu. Annesi Abdulbaha’nın kızı, babası ise Bab’ın yakın akrabası idi.[164] Tahsilini Beyrut ve İngiltere’de Oxford Üniversitesinde tamamladı. Şevki Efendi Amerikalı Bahaîlerden Mr. ve Mrs. Maxvell’in kızları Miss Routh (sonradan Ruhiye Hanım diye adlandırılmıştır) ile 1937 yılında evlenmiştir. Bu evlilikten çocukları olmamıştır.
Şevki Efendi, 36 sene bütün vaktini Bahaî öğretilerinin dünyanın çeşitli yerlerinde yayılması, Bahaî İdari Teşkilatı’nın kurulması, Haifa’daki Bahaî Mabet ve bahçelerinin inşası, onarılması, tanzimi ve birçok eserin tercümesi, kıtalar arası konferansların düzenlenmesi için sarf etti. Şevki Efendi, 4 Kasım 1957 yılında Londra’da vefat etti.
Doğu’da ve Batı’da Abdülbaha’nın İslam’dan bütün uzaklaştırma çabalarına rağmen Bahailik, onun ölümünden sonrasına kadar kısmen de olsa İslam’ın bir felsefe, mezhep veya bir tarikatı olarak tanınmaya devam etmişti. Ancak Şevki Efendi’nin Emrin Velisi olduktan sonra yaptığı açıklamaları, düzenlemeleri ve idari düzeni daha da değiştirmesiyle Bahailik artık bir “sahte felsefe ekolü” görünüşünü aldı.
Şevki Efendi’nin, Osmanlı Sultanları Abdülaziz ile Abdülhamid’e, vezirler Ali Paşa, Fuat Paşa ve Cemal Paşalara müthiş bir hınç beslediği görülmektedir.[165] Onun bu hıncı muhtemelen Bahaullah’ın anlattıklarından kaynaklanmaktadır. İstanbul’a nakilleri esnasında kendilerine üst seviyede bir konukseverlik gösterilmesine ve gayet güzel ağırlanmalarına karşı,[166] Müslümanların İslam’ın Kubbesi tanımına Bahaullah’ın İstanbul için “istbdad tahtının kurulduğu yer(!)” demesi,[167] Şevki Efendi’yi de böyle bir kanaate itmiş olmalıdır.
Yüce Adalet Evi (1963)

Yüce Adalet Evi, Bahaî teşkilatının en yüksek merciidir. Akdes Kitabında mevcut nasların dışında bir kararı vermeye ve icra etmeye muktedir olduğu kabul edilmektedir. Dokuz kişiden ibaret olan üyeleri 1963 senesinde 54 Milli Mahfil üyesinin katılımıyla Haifa’da, Abdülbaha’nın evinde yapılan seçimle tespit edilmişlerdir. Her beş yılda bir bu üyeler seçimle değiştirilir. Bunlar daimî olarak Bahaî idari merkezi Haifa (İsrail)’da otururlar.
Yüce Adalet Evi’nin vazife, salahiyet ve mesuliyetleri Akdes kitabında ve Abdülbaha’nın vasiyetnamesinde (Elvah-ı Vesaya) yazılmıştır. Bütün kararlarında masum ve yanılmaz kabul edilen Umumi Adalet Evi, dünya Bahaî’lerinin ruhani mercii, dini ve içtimai problemlerinin yegâne çözücü müessesesi olarak görülmektedir.[168] Abdülbaha’ya göre, “…Adalet Evi’nin hükmünü iğne ucu kadar aşarsa(!) veya ona uymakta duraksarsa(!), o kişi reddedilen ve tard olunanlardandır.[169]
Kendi Mahalli Mahfilinin verdiği bir kararın yanlış olduğunu düşünen bir Bahai, o Mahfilden kararın tekrar gözden geçirilmesini isteyebilir. Karardan yine tatmin olmaz ise, yaşadığı ülkenin Milli Mahfiline başvurur. Milli Mahfilden sonra ise Yüce Adalet Evi’ne müracaat edebilir. Fakat Adalet Evi’nin kararı her Bahaî tarafından nihai ve kati olarak kabul edilir.[170]
Mademki Bahaîlerce Yüce Adalet Evi’nin her kararı kati bir şekilde kabul edilmek zorundadır. O zaman, Yüce Adalet Evi’nin bütün milli mahfillere gönderdiği şu talimatnameye kısaca bakmaya çalışalım.
Yüce Adalet Evi Bahaî Dünya Merkezi’nin Araştırma Bölümü tarafından hazırlanan ve “Bütün Milli Mahfillere” şeklinde başlayan 9 Kasım 1993 tarihli talimatnamesinde (Emre Toplu Giriş), Bahai dinine girişin kendi kendine gerçekleşecek bir aşama olmadığı belirtilerek, Bahai bireylerin geniş bir etkinlikler ve tebliğ ağı kurmaları gereği önemle vurgulanmaktadır. Bu talimatnamede yer alan pasajlar, Bahaî çalışmalarının New World Order (Yeni Dünya Düzeni) için bir hazırlık çalışması olduğu intibaını vermektedir. Anılan makalede, bu yeni “politik birleşme” için “Küçük Barış” nitelemesi yapılmaktadır.[171] “En büyük barış” ise küreselleşme neticesinde insanların Bahaî dinine girişi olarak kabul edilmektedir.[172]
“Dini bir organizasyon” şeklinde nitelemeye özen göstermelerine karşılık,[173] Bahaîliğin aslında dini olmaktan daha ziyade politik bir amaç taşıdığı anlaşılmaktadır. Mesela, Adalet Evi’nin görevinin, Bahaullah tarafından getirilen düzenin gelişimine yol göstermeyi, toplumun sorunlarını çözmeyi hedeflediğini ve Bahaî toplumunun dünyada işbaşında olan yapıcı güçlerin öncülerinden birisi olduğu[174] bu talimatnamede açıkça ifade edilmektedir.
Ayrıca; “toplumun giderek daha umutsuzlaşan üyeleri arasında ümit ışığını yakma…”,[175] yapılan faaliyetler sonunda “hayal kırıklığına uğramış kitlelerin dikkatinin çekilebileceği ve bahai olacakları…”[176], yine siyasi sayılabilecek bu çalışmaların “ümitsizlik içinde olanlara bir umut işareti olduğu…”[177], “toplumun gittikçe daha çok hayal kırıklığına uğrayan üyelerinin böylece cezp edilebileceği…”[178] ve sonunda da “Tanrı saltanatı”[179] nın kurulacağı ifade edilmektedir. Aslında bu son noktada, Hıristiyanlıktaki ahir zamanda gerçekleşeceğine inanılan “Tanrısal krallık” itikadına benzeyiş de görülmektedir.
Bu kitapçıkta Bahaullah tartışılmaz bir kişi olarak kabul edilmekte,[180] “Bahaullah’ın mesajı Yönetim Düzeni’nin araçları sayesinde, son derece canlı ve sistemli bir şekilde kitlelerin keder, ıstırap ve karmaşa anlarında dikkatlerine sunulmalıdır.”[181] denilerek, toplumların özellikle karmaşa dönemlerinden istifade düşüncesinin ön plana çıktığı gözlenmektedir. Ayrıca, bu kitapçıkta yer alan “aleyhtarların susturulabilmesi”[182] ifadesi de kanaatimizce kamu düzeni açısından bir risk ve tehdit değerlendirmesine mahal olmalıdır. Bu kitapçıkta, “Bahaullah’ın nazil buyurduğu…”[183] denilerek Bahaullah’a (hâşâ) ulûhiyet atfedilmiştir.
Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti Döneminde Babilik/Bahaîliğe Bakış
Bahaullah’ın İstanbul ve Edirne’deki ikameti, ayrıca bazı eserlerini bu ikameti esnasında yazmış olmasından dolayı Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerindeki Bahaî faaliyetlerine kısaca bakacağız.
Osmanlı Devleti’ndeki Bahailer’le ilgili olarak, iki önemli padişahın dönemlerine dikkat etmemiz gerekmektedir. Bu padişahlar, Padişah Sultan Abdülaziz Han ile Sultan Abdülhamid Hanlardır.
Padişah Abdülzaziz’in 2 Şubat 1863 tarihli iradesinden anlaşıldığına göre Osmanlı Devleti, Babilik ve Bahaîliği, batıl, anarşist, zararlı ve gizli görünümlü bir akım olarak kabul etmektedir. Söz konusu iradede bu akım, “…Hıtta-i Irakîye’de dalâlet-i hafiyye ile müttehem, fesat ve idlal ile müştehir kimesnelerin bulunması bizce dahi muzır olacağı” şeklinde tarif ve tavsif edilmiştir. Dolayısı ile Bahailiğin gizli bir dalalet fırkası olduğu ve Bahaullah’ın dalaletini gizleyerek halkı ifsad ettiği ve bu ifsadı ile meşhur olduğu Padişah fermanında da açıkça ifade edilmiştir.[184]
Zaptiye Müşiriyeti nezdinde teşkil olunan bir soruşturma heyeti tarafından, 30 Mart–6 Nisan 1868 tarihleri arasında ise, devletin istihbari çalışmaları ve gelen şikâyetler de değerlendirilerek önde gelen bir kısım Bahaîler sorgulanmıştı. Sorgulanan Bahaîlerin istintak raporları ise, yakalanan kitaplar ve mektuplarla beraber dört kişilik bir komisyona havale edilmişti. Komisyon, Bahaîler hakkında özetle şu kanaate varmıştır:
“Suph-i Ezel Mirza Yahya, Kur’ân-ı Kerîm’i takliden yazdığı kitapların kendisine vahyedildiğini ileri sürerek peygamberlik iddiasında bulunmaktadır. Mirza Hüseyin Ali Bahaullah ise, kendisine Arapça ve Farsça vahiy geldiğini söyleyerek peygamberlik anlamını da içeren mehdilik iddia etmektedir. Bunların maksadı ise; bilgisiz bazı Müslümanları kandırıp yavaş yavaş çoğalarak daha sonra silahlı bir isyana teşebbüs etmektir (huruc ale’s-Sultan). Bu ifsad ve idlal hareketine bir an önce mâni olunması zaruridir.”[185]
Bakanlar Kurulu (Meclis-i Vükela ya da diğer adı ile Meclis-i Mahsus), bu komisyon mazbatasını ve Zaptiye Müşiriyeti’nin mütalasını gündeme almış, bu defa da Sultan Abdülaziz’in konuyla ilgili 11 Temmuz 1868 tarihli iradesi sadır olmuştur. Şimdi bu iradeden ilgili kısmı nakletmek istiyoruz:
“…Merkumların ahval ve akvallerine ve kütüb ve resail ve mekatib-i mezkurenin medlul ve meallerine nazaran; merkum Subh-i ezel’in nübüvvet ve merkum Şeyh Mirza Hüseyin Ali’nin kendisine Arabî ve Farisî vahy nüzulünden bahisle bir nevi nübüvveti mutazammın olan mehdilik iddiasında bulundukları anlaşılmış ve bu misillü erbâb-ı dalâletin şu yolda harekete kıyamları, cahil ve sebük-mağz olan bir takım ehl-i İslâm’ı ihlal ile teksir-i cemiyet ederek bilahare musallahan isyan ve huruc ale’s-Sultan maksadına mübtenî olduğu bedihi olarak; bunların kat-ı bîh-i mefsedetleri mehâmm-ı umur-i âcileden bulunmuş olduğundan ve kânun-ı ceza ahkâmı iktizasınca merkumların nefy-i ebed ile mücazatları lazım gelmiştir…”[186]
Abdülbaha’ya atfedilen kitapların günümüzdeki Türkçe tercümelerine dahi baktığımızda, Sultan Abdülaziz’in 1868 tarihli iradesinin ne derece isabetli olduğu görülmektedir. Mesela, “Abdülbaha’nın Yazılarından Seçmeler” adlı kitapta, Abdülbaha’ya, bağlıları tarafından 4 Temmuz 1905 tarihinde gönderildiği ifade edilen bir mektuptan bahsedilmektedir. Bu mektupta Tanrı’nın sevgisi (yani Bahaullah ve Abdülbaha’nın) yolunda canlarını feda edeceklerini beyan edip imzalamış bulunan 422 kişinin varlığından bahsedilmektedir. Abdülbaha, söz konusu mektubu aldığında, vasıflandıramayacağı kadar büyük bir sevinç ve ferah duyduğunu belirtmektedir.[187]
Şimdi de Abdülbaha’nın faaliyetleri ile ilgili olarak, Sultan II. Abdülhamid’den sadır olan iki iradeye daha yer vermek istiyoruz. Bunlardan ilki 10 Haziran 1905 tarihlidir ve şöyle denmektedir:
“Babî mezhebini tevsi ve intişara hizmet etmesinden dolayı mukeddema Akka’ya teb’îd edilmiş olan Ahmed Abbas’ın (Abdülbaha), orada yine meslek-i sakiminde devam etmekte bulunduğu ma’ruzât-ı vakıadan anlaşılmasına mebni, merkumun avanesinin Fîzan’a teb’îdine…” Bu irade mucibince Abdülbaha’nın sonradan Fizan’a sürülüp sürülmediğine dair elimizde bir bilgi bulunmamaktadır.
İkinci irade ise, 19 Haziran 1908 tarihli olup, bir kısmı itibarı ile şöyledir:
“…Abbas, esasen erbâb-ı fesattan olup teşkil ettiği cemiyetin bir cemiyyet-i fesadiyye olduğu derkar ve devletçe buna karşı tedâbir-i mânia ittihazı lüzumu aşikâr bulunduğundan…”[188]
Görüldüğü gibi, Osmanlı Devleti Bahailik konusunda gerekli gördüğü tedbirlere başvurmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti dönemine bakacak olursak, Bahaî faaliyetlerinin serbest olduğunu görmekteyiz. Halen, Bahaîlere ait, İstanbul’daki Millî Mahfil ile beraber diğer şehirlerde faaliyet gösteren 62 mahallî mahfil bulunmaktadır. Türkiye’de Bahaîlerin nüfusu net değildir. Sivas’ta ise Bahaîliğe ait bir ofis ve mezarlık bulunmaktadır.
Susan Yeter 3 yıldır Türkiye’deki Bahaîlerin temsilcisi olarak faaliyette bulunmaktadır. Bir dergiye verdiği mülakatta şunları söylüyor: “Mahalli düzeyde, 21 yaşını doldurmuş 9’dan fazla Bahaî’nin bulunduğu her yerde, her yıl bir mahalli ruhani mahfil seçiyoruz, kadın erkek fark etmiyor. Dokuz kişilik kurumdur bu. Bir sene boyunca görev yapar. Görevi nedir? Cemaatin işleriyle uğraşmak. Kadınların gelişmesi, toplumun gelişmesi için, çocukların erdemler konusunda eğitim görmesi ve benzeri konularla ilgilenir.”[189]
Bahaîlerin Hedefleri

Kermil Dağındaki Bahâîlerin Yüce Adalet Evi Binası
Bahaîlerin -gizli hedeflerinin de bulunabileceği mülahazası mahfuz- görünür hedeflerinin kısa bir özetini sunmaya çalışacağız. Bahaîlerin başlıca amaçları, özellikle Müslüman milletlere yönelik olarak şunlardır:
1. Milletlerin iç düzenlerinden, dini müesseselerinden, örf, adet ve geleneklerinden ani bir kopuş meydana getirmek.[190]
2. Dünya çapında idare düzeni kurmak.
3. Dünya çapında etkisini göstermesi istenen Dünya Ruhani Merkezi’ni kurmak.
4. Bahaî Emri’nin evrensel anlamda tanınmasını sağlamak.
5. Yeni Dünya Düzeni’nin ortaya çıkmasının zaruri ön şartı olan dinî ortodoksluk zincirlerini kırmak.
6. Her ülkeye yönelik birbiri ardına kampanyalar başlatmak.
7. İslam âleminin en büyük ilim yuvasında “Ya Bahaül Ebha” bayrağı çekmek.
8. Hac merkezi sayılan Bağdat’taki Beytül Azamı kurtarmak.
9. Bahaî zuhurunun ana kitabı Akdes Kitabını kanunname şekline getirmek.
10. Bahaî kanun ve hükümlerinin sistematik şekilde ilanını sağlamak.
11. Bahaî kanun ve hükümlerini uygulamaya yasal yetkili Bahaî mahkemelerini kurmak.
12. İlk Bahaîler gibi bir topluluğun yeniden kurulmasına çalışmak.
13. Bahaîliğin ilerlemesi için siyasal bir iktidar edinmek.
14. Bahaîlere karşı olan din adamları ile çatışmaya girmek, savaş etmek.
15. Bab’ın dünyadaki saltanatını ilan etmek.[191]
Bizzat Bahaî kaynağından aldığımız ve oldukça açık ifade edilmiş bu “hedefler” dahi din, vatan ve millet bütünlüğüne alenî bir tehditler zinciri demektir. Tabi bu arada Bahaîlerin gizli ve görünmeyen hedeflerinin varlığına da kesin gözü ile bakmak lazımdır.
Bu durumda Bahaîliğin, hem açık hem de gizli hedefleri itibarı ile değerlendirmeye alınması, oldukça tehlikeli ve her türlü güdümlemeye açık bir organizasyon haline gelebileceğinin görülmesi gerekir. Bilindiği üzere, bir devlet terör örgütleri ile masaya oturmaz, onlarla diyalog ve pazarlık yapmaz. Bahailik de, öncelikli ve yakın hedefi itibarı ile dinî/kültürel terör, sonraki ve uzak hedefi de özelikle din ve kanaat önderleri ile savaş ve çatışma olan bir harekettir.
Din adamları ve inançlı Müslümanları aşağılama ve hakaret, hemen her türlü kışkırtıcılık ve kötülemede bir an bile duraksamayan bu sahte ve din görünümlü organizasyon yürütücülerinin bu çelişki dolu ve aldatıcı ifadeleri ile halkın daha çok bilgisiz, yarı bilgili kesimlerini hedef aldığı hususunda kanaatimiz bulunmaktadır.
Sonuç
Bahailik hem kurucuları hem de bağlıları tarafından “din adamı olmayan bir din”[192] şeklinde tanımlanmaktadır. Bahaullah’ın, baskı, şiddet ve sürgünlere “din adamları” vesilesi ile maruz kaldığına inandığı ve bu sebeple de “din adamları”na karşı belli bir antipati taşıdığı açıktır. Yoksa yirmi bir yaşını tamamlamış dokuz Bahaî’nin bulunduğu her mahalde Mahalli Ruhani Mahfil kurulması gerektiği, sayılarının dokuz kişiden fazla olması halinde ise bu kişilerin gizli oyla[193] mahfil yönetimine getirilmeleri gerektiği ifade edilmezdi.[194]
Bu Ruhani Mahfillerin görevi şu şekilde açıklanmaktadır:
“Her mahaldeki Bahaîlerin seçilmiş temsilcilerinin, bütün insanlığa karşı kutsal bir yükümlülükleri vardır. Görevleri arasında; Bahaullah’ın mesajını ondan henüz haberi olmayanlara duyurma yollarını sağlamak; Emrin öğretilerini yanlış yorumlamaya kalkabilecek kişilere karşı Emri korumak; …gençlerin ruhani aydınlanmasını geliştirmek…”[195]
Bu aktarılanlar ışığında Bahaîlerin “din adamının bulunmadığı din” şeklindeki iddialarının asılsız olduğu görülmelidir. Evet, bu kişiler, Bahaîliğe en azından sempatizan toplama ve mevcut Bahaîleri de kendi felsefî örgüleri içerisinde tutma görevi bulunan mahalli ve milli ruhani mahfiller ile bunların üyeleridirler. Mahfil üyelerinin görevlerini Bahaullah şu şekilde ifade ediyor: “Onlar kendilerini, Allah’ın Emrini daha etkili ve vakur bir şekilde tanıtılması için seçilmiş bir vasıta olarak görmelidirler.”[196]
Bahaîler, kendi ideolojilerini sağlamlaştırma amacı ile Kur’ân-ı Kerîm’den sadece belli grup âyet-i kerimeleri almakta, bu âyet-i kerîmeleri de anlamlarından tamamen kopararak, akıl dışı anlamlar vermeye çalışmakta, ayrıca çok büyük miktardaki diğer âyet-i kerimelerden bahis bile etmemektedirler. Bu da onların Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini kendi hedefleri için anlamlarından kopararak sadece bir basamak olarak kullanmaya çalıştıklarının çok açık bir işaretidir.
Yüce Adalet Evi’nin kararlarında “en büyük yanılmazlık doktrini” iddia edilmektir.[197] Yüce Adalet Evi’nin kararlarında niçin yanılmaz olduğu izah edilebilir bir durum değildir. Çünkü yine aynı kaynaklar, Yüce Adalet Evi’nin “yanılabilirliği”ni şu sözleri ile kabul etmiş olmaktadırlar: “…Gerekli gördüğü zaman Yüce Adalet Evi kendi yasalarını değiştirebilir.”[198]
Bahaullah’ın hayatının her aşamasında, dönemin Rus ve İngiliz elçilerinin ve hükümetlerinin ilgili devletler nezdinde devreye girmeleri, onu korumak için girişimlerde bulunmaları, onun ziyaretine gelen ve ona övgü dizenlerin, Edward G. Browne, David Starn Jordan ve J.E. Esslemont gibi[199] batılı şarkiyatçılar olmaları, bu konuda soru işaretlerini açık tutmaktadır.
Bahaîlerle -en azından bir felsefî görüş olarak dahi- karşı karşıya tartışmanın hiçbir yararı olmayacaktır. Bunun sebebi şudur:
Sizin, herhangi bir insan ile herhangi bir obje üzerinde fikir teatisinde bulunmak istediğinizi farz ediyoruz. Bu obje diyelim ki “masa” olsun. Siz, “İşte bu bir masadır, masanın dört ayağı bulunmaktadır, yerden yüksektir, vb.” olarak “masa” objesi ile ilgili gerçekçi mütalaalarınızı beyan ediyorsunuz. Ancak, karşınızdaki insan söze giriyor ve şöyle diyor: “Hayır, bu bir masa değildir. Onun ayakları olduğunu zannettiğiniz şeyler de onun ayakları değildir. Yerden yüksek görmeniz de bir yanılgıdır. Şimdi ben size bu objenin gerçekliğinden haber vereceğim: Bu, yüksekte durduğu için bir buluttur. Gördüğünüz dört ayak ise tabiatta bulunan su, hava, toprak ve ateştir. Yerden yüksekliği onun bulut olduğunu göstermektedir!”
Burada yer alan birinci insan, gerçekler dünyasındaki bir Müslüman’dır. İkinci insan ise bir Bahai bağlısıdır. Şimdi sizin bu insan ile bir müşterekliğiniz olabilir mi? Bahaîliğin bütün felsefesinin böyle olduğunu görmek için kitaplarına kısaca bakmanız yeterlidir. Böyle bir insanın doğru düşünceden uzaklaştığını, tamamen hayal dünyasına daldığını, her türlü manipülasyona açık bulunduğunu bilmem söylemeye gerek var mıdır?
İşte Bahailik, baştan beri anlattığımız ve açıklamaya çalıştığımız türden din görünümlü sahte bir organizasyondur. Umarız, Bahaîliği ekleme yapmadan ve çarpıtmadan, olduğu gibi tasvir etmişizdir. Çünkü bu organizasyonu, taraftarlarının ve bağlılarının takdim ettiği şekilde ve kendi kaynakları itibarı ile anlatmaya çalışmış bulunuyoruz.
Avrupalılar, bu organizasyona oldukça ilgi göstermişlerdir. Çünkü bu organizasyonda, İslam dinini yıkmayı amaçlayan unsurlar oldukça ağırlıktadır. Yukarıda açıkça gördüğümüz şekliyle, bu sahte organizasyon bir vehimler ve hurafeler yığınıdır. Buna rağmen Amerikalı ve Avrupalılar arasında revaç bulmuştur. Müslümanlar arasında ise, dininden vazgeçip Bahai olanlar çok nadirdir. Bununla beraber, Avrupalılar, bu akımın Müslümanlar arasında birçok taraftarı olduğunu iddia etmişlerdir. Yine onlara göre bu taraftarlar, baskı görmemek için “takiye” uygulamakta, yani insanlara karşı inançlarını gizlemektedirler.
Ancak, Avrupalıların bu iddiası boş ve delilsiz bir iddiadır. Belki de Avrupalılar bu iddialarıyla dilek ve temennilerini dile getirmişlerdir. Çünkü onların en büyük dileği, İslam inancının bozulması ve Müslümanlar arasında İslam öğretisinin yıkıma uğramasıdır. Ancak, bu arzularına hiç bir zaman ulaşamayacaklardır. İslam dini, kıyamete kadar sürecek olan Hak Dindir.
Burada anılmaya değer bir konu da şudur: Mısır’daki “idari yargı” Bahaîliğin, semavi bir din olmadığına, hatta bir din dahi sayılamayacağına ve tümüyle İslam’ı yıkmayı ve Müslümanlar arasında karışıklık ve inkârcılık yaymayı amaçlayan görüşlerden ibaret olduğuna karar vermiştir. Mısır Devlet Şurası’nın, evlilik akitleri tescil ettirilmek istenen üç Bahai hakkındaki karan şöyledir:
“Hayır dernekleri ve sosyal kurumlar kanununun birinci maddesinin gözden geçirilmesi ve Bahaî grubunun “öğretisi”nin, Bahaî kitaplarından ve daha önceki bir dava hakkında Devlet Şurası İdari Dava Dairesi’nin verdiği bir kararın incelenmesi sonucunda, Bahai mezhebinin İslam dininin temel esaslarına ters düşen bir kısım bozuk akideler yaymayı amaçladığı ve neticede Müslümanların kafasına, Kitap’larının ayetleri ve peygamberleri hakkında şüphe sokmaya çalıştığı anlaşılmış, hatta Bahailiğin tüm semavi dinlere dahi ters düştüğü ortaya çıkmıştır. Resmi dini İslam olan bir ülkede bu bozuk akidenin yayılması, kitaplarının ve öğretisinin neşriyatı, genel düzeni bozacak, hisleri kabartacak ve ayağa kaldıracaktır. Bu sahte öğretinin mevcut dinlere sataşması ve bu din mensuplarını kışkırtması, bu mezhebin amaçlarının, meşruiyet kazanması halinde kamu düzenine ve genel güvenliğe ters düşeceğini ortaya koymaktadır. Aynı netice, İçişleri Bakanlığı’nın bu gibi grupları dini mezhep olarak kabul etmediği şeklindeki kararından da anlaşılmaktadır. Tüm bunlara dayanarak, Devlet Şurası Hukuk Dairesi, tescili istenen akdin sahih olmadığına, böyle bir akdin batıl olduğuna karar vermiş ve bu mezhebin amaçlarını Mısır düzenine uygun bulmamıştır.”[200]
Ancak şurası ilginçtir ki, Bahailik Türkiye’de de mahkemeler itibarı ile problem olmuş, mahkemelerin bilirkişilerden istemiş oldukları raporlarda -her ne kadar bu raporlar 1950’li ve 60’lı yılların raporlarıysa da- Bahailik’in bir “din” olarak kabul edildiği görülmektedir. Bir milletin oluşumunda “din ve kültür” hayati ehemmiyete haizdir. Bu bilirkişilerin, milletin bütünlüğüne halel verecek bir tarzda Bahailik’i bir “din” şeklinde tanımlamaları büyük bir hatadır.[201]
Daha önce de belirttiğimiz üzere, Bahailik mevcut dinlere ve mezheplere alenen saldırmakta, ağır hakaretler etmekte ve sataşmaktadır. Bu durumun, toplum genel huzur ve ahengini bozabilme riskini beraberinde taşıdığı açıktır.
Dolayısı ile Bahaîlik;
Yahudiliği, Hıristiyanlığı, İslamiyet’i ve özellikle de İslamiyet içerisindeki
tarikat ve mezhep kanallarını çok iyi kullanan, evrensel barış ve hoşgörü
iddiası kılıfı altında, yabancı gizli servislerin güdümünde, bütünüyle siyasi
bir hareket olarak görülmesi gereken sahte bir organizasyondur.
[1] Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s.243. Bahaullah, bu iki ismi, yani Ahmet el-Ahsâî ve Kâzım Reştî’yi, kendi peygamberliğinin müjdeci alametleri gibi kabul etmiştir. İkan Kitabı, s. 40.
[2] Bab, zahir olacak bu şahıs için şöyle demektedir: “…Allah’ın zahir kılacağı bu şahsın indinde, ben zelil bir köleyim. Ona ilk secde eden ben olacağım, neyim varsa hep ondandır. Beyan’da ne varsa hepsi ondandır…” Mehmet Marufi, Makalat, s.90. Akdes Soltani ise hem 1844’ün hem de 1851’in Bab’ın zuhur yılı sayılması gerektiğinden bahseder. Soltani, Aranan Gerçek, s. 146.
[3] Townshend, Bab hapishanede iken, Tahran’da oturan İngiliz Doktor Cormick’in onu tedavi ettiğinden bahsetmektedir!
[4] Fığlalı, Ethem Ruhi, Bâbilik ve Bahailik, TDV Yay., Ankara–1994, ss. 24–25.
[5] Şevki Efendi, Bahai Dininin I. Yüz Yılı, s. 33, 70.
[6] Fığlalı, Ethem Ruhi, Bâbilik ve Bahailik, TDV Yay., Ankara–1994, ss. 23–25.
[7] Şevki Efendi, Bahai Dininin I. Yüz Yılı, Çev. Suna Bozkır, İstanbul, 1995, s. 34.
[8] Fığlalı, Ethem Ruhi, Bâbilik ve Bahailik, TDV Yay., Ankara–1994, s. 25.
[9] Kendi kaynaklarında bu âyet nazil etme iddiası şu şekilde yer almaktadır: “…Bahaullah, nazil ettiği bu ayetler hakkında şöyle buyurmuştur! ‘İlâhî inayet bulutlarından yağanlar öyleydi ki, bir saat içinde bin âyete eşit yazı nâzil olmuştur.” (Şevki Efendi, Bahai Dininin I. Yüzyılı, s. 177). “… Aynı zat: ‘Ayetler nazil etmiş midir?’ diye sorunca Bab: ‘Evet, Ayetler de nazil etmişiz.’ diye beyan buyurdular. Bu cesurca ve açıkça cevaplar herkesin gerçeği anlaması için yeterli idi…” (Marufi, s. 96). Ahmet adında ateşli bir Bahai’ye, Bab ile alakalı olarak Bahaullah’ın şöyle demekte olduğunu görüyoruz: “…Ey Ahmet! Onun Tanrı olduğuna, ondan başka Sultan, Müheymin, Aziz ve Kadir bir Tanrı bulunmadığına O’nun Ali adıyla gönderdiği Kimsenin Hakikaten Tanrı katından gelmiş olduğuna ve hepimizin O’nun buyruğuyla amel eder olduğumuza tanıklık et…” (Marufi, s. 98).
[10] Fığlalı, Ethem Ruhi, Bâbilik ve Bahailik, TDV Yay., Ankara–1994, s. 44.
[11] Alkan, Necati, Babi-Bahai Tarihi Üzerine Osmanlıca Bir Kaynak Olarak Süleyman Nazif’in Nasıruddin Şah ve Babiler’i, http://www.geocities.com/necatialkan/nazif_babis_tr.htm
[12] Gölpınarlı, Abdulbaki, 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, s. 168.
[13] Bahaullah, İkan Kitabı, ss. 62–65.
[14] Kendi kaynaklarında, Bahaullah için atfedilen olağanüstü sıfatlar şu şekilde yer almaktadır: “…(Hâşâ) Rabların Rabbı, İsm-i Azam, Kıdem Cemali, Kalemi Ala, Saklı Ad, Gizli Hazine, Her Şeyden Önce Var Olan Kök, Kendi Kendine Yeten, İnsanları Eleyen, Sidretul Münteha…” Şevki Efendi, a.g.e., s.96.
[15] N. Özşuca, Bahai Dininde Şerî Hükümler ve İzahları, s. 5.
[16] “…Yaptığının bir cezası olarak krallığın karışacak ve imparatorluğun elinden alınacaktır… Azametin seni kibirli mi yaptı? Hayatıma yemin olsun ihtişamın sürmeyecek!..” (Hz. Bahaullah, s. 43.)
[17] Bahaullah, İran hükümdarı Nasreddin Şah’a şöyle diyor: “…Ben, insanlar arasında yaygın ilimleri öğrenmedim, onların okullarına gitmedim. Yaşadığım şehirden sorarsanız, yalan söylemediğime emin olursunuz.” (Hz. Bahaullah, s. 50.)
[18] Abdülbaha, Bazı Sorulara Cevaplar (Mufavezat-ı Abdülbaha), s. 23.
[19] Gloria Faizi, Bahaî Dini Hakkında Açıklamalar, ss. 12–13.
[20] Şevki Efendi, Bahaî Dininin I. Yüz Yılı, s. 34.
[21] A.e., s. 40.
[22] A.e., s. 45.
[23] A.e., s. 47.
[24] A.e., s. 426.
[25] Şevki Efendi, a.e., s. 25.
[26] A.e., s. 56.
[27] A.e., s. 33, 40.
[28] A.e., s. 71.
[29] A.e., s. 68.
[30] Şevki Efendi, s. 72.
[31] “…Boynumda henüz demir lalenin eseri ve vücudumun her tarafında henüz işkence izleri mevcut…” (Bahaullah, İkan Kitabı, s. 106)
[32] Şevki Efendi, s. 136.
[33] E. Ruhi Fığlalı, “Bahaîlik”, DİA, IV, 465.
[34] Şevki Efendi, s. 117.
[35] A.e., s. 136.
[36] Şevki Efendi, s. 162.
[37] A.e., s. 163.
[38] A.e., s. 180–182.
[39] A.e., s. 166.
[40] Hz. Bahaullah, s. 42.
[41] Faizi, a.e., s.17.
[42] İkan Kitabı, ss. 125–132.
[43] Bahaîlerin terör, dinsizlik, imansızlık vb. kavramlarla beraber anıldığını Şevki Efendi de kabul etmektedir. (Şevki Efendi, s. 198). Lord Curzon ise Babilik/Bahaîliğin, sadece terörle değil aynı zamanda politik kökenli, Nihilist, Komünist, Sosyalist ve Ahlaksız olarak nitelendiklerini kabul etmektedir. (Şevki Efendi, s. 212).
[44] Abdülhamid, Muhsin, İslam’a Yönelen Yıkıcı Hareketler (Babilik ve Bahaîliğin İçyüzü), Çev. M. Saim Yeprem-Hasan Güleç, Ankara–1973, s. 269 (Fığlalı, Ethem Ruhi, Babîlik ve Bahailik, ss. 95, 99’dan naklen).
[45] Şevki Efendi, ss. 73–74.
[46] A.e., s. 109.
[47] “…Görevimiz, insanların kalplerini ele geçirmek ve yönetmektir…” Hz. Bahaullah, s. 20, 40.
[48] Hz. Bahaullah, ss. 24–25.
[49] A.e., s. 27.
[50] “…Tanrının ağzından çıkan her bir harf, gerçekten de ana bir harf ve İlahi Vahiy Kaynağı Olan Kimse’nin (kendisini kastediyor) söylediği her kelime, bir ana kelimedir.” A.e., s. 30; “…Eğer Tanrı’nın her şeyi kapsayan zuhurlarından biri -Ben Tanrı’yım- diye beyan ederse aynen gerçeği söylemiş olur, bunda hiç kuşku yoktur…” Faizi, s. 30.
[51] “Ey Tanrım, beni buyruğunla yükseltip, Senin Makamına oturmamı… Emreden sensin.” Faizi, s. 42.
[52] Şevki Efendi, s. 218.
[53] “…İnsanlar arasında hala tanınmayan ve henüz Tanrı Kelamını söylemeyen Ezelî Varlık’ın kendisi, o saat gelinceye kadar Kendisini bilen herhangi bir insandan yoksun bir dünyada Her Şeyi Bilen’dir. O gerçekten de, yaratıkları olmayan bir Yaratıcı’dır… Gerçekten de bu Gün, ‘Bu Günde padişahlık kimindir?’ diye yazılan gündür…” Hz. Bahaullah, s. 32; “…Herkesin egemen Rabbı olan Kimse geldi…” A.e., s. 39; “…Cennet’in Yaratıcısı olan Kimse…” A.e., s. 40.
[54] “…Ancak O, Kendi rahmetinin bir eseri ve sevgi dolu merhametinin bir delili olarak Kendi İlahi Rehberliğinin Güneşlerini, Kendi İlah Birliğinin Sembollerini insanlara zahir etmiş ve bu kutsal varlıkların bilgisinin Kendi Bilgisine eş olmasını buyurmuştur…” Faizi, s. 28.
[55] “…Senin en mükemmel sıfatlarının kaynağı Olanın, Sana olan sevgisiyle, onların ruhlarının ihyası hatırına nelere katlanmayı kabul ettiğini onlara bildir…” Faizi, s. 43. Bu pasajda da Bahaullah’ın çektiği sıkıntıların onun ruh dengesini nasıl sarstığı anlaşılmaktadır.
[56] Bahaullah’a göre; “Tanrı peygamberleri, dünyanın ve insanlarının iyiliğine yardım etmekle görevli doktorlar olarak görülmelidir. Tanrı peygamberleri, dünyayı İlahi bilgi güneşinin parlak ışığıyla aydınlatmadırlar.” Hz. Bahaullah, s. 26; “…Tanrı, Elçilerini Hz. Musa ve Hz. İsa’yı takiben göndermiştir ve ‘sonu olmayan bir son’a kadar da öyle yapmaya devam edecektir…” A.e., s. 32.
[57] Şevki Efendi, s. 4.
[58] “…Kadın ve erkek Tanrının gözünde eşit olmuş ve daima eşit olacaklardır…” (Hz. Bahaullah, s. 35.)
[59] “…Tanrı’nın bütün dünyanın iyileşmesi için takdir buyurduğu en yüksek çare ve en kuvvetli vasıta, bütün milletlerin tek bir evrensel Emir, tek bir ortak Din’de birleşmeleridir…” Faizi, s. 43; “Dünya tek bir ülke ve insanlar O’nun vatandaşlarıdırlar…” Faizi, s. 73; “…Merhametli Rabbınız, tüm insan ırkını tek bir ruh ve beden olarak görme arzusunu kalbinde taşımaktadır…” (Hz. Bahaullah, s. 20.) Ancak bu iddianın tutarsızlığını, kaynağını verdiğimiz Uluslararası Bahaî Topluluğu Araştırma Kadrosu da anlamış olmalıdır ki, “…Mantığa aykırı görünse bile…” (A.e., s. 33.) deme lüzumunu duymuşlardır.
[60] A.e., ss. 33, 34, 35.
[61] Abdülbaha, Bazı Sorulara Cevaplar (Mufavezat-ı Abdülbaha), ss. 225, 226.
[62] Abdülbaha’nın yazılarından Seçmeler, s. 65.
[63] Özşuca, a.g.e., s. 7.
[64] A.y.
[65] A.y.
[66] Özşuca, a.g.e., ss. 9–15.
[67] A.e., ss. 16–21.
[68] Özşuca, a.g.e., s. 24.
[69] A.e., s. 26.
[70] A.e., s. 29.
[71] A.e., s. 71.
[72] Biharu’l-Envar’da din adamları ile ilgili rivayetler için bkz: Kuçani, Akdes, Aranan Gerçek, s. 158.
[73] Bahaullah, İkan Kitabı, s. 3.
[74] A.e., ss. 8–19.
[75] A.e., s. 15. Peygamberlerin sözleri ya da onlara vahyedilen kitapların ayetlerinin manaları ancak Tanrı’nın zuhuruna mazhar olanlara yani Bab ya da Kaim’e malum ve açık olmaktadır.
[76] A.e., s. 17.
[77] Marufi, Makalat, s. 66.
[78] A.e., s. 68.
[79] İkan Kitabı, s. 122.
[80] “…Nihayet seneler ve asırlar tevali ede ede iş bu yeni ve Yüce Emre dayandı. Bunun da yıldızının gökte göründüğünü birçok müneccimler haber vermişlerdir. Keza yerde de (toprakları hoş olsun) Ahmet, Kâzım isimleriyle anılan iki parlak nur meydana gelmiştir. Birlik Aynaları’ndan her birinin zuhurundan önce, biri şu görünür gökte ve öbürü görünmez gökte olmak üzere, iki alamet belirdiğini bütün bu izahlarımızdan anlamışsınızdır…” (İkan Kitabı, s. 40).
[81] İkan Kitabı, s. 22.
[82] A.e., s. 44.
[83] A.e., s. 45.
[84] “…Onlar, hadislerdeki manaya tamamıyla yabancı olduklarına bakmayarak kalkıp: (Kaim’in zuhuruna öncelik eyleyen alametlerden bulunan falan hadis henüz tahakkuk etmemiştir) derler. Bilmiyorlar ki, bütün alametler zahir oldu, Emir sıratı kuruldu ve işte müminler onun üzerinden şimşek gibi geçmektedirler…” (İkan Kitabı, s. 49.)
[85] “…Şimdi, ey kardeşim, bu devirde bu gibi hadiseler zuhura gelse ve böyle maceralar ile karşılaşılsa, acaba neler yapılır? Yemin olsun varlığın Mürebbisine ve Kelimeleri İndirene, derhal, hiç ağız açtırmadan, küfrüne hükmolunur ve katline fetva verilir. İstenildiği kadar İsa’nın Ruh-ul Kudüs’ten meydan geldiği veya Musa’nın Tanrı katında büyük bir işe memur edildiği söylensin. Kim dinler, kim kulak verir? Canım, babasızın biri elçilikle gönderilmemiş midir veya katilin biri Yanan Ağacın alevinden (Ben Tanrı’yım) mesajını getirmemiş midir? diye bin kere haykırsan kimsenin kulağına gitmez…” (İkan Kitabı, s. 37.) Bahaullah, burada özellikle şunu söylemeye çalışıyor gibidir: Yanan ağaç Tanrı olabiliyorsa şayet, (hâşâ) Bab ya da Bahaullah niçin olmasın?
[86] İkan Kitabı, s. 22.
[87] A.e., ss. 30, 90, 118.
[88] A.e., ss. 20–36.
[89] A.e., s. 42. Dini ulemaya duyulana bu düşmanlığın kökleri, İsnaaşeriye mezhebinin dayandığı Şii kaynaklı asılsız hadis kitaplarındaki bazı hadislerdir. Bahaullah, İkan Kitabı’nda 134–136. sahifelerde bu hadislere değinmektedir. Bahaî bağlılarında da bütün din ulemasına aynı düşmanlığın devam ettirildiği görülmektedir. Bkz. Marufi, s. 97, 107, 142.
[90] İkan Kitabı, s. 51.
[91] A.e., s. 52.
[92] A.e., s. 66, 67, 69, 97; Marufi, ss. 35–37, 40–41.
[93] İkan Kitabı, s. 91, 93, 95, 119.
[94] A.e., s. 100.
[95] A.e., s. 68, 77, 79, 82, 83, 97, 116, 123.
[96] A.e., ss. 111–112.
[97] A.e., ss. 112, 123, 133, 134.
[98] “… Aynı zat, ‘Ayetler nazil etmiş midir?’ diye sordu. Bab, ‘Ayetler de nazil etmişiz!’ diye beyan buyurdular. Bu cesurca ve açıkça beyanlar herkesin anlaması için yeterli idi…” Marufi, Makalat, s. 96. Burada, ayet indirdiğini iddia eden sadece Bab değildir. Onun müridi Bahaullah da aynı iddiaları tekrarlamaktan çekinmemiştir: “…Akdes Kitabında indirdiğimiz şu ayete bakınız!” Kuçani, Akdes, Aranan Gerçek, s. 58. Bahai bağlılarının da böyle inandığına şüphe yoktur. Şu cümleye bakınız: “…Adalet evi Bahaullah tarafından nazil olmayan hükümleri koyabilir!” A.y.
[99] Şevki Efendi, s. 11, 23.
[100] “İnsanlara koyun sürüsü nazarıyla bakınız… Hakikat, hakikatin kendisi budur… Biz, her şeyi biliciyiz.” Bahaullah’ın Sesi, s. 169, bölüm, 159 (Kuçani, Akdes, Aranan Gerçek, s. 38’den naklen).
[101] Burada, kendince Bakara Suresi 210. âyet-i kerîme’ye atıfta bulunmaktadır.
[102] Bahaullah’ın Sesi, s. 53, bölüm, 47 (Kuçani, Akdes, A.e., s. 47’den naklen).
[103] Bahaullah’ın Sesi, s. 169, bölüm, 159 (Kuçani, Akdes, A.e., s. 38’den naklen).
[104] Benzeyişe örnek için bkz.: Mehmet Marufi, Makalat, s. 33.
[105] Hz. Bahaullah, s. 17.
[106] İkan Kitabı, ss. 134–136.
[107] Bahaullah’ın Sesi, s. 90, bölüm, 88 (Kuçani, Akdes, Aranan Gerçek, s. 61’den naklen).
[108] Kuçani, Akdes, Aranan Gerçek, s. 64.
[109] A.e., s. 70.
[110] “… Tanrı dini ve Tanrı Yolu (Bahailik), Kıdem Sultanı’nın irade semasından sırf yeryüzü sakinlerinin ittihad ve ittifakını sağlamak için inmiş ve meydana çıkmıştır.” A.e., s. 72.
[111] A.e., s. 74.
[112] Kuçani, Akdes, Aranan Gerçek, ss. 75–76.
[113] Abdülbaha, Bazı Sorulara Cevaplar (Mufavezat-ı Abdülbaha), s. 20.
[114] Kuçani, Akdes, Aranan Gerçek, s. 77.
[115] A.e., s. 79.
[116] A.e., s. 82.
[117] Kuçani, Akdes, Aranan Gerçek, s. 85–87.
[118] A.e., s. 91.
[119] A.e., ss. 99–100.
[120] A.e., ss. 88–98.
[121] A.e., s. 102.
[122] A.e., s. 103.
[123] A.e., ss. 116–120.
[124] A.e., ss. 121–125.
[125] Bahaullah’ın Sesi, s. 169, bölüm, 159 (Kuçani, Akdes, Aranan Gerçek, s. 38’den naklen).
[126] Kuçani, Akdes, Aranan Gerçek, s. 129.
[127] “…Bahaîler, dinlerinin öğretilerini tartışmaya ve her konuda kişisel görüşlerini ifade etmeye teşvik edilmekle beraber, ne kadar bilgili veya ermiş olurlarsa olsunlar, kendi fikirlerinin tek doğru görüş olduğunu söylemeye ve diğer müminlerin Bahaullah’ın öğretileri üzerinde kendi yorumlarını kabul etmelerini istemeye hakları yoktur…” Faizi, s. 79; Emre Toplu Giriş, Türkiye Bahaîleri Ruhani Mahfili, s. 31.
[128] Kuçani, Akdes, Aranan Gerçek, s. 147.
[129] A.e., ss. 192–193.
[130] Nazil olduğu iddia edilen bu eserlerin listesi için bkz: A.e., ss. 211–217.
[131] Şevki Efendi, s. 62.
[132] Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, ss. 234–236.
[135] Abdülbaha, Bazı Sorulara Cevaplar (Mufavezat-ı Abdülbaha), ss. 69–116. Günümüzde bu tutumun bir örneğine ise Marufi’nin Makalat’ında rastlanılabilir (s. 70).
[136] E. Ruhi Fığlalı, “Bahaîlik”, DİA, IV, 466.
[137] Alkan, Necati, Babi-Bahai Tarihi Üzerine Osmanlıca Bir Kaynak Olarak Süleyman Nazif’in “Nasıruddin Şah ve Babiler”i, http://www.geocities.com/necatialkan/nazif_babis_tr.htm
[138] A.y.
[139] Abdülbaha’nın Yazılarından Seçmeler, s. 13.
[140] A.e., s. 22.
[141] A.e., s. 24, 54, 62, 80.
[142] A.e., s. 31.
[143] A.e., s. 34.
[144] A.e., s. 39.
[145] A.e., s. 76.
[146] A.e., s. 93.
[147] A.e., s. 130, 172.
[148] A.e., s. 181.
[149] A.e., s. 181, 200, 244, 245.
[150] A.e., s. 194.
[151] A.e., s. 223.
[152] A.e., s. 232.
[153] A.e., s. 237.
[154] A.e., s. 239.
[155] Abdülbaha, Bazı Sorulara Cevaplar (Mufavezat-ı Abdülbaha), ss. 11–21.
[156] A.e., ss. 23–24.
[157] A.e., s. 24.
[158] Bana, değneğe benzer bir ölçü kamışı verilip şöyle dendi: “Git, Tanrı’nın tapınağını ve sunağı ölç, orada tapınanları say. Tapınağın dış avlusunu bırak, orayı ölçme. Çünkü orası, kutsal kenti kırk iki ay boyunca ayaklarıyla çiğneyecek olan uluslara verildi. İki tanığıma güç vereceğim; çuldan giysiler içinde bin iki yüz altmış gün peygamberlik edecekler.” İncil, Yuhanna’nın Vahyi, 11. Bölüm.
[159] Abdülbaha, Bazı Sorulara Cevaplar (Mufavezat-ı Abdülbaha), s. 44.
[160] Abdülbaha, Bazı Sorulara Cevaplar (Mufavezat-ı Abdülbaha), s. 40.
[161] Eski Ahit, Daniel, 8/14.
[162] Abdülbaha, Bazı Sorulara Cevaplar (Mufavezat-ı Abdülbaha), Kazancı Matbaacılık, İst.–1996, ss. 33–35.
[163] Bu sorumluluğu aldığında yirmi beş yaşındaydı. (Faizi, 25)
[164] Faizi, a.e., s. 24.
[165] Şevki Efendi, s. 18, 283.
[166] A.e., s. 162.
[167] A.e., s. 163.
[168] http://www.geocities.com/krmtr/bahailik.htm
[169] Abdülbaha’nın Yazılarından Seçmeler, s. 56.
[170] Faizi, a.e., s. 90.
[171] Emre Toplu Giriş, Türkiye Bahaîleri Ruhani Mahfili, ss. 11, 43, 59, 60
[172] A.e., s. 43.
[173] Özşuca, a.g.e., s. 53.
[174] Emre Toplu Giriş, ss., 21, 58.
[175] A.e., s. 11.
[176] A.e., s. 15.
[177] A.e., s. 16.
[178] A.e., s. 18.
[179] A.e., s. 30.
[180] A.e., s. 31.
[181] A.e., s. 33.
[182] A.e., s. 34.
[183] A.e., s. 46; Ayrıca bkz: Şevki Efendi, s. 177
[184] Özkaya, Süleyman, Osmanlı Arşiv Belgeleri Işığında Bahailik Hareketi, ss. 46–48.
[185] A.e., ss. 62–79.
[186] Özkaya, a.e., ss. 80–81.
[187] Abdülbaha’nın Yazılarından Seçmeler, s. 187, 247. Başka bir yerde, “…Değil insanı, gücünüzün yettiği kadar bir karıncayı bile incitmeyiniz, değil halkı, mümkün olduğu kadar bir yılanın başını bile ezmeyiniz!” (s. 198.) diye şirin ve ahlâki görünmeye çalışan birisinin “can fedası andı” ile ilgili mektubu aldığında çok büyük bir sevinç duyması, ahlâkî mevzulardaki yalancılığının ve ikiyüzlülüğünün başka bir resmidir.
[188] Özkaya, a.e., s. 86.
[189] http://www.tempodergisi.com.tr/toplum_politika/01124.
[190] Şevki Efendi, s. 33.
[191] Şevki Efendi, s. 435.
[192] Faizi, a.e., s. 80.
[193] Buradaki “gizlilik” tabiri kanaatimizce önemlidir. Seçimin niçin gizli olduğunu da Bahailerin açıklaması gerekir.
[194] Faizi, a.e., s. 81.
[195] Faizi, a.e., ss., 81–82.
[196] Faizi, a.e., s. 82.
[197] Şevki Efendi, s. 223.
[198] Faizi, a.e., s. 90.
[199] Bkz. Bahaullah, Yedi Vadi ve Dört Vadi, s. 11–14; Almancadan çev. Atilla Bağçuvan, Kemal Matbaası, Adana, trs., s. 14–15.
[200] Muhammed Ebu Zehra, İslam’da Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi (Çev.: Sıbğatullah Kaya), Şura Yayınları, İst.–1996, s.
[201] Eminönü, 2. Sulh Ceza Hâkimliği Makamına, İstanbul Üniversitesi Profesörlerinden Hazım Atıf Kuyucak tarafından verilen 6 Eylül 1954 tarihli raporda, Eminönü 2. Ceza Mahkemesi Reisliğine verilen 27.5.1955 tarihli, Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Prof. Recai C. Okandan ve Osman Ergin’den ibaret bilirkişilerin raporlarında, Adana 2. Sulh Ceza Mahkemesinin 954/488 sayılı ve 6.7.1955 tarihli talimatı üzerine bilirkişi olarak seçilen İstanbul Üniversitesi Ceza Hukuku Profesörü Nurullah Kunter’in Eminönü 1. Sulh Ceza Mahkemesi Reisliğine verdiği 8.8.1955 tarihli raporunda, ayrıca Ankara Üniversitesi İslam Felsefesi ve İslam Mezhepleri Tarihi Kürsüsü Profesörü Muhammet B. Tavit-el-Tanci’nin bilirkişi raporunda, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Doçenti Neşet Çağatay’ın bilirkişi olarak verdiği 5.12.1959 tarihli raporda, Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 959/85 sayılı talimatı üzerine bilirkişi olarak tayin edilen Prof. Sahir Erman, Doç. Dr. Cahit Tanyol, Doç. Dr. Selçuk Özçelik’ten ibaret heyetin 17.01.1961 tarihli verdikleri raporlarda Bahailik bir “din” olarak tarif edilmiştir.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.