Musa Kâzım GÜLÇÜR
1 Mayıs/2020
İçindekiler
Hz. İbrahim’in (as) Güvenlik Dileği 1
Hz. İbrahim’in (as) Muvahhidlerden Olma Duası 2
Hz. İbrahim’in (as) Namazlı Nesil ve Mekke’nin Bereketlenmesi İsteği 4
Hz. İbrahim’in (as) Salih Bir Evlat Talebi 5
Hz. İbrahim’in (as) Kendisi ve Nesli İçin Namazın İkamesi Dileği 9
Hz. İbrahim’in (as) Cenâb-ı Allâh’tan Mağfiret Talebi 10
Önceki yazımızda, din eğitimine duyulan ihtiyaç konusunu, Peygamberler ve Mürsellerin (ase) etraflarını aydınlatma ve eğitim konusundaki azim ve cehdlerini, ulü’l-azm sahibi beş büyük peygamberden biri olan Nuh’un (as) neslini ve toplumu eğitme konusundaki büyük gayretlerini, yine ulü’l-azm peygamberlerden, Allâh aşkında yüceliğe ulaşan ve Kur’an-ı Kerim’de kendisinden en çok söz edilen İbrahim’in (as) destansı çabalarını görmeye çalışmıştık.
Bu yazımızda ise, İbrahim Suresi 35 ila 41’inci ayet-i kerimeleri arasında, İbrahim’in (as) Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden güvenlik, muvahhidlerden olma, namazlı bir nesil, Mekke’nin bereketli bir belde haline getirilmesi, salih evlat, kendisi ve neslinin namazları hakkıyla ikame etmeleri ve Allâh’tan mağfiret taleplerine yakından bakmaya çalışacağız. Ayrıca İbrahim’in (as), dualarında kendisi ve nesli için birinci öncelikli hususları ne şekilde ifade ettiğini görmeye, bu dua ve isteklerin günümüz ebeveynlerine ne gibi mesajlar verdiğini anlamaya gayret edeceğiz.
Hz. İbrahim’in (as) Güvenlik Dileği
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هَذَا الْبَلَدَ آمِنًا
“Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: “Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl.” (İbrahim, 14/35)
Hz. İbrahim’in (as) eşi Hacer ve oğlu İsmail (as) için, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden ilk isteği, “emniyet” nimetinin lütfedilmesidir.
“Emniyet”, tehlike riskinden uzak olma veya istenmeyen sonuçlardan korunma durumudur. Genellikle “güvenlik” kelimesini de çağrıştırır ve zamanla bu her iki kelime arasındaki tanımlamalar neredeyse eşitlenmiş ve sıklıkla aynı cümlede yan yana kullanılır olmuştur. Güvenli bir durum, yaralanma veya mal hasarı risklerinin düşük ve yönetilebilir olduğu durumdur. Bu her iki kelime hem haricî hem de dâhilî tehlikelerden korunma anlamını ifade etmektedir. Bir şey güvenli olarak adlandırıldığında, bu genellikle belirli makul sınırlar ve parametreler içinde onun güvenli olduğu anlamına gelir.
İşte emniyet ve güvenlik, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına lütfettiği çok önemli ve hayati bir unsurdur. Cenâb-ı Hak, İbrahim’in (as) bu kritik önemdeki duası hürmetine, Mekke şehrini emin bir belde haline getirmiş, herhangi bir kimse Mekke’ye sığındığında kendisini hep emin ve emniyette hissetmiştir. Bu durum günümüzde de böyledir.
Buradan, muvahhid bir kimsenin bulunduğu beldenin emniyetli hale getirilmesi için Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine dua etmesinin İbrahimî bir tavır olacağını söyleyebiliriz.
وَاجْنُبْنِي وَبَنِيَّ أَنْ نَعْبُدَ الْأَصْنَامَ رَبِّ إِنَّهُنَّ أَضْلَلْنَ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ فَمَنْ تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
“Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü, onlar (putlar), insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin.” (İbrahim, 14/35-36)
Hz. İbrahim’in (as) Muvahhidlerden Olma Duası
Hz. İbrahim’in (as) Cenâb-ı Allâh’tan ikinci isteği, kendisinin ve neslinin şirkten uzak tutulması ve tevhid düşüncesinin pratikleri ile birlikte, inananların kalp ve gönüllerinde muhafaza altına alınmasıdır. (وَاجْنُبْنِي وَبَنِيَّ أَنْ نَعْبُدَ الْأَصْنَامَ) “Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut” cümlesi, küfürden uzaklaştırmanın ve imana yaklaştırmanın ancak Allah Teâlâ tarafından olduğunu göstermektedir. Bu husus; “Allah, kime hidayet ederse o doğru yoldadır, kimi de sapıklığa düşürürse, artık bunlar için Allah’tan başka asla yardımcılar bulamazsın” (İsra, 17/97) ayetinde ve benzer hükmü beyan eden diğer ayet-i kerimelerde (Araf, 7/178; Kehf, 18/17 ve Zümer, 39/37) çok net bir şekilde görülmektedir.
Şirk, açık ve gizli şirk olmak üzere ikiye ayrılır. Açık şirk bellidir. Gizli şirk ise, inanmış bir kalbe ve gönle sahip olsa bile, bir kimsenin görünen sebep ve vasıtalara bir güç atfetmesi, “her şey senden” diyerek bir de bu sebeplere adeta bir tanrısallık izafe etmesidir. Halbuki Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bizleri “tevhid-i mahz” yani halis, katışıksız ve duru bir tevhid anlayışına çağırmaktadır:
“Dikkat edin, halis (katışıksız) din (duygusu ve inancı) Allâh’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet (vaziyeti alıyoruz) ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” (Zümer, 39/3)
“Tevhid-i mahz”, insanın gözünü bütün sebep ve vasıtalardan çevirmesi, zahiri unsurları çok da nazar-ı itibara almayıp, Allâh Teâlâ’dan başka bir güç ve mabud görmemesidir. İşte, İbrahim’in (as), hem kendisi hem de çocukları ve gelecek nesilleri için “beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut” ifadesi ile Cenâb-ı Allah’ın, kendilerini açık şirkten korumasını ve aynı zamanda tevhid-i mahzı talep etmiş olmaktadır. Bu dua, Hz. İbrahim’in (as) evlatlarından ve neslinden inanan bireylere mahsustur. Hz. İbrahim (as), “kim bana uyarsa o bendendir” demekle, din hususunda aynı duygu ve düşünceyi taşımayanın, kendisinden olamayacağını ifade etmiştir. “Bendendir/benden değildir” bakış açısı, bir önceki yazımızda, Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Nuh’a (as), inançsız oğlu için söylediği “Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir” (Hud, 11/46) ayet-i kerimesinin yorumunda tafsil edilmeye çalışılmıştı.
Efendimiz (sas), gizli şirkle ilgili olarak şöyle ikaz etmektedir:
“Ümmetim için en çok korktuğum şey, Allah’a şirk koşmaktır. Ama dikkat edin! Ay’a, Güneş’e veya puta tapacaklar demiyorum. Allah rızası dışındaki gayelerle hareket edecekler ve gizli şehvet (riya ve gösteriş duyguları) taşıyacaklar.”[1]
Bu durumda bir aile yöneticisinin başta kendisi, daha sonra da aile efradı için, gerçek ve halis tevhid anlayışını inşa edip hayata geçirecek bir eğitim sürecini önemle ele alması gerektiği ortadadır. Bunun için gerek kavlî gerekse de fiilî duanın ehemmiyeti oldukça yüksektir. Herkes tarafından bilinen temel gerçeklerden birisi de hem kendi şahsiyetimizi hem de nesillerimizin karakter ve şahsiyetlerini yüksek bir tevhid anlayışı çerçevesinde yetiştirme ve inşa etmenin en önemli vazifelerimizden birisi olduğu hususudur.
Hz. İbrahim’in (as) Namazlı Nesil ve Mekke’nin Bereketlenmesi İsteği
رَبَّنَا إِنِّي أَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّتِي بِوَادٍ غَيْرِ ذِي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِ رَبَّنَا لِيُقِيمُوا الصَّلَاةَ فَاجْعَلْ أَفْئِدَةً مِنَ النَّاسِ تَهْوِي إِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُمْ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ رَبَّنَا إِنَّكَ تَعْلَمُ مَا نُخْفِي وَمَا نُعْلِنُ وَمَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ
“Ey Rabbimiz! ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler. Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. (İbrahim, 14/37-38)
Hz. İbrahim’in (as) Cenâb-ı Allâh’tan üçüncü isteği, evlatlarının ve kendisinden sonra gelecek nesillerinin namazlarını hakkıyla ikame etmeleridir.
Hz. İbrahim’in (as) Cenâb-ı Allâh’tan dördüncü isteği de müminlerin bilhassa hac ibadeti şeklinde tahakkuk eden “gönüllerin bu mübarek beldelere yöneltilmesi” ve bu bölgenin ürünlerle maddi olarak bereketlenmesi dileğidir.
Hz. İbrahim’in (as) bu gönülden gelen dualarına, Cenab-ı Hakk’ın çok güçlü bir şekilde icabeti söz konusudur. Bilindiği üzere İbrahim (as) ile hem tevhid dini hem de namazlı nesiller yeniden ihya ve ikame edilmiş, bu mübarek beldeler, o dönemden itibaren hac menasikinin ifa edildiği, insanların akın akın bu bölgeye ibadet ü taat amacı ile geldiği kutsal mekanlara dönüşmüştür. Ayrıca bölge, yine bu dua vesilesi ile hem yer üstü hem de yer altı ürünleri ile Cenab-ı Allâh tarafından halen rızıklandırılmaktadır.
Hz. İbrahim’in (as), bu duasını netice veren hadiseler zinciri, Buhari’nin Sahih’inde Abdullah b. Abbas rivayeti ile şu şekilde yer almaktadır:
Hz. İbrahim (as), Hz. Hâcer ile evlenip Hz. İsmail doğduktan sonra (Hz. Sâre’nin kıskançlıkla saldırısından korumak için) Şam’dan ayrılıp Mekke’ye geldi. Hacer validemizi ve çocuğunu, içinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ve su bulunan bir tulum ile Kâbe’nin (temellerinin bulunduğu yerin) yanında büyük bir ağacın altına getirip bıraktı. Burası Kâbe’nin hemen yukarı tarafında ve zemzemin tam üstünde bir nokta idi. O gün Mekke’de kimse yaşamıyor ve herhangi bir su kaynağı da bulunmuyordu.
Hz. İbrahim (as), bundan sonra emr-i İlahi ile arkasını dönüp Şam’a gitmek üzere oradan uzaklaşmaya başladı. Hz. İsmail’in annesi Hz. Hacer, Hz. İbrahim’in peşine düştü ve ona Keda’da yetişti. Hz. Hacer:
“Ey İbrahim, bizi hiçbir insanın, hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun? Öyle bir vadi ki ne görüşecek bir insan var ne de bir hayat eseri” diye seslendi.
Bu sözünü birkaç kere tekrarladı. Hz. İbrahim, (emir gereği) ona dönüp bakmadı bile. Hz. Hacer, üçüncü kez tekrar seslendi.
“Bizi burada bırakmayı sana Allah mı emretti?” dedi. Hz. İbrahim bunun üzerine:
“Evet! Allâh emretti” dedi. Hz. Hacer:
“Öyleyse Allâh koruyucumuzdur. Bizi burada perişan etmez!” dedi ve geri döndü. Hz. İbrahim de yoluna devam etti. Ailesinin kendisini göremeyecekleri Seniyye tepesine gelince Kâbe’ye doğru yöneldi, ellerini kaldırdı ve gönlünden gelerek yani tam bir “ibtihâl” içerisinde yukarıdaki ayet-i kerimede yer alan duayı yaptı.[2]
Bu ayet gurubunun sonunda, Hz. İbrahim’in (as), Cenâb-ı Allâh’a hiçbir şeyin gizli kalmayacağı amentüsünü ikrar ettiği görülüyor.
Allâh’ın (cc) bütün gizliliklere ne kadar derin olurlarsa olsunlar vakıf olduğu gerçeği, bir müminin kesinlikle gözden kaçırmaması gereken önemli bir imânî duruştur. Bu inanç, tutum ve davranışlarına istikamet vererek Allâh rızasına ulaşmak isteyen bir müminin, düşünce dünyasında hep diri kalmak zorundadır. Yerde ve gökte hiçbir şeyin katiyen Allah’a (cc) gizli kalmayacağı (Ali İmran, 3/5), gizliyi ve ondan daha gizli olanı da bildiği (Taha, 20/7), gözlerdeki hain bakışları ve kalplerde gizlenenleri bildiği düşüncesi, inançlı bireyin asla ihmal edemeyeceği bir bakış açısı ve inanç halidir. Bu şekildeki bir inanç halinin aileden başlayarak toplumları kapsayacak şekilde genişlemesi, dünya sulhü için de son derecede faydalı, semereli ve önemlidir.
Hz. İbrahim’in (as) Salih Bir Evlat Talebi
رَبِّ هَبْ لِي مِنَ الصَّالِحِينَ فَبَشَّرْنَاهُ بِغُلَامٍ حَلِيمٍ
“Rabbim! Bana iyilerden olacak bir çocuk ver” diye yalvardı. İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik.” (Saffât, 37/100-101)
Hz. İbrahim’in (as) Cenâb-ı Allâh’tan beşinci isteği, salih bir evlattır. İbrahim (as), kavminin puta tapıcılıklarına, yiğit bir genç olarak muhalefet etmiş, onların putlarını bir gece tek tek devirmiş, bir tanesini de bilerek sağlam bırakmış, baltayı da onun boynuna asmıştır. Genç İbrahim’in (as), putlara karşı cengâver tavrını bilenler, ondan şüphelendikleri için sorgulamış, Hz. İbrahim’e: “Bunu İlâhlarımıza sen mi yaptın, ey İbrahim?” (Enbiya, 21/62) dediklerinde o da kavminin bu ahmakça tutumlarını yüzlerine vurmak için, “işte büyük olan putunuz şudur, bu işi kimin yaptığını ona sorun, cevap verebilirse!” (Saffât, 37/100) demişti.
Nemrut ve kavmi şöyle dediler: “Bunu (İbrahim’i) yakın da ilâhlarınızın öcünü alın!” (Enbiya, 21/68) Nemrut, karanlık bir figür, kurnaz bir astrolog, vahşi bir putperest, masum bebekleri katleden katil bir yönetici ve ilk emperyalisttir. Bakara suresinde (2/258), Allah’ın kendisine mülk ve hükümdarlık bahşettiği için şımarıp, Hz. İbrahim’le (as) tartışması anlatılan kişi Nemrut’tur. Bütün azamet ve ihtişamıyla tanrılık iddiasında bulunduğu halde, Nemrut, burnundan giren bir sivrisinekle başa çıkamamış, sivrisineğin sebep olduğu şiddetli ağrılar yüzünden sürekli olarak kafasını tokmakla dövdürmüş, sonunda büyük bir acıyla ölmüştür.
Nemrut ve avenesinin, kendisini ateşe atıp yakma gibi kötü planlarını, “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selâmetli ol” (Enbiya, 21/69) iradesi ile ters yüz eden Kudret-i Kâhire, Hz. İbrahim’i (as) bu badireden kurtarmıştır (Enbiya, 21/69; Ankebût, 29/24). Hz. İbrahim (as), tevhide davet hususundaki bu namüsait şartlar karşısında şöyle demiştir: “Ben Rabbime, bana emrettiği yere gidiyorum. O bana yol gösterecektir.” (Saffat, 37/99) Böylece, zalimin zulmünden uzaklaşarak, Kudüs’e hicret etmiştir.
İbrahim (as) orada, “Ey Rabbim! Bana salihlerden bir çocuk ihsan buyur” (Saffat, 37/100) diyerek, Cenâb-ı Allâh’tan bir çocuğu olmasını dilemiştir. Ancak, bilindiği üzere İbrahim (as), Allâh’ın (cc) kendisine bağışlayıp müjdelediği, sabrı ve teslimiyeti ile maruf oğlu zebîhullâh İshâk’ı (as), Allâh için kurban etme ile sınanacak (Saffat, 37/102), ancak Moriah dağına oğlu Hz. İshak’ı (as), Allâh için kurban etmeye götürürken, bu biricik kaybına karşı kendisini avutacak hiçbir övgü konuşmasına ihtiyaç duymayacak bir metanet gösterecektir.
“Zebîhullah” unvanının, Hz. İshak’a (as) ait olduğunu gösteren rivayetler şu şekildedir:
Katâde b. Diâme es-Sedûsî el-Basrî’den (v. 117/735) rivayet edildiğine göre; “Hz. Yusuf (as) zindana götürüldüğünde, orada artık umutları kesilmiş, bela ve sıkıntıları alabildiğine artmış kimselerle karşılaşmış ve onlara şöyle demiştir:
“Sabredin, size müjdeler olsun, ecir/mükâfat alırsınız.” Onlar da:
“Ey delikanlı! Allâh seni mübarek kılsın. Ne kadar güzel yüzlü ne kadar güzel ahlâklısın. Ne güzel sözler söylüyorsun! Gerçekten seninle birlikte olmak, bizim için bereketli bir şeydir. Sen kimsin, ey delikanlı?” diye sorunca, Hz. Yusuf (as) şöyle söylemiştir:
“Ben Safiyyullâh (Allah’ın seçkin kulu) Yakup’un oğlu Yusuf’um. Dedem, Zebîhullah (Allah’a kurban edilmek için adanan) İshak’tır. Onun da babası Halilullâh (Allâh’ın sevgili dostu) İbrahim’dir.”[3]
Ashab-ı kiramdan; Abbas b. Abdu’l-Muttalip, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Hammad b. Zeyd, Cabir, Hz. Ali (ra) ve Hz. Ömer’in (ra), “boğazlanması emredilen kişi (zebîhullâh) İshak’tır” dedikleri rivayet edilmiştir. Tabiînden ve tabiîn olmayanlardan bu görüşe sahip kimseler arasında; Alkame, eş-Şa’bî, Mücahid, Said b. Cübeyr, Ka’b b. el-Ahbar, Katade, Mesruk, İkrime, Kasım b. Ebî Bezze, Ata, Mukatil, Abdurrahman b. Sabit, ez-Zührî, es-Süddî, Abdullah b. Ebi’l-Hüzeyl ve Malik b. Enes gibi önemli isimler bulunmaktadır. Tâbiînden, hadis ve tefsir konusundaki rivayetleri ile bilinen Said b. Cübeyr şunu söylemektedir:
“İbrahim’e rüyasında İshak’ı boğazlaması gösterildi. Tek bir sabah vaktinde bir aylık mesafeyi onunla kat etti ve sonunda Mina’da kurban kesim yerine kadar geldi. Yüce Allah onu boğazlanmaktan kurtarıp, koçu kurban ettikten sonra yine bir aylık mesafeyi onunla geri döndü. Dağlar ve vadiler onun önünde katlanıp dürüldü.”
İmam Kurtubî diyor ki, “Zebîhullâh’ın İshak (as) olduğu görüşü, Hz. Peygamber’den (sas), ashab-ı kiramdan ve tabiînden gelen nakiller arasında en kuvvetli olanıdır.”[4]
Yeri gelmişken, Efendimiz’in (sas) dedesi Abdülmüttalip’in, oğlu Abdullah’ı kurban etme teşebbüsü ile Efendimiz’e (sas) adeta güzel bir lakap haline gelen “iki kurbanlığın oğlu” rivayetini de kısaca hatırlayalım:
“Rivayet edildiğine göre, zemzem suyunun yerini bulabilmek için oğlu Hâris ile uzun uğraşlar veren Abdulmüttalip, çok yoruldukları bir sırada, “on oğlum olursa, onlardan birini kurban edeceğim” diye adakta bulunmuştur. On oğlu olduğunda, bir gün rüyasında kendisine yaptığı bu adak hatırlatılmıştır. Oğulları arasında kura çekmiş, kura en küçük oğlu Abdullah’a çıkmıştır. Ama Mekkeliler, Abdulmüttalip’in oğlunu kurban etme kararına tepki göstermişlerdir. Abdulmüttalip, bir kâhine giderek görüş almış, o da “on deve ile oğlu Abdullah arasında kura çekmesini, kura develere çıkana kadar da onar onar develerin sayısını artırması gerektiğini” söylemiştir. Abdülmüttalip denileni yapmış, develerin sayısı yüze ulaşınca, kura develere çıkmıştır. Neticede Abdülmüttalip, yüz deve kurban ederek oğlu Abdullah’ı kurtarmıştır.[5] Bu sebeple Efendimiz (sas); “Ben, iki kurbanlığın oğluyum” buyurur.[6]
Benzer diğer rivayette ise bir bedevî, Efendimiz’e (sas); “Ey iki kurbanlığın oğlu!” diye hitap etmiş, Efendimiz (sas) de bu hitabı reddetmemiş, kabul anlamına gelen bir tebessümle karşılamıştır.[7]
Ancak bu büyük ve zorlu sınavın bilhassa da Hz. İbrahim’e (as) has olduğu, bu durumun asla bir hüküm olmadığı fark edilmeli ve konu özellikle de Enam, 6/137, 140 ve 151’inci ayet-i kerimeleri ışığında dengelenmeye çalışılmalıdır. Bizim burada bu rivayetlere yer verişimizin sebebi, Mürsellerin karşı karşıya kaldıkları çok büyük sınavlardan yüzlerinin akı ile çıkmış olmalarını aktarmak içindir.
الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي وَهَبَ لِي عَلَى الْكِبَرِ إِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ إِنَّ رَبِّي لَسَمِيعُ الدُّعَاءِ
“İhtiyarlık halimde bana İsmail’i ve İshak’ı lütfeden Allah’a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.” (İbrahim, 14/39)
Ayet-i kerîme Allah Teâlâ’nın, Hz. İbrahim’e (as) Hz. İshak’ı ve Hz. İsmail’i (ase), yaşlı ve ihtiyarken verdiğini beyan etmektedir. Rivayetlere bakılacak olursa, Hz. İsmail (as) doğduğunda Hz. İbrahim’in (as) yaşı altmış dört, Hz. İshak (as) doğduğunda ise doksandır. Bir başka rivayette de Hz. İsmail (as) doğarken doksan dokuz, Hz. İshak (as) doğarken de yüz yirmi iki yaşındadır. Özellikle yaşlılıkta dolayı ümit kesildiği zamanda, bir evladın dünyaya gelmesi Allâh’ın büyük bir lütfudur. Bu sebeple Hz. İbrahim (as) Allâh’a hamd etmiştir.
Dünyaya gelecek çocukların Allâh’ın (cc) engin rahmeti ve lütfu ile salihlerden olması için dua edilmesi, bunun için gerekiyorsa duası makbul insanlara müracaat edilmesi, çocuk daha dünyaya gelmeden gerekli maddi ve manevi tedbirlerin alınması ehemmiyet taşımaktadır. Müslüman bireylerin, Allah’tan kendilerine göz nuru olacak eşler ve çocuklar vermesini ne şekilde niyaz edecekleri (Furkân, 25/74) Kur’ân-ı Kerîm’de bir dua formu şeklinde bizlere öğretilmektedir. Böyle bir talep, kişinin hem kendisine hem de bütün insanlığa faydalı olacak salih bir netice oluşturabilir. Ancak salih bir nesil ve evlat için sadece dua da yeterli değildir.
Doğacak çocukların salih bir atmosferde kalabilmeleri için ebeveynlerin dikkat etmeleri gereken amelî diğer unsurlar bulunmaktadır. Kız ve erkek çocuklar için ayrı ayrı eğitim süreçlerinin planlanması ve programlanması, bilhassa Allah’a (cc) gönülden gelen bir iman ile birlikte diğer iman esaslarını kalp gözüyle görerek kavrama, anlama ve idrak etmenin önündeki engellerin ortadan kaldırılması, çocuğun varlığının yüksek seviyede önemsenerek iyi bir insan ve muvahhid olarak yetiştirilmesi oldukça önemlidir. Çocuklara iyi bir isim seçilmesi, kaliteli bir eğitim temin edilmesi, ihtiyaç duyacakları bütün insanî ve ahlâkî faziletlerin, dinî inanç ve değerlerin, dünya ve âhiret mutluluklarının realize edilerek eğitimlerinin gerçekleştirilmesi temel vazifelerden sadece birkaçıdır. Bu hususta daha fazla ayrıntı için “Çocuğun Din Eğitimi” adlı yazı incelenebilir.
Hz. İbrahim’in (as) Kendisi ve Nesli İçin Namazın İkamesi Dileği
رَبِّ اجْعَلْنِي مُقِيمَ الصَّلَاةِ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَاءِ
“Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duamı kabul et!” (İbrahim, 14/40)
Hz. İbrahim’in (as) Cenâb-ı Allâh’tan altıncı isteği, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden hem kendisini hem de neslini, namazları hakkıyla ve devamlı bir şekilde “ikame” edenler haline getirmesidir. Bu duayı yaparken de “beni ve neslimi namazda mukîmîn/mukîm olanlardan eyle” şeklinde bir terkip kullanmaktadır.
Bilindiği üzere “mukîm” kelimesi, bir yere yerleşen, bir yerde oturan, kalıcı olan, ikâmet eden kimseler için kullanılmaktadır. Bu kelimenin zıttı “sefer”dir. Dolayısıyla “namazda mukîm olma” cümlesinin yaptığı çağrışımlardan biri de kişinin namazından hiç ayrılmaması, namazlarında adeta ikamet etmesi, bir nevi namazlaşması ve namazlarına karşı asla “sefer” haline, yani namazlarını ihmal ya da terk durumlarına düşmemesi gerektiği hususudur. Hz. İbrâhim (as), namazları hem hakkıyla kılmayı hem de namazlarda devamlılığın temini hususunda Allâh’tan yardım istemektedir.
Namazlardaki devamlılığın Allâh’tan talep edilmesi konusunda, Efendimiz’in (sas) Muaz b. Cebel’e (ra) öğrettiği önemli bir dua bulunmaktadır. Şöyle ki:
Muaz b. Cebel’den (ra) rivayet edildiğine göre, Resülullah (sas) onun elini tutup şöyle buyurdular:
“Ya Muaz! Vallahi seni seviyorum. Sana bir şeyler tavsiye edeyim. Onları her (farz) namazın sonunda oku, katiyen terk etme:
“Allah’ım! Seni zikretmekte, sana şükretmekte ve sana güzelce ibadet etmekte bana yardım et.”[8]
Bu hadis-i şeriften, diğer anlamlarının yanı sıra nebevî bir usul olarak, sevdiklerimize namazla ilgili böyle bir duanın hatırlatılmasının faydalı olacağı anlaşılmaktadır.
Namaz ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için “Namazın Önemi” başlıklı yazı incelenebilir.
Hz. İbrahim’in (as) Cenâb-ı Allâh’tan Mağfiret Talebi
رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ
Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, anne ve babamı ve müminleri bağışla!” (İbrahim, 14/41)
Hz. İbrahim’in (as) Cenâb-ı Allâh’tan yedinci isteği, kendisi, ebeveyni ve bütün müminler için Allâh’tan (cc) bağışlanma ve mağfiret talebidir.
“Mağfiret”, “örtmek, gizlemek, birinin kusurunu ifşa etmeyip bağışlamak” manalarına gelen “ğafr” (ğufran) kökünden türemiştir. “Allah’ın mağfiret etmesi”, “kulun günahlarının örtülüp, kusurlarının bağışlanması” anlamına gelmektedir. Aynı kökten gelen “istiğfar” ise, “kişinin kusurlarının bağışlanmasını Allah’tan talep etmesi” demektir. Mağfiret kavramı, Kur’an-ı Kerîm’in yaklaşık yüz kadar suresinde yer almak suretiyle, Allah’ın engin merhamet ve bağışlayıcılığını ifade etmektedir. En yüksek seviyede saygıya layık olan Allah’ın (cc), kendisine karşı işlenen bütün hataları affetmesi, kişinin ümitsizliğe kapılmasını önlemekte ve şeytan ve avenesine karşı manevi bağışıklık sistemini güçlendirmektedir.
Esmâ b. Hakem el Fezarî’den (ra) rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Hz. Ali’nin (ra) şöyle dediğini işittim: “Ben Resülullah’tan (sas) bir hadis işittiğimde, Allah o hadisten beni dilediği şekilde faydalandırırdı. Resülullah’ın (sas) ashabından bir kişi bana hadis aktarınca ona yemin verdirirdim. Şayet yemin ederse o hadisi kabul ederdim. Bir seferinde Ebu Bekir bana bir hadis aktardı ki Ebû Bekir (ra) doğruyu söyler, Allah Resulünü (sas) şöyle derken işitmiştir:
“Bir kimse, bir günah işler de akabinde güzelce abdest alır, sonra kalkıp iki rekât namaz kılar ve Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah onu mutlaka bağışlar.”
Resülullah (sas) devamla: “Onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allâh’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler” (Ali İmran, 3/135) mealindeki âyeti sonuna kadar okudu.[9]
Hadis-i şerif, Allah’ın rahmetinden umudu kesmemeye, kulun istiğfarı ile Allâh’ın (cc) günahları bağışlayacağına işaret ediyor. İstiğfar, her vakitte yapılabilmekle birlikte, Allah (cc) müttakilerin özelliklerini sayarken; sabretme, sadakat ve infak özelliklerine ek olarak “onlar seher vakitlerinde istiğfar ederler” (Ali İmran, 3/17; Zâriyat, 51/18) buyurmakla, tan yerinin ağarmasından biraz önceki zaman veya şafağın sökmek üzere olduğu vakitlerde yapılan istiğfarların önemini beyan etmiş olmaktadır. Samimiyetle yapılan tevbelerin, tüm günahların affedilmesine vesile olacağı açıktır.
İbn Abbâs (r. anhuma), Resülullah’ın (sas) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Allah (azze ve celle), istiğfara devam eden kimsenin her sıkıntısı için bir çıkış yolu ve her üzüntüsü için bir ferahlık sağlar. Onu hiç beklemediği bir yerden de rızıklandırır.”[10]
Hadis-i şerif istiğfara devam eden kimseye, sıkıntılarının giderilmesi, üzüntü ve kederlerinin ortadan kaldırılması ve kendisine ummadığı yönlerden rızık verilmesi gibi, dünyevi mükâfatların bahşedileceğini beyan ediyor.
İnşaAllâh “Peygamberler ve Salih İnsanların Ailelerini ve Evlatlarını Eğitmeleri III” başlıklı yazı ile devam etmeye çalışacağız.
[1] İbn Mâce, Zühd, 21 (4205); Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 3/201 (5226); Hâkim, Müstedrek, 4/366 (7940); Ebu Nuaym, Hilye, 1/268.
[2] Buhari, Enbiya, 9 (3364).
[3] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 13/158, Dâru Hicr, Kahire-2001; Zemahşeri, Keşşâf, 3/283, Mektebetü’l-Abîkân, Riyad-1998; Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl, 4/241, Dâru Tayyibe, Riyad-1411; Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 11/345 (Tahk.: Abdu’l-Muhsin et-Türkî), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-2006; Hâkim, Müstedrek, 2/557-559, Hadis no: 4045-4048.
[4] Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 18/61-63.
[5] İbn-i Hişâm, es-Sîra, 1/153-155.
[6] Hâkim, Müstedrek, 2/559 (4048).
[7] Hâkim, Müstedrek, 2/554, (4036); Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/199 (606).
[8] Ebu Davud, Salât, 361 (1522); Ahmed b. Hanbel, 5/245 (22470); Nesaî, Sehiv, 60 (1303); İbn Hibban, Sahih, 5/364 (2020, 2021); Hâkim el-Müstedrek 1/273 (1010).
[9] Tirmizî, Mevâkît, 186 (406); Ebû Dâvûd, Salât, 361 (1521); İbn Mace, İkametu’s-Salavât, 193 (1395).
[10] Ebû Dâvûd, Salât, 361 (1518); İbn Mâce, Edeb, 57 (3819); Ahmed b. Hanbel, 1/248 (2234).
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.