Gayr-ı Müslimler Konusunda Bediüzzaman Perspektifi

Musa Kazım GÜLÇÜR

21 Haziran/2019

(Ve kûlû linnâsi husnâ) “İnsanlara güzel söz söyleyin.” Bakara, 2/83.

Bediüzzaman’ın “sivil gayr-i Müslimler” konusundaki görüşlerini aktarmadan önce, bu büyük mütefekkirimizin ele almaya çalışacağımız konuyla doğrudan denebilecek şekilde irtibatlı olan “şefkat” prensibine nasıl yaklaştığını kısaca incelemek istiyoruz.

“Şefkat” konusu, Bediüzzaman Said Nursi’nin hem hayatında hem de eserlerinde önemli unsurlardan birisi olarak görünmektedir. Mesela bir yerde kendisi şöyle demektedir: “Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kâsır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim ‘acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür’ tarikidir.”[1]

Bir başka yerde ise, yine Allâh’a (cc) vâsıl olabilmenin en önemli vesilelerinden birisi olarak şefkate şu şekilde işaret etmektedir:

“Kardeşim, ben er-Rahmânü’r-Rahîm isimlerini öyle bir nur-u âzam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hâcât-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u âzam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile, fakr ile şükür, acz ile şefkattir; yani ubudiyet ve iftikardır.”[2]

Diğer bir yerde ise “şefkat”i meslek ve meşrebinin önemli bir rüknü, Risâle-i Nûr’un da büyük bir hakikati olarak gördüğünü şu şekilde ifade ediyor:

“Ezcümle: Meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o mânevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum.”[3]

Diğer bir yerde de:

“Evet, Risale-i Nur’un mayası ve meşrebi tefekkür ve şefkat olduğu cihetle…”[4] diyor.

Bediüzzaman, yukarıda işaret etmeye çalıştığımız üzere, meslek ve meşrebinin sacayakları arasında şefkat”i birinci sıraya oturtmaktadır. İşte “şefkat”i bu derecede temel bir rükün olarak kabul eden Bediüzzaman Hazretleri, dünyanın çeşitli coğrafyalarında yaşayan Hıristiyanlar ya da Yahudiler ile onların çocukları hakkında oldukça önemli ve yüksek bakış açıları vermektedir. Bu bakış açısını dile getirdiği dönem ise bilhassa İkinci Dünya Savaşı’nın bütün şiddeti ile yaşandığı yıllardır.

Mesela, Kastamonu Lâhikası’nda “Gayet ehemmiyetlidir” başlığı ile kaleme aldığı bir mektupta şöyle demektedir:

“Bismihi sübhaneh. (وَاِنْ مِنْ شَیْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ) “Hiçbir varlık yoktur ki, O’nu hamd ile tesbîh etmesin.” (İsra, 17/44)

Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki:

Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.”[5]

Açıkça görüldüğü üzere Bediüzzaman, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan ve yaklaşık yetmiş milyon çaresiz insanın[6] başına gelen felâketler, helâketler, sefaletler ve açlıklar sonucu ölenler hakkında bir nevi şehitliğin söz konusu olduğunu belirtmektedir. Devamla şöyle demektedir:

“Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar (da olduğu) gibi (almış oldukları) büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

On beşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (sas) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhir zamanda Hazret-i İsâ’nın (as) din-i hakikîsi hükmedecek, İslamiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (as) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususen ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum.”[7]

Burada Bediüzzaman Hazretleri, bir musibet neticesi olarak on beş yaşına kadar vefat etmiş olanları, hangi dinden olursa olsunlar şehit hükmünde görmektedir.

Yukarıdaki paragrafta, Bediüzzaman Hazretlerinin dile getirdiği dikkat çekici diğer bir husus ise şu anki gayr-i Müslimlere bir nevi ehl-i fetret insanı olarak bakmasıdır.

Bediüzzaman Hazretleri ehl-i fetretle ilgili olarak bir başka yerde ise şöyle demektedir:

“Peygamber göndermedikçe Biz kimseye azap edici değiliz.”[8] (âyet-i kerimesinin) sırrıyla, ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak, teferruattaki (ayrıntılardaki) hatîatlarından (yanlışlıklarından) muahazeleri (sorumlulukları) yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arîce, küfre de girse, usul-i imanîde (iman esaslarını tam bir şekilde kabul etmemiş de olsa) bulunmazsa, yine ehl-i necattır (kurtulur). Çünkü teklif-i İlâhî (dini sorumluluk) irsal ile (peygamber gönderme ile) olur ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur eder (peygamber gönderilme sonucunda dini sorumluluk meydana gelir). Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-yı sâlifenin dinlerini setretmiş; o (yani gizli kalmış olan din) ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür; etmezse azap görmez. Çünkü (daha önce gelen din bir şekilde) mahfi (gizli) kaldığı için (o kişiler hakkında bu gizlilik perdesine bürünmüş olan din) hüccet olamaz.”[9]

Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası’nda yazdığı mektubunda gayr-i Müslimleri ehl-i fetret olarak kabul etmesi ile ilgili iki temel sebep göstermektedir:

1. “Fetret” derecesinde din ve din-i Muhammedîye (sas) bir lâkaytlık perdesi gelmiş olması,

2. Âhir zamanda Hazret-i İsâ’nın (as) din-i hakikîsinin hükmedecek, yani İslâmiyetle omuz omuza gelecek olması.

Şimdi bu her iki gerekçeyi de kısaca incelemeye çalışalım.

Birinci gerekçe yani “fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (sas) bir lâkaytlık perdesi gelmiş bulunması” hususuna baktığımızda, gerçekten de gerek müntesiplerinin yetersiz temsili gerek yanlış imajlar ve gerekse de dine ve dindara cephe almış bir kesimin amansız çabaları neticesinde İslamiyet’in yüksek ihtişam ve parlaklığını geçici de olsa gösteremediği düşünülebilir.

Bilindiği üzere, ehl-i fetret’in ibadet ve itaatle mükellef olmadığında ittifak vardır. Çünkü ibadetten haberi olmayan ve nasıl ifa edileceğini bilmeyen bir kimse, nasıl onunla mükellef kılınacaktır? Ama Allah’a iman etmek ile mükellef olup olmayacağı hususunda ise ihtilaf vardır.

Akaid ve kelam literatüründe fetret dönemi ile daha çok, gerçek din ile karşılaşma imkanından mahrum kalan insanlar anlaşılmaktadır. İslam alimleri bu açıdan fetret ehlini genelde iki kısımda mütalaa etmişlerdir:

a. Hz. İsa (as) ile Efendimiz (sas) dönemi arasında kalan ve kendilerine hak din ulaşamayan kimseler.

b.  Ergenlik çağına ulaşmadan ölen Müslüman ve kafir çocukları.

İster İslam öncesi dönemde ister İslam sonrası devirde yaşamış olsun, peygamber davetinden hiçbir şekilde haberdar olamayanların, yani ilk gruptakilerin dini sorumlulukları ve ahirette karşılaşacakları durumlar hususundaki görüşleri de üç noktada toplamak mümkündür:

1. Fetret ehli putperest, müşrik, hatta tanrı tanımaz bile olsa dini bir yükümlülük altında olmadığından ahirette kurtuluşa erecek ve cennete girecektir. Eş’ariyye’nin çoğunluğu ve Şia bu görüştedir. Serahsi, Kadihan ve İbnü’l-Hümam’ın yanı sıra Buharalı diğer bazı Matüridi alimleriyle İmam Şafıi, Ahmed b. Hanbel ve Muhammed Abduh gibi alimler bu kanaattedir.

2. Fetret ehli Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak, ayrıca akıl yürütmek suretiyle bilinebilecek olan iyi fiilleri yapmak ve kötü fiillerden kaçınmakla yükümlüdürler. Ebu Hanife, bazı Matüridi imamları ve Mu’tezile’nin tamamı bu görüştedir.

3. Fetret ehlinin durumu ahirette yapılacak bir imtihandan sonra belli olacaktır. Beyhaki, İbn Teymiyye, İbn Kesir, İbn Kayyim el-Cevziyye ve İbn Hacer olmak üzere Selefiyye’nin çoğunluğu bu görüştedir.

Kafir çocuklarının da cennete gireceğine ilişkin görüş ise, hemen hemen bütün alimlerce nasların özüne uygun görülmekte ve “fıtrat” konusu ile ilişkilendirilmektedir.

İkinci gerekçeye baktığımızda ise konu Hz.  İsâ (as)’nın yeniden nüzulü ile ilgilidir. Her ne kadar bazı sözüm ona bazı ilahiyatçılar Hz. İsâ (as)’nın yeniden yeryüzüne dönüşünü kabul etmeyip inanmasalar da sadece İsâ aleyhisselâm’ın yeniden nüzulü ile ilgili sahih hadis-i şeriflerin yeterli sayıda olduğunu görürüz. Keşmiri, “Et-Tasrîh bimâ Tevâtara fî Nüzuli’l-Mesih” adlı kitabının Mukaddime bölümünde, Hz. İsâ aleyhisselâm’ın dünyaya yeniden nüzulüne işaret eden ayet-i kerîmelerin dışında kırk kadar sahih hadis-i şerifin bulunduğunu, muhaddislerin kitaplarında bu hadîs-i şerîfleri naklettiklerini, sahih mi yoksa zayıf mı olduğuna dair bir görüş belirtmedikleri, yirmi beş kadar rivayet daha bulunduğunu, ayrıca yine bu konuda hadis-i şeriflerin dışında yirmi beş kadar sahabe ve tabiine ait eser (söz) olduğunu belirtmektedir ki toplamı doksan etmektedir.[10]

Dolayısı ile yeniden Hz. İsa aleyhisselam’ın nüzul edecek olması mantıken şu anlama gelmektedir. Özellikle Hıristiyanlar şu anda adeta peygamber bekleyen bir topluluk hükmündedirler. Bu da hakiki İseviyetin zuhuruna kadarki Hıristiyanları tabir caizse fetret ehli insanlar hükmüne getirmektedir. Ehl-i fetret ise, Bediüzzaman’ın yukarıda belirttiği üzere kurtuluş ehlidir.

Burası oldukça önemli bir noktadır. Dini anlamda “kurtuluş”u Hıristiyanlar ve Yahudiler sadece kendilerine ait bir özellik olarak görmekte iken, Bediüzzaman Hazretleri “kurtuluş”u, belirli kategorilerde bulunan hemen hemen bütün semavi din müntesiplerine teşmil etmiştir. Söz konusu ettiğimiz mektubunun devamında Bediüzzaman Hazretleri bu kategorileri şu şekilde izah etmektedir:

“O felâketi görenler zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden (hazırlayan, sebep olan) gaddarlar ve kendi menfaati için insanlık âlemini ateşe veren hodgâm (kendini düşünen), alçak insi şeytanlar ise, (bu kişilerin maruz kaldıkları felaketler semavi ya da arzî felaketler onların) tam müstahak (oldukları cezalardır) ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için (keşiflerde ve icatlarda olduğu gibi) ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi (dindar Hıristiyan ve Yahudiler’in dini faaliyetler) ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele eden (yüksek hukuku gerçekleştirmeye çalışan âdil hâkimler ve savcı)lar ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir.”[11]

Açıkça görüldüğü üzere, Bediüzzaman Hazretleri şimdi aşağıda sıralamaya çalışacağımız gayr-i Müslim toplum kesimlerini “kurtuluş ehli” olarak görmektedir.

1. Mazlumların yardımına koşanlar,

2. İnsanlığın umumi maslahatı için keşif ve icat yolunda çalışanlar,

3. Allâh’a inanmaya davet eden samimi Hıristiyan ve Yahudiler,

4. İnsan hakları alanında faaliyet gösteren bütün hukukçular.

Bediüzzaman, fetret ehline bakışına uygun düşen bir Avrupa anlayışını ise, “Avrupa ikidir” diyerek şu şekilde dile getirmektedir:

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşerî sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.[12]

Bu geniş görüşlülük, bir taraftan toptancı bir batı aleyhtarlığının karşısında; öte yandan batının, Kur’ân ve Sünnetin sunduğu ölçülere denk düşmeyen özelliklerinden de kesinlikle uzak duran bir denge halini göstermektedir.

Sonuç

Sonuç olarak İslamiyet’ten hiçbir şekilde haberdar olamayanlar ile fiziki imkansızlıklar, güçlü psikolojik ve sosyal engeller yüzünden bu dinin hidayetiyle yeterince aydınlanamayanların sorumlu tutulamayacağını söylemek lazımdır.

Bediüzzaman düşüncelerinde yalnız da değildir. Benzer fikirleri bilhassa İmam Gazali’de de görmek mümkündür. Önüne geleni tekfir cereyanına kapılanlarla ilgili olarak İmam Gazali Faysalu’t-Tefrika’sında şöyle diyor:

“Bil ki, küfrün ve imanın hakikati ve bunların tarifleri, hak ve dalâlet ile bunların sırları, makam ve mâl talebi ve bunların sevgisiyle kirlenmiş kalplere âşikâr olmaz. Ancak bunun dışında; dünyanın pisliklerinden kalbi temizlenmiş, kâmil bir riyazet ile cilalanmış, sâfî bir zikirle nûrlanmış, isabetli bir fikirle beslenmiş ve şeriatın sınırlarına riayetle süslenmiş olanlara açılır. Böyle bir kalbin üzerine nübüvvet kandilinden nûrlar akar ve cilâlanmış bir ayna gibi olur. İman feneri kalp fânûsunda yanar, nurları etrafı aydınlatır, neredeyse onun yağı ateş temas etmeden de ışık verir.

Melekûtun sırları şu tür insanlarda nasıl tecelli edecek? İlahları hevâları, mabûdları sultanları, kıbleleri dirhem ve dinarları, şeriatları zırvaları, iradeleri makam ve şehvetleri, ibadetleri zenginlerine hizmetleri, zikirleri vesveseleri, hazineleri siyasetleri, fikirleri utanmaları gerekmediğinden hilelerle ulaşmış oldukları istinbatları.

Bunlar küfür karanlığını, imanın aydınlığından nasıl temyiz edecekler? İlâhî bir ilham ile mi? Hâlbuki onların, dünyanın bulanıklığı/karalığından -ona rıza gösterdikleri için- kalpleri henüz temizlenmemiştir. Yoksa ilmî bir kemâl ile mi? Oysa onların ilimdeki sermayeleri ancak necasetin izalesi, zaferân (safran) suyu ve benzeri meselelerden ibarettir.”[13]

Bir başka yerde de şöyle diyor:

“Sözün özü şudur, ilmi sermayesi fıkıh ilminden ibaret olan fakihin bazı kimseleri tekfir ve tadlile (sapık olduğunu söylemeye) daldığını gördüğünde hemen ondan yüz çevir, kalbini ve dilini onunla meşgul etme. Çünkü sahip olduğu ilimlerle başkalarına meydan okumak insan tabiatında var olan bir içgüdüdür. Cahiller ise bu nefsî arzuya gem vuramazlar. İnsanlar arasındaki ihtilafın çok olmasının sebeplerinden birisi de bu içgüdüden kaynaklanmaktadır. Bu işi anlamayanlar elini çekse, elbette halk arasında ihtilaf daha az olurdu.”[14]

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden; kalplerimizi dini ve imanı üzerinde sabit tutmasını, özümüzü temiz kılmasını, hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltmemesini, bizlere katından rahmet bahşetmesini, mağfûrîn, sâbirîn, sâdikîn, kânitîn, münfikîn ve müstağfirîn zümresine dahil etmesini dileriz.


[1] Sözler / Yirmi Altıncı Söz s. 210.

[2] Mektubat / Sekizinci Mektup – s. 358.

[3] Lem’alar / Yirmi Dördüncü Lem’a – s. 690.

[4] Şuâlar / Birinci Şuâ – s. 846.

[5] Kastamonu Lahikası – s.1615, Sıra No: 76.

[6] İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan bu büyük fecaatin ayrıntılarına ulaşmak için bkz. “İkinci Dünya Savaşı Tarihi”, Basil Liddell Hart (Çeviren: Kerim Bağrıaçık), İş Bankası Yayınları, İstanbul-2016.

[7] Kastamonu Lahikası – s.1615, Sıra No: 76.

[8] İsrâ Sûresi, 17:15.

[9] Mektubat / Yirmi Sekizinci Mektup, s. 531.

[10] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz.: Keşmiri, Muhammed Enver Şah, Et-Tasrîh bimâ Tevâtara fî Nüzuli’l-Mesih, Mukaddime bölümü, Beyrut-1992.

[11] Kastamonu Lahikası – s.1615, Sıra No: 76.

[12] Lem’alar / On Yedinci Lem’a – s. 643.

[13] İmam Gazali, Faysalu’t-Tefrika (İman-Küfür Sınırı) Süleyman Dünya, (Çeviren: Ahmet Turan Arslan), Risale Yayınları, İstanbul-1992, s. 147.

[14] İmam Gazali, a.e., s. 180-181.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.