Yazan: Uzm. Dr. Orcan TANYALÇIN
Editör: Musa Kâzım GÜLÇÜR
Dr. Orcan TANYALÇIN bu yeni yazısında, İslam’ın doğru anlaşılmasının ehemmiyetini derinlemesine inceliyor. İslam’ın özüne uygun bir anlayışın, bireylerin ve toplumların barış içinde bir arada yaşamalarını sağlamak için hayati bir öneme sahip olduğunu vurguluyor. Yanlış anlamaların ve aşırı yorumların, insanlığı çeşitli tehlikelerle yüz yüze bırakabileceğine temas ile, İslam’ın sahih bir şekilde kavranmasının, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde kritik bir sorumluluk gerektirdiğine işaret ediyor.
TANYALÇIN, okuma ve yazmanın temel bir gereklilik olmasının yanı sıra, düşünce özgürlüğünün ve dini konuları anlamada bireylerin kendi sorumluluklarının farkında olmalarının, toplumların gelişiminde kaçınılmaz unsurlar olduğunu belirtiyor. Bu bağlamda, bireylerin dini ana metinleri, çözümlemeci bakış açısıyla değerlendirmeleri gerektiğini savunuyor. İnsan fıtratının geniş kapsamlı bir şekilde anlaşılmasının, toplumsal normların sağlıklı bir şekilde inşa edilebilmesi yönünden büyük önemine dikkatleri çekiyor. Normalin yaygınlaştırılması faaliyetlerinin, bireylerin ve toplumların moral değerlerini ve etik anlayışlarını şekillendiren önemli bir faktör olduğuna parmak basıyor.
TANYALÇIN, Neml Suresi 27/82’nci ayetinden hareketle, ‘dabbetü’l-arz’ kavramına yeni bir yorum getiriyor. Bu kavramın geleneksel yorumlarının ötesine geçerek, günümüz dünyasında nasıl bir anlam taşıdığını ve insanlığın karşılaştığı zorluklarla ne tür bir bağlantısı olduğunu gösteriyor. Bu açıdan, ‘dabbetü’l-arz’ı, toplumsal ve bireysel değişim süreçleriyle ilişkilendirerek, konu ile ilgili düşüncelerini okuyucularıyla detaylı bir şekilde paylaşıyor. Yazısında, dinin ve güzel ahlâkın, çağdaş dünyada nasıl bir yer edinmesi gerektiği hususunda yenilikçi bir perspektif geliştiriyor.
Dr. Orcan TANYALÇIN, İslam’ın özünün anlaşılması için atılması gereken adımları, bu sürecin insanlık için taşıdığı önemi, çarpıcı bir şekilde ele alıyor. Bu metin, okuyucuların ‘din, toplum ve birey olma’ konusundaki düşüncelerini yeniden gözden geçirmeleri için değerli bir fırsat sunuyor.
Ayrıntılı bakış açılarının daha iyi görülebilmesi için, şimdi sizleri sayın TANYALÇIN’ın bu güzel ve kıymetli yazısı ile baş başa bırakıyoruz.
12 Rebiulahir 1446
15 Ekim 2024 Salı
ELİF, LAM, MİM: ALLAH’TAN MUHAMMED’E İSLAM
ELİF: ALLAH. ‘Allah’ı gereği gibi bilmek.’ (Enam Suresi, 6/91; Hac Suresi, 22/74; Zümer Suresi, 39/67)
LAM: İSLAM. ‘Dini Allah’a halis kılmak.’ (Zümer Suresi, 39/2, 11)
MİM: MUHAMMED. ‘Allah’ın halifesine bağlılık.’ (Araf Suresi, 7/158; Enbiya Suresi, 21/107)
İnsanın sorumluluğu, ona sunulan beyandır.
DABBETÜ’L ARZ
İlahi Manifestodan, delil arayan ortak koşuculara itiraz.
İçindekiler
I. Bölüm: İnsanın Okuması, Yazması, Beyanı
III. Bölüm: Semavi Dinlerin Durumu
V. Bölüm: Allah İçin Gizli Yoktur
VI. Bölüm: Günümüzde İnsanlığın Durumu

Abstract: Belief in the Tales of the Beast of the Earth, known as Dabbat al-ard, and the Correct Understanding of Islam
In his latest article, Dr. Orcan TANYALÇIN delves into the significance of accurately comprehending Islam. He underscores the crucial role that such comprehension plays in fostering peaceful coexistence among individuals and societies. He also highlights how misconceptions and radical interpretations can expose humanity to many risks, asserting that a proper understanding of Islam necessitates a significant responsibility at both the individual and societal levels.
TANYALÇIN asserts that besides the necessity of reading and writing, the freedom of thought and the awareness of individuals about their responsibilities in comprehending religious matters are crucial for societal development. He contends that individuals should analyze religious texts critically. He highlights the significance of thoroughly understanding human nature for the proper establishment of social norms. He also points out that the dissemination of norms plays a vital role in forming the moral values and ethical perceptions of both individuals and societies.
TANYALÇIN presents a new interpretation of the concept of the ‘beast of the earth’ known as ‘dabbat al ard’ drawing from the 82nd verse of Surah An-Naml. He transcends traditional explanations, exploring their relevance in the modern world and its connection to the challenges faced by humanity. He associates the ‘beast of the earth’ with processes of social and individual transformation, elaborating his views for his readers. In his work, he proposes a fresh outlook on integrating religion and morality into today’s society.
Dr. Orcan TANYALÇIN compellingly discusses the necessary steps to grasp the essence of Islam and its significance for humanity. This text offers readers a significant chance to reevaluate their perspectives on ‘religion, society, and individuality’.
❖❖❖
Giriş
Din, kendisinden başka tapılacak olmayan, bütün üstünlüğün tek sahibi Allah katındandır. Dinin sahibi yalnız Allah’tır. O’ndan başka otorite yoktur. Vahyolunan ve sözlerin hükümdarı olan Kur’an’ı Kerim’i karşılayan ve onu insanlara aynen tebliğ eden, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’dir (sas) ve Hz. Muhammed’in (sas) varisleri de sakınanlardır.
Allah’ın, Ademoğulları üzerine dini olan İslam konusunda insana yüklenen sorumluluk, Allah’ı gereği gibi bilmek ve O’ndan başka güç tanımamak, dini yalnızca Allah’a halis kılmak ve Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’e (sas) biat ederek ona uymak ve kitabı doğru anlamak, onu kavramak ve doğruluk üzere, iyilik üzere, barış üzere yaşamak ve yaşatmak ve İslam’a davet etmek, onda birlik ve beraberliği tesis ederek ayrılığa da geçit vermemektir. Hakka uzanan yolda müminlerin önceliği kendini bilmektir. Mücadeleleri, kendi öz nefisleri iledir. Dışarıya karşı mücadeleleri de Kur’an’ın düşmanlarına yani cehalete, hayasızlığa, haksızlığa ve zorbalığa karşıdır. İslam gerçekte, O’nun rızasını kazanmak için, insanın bir ömür sürecek hak mücadelesinin adıdır.
Bizzat Allah tarafından korunduğu bildirilen kitaba rağmen İslam coğrafyasının kaderi, önceki kitap ehlinin yoldan çıkışı gibi oldu, değişmedi. Allah katından olan dinin yukarıda bildirilen esasları, ortak koşucu nankörler tarafından dünyevi kazanımlar uğruna heba edildi. Böylelikle, Yaratıcıya ulaştıracak Sırat-ı Müstakim, zaman içerisinde giderek tıkandı. Durumun farkında olan azınlık da bu gidişata engel olamadılar.
İslam dini, müminlerin gayesi, ideali ve yaşamlarıdır. Yüce Allah dinini, birilerinin dünyevi menfaatlerine, saltanatlarına aracı kılmalarına ve Allah’ın koyduğu dinin esaslarını da yok saymalarına seyirci kalmaz!
Kendilerini dinin sahibi zannedenler, tarihin karanlığından aktardıkları köhnemiş bilgiler ile çağı avutabileceklerini sandılar. O bilgiyi de bir türlü hurafelerden, batıldan sıyırıp ayıklamaya güç yetiremediler. Güncel ihtiyaçlara akılcı, doyurucu teşhisler ve çözümler üretemediler. Hakikati perdelemeye çalıştıkları ve din adına yeter sandıkları ritüeller ve kurumlu gösterilerle ve saltanat sahipleri ile beraber güç devşirme ve toplumları sindirme, onlara ayar verme gailesinde idiler. Yeryüzünde para her değerin üzerine taşınırken dürüstlük yerini hayasızlıklara bıraktı. Din adına yapılan haksızlıkların tahammül sınırlarını zorladığı kıyamete yakın son zamanlarda, cahillerin alimlere üstün geldiği, mazlumların zindanlara mahkum olduğu, sudan bahanelerle günahsız soyların kırıldığı zamanlarda, Allah’ın yeryüzünde ortaya koyacağı biri, apaçık ayetlere karşı, İslam olduğunu dillendiren kibir sahiplerinin samimiyetsizliğinden, ikiyüzlülüğünden, hayasızlıklarından ve işledikleri zulümlerden dem vuracak.
I. Bölüm: İnsanın Okuması, Yazması ve Beyanı
بِـسْـــــــــــــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَاِذَا وَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ اَخْرَجْنَا لَهُمْ دَابَّةً مِنَ الْاَرْضِ تُكَلِّمُهُمْ اَنَّ النَّاسَ كَانُوا بِاٰيَاتِنَا لَا يُوقِنُونَ
‘O söz gerçekleşeceği zaman, usanmadan konuşacak birini çıkaracağız da, insanların ayetlerimize kesin bir bilgiyle inanmadıklarını onlara söyleyecektir.’ (Neml Suresi, 27/82)
Birçok tartışmaya konu edilen Neml Suresi 82’nci ayetinin tefsirine girmeden, onun önündeki ve arkasındaki birkaç ayeti okuyup anlamaya çalışmalıyız.
27-Neml Suresi, 77 ila 81’inci ayetlerde kısaca, Kur’an’ın müminler için bir rehber ve rahmet olduğu, Hz. Muhammed’in de (sas) apaçık hakikat üzere bulunduğu beyan edilir. Hz. Peygamberden (sas), sadece Allah’a güvenmesi ve insanların inanıp inanmamalarına bakmadan, ilahi çağrıyı duyurması istenir. Kur’an, sarsılmaz ve taviz vermez bir güven ve duruşla, açık bir şekilde ve özgürce, görüş ve düşüncelerin ifade edilmesinden taraf olduğunu ortaya koyarak meydan okur.
Başta Mekke’den hicret olmak üzere, İslam için verilen mücadelelerin ve yapılan savaşların temel nedeni, müminlerin ifade özgürlüklerinin korunması ve onların yaşam haklarına saldırıların engellenmesi çabasıdır. Haksızlık yapanlar, aslında Allah’ı susturmak istemişlerdir. O haksızlıklara karşı, Allah’ın Elçisinin (sas) yanında canları pahasına duranlar, bugün için bile İslam’ın sarsılmaz temelleri olmuşlardır. Onların, yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan müminler üzerinde sayısız hakları vardır.
İnsanlar inandıkları ve benimsedikleri düşüncelerini, hakaret, hayasızlık ve şiddet içermeksizin serbestçe ifade etme ve paylaşma özgürlüğüne sahip olmalıdır. Bundan çekinmemelidir. Düşüncem, hakikat yolcuları zaten ifade özgürlüğünden taraftır. Bence bundan kimse çekinmemeli. Çünkü ortaya çıkacak fikirler, ancak değerleri kadar yaşam bulabilecek ve taraftar toplayabilecektir. Fikirler, eğrileri ve doğruları tartışılarak zaman içerisinde olgunlaşırlar. Yanlışları düzelten ve hakikat yolunu aydınlatan düşünceler, ne kadar mani olunmaya çalışılsa da mutlaka bir çıkış yolu bulur, bir yerlerde yeniden filiz verirler.
Bazen fikirler, toplumda yerleşik görüşlere aykırı olabilir. Aykırı da olsalar, ‘toplumu ayrıştırıcı, tahrik edici’ gibi negatif değerlendirmelerle etiketlenmeleri, anomalilere sebep olabilir. Devletlerin görevi, bireylerini iyilikleri kötülüklerden ayıracak bilgi düzeyinde ve uhdelerine tevdi edilecek vazifelere liyakat sahibi olacak şekilde eğitmektir. Ancak aciz idareler korkarlar ve genelde yasakçı tutumları benimserler. İfade özgürlüğünü engellemeye ve hele doğru olanları susturmaya çalışan her faaliyet, korku, bilgisizlik ve yetmezlik idarelerinin uğraşlarıdır.
Okuyup yazmanın bir getirisinin ve değerinin olmadığı cahiliye toplumuna, Kur’an 1400 yıl önce okuma ve yazma ile ilgili ayetlerle açıldı. Kur’an’ın Alak Suresi birinci ayeti, inen ilk ayettir ve ‘Yaratan Rabbinin Adı ile oku’ (Alak Suresi, 96/1) şeklindedir. Bu ‘oku’ emri her şeyin Yaratıcısı, Sahibi ve Sevk ve İdare edeni tarafındandır. O insanların Rabbidir ve İnsana bilmediğini Öğretendir. O’nun bu emrine mutlaka itaat edilmelidir. İnsanın bu okuma sürecinden arzu edilen, onun Allah’ı gereği şekilde anlaması ve yaşamına bu anlayışla çeki düzen vermesidir. Kitap okunacak olursa, Allah’ın dininin dogmalarla alakası olmadığı, insanın dünya ve ahiret huzuru için akla ve vicdana en uygun olan öğütleri bildirdiği anlaşılır, Allah’ın dini, hakikate çağrı olup asla bir kabuller ve kurgular mevzuu değildir.
Alak Suresi’nden sonra inen Kalem Suresinin ilk ayeti ise, ‘Nun! Kaleme ve yazdıklarına ant olsun’ (Kalem Suresi, 68/1) demektedir. Bu rahmet ayetleri, insanlık için inişte ilk tamamlanan ve surelerin anası olan Fatiha Suresi kadar önemlidir.
İnsanoğlunun medeniyet basamaklarında yükselme serüveninde en önemli desteği, onun okuma ve yazma faaliyetidir. İndirilen Kur’an ile, o putperestlerin inandığı bütün sapıklıklar birer birer yıkılmış, dileyenler için Allah’ın doğru yolu sonuna kadar açılmıştır. ‘Oku’ (Alak Suresi, 96/1) emri ile açılış yapan ve hakka davet eden Kur’an, şüphesiz bütün insanlığa seslenmektedir. Fakat muhatapları, tek tek bireylerdir. Okuyan, yazan insanlar, bir toplumun liyakatlileridir, yüz akıdır. Böyle kişileri sayıca artırabilen toplumlarda, hayasızlıklar azalır, teraziler doğru tartar, toplumsal refah yükselir, giderek bir güven toplumuna geçiş olur.
Kur’an’ın etki alanı bireylerden başlar, yayılarak bütün toplumu kuşatır. Bireyi önceleyen Kur’an’ın nihai hedefi toplum ve bütün insanlıktır. Kitabı okumak, insanı imana taşıyacaktır. İman sahipleri Allah’tan sakınırlar, Allah’ın razı olacağı erdemli bir yaşam için gayret ederler. Kur’an’ın ‘İman edenler ve razı olunan işler sergileyenler’ deyimi, kitabın onlarca ayetinde yinelenir ve öyle insanların cennet ehli oldukları ve cennetlerde ebedi kalıcılar oldukları açıkça bildirilir. ‘İnanan ve doğru işlere yönelenlere gelince onlar cennet halkıdır, orada ebedi kalıcılardır.’ (Bakara Suresi, 2/82) İnsandaki eylem güzelliği, onun imanının faaliyet halidir. Eylemleri düzgün olmayanların imanları da eğridir. Müminlerin eylemlerinin mümin olmayanlardan farkı, onların yönelişleri ve Allah’ın rızasını gözeterek hareket etmeleridir. Yöneliş yalnız Allah’adır ve beklenti yalnız Allah’tandır, başkaca bir niyet yoktur.
Amenü olanlar, ‘bir insanı yaşatmanın, ona hayat vermenin, bütün insanlığı kurtarmış gibi olduğunu’ bilirler (Maide Suresi, 5/32). Onlar etraflarına hakkı, adaleti, doğruluğu telkin ederler. Herkesin hayatı mana bulsun, herkes yönelsin, kurtulsun isterler. Bu tutumları onların öncelikleri, önemsedikleri konularıdır.
Müminin razı olunan eylemlerinin en başında onun namazı gelir. Namazda mümin, bütün benliği ile alemlerin Rabb’ine yönelmiştir, beklentisi sadece O’ndandır. Namazın esası, her rekatın kıyamında okunan Fatiha Suresidir. Mümin, bütün üstünlüğün Allah’a ait olduğunun, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğinin ve hesabı da O’na vereceğinin bilincindedir. Namazla yöneliş, günün belli vakitlerinde yinelenir, böylece Allah ile yapılmış misak, daim ve diri tutulur. Her rekat namazda ardı sıra gelen iki secdenin, bizi insan kılan değerler, yani insanın aklı ve ruhu için Yaratıcıya olan minneti ifade ettiğini düşünürüm. Namazlarda ilk rekatların dünya yaşamı için, hemen ardından gelen ikinci rekatların da ahiret hayatı ile ilgili şükürler olduğunu düşünüyorum. Namaz imanın faaliyet hali, dışa vurumu, beden ile ifadesi gibidir.
62-Cuma Suresi 9. ayetinde belirtildiği üzere, dünya işlerinin terkedilerek namaza koşulması müminler için en hayırlı olandır. Bu çağrı kadın-erkek bütün müminleredir. Böylece namaz, toplumsal bir görünüm alır. Günümüzde neoliberal politikalarla, adeta tapınılır kılınan para, her değerin üzerine çıkarıldı. İnsanlığın ‘Nasıl yardım edebilirim?’ zerafeti yerine, ‘Nasıl daha çok kazanırım?’ arsızlığı oturdu. Yegane hedef para olunca, işlerin çoğu da göz boyamak için yapıldı. Para, yaşamın idamesi için elbette önemlidir. İslam’da, ölçünün tartının doğru tutularak, hak hukuk korunarak elde edilen geçim helaldir. Elde olunan kazancın fazlasından yakınların, etraftakilerin, ihtiyaç sahiplerinin gözetilmesi öğütlenir. Cuma vakti alışverişin terki ve namaza icabeti emreden ayetle, helal de olsa kazancın, İslami değerler yanındaki konumuna da işaret edilmektedir. Unutulmamalı ki, namazlar yaşamları doğruluğa, güvenirliğe taşımıyorsa, eğilip kalkmaktan öteye geçmez, geçerliği olmaz.
Kur’an’da onlarca ayetle tekrarlanan ‘namazı kılın, zekatı verin’ söylemi ile infak ve zekat, müminler için namazla birlikte en önemli ibadetlerdir. Bu müesseselerle toplumda refahın paylaşılarak, huzur ve güvenin tesisi arzu edilmektedir. ‘Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a güzel bir borç verecek kimdir?’ (Bakara Suresi, 2/245) Esenliğe giden yolun özü, kulun yönelişi, dürüst kazancı ve o kazançta ihtiyaç sahiplerinin de hakkını görmekten geçer. Yapılacak her iyilik, sanki Allah’a yapılıyor gibi kat kat fazlasıyla geri döner.
İslam dini Allah’tan apaçık ayetlerle tamamlandı. Din, Kur’an’ı Kerim’dir. Dinde yürürlüğün esası, onun dosdoğru anlaşılması, hayata taşınması ve fırkalara ayrılmamak, ayrılığa düşmemektir. Bu konuların idrak olunması ve tavizsiz uygulanması her müminin en öncelikli görevidir. Bu da ilimde derinleşenlerin, Allah’ı her şeyin üzerinde dikkate alarak, aralarında istişareleri, batıla geçit verilmemesi, her çeşit iletişim aracı ile dinin, toplumun her kesimde doğru ve anlaşılır kılınması ile mümkündür. İslam’ın hedefi insanı, insani değerlere ulaştırmak, toplumsal edep zeminini inşa etmektir.
Kendini dinin sahibi zannedenleri hoş görmek demek, batılı göz ardı etmek, hak olanın yerine dogmaların, hurafelerin, kurguların oturması ile, zorbalık idarelerine zemin hazırlamak demektir. Bunların hepsi kökleri, orta çağın karanlıklarından cehalet şubeleridir. Diğer yandan yürütülen ilmi araştırmalar toplumdan kopuksa, yapılan akademik çalışmalar her kesimin anlayacağı bir dille insanları kucaklamıyorsa, o yayınların birilerini parlatmaktan ve ortamı cübbeliye, fesliye terk etmekten öte değeri de hükmü de yoktur.
İlk Peygamber olan Hz. Adem’e (as), verildiği bildirilen öğreti ile ona medeniyet kapılarını aralayan ilahi yol, son Peygamber Hz. Muhammed’e (sas) vahyedilen okuma ve yazma ayetleri ile, Allah indinde insanoğlu için en yüksek dünyevi rütbeleri de işaret etmektedir.
İnsan için okumak ve yazmak, onun öğrenmesinin ve anlamasının kapısıdır. Onu ilim sahibi yapar. Okuyan, düşünen bir ilim sahibinde hayat bulan değerler, onu bir kalem kılar. Yazmak önemlidir. Çünkü yazılanlar aslında yazarın özüdür. Başkaları da okusun, katkıda bulunsun diye değer taşıdığına inanılan bilgiler kağıda aktarılır. Böylece bilgi, insandan insana, zamandan zamana aktarılır ve giderek gelişir. Bir kalemin yönelişi ve yazdıkları Allah içinse, o ‘Nun!’dur (Kalem Suresi, 68/1), yani ‘Nur üstüne Nur’dur (Nur Suresi, 24/35). Müminlerin gayretleri de Allah’ın kalemi olma mücadelesi olmalıdır. Ne olursanız olun da, sakın büyüklenmeyin. Allah’a ve Allah’ın yeryüzünde İslam’ın tesisinde görev bahşettiklerine olan borçlarımız ödenemez büyüklüktedir.
İnsanın okuma-yazma faaliyetleri, ancak onun ifade özgürlüğü ile değer kazanır. Düşünen insanlar için bunlar yaşam hakkı gibidir. Hiçbir gerekçe ile engellenemez. Fikirlerin bastırılması, düşünen insanları açık bir cezaevine mahkum etmek gibidir. Hangi bahane ile olursa olsun ifade özgürlüğünün karşısında duranlar, batının Kur’an yakan cahillerinden ya da Kur’an nüzul döneminin putperestlerinden de aşağıdırlar.
Müminlerin gayretleri de Allah’ın kalemi olma mücadelesi olmalı. İnsanın okuma-yazma faaliyetleri, ancak onun ifade özgürlüğü ile değer kazanır. Düşünen insanlar için bu değerler, onun yaşam hakkı gibidir. Hiçbir gerekçe ile engellenemez. Hangi bahane ile olursa olsun ifade özgürlüğünün karşısında duranlar, batıda Kur’an yakan modern cahillerin ya da Kur’ân nüzulü döneminin cahiliye putperestlerinden de aşağıdadırlar.
Müminlerin cihadı, çevrelerinde İslamî hassasiyeti olan kişilere, Hz. Peygamber’in (sas) uygulamalarında olduğu gibi davranmalarıdır. İnsanlar ikna olsun, kabul etsinler diye Kur’anî bilgilere dogmalar, hurafeler bulaştırılmamalıdır. Bunun yerine ilahi mesajın, yani kitabın yüksek hakikatlerinin insanlarla aracısız kavuşmasını en güzel şekilde sağlamaya gayret göstermelidir. Taraftar çoğaltmaya çalışma ve güç devşirmek çabaları, İslam dışı işlerdir.
İlahi mesajın insanlarla kavuşma konusunu biraz açmak isterim. Kur’an’ın açık ayetlerini anlamada, insanlar arasında genelde bir sorun yoktur. Ana konularda ayetler muhkemdir ve okuyan herkes benzer şekilde anlar. Bunlar Kur’an’ın esası olan ayetlerdir. Çoğu insan için de bunların anlaşılması yeterlidir.
Fakat bazı ayetleri anlamak, biraz çaba göstermeyi gerektirir. Yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim, ayetlerinin apaçık olduğunu bildirmektedir. Müminlerde, imanın sağlam bir zeminde gelişmesi bakımından, anlaşılmadık bir konu kalmaması uygundur. Soru işareti bırakılmaması, müminler yönünden olduğu kadar, ilgili ayetleri bahane ederek Kur’an’ı reddedenlerin taraftar bulmalarına mani olmak bakımından da önemlidir. Böyle ayetler konusunda, indiği toplumun sosyolojisi, hangi şartlar altında indiği, o ayete komşu olan ayetler ve Kur’an’da konuyla bağlantılı olan diğer benzer ve zıt ayetler beraberce incelenmelidir.
Aslında 42-Şura Suresi 52. ayetinde, Kur’an’ın Allah’tan bir ruh olduğu ve nur kılındığı bildirilmektedir. İnsan, kitabın ayetlerini bir bütün olarak kapsayan o ruha, o nura yani o manaya ulaşma gayretinde olmalıdır.
Her topluma kendi dilinde sunulan Kur’an meallerinde de, konu ile bağlantılı ayetler, ayetin hangi olay üzerine indiğini belirten küçük dipnotlar, ileri seviyede incelemeler ve anlaşılırlık bakımından daha aydınlatıcı olur kanaatindeyim. Gerisi, ayetler ile buluşan insanlara kalmıştır. Herkes Kur’an’ı bizzat kendisi anlamaya çalışmalıdır. Danışmak, okumak, araştırmak, düşünmek güzeldir. Ancak herkesin dünya ve ahiret yaşamı kendisi için önemlidir. İnsanın dünya yaşamı, onun hem dünyasını hem de ahiretini belirleyecektir. Kur’an’a davet etmek, hatalı görüşler karşısında doğru olanı bildirmek, hiçbir beklentide bulunmadan bazı konuların aydınlanmasına katkıda bulunma gayretleri, elbette güzel olan, doğru olan davranışlardır. Yaşamlar, salt birilerine güvenerek onun bilgisine ya da yönlendirmesine terk edilmemelidir. Bazıları, Kur’an’la sizin aranıza girmek, orada durmak ister. ‘Usul bilmiyorsan, Arapça bilmiyorsan yaklaşma!’ derler. Oku! Hitabı ile her insanı kucaklayan, kapsamına alan kitap, Allah’tan insana sunulan aracısız, doğrudan olan ve ona ulaşacak en doğru ve en yüksek bilgidir. Yaklaşma diyenlere şöyle deyin: ‘Allah bana yeter. Kur’an bana yeter.’
Günümüz İslam coğrafyası, sadece okuma-yazma, ifade özgürlüğü, dinde zorlamanın olamayacağı gibi konularda değil, daha başka hususlarda da bir dağınıklık arzetmektedir. Her Müslüman, ‘Yaratan Rabbinin Adı ile oku’ (Alak Suresi, 96/1) ya da ‘Nun! Kaleme ve yazdıklarına ant olsun’ (Kalem Suresi, 68/1) gibi ayetleri okumaktadır. Ama maalesef, o ayetler okunduğu yerde kalmaktadır. Hayata taşınmaz. ‘Dinde zorlama yoktur’ (Bakara Suresi, 2/256) ayetini getirsen, ‘ama dine girinceye kadar, dine girdikten sonra zorlama vardır!’ derler. Böylece dinde muhafızlık görevini sırtlanırlar. Bakara Suresinin bu 256. ayeti, Ayet el-Kürsî’yi (Bakara, 2/255) takip eder. Yani bu ayet-i kerime, ilahi kürsünün gölgesi altındadır. Demem o ki, doğru anlaşılması şarttır. Hakikatten ne kadar uzaklaşırsanız tağuta o kadar yakınsınız demektir.
Bununla da yetinmezler, kötülüklerini toplumsal boyuta taşımak isterler. ‘Hilafet’ ve ‘şeriat’ kavramlarına, kendi arzuladıkları anlamları yüklerler. Sonunda Allah’tan bütün insanlığa rahmet için gelen barış dininin yerine, kendi uydurmaları olan, menfaat ve zorbalık dini oturur.
Güven ve huzurun devamı bakımından, üzerinde toplumsal mutabakat sağlanmış değerlere karşı bilerek veya istemeden de olsa başkasına zarar verecek fiiller suçtur ve cezalandırılır.
Kitabın ağırlığı olan Mekki ayetler daha ziyade, insanın inanç ve ahlaki değerlerini kuşatırken, ikinci nüzul döneminde yani Medine dönemi diye adlandırılan on yıllık sürede inen ayetler; evrensel, temel hukuk kaideleri yanında ailevi, hukuki, ekonomik vb. konularda indiği toplumun şartlarını gözeten değerlendirmeler sunar. Aslında kitabın bu konularda verdiği hükümlerin temeli, insan aklını imana davet eden Mekki ayetlere dayanır. Kur’an ayetleri değişmezdir ve bütün insanlığa yapılmış evrensel bir çağrıdır. Kur’an’ın öncelikli amacı, Allah ve O’nun hüküm günü ile uyararak insanı ahlâkî bir zemine çekmektir.
Ahkam ile ilgili 300 civarında ayet olup çoğu Medine dönemine dair hüküm bildiren ayetlerdir. Bu ayetlerle Yüce Allah, elçisinden yardımını esirgememiş ve toplumda ortaya çıkan anlaşmazlıklarda huzur temin edilebilmiştir.
O devirde Medine’de değişik kültürler, farklı inançlar bir arada yaşardı. Arap kabileleri arasında çatışmalar olağan hadiselerdendi. Kavmin bekası ve kavmin savaş ganimetleri ile zenginliği, eli kılıç tutan, savaşan Arap erkeklerine bağlıydı. Erkekler lehine gibi görülen birçok ayet, devam etmekte olan düzenin bekası ve süregelen gelenekler bağlamında incelenmeli ve anlaşılmaya çalışılmalıdır.
Allah şüphesiz cinsiyetten taraf değildir ama insanlıktan, adaletten taraftır. Bu bakımdan bu ayetlerin iniş sebepleri ve hangi koşullara indiği önemlidir. Bu ahkam ayetleri adaleti temin yanında, indiği toplumun yaşam tarzını ve adetlerini de gözetmektedir. Toplum aynen devam ettiği ve orada koşullar aynı kaldığı sürece değişmeyecek olan ayetlerdir.
Akıp giden zamanda, toplumlar büyüdükçe, yerleşen yeni davranışlar karşısında huzuru sağlayacak, sorunları giderecek farklı çözümler üretilebilir. Yeter ki adalet temin edilerek vicdanlar yatışsın. Hüküm ayetlerini bağlamından koparıp bugünün toplumlarına aynen taşıyamazsınız. O şartlar altında verilmiş olan hükümlerin irdelenmesi, günümüz toplumlarında alınacak kararlarla ilgili akıl yürütmelerde ancak yardımcı olabilir. Demem o ki, Hz. Muhammed (sas) zamanında, toplumsal yaşam koşulları gözetilerek verilen hükümlerle, huzurun nasıl tesis edildiğinin anlaşılması, günümüzde karar alıcıların ders konularıdır.
Vahiy; suç ve cezanın denkliği, kime ölüm cezası verileceği ve kısas uygulamaları gibi bazı temel evrensel hukuk kurallarını bildirmektedir. Kitabın bütün zamanları ve bütün toplumları ilgilendiren evrensel hukuk kurallarının yanında, indirildiği toplumun örf ve adetlerinin gözetildiği ve o günkü şartların gereği olan hükümleri de bulunur. İndiği toplumun şartlarını gözeten hükümlerinde, onların tarihsel gelişme süreçlerini, örflerini ve adetlerini temelden değiştirerek örselemekten ziyade, o toplumda yaygınlaşan haksızlıklara, tecavüzlere, insanlık dışı faaliyetlere engel olunur. Allah’ı hatırlatır ve o toplum için, makul bir çizgide adaleti tesise çalışır. Dört hanımla evlilik ruhsatı, mirastan kadınların payı, kadınların şahitliği vb. birçok konuda verilen hükümler, o toplumu ve o günün şartlarını göz önüne almaktadır. Erkekten tarafmış gibi algılanan böyle birçok ayette, aslında kavmin hayatiyeti, bekası ve devamı gözetilmektedir.
Günümüz toplumlarına, sanki o şartlar aynen devam ediyormuş, sanki toplumlar hiç değişmeden bugüne ulaşmış gibi o hükümleri dayatmaya çalışmak, hanımları aşağılamaya, bastırmaya yönelik bir yetmezliğin zihniyetidir. Bir yetişkini, ilk okul elbiselerine girmeye zorlamak gibi. Bazılarının din diye ya da sünnet diye dayatmaya çalıştıkları, indiği toplumun adetleri, gelenekleri gözetilerek yapılmış uygulamaların, günümüzle hiç bir ilgisi yoktur. Bu uygulamalarla, o toplumda kamu vicdanı yatıştırılmış ve huzur sağlanmıştır. Toplumların örfleri, gelenekleri, o toplumları ilgilendiren konulardır, başka toplumları bağlamaz. İslam dini diyerek, Arap örf ve adetlerini dayatmak ancak anlamamaktır ve cehalettir ve dahi zulümdür. Önemli olan Kur’an’ın hükümlerinin nedenlerini, ayetlerin derinliğini anlamak, o ruha, o manaya ulaşmaktır.
Bazıları da kölelik, cariyelik diyerek İslam’ı küçültmeye çalışırlar. Savaştığınız kabileler sizden öldürürken siz öldürmezseniz, sizden esir düşenleri köleleştirirken, siz tutsak aldıklarınızı kabilelerine geri gönderirseniz, birkaç çatışma sonra tükenip bitersiniz. Arabiler İslam’ın, adaleti ve insanlığı emrettiğinin, daima barıştan ve bilimden taraf olduğunun farkında değiller.
Ahkam ayetlerini, küçük bir coğrafyada, küçük bir toplulukta, sınırlı bir zaman diliminde bazı konular hakkında Allah’ın bildirdiği hükümler ve Hz Peygamberin uygulamaları olarak düşünebiliriz. Kur’an’ın anası, kitabın esası Mekki ayetlerdir. O ayetleri idrak etmiş makul bir akıl, kamu vicdanını önceleyerek ve adalet üzere hangi konuda ne karar alıyorsa bence uygun olur. Tarihsel süreçte, ahkam ayetlerinden hareket ederek karşılaştıkları ve hakkında derin bilgi sahibi olmadıkları hemen her konuda fetvalar üretmekten, hükümler vermekten utanıp sıkılmayanlar, İslam’ı kabul edilmez çıkmazlara sürüklediklerinin farkında değiller.
Kitabı okumak, ayetlerle ilgili düşünmek, doğru anlama ulaşmak, belli bir değere erişerek yazmak, namazı kılmak, oruç tutmak, başörtüsü, giyim-kuşam, dini inancını özgürce seçme, yaşama ve yayma veya dinini değiştirme, düşüncelerini serbestçe ve çekinmeden ifade edebilmek gibi durumlar insanın Allah’a karşı kişisel sorumlulukları, yani onun şahsını ilgilendiren konulardır. Bir başkası üzerinde zarar söz konusu değildir. Kişinin şahsi kararları ve inancını ifade etmesi ve yaşaması, bir başka kişiye zarar vermediği sürece sadece onu ilgilendirir. Başkalarına bir zararı dokunmayan ve kişiye özel olan alanlarda hiç kimsenin müdahale hakkı olamaz. İslam’da hoş karşılanmayacak sözler ve davranışlar da olsa, gerçek müminler üzerinde bunların bir etkisi söz konusu olamaz. Etkileri, olsa olsa ancak kendine benzer kişilerle sınırlı kalır. Başkasına bir zararı dokunmadıkça, kişisel konularda, hüküm ve ceza Allah’a aittir.
İslam’ın önceliği, insanın temel hak ve özgürlükleridir. Peygambere, insanların dini yükümlülükleri üzerinde bir bekçi ya da bir zorlayıcı olmadığı ve hesabı görecek olanın yalnızca Allah olduğunu bildiren apaçık onlarca ayete rağmen, siyasal İslamcılar, toplumu gözetleme sapıklığında ısrarcıdır.
Yargı, başkasına dokunmuş bir zarar söz konusu ise devreye girer. Burada suç ve o suça verilecek ceza arasında denge gözetilmelidir. Kur’an’ın hükmü, verilen zarara denk bir ceza uygulamasıdır. 42-Şura Suresi 40. ayeti bu denklik konusu ile ilgilidir. ‘Kısasta sizin için hayat vardır’ (Bakara Suresi, 2/179) ayeti de, suç ve o suçun cezası arasında uyumu desteklemektedir. Kur’an’da ölüm cezası sadece, haksız yere bir insanı katleden ve toplumun dirliği, düzenini hedef alan bozgunculuklar (terör faaliyetleri, uyuşturucu madde kaçakçılığı, devlet düzenine karşı örgütsel faaliyetler) için söz konusudur. Böyle suçlar için önerilen hüküm, ‘Cana can’ iken, Allah katında bu suçların bedelinin ‘Sanki bütün insanlık öldürülmüş gibi’ (Maide Suresi, 5/32) ağır olacağı bildirilmektedir. Ayet-i kerime, bu tür suçları işleyenlerin Allah katında ödeyecekleri bedelin ağırlığı ile ilgili uyarılar yapmaktadır. Anlaşılacağı üzere Kur’an’ın böyle ayetleri, evrensel hukuk ile ilgilidir ve her dönemde, her coğrafyada geçerlidir.
Başörtüsü konusunda, uydurdukları kurallarla yüzlerce insanı katledecek kadar gözü dönmüş olanların savunması, ‘İslam’da elbette tesettür vardır’ oldu. Zorbalığın İslam ile alakası olamaz. İslam’da, bedeni yabancı bakışlardan korumak, edebe uygun giyim ve ağırbaşlı davranışlar tavsiye edilir. Hanımları yabancı bakışlardan koruyacak olan onların edebe uygun giyimleri, dekolte içermeyen ve beden hatlarını, güzelliklerini açığa çıkarmayan bollukta elbiselerdir.
Sandıklarının aksine Kur’an’da ‘Başınızı örtün’ diye bir ayet yoktur. 24-Nur Suresi 31. ayeti, çevre koşulları ve örfleri gereği, erkeği ile kadını ile, çoğu başını örten Arapların kadınlarına, örtülerini dış örtü olarak kullanmalarını öğütler. Giyim kuşam konusunda ana ayet olan, ‘Sizi güzel gösterecek elbise’ (Araf Suresi, 7/26) deyimindeki giyimin nasıl olacağı, Nur Suresi, 24/31 ayeti ile açıklanmaktadır. İnsanı güzel gösteren elbisesi, onun beden hatlarını belli etmemeli ve dekoltesi olmamalıdır. Araf Suresi, 7/32 ayeti ile insanların takıları, süs eşyaları serbesttir. Nur Suresi, 24/31 ayetinde bahsi geçen ‘ziynetler’ ifadesi takılar değil, hanımın beden güzellikleri ile ilgilidir. Ayetin açıkça ifadesi üzere, hanımı güzel gösteren elbise, onun vücut güzelliklerini yani beden ziynetlerini tamamen örtmüyor ise ancak ev içinde yani aile efradı arasında uygun olur.
Kitapta giyim kuşamla ilgili olan birkaç ayet, onların sandığı gibi başörtüsü ayeti değil ama zinaya giden yolları kapatan böylece aileyi ve toplumu hayasızlıklardan koruyan ayetlerdir. Kur’an ayetleri, toplumun ahlaki değerlerini ve kişisel özgürlükleri bir ölçü dahilinde getirirken, zorbalık yönetimleri ise, insanları çepeçevre baskılamak derdindeler. Demem o ki, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah’a ortak koşmayın!
Böyle ayetler, ulema tarafından gereği gibi irdelenmiş değildir. Ahkam kesenler, sömürü düzenlerinin devamı adına adaletin ayaklar altına alınmasına, haksız yere idamlara, akıl almaz katliamlara sessiz kaldılar. Her fırsatta vitrine oynama telaşındakiler, sergilenen zorbalıklar karşısında sessizlikleri ile bu suçlara ortak olduklarının farkında değiller. Okullarda eğitimin başlıca amacı, ahlaklı gençlik deyip imam yetiştirmek değil de düşünce yolları açık, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür ve özgür ve haysiyet ve cesaret sahibi beyinler yetiştirmek olmalıdır.
Allah’ın elçisine yüklediği görev, indirilen ayetlerin aynen tebliği ve öğretimi ile sınırlıdır. Allah’ın, ‘Sen onlar üzerine gözetçi (bekçi) değilsin’ (Nisa Suresi, 4/80; Enam Suresi, 6/107; Şura Suresi, 42/48) diyerek kendi elçisine bile vermediği göreve, insicamın korunması, toplumun huzuru bahane edilerek, bazıları kendilerini tam yetkili jandarmalar olarak atadılar. İnsanların özgürlükleri üzerinde, kendi uydurdukları sınırları takibe, onları gözetlemeye başladılar. Bunlar Allah’a karşı yalancılardır. ‘Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?’ (Hud Suresi, 11/18) Kur’an’da bu ayete eşdeğer birçok ayet vardır. Birçok ayette, Allah’ın ayetlerine karşı uyduranların zorbalar olduğu, onların lanetlenmiş oldukları ve yerlerinin de cehennem olduğu bildirilmiştir. Kur’an’ın bu söylemi bazılarına aşırı gelebilir. Ama böyledir. Şayet İslam coğrafyasına bakarsanız nedeni anlarsınız.
Kur’an esasları anlatır. İnsan kılan değerleri, insanın edebini, erdemi, mizanı, hakkı, hukuku, merhameti anlatır. İstikamet belirler, hedefi işaret eder. Gereğini yapmayı insana bırakır. İnsana emanet bırakılmış konular, Allah’ın yarattığı insana o potansiyeli yüklediğinin, ona olan güvenin, arkasını getireceğine olan inancın işaretleridir. Doğru yolda yürümek insana kalmıştır.
Allah’ın kitabını herhangi bir kitabı okuyor gibi okuyamazsınız. Kur’an toprakla kavuşmuş bir ağacın tohumu gibidir. Ağaca evrilecek olan o tohumda hiçbir eksiklik yoktur. Tohumdan ağaca uzanan süreç, sözlerin efendisi ile tefekkür ve derinleşme sürecine benzer. O derinliğin ne bir benzeri vardır, ne de sonu görünür. Çünkü o kitabın Yazarı sınırsız üstünlük ve cömertlik sahibidir. Allah o ağacın hasadını insana emanet etmiştir. O hasada ulaşanlarda, yüreklerin nidası Allah’tır.
Lakin o bilgilerin doğru anlaşılması ve kavranması şarttır. Yoksa yanlış yorumların, değerlendirmelerin yayılması, bazı cahiller tarafından benimsenmesi ile zorbalığa dönüşmesi toplumları felaketlere taşıyacaktır. Bugün her türlü iletişim kanalında dini konularda görüşlerini dillendirirken süregiden zorbalığa, baskılara, adaletsizliğe suskun kalmayı yeğleyenler, ülkelerin düşürüldüğü felaket tabloları karşısında, hüküm gününde ‘Farkında değildik’, ‘Bilemedik’, ‘Görememişiz’ ya da ‘Kusurumuza bakmayın’ diyemezler.
2- Bakara Suresi 256. ayetinde, dinde zorlamanın olmadığı, bunun şeytana ait özellik olduğu bildirilir. Farz kılınmış ibadetlerde de kimse kimseye hiçbir şekilde baskı uygulayamaz, zorlayamaz. Bunlar kişi ile Allah arasındaki konulardır. Hesabı görecek olan Allah’tır. Başka kimseyi ilgilendirmez. Sadece hatırlatma yapılabilir, doğrusu söylenebilir, sabır telkin edilebilir, öğüt verilebilir. Aslında her konuda baskı, güç kullanımı gibi eylemler, insanlık dışıdır. Demem o ki, insanların özeline hiçbir bahane ile müdahil olamazsınız.
‘Allah’ın dinde razı olmadığını onlara meşru kılmış ortakları mı var? Eğer Allah’ın erteleme sözü olmasa elbette hüküm verilmişti. Zalimlere elem verici bir azap vardır.’ (Şura Suresi, 42/21)
Bu ayet, saltanat yolunda yürüyen ve Allah’a karşı kendi naslarını uyduranların söylemlerine ve eylemlerine sessiz kalarak onaylayanlara tam hitap etmektedir. Allah’ın erteleme sözü, insana dair hükmünün açıklanmasının, hüküm gününe bırakıldığı bir izlenme dönemidir. Allah’ın yeryüzünde var kıldığı yaşamlar üzerinde en ufak bir baskısı söz konusu değildir. Doğru yol bildirilmiştir ve insan tamamen özgür bırakılmıştır. Yaşam dediğimiz, bir kez daha tekrar şansı olmayacak ve bir mazeret de kabul edilmeyecek bir erteleme süresidir.
Asırlardır en büyük zulmü işleyenler, yetmezlikleri ile ve bıkıp usanmadan Kur’an’a karşı düzdükleri iftiralarla nihayetinde Kur’an’ın İslam’ını yaşanmaz kıldılar. Şeytan ilahi yolun, bu iflah olmaz cahiller tarafından tıkanması ile ulaşılan zaferden alacağı hazza bedel olarak, ebedi azabı göze almıştı. Onun görevi, cehennem ehlini işaretlemek oldu. Dünyevi az bir faydaya kapılarak, ebedi olan nimetlere sırtını dönenlere aracılık yaptılar. Gerçek şu ki, insan kendisine bahşedilen hayatın sadece bir gün kadar kısa bir süresini dünyada yaşar ve o yaşadığı bir güne ömür adını verir, kalanı onun ahiret yaşamıdır. Demem o ki, o kısacık bir gün için upuzun bir ahiret hayatını tepip heba etmemeli.
Şeytanın yoğunlaşması, insanoğlunun zaafları ile ilgili idi. Onun kibri, kendi kusurlarını görmesine mani oldu. İnsanın zayıflıkları üzerinden Allah’a üstünlük sağlayacağını sandı ve Allah’a secdeyi reddetti. Halbuki başkalarında izlediğiniz zaaflar, ne sizdeki zayıflıklara örtü olabilir ne de sizi olduğunuzdan daha yükseğe taşır. İblis iddiasında direnerek, ilahi planda kendisine biçilmiş rolü üstlenmiş oldu. Dünyada onun görevi, kendisi ile birlikte ateşe girecek yandaşlarını işaretlemektir.
İnsan, aklı sayesinde dünya yaşamında karşısına çıkan hemen bütün güçlükleri aşar. Çoğunun başarı olarak değerlendirdiği, aslında geçici dünya mutluluklarıdır. İnsan, yönelerek ve ilahi konularda derinleşerek ulaşacağı, gerçek ve süreğen bir huzur için gayret etmelidir. Dünyanın anlamını sorgulaması ona hakikat kapılarını aralar. İnsanın önceliği kendini bilmek olmalıdır. Hayatın uçuculuğu, maddi değerlerin geçiciliği, yaşamın faniliği ancak Allah’a iman ile mana kazanabilir.
Kur’an vardır, çünkü Allah vardır. İnsanların kullandığı harflerle, insanlığa ait kelimelerle, cümlelerle insana hitap ve insan tarafından anlaşılır kılınmış olmasına karşın, insan ya da onun ürettiği zekalar tarafından erişilemez, benzeri de ortaya konamaz mana yüceliklerinde seyreder. Kitaptaki mizanın üstünlüğü lafzında da ama özellikle manada belirgindir. Öyle üstün bir ölçü ve ahenktir ki, ‘Bu bir insan tarafından olamaz’ dedirtir. Aslında varlık aleminde ne varsa her şeyde izlenir kılınan o mizan, alemlerin Rabbinden gönderilen sinyaller gibidir. Bu da Allah’ın insana, onun seviyesine olan şefkatidir. Allah’a yönelen, O’na sığınanlar, O’nun öğrettiği yoldan selamete ulaşırlar. Galip olan Allah’tır ve Allah’ın ipine sımsıkı sarılan müminlerdir. Onlar ölümsüzdür.
Ş e m s
Yüklü bulutlar gördüğüm
Suya hasret toprak benim
Susuz çölleri aştığım
Şu çağlayan nehir benim
***
Kırık kanat, yokuş dağlar
Kanatlanıp uçan benim
Kurşun gibi ağır yıllar
Arkasında koyan benim
***
Günahları soluduğum
Diyarları yakan benim
Kasvet karanlık geceler
Yırtıp doğan kandil benim
***
İçimde var kör bir düğüm
Çözüldükçe düğün benim
Göremediğim Gördüğüm
Bu amansız savaş benim
***
II. BÖLÜM: Şeriat ve Hilafet
Daha önce yayınlanan ve editörlüğünü Sayın Musa Kâzım GÜLÇÜR Bey’in yaptığı ‘ÜMMÜ’L-AHİD I’ ve ‘ÜMMÜ’l-AHİD II’ adlı çalışmamızda, halife ve şeriat konularından detayları ile bahis olunduğu üzere, bu yazımızda yalnızca kısa hatırlatmalar ile yetinilecektir.
‘Dabbetü’l-Arz Masallarına İnanmak Ya Da İslam’ı Doğru Anlamak’, ‘ÜMMÜ’L-AHİD I’ ve ‘ÜMMÜ’l-AHİD II’ ve benzer konularda bütün yazdıklarımız sadece insana, onun hür iradesine yapılan sunumlarımızdır. Bu sunumların dayanağı, Kur’an’ı Kerim ayetleri ve kendi aklımızdır. Kur’an’ın bir okuyuşta kolayca kavranabilir bir kaynak olmayıp, çalışmayı, düşünmeyi, araştırmayı getirdiği açıktır. Tek isteğimiz okunmasıdır. Ne olursa olsun, izin verdiği sürece doğru bildiğimizi yazmaya devam edeceğiz. Karar okura aittir. Limanımız Er-Rahman’dır.
Yüce Allah’ın meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife kılacağım’ (Bakara Suresi, 2/30) ayeti ile, Kur’an’ın halifeye getirdiği misal, Hz. Adem’dir (as). Kısaca Hz. Adem (as), avcı-toplayıcı asalak yaşamdan seçilerek alınmış ve aldığı ilahi öğreti ile amenü olmuş ve aklını kullanarak doğadan elinin kazandığını yiyen ve başkalarına de haksızlık yapmaktan sakınan insan haline yükseltilmiş şahıstır.
Kur’an’da halife sözü, yine bir peygamber olan ve kendisine Zebur verilen Hz. Davut için de kullanılmaktadır: ‘Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık. İnsanlar arasında adalet üzere hükmet.’(Sad Suresi, 38/26) İlgili ayetler incelendiğinde, Allah tarafından halife kılındığı bildirilen her iki peygamber de O’nun öğretisine nail olmuş ve doğruluk üzere yaşamış ve hükmetmiş elçilerdir. Şüphesiz diğer bütün peygamberler de aldıkları ilahi öğretiler ve Allah yolunda mücadeleleri ve adalet üzere olan kararları ile O’nun halifeleridir. 6/165 ve 35/39 ayetlerde ; ‘Sizi yeryüzünün halifeleri kılan…’ sözünden anlaşıldığına göre, liyakat ve adalet ile yöneten herkes için halifelik yolu açıktır.
42-Şura Suresi 13’üncü ayeti ise, Allah’ın ‘şeriat’ tanımıdır. Kur’an, ‘sırat-ı müstakim’ yani ‘doğru yol’dur. Allah’ın dini ise, indirilen teorik bilgiler yani Kur’an’ı Kerim’dir. ‘Şeriat’ ise kitabın yani teorik bilginin, insanda hayat bulması yani kişinin dinin emrettiği uygulamalarla yaşamını düzenlemesidir. Yani ‘şeriat’, Kur’an’ın bildirdiği hak yol üzerinde, insana ait olan faaliyetlerdir ve onu Allah’a taşır. Şeriat bir yönetim, bir idare şekli değildir. Şeriatın toplumsal yönü ise idare edenler tarafından, kitabın teorik bilgisinin doğru anlaşılacak ortamların tesisi ve onda ayrılığa düşülmesine, dinin bölük bölük olmasına fırsat verilmemesidir.
42-Şura Suresi 13. ayeti, bu ayetin insan için yüksek önemini vurgulamak ve dikkatleri yoğunlaştırmak bakımından Allah’ın beş büyük elçisinin isimleri anılarak bildirilmiştir. Allah’ın Ülü’l Azm Peygamberleri; Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed (ase). Allah tarafından, insanların arasından seçilen ve kendilerine elçilik görevi yüklenen başta ülü’l azm olmak üzere bütün peygamberler, hiç şüphesiz Allah’ın halifeleridir ve O’nun şeriatının eğiticileridir ve gönderildikleri toplulukların da şahitleridir. Bu elçilere rağmen arkadan gelenler, doğru yoldan sapıttılar ve fırkalara ayrıldılar.
42-Şura suresi doğru anlaşılması gereken bir suredir. Şura Suresinin 1’inci ayeti, ‘Hâ Mîm’, 2’nci ayeti ise, ‘Ayn Sîn Kâf’ şeklindedir. ‘Hâ’, ‘haber, ‘Mîm’, Muhammed, ‘Ayn’, Esaslar, ‘Sîn’, İyilik, İhsan, Allah yolunda kabul görecek İhsan yolunun esasları, ‘Kâf’, Kitab-ı Hafîz (Levh-i Mahfuz) anlamlarındadır. Bu bilgiler dikkate alınarak Şura Suresi 1’inci ve 2’nci ayetleri, ‘Haber ver Muhammed! Allah katında doğru yolun esasları’ manasınadır. Birinci ayetleri harfler ile açılan 29 sureden farklı olarak, Şura Suresi 2’nci ayeti de harflerden ibaret olan tek suredir.
42-Şura Suresi 13’üncü ayetinin son cümlesi ile, Kur’an’ın ‘şeriat’ söylemi, insana dair şahsi bir irade ve kişisel bir duruş olduğunu şu şekilde bildirir: ‘Allah dilediğini seçer ve iyilikle yöneleni şeriatına iletir.’ İnsan için şeriat, Allah’ın ayetlerini doğru anlamak, iyilik üzere razı olunacak bir fert olmaya çabalamak, namaz ve zekat başta olmak üzere İslam’ın şartları diye bilinen ritüelleri yerine getirme gayretinde olmaktır.
Şeriatın toplumsal yönü ise, ülkeleri idare edenlerin hak üzere, adalet üzere kararlar almaları, heveslerine uymamaları, fırkalara, mezheplere, cemaatlere tolerans göstermemeleri, dinin doğru anlaşılması ve dinde birliğin temini için gereğinin yapılması ve ayrılığa da geçit verilmemesi olmalıdır.
Bu birliği sağlayacak, Allah’tan başkasına minnet etmeyen ulema da, o bilgiyi topluma taşıyacak iletişim kanalları da vardır fakat samimi bir üst irade mevcut değildir. Böyle bir yol tesis edilmiş olsa bile, insan için en doğrusu Allah’a sığınmak, O’ndan zihin açıklığı, idrak gücü dilemek, samimi olmak, irade, gayret ve sabırla ve sadece O’ndan dileyerek ayetlerde derinleşebilmektir. Derinleşme konusunda ulaşılacak dereceler, insanın gerçek değeridir. Başlangıçta mezhepler ve tarikatlar dinde samimi ve ona saygılı insanların, hiçbir menfaat gözetmeden dini anlama ve anlatma çabaları iken günümüzde eğitim öğretim faaliyetleri görünümü altında güç devşirme merkezleri haline gelmiş, birbirine düşmanlaşmış, devlete sızma, hatta yönetimi ele geçirme odaklarına dönüşmüşlerdir.
Yüce kitabın, şeriata getirdiği misal ise, Hz. Muhammed’dir (sas). 6-En’am Suresi 162’nci ayeti, ‘De ki; ‘Benim namazım, ibadetim, yaşamım ve ölümüm alemlerin Rabbi Allah içindir’ şeklindedir.
Hz. Peygamberin kendisi ile sınırlı gibi algılanan bu En’am Suresi, 6/162 ayetinin bir yüzü Yaratıcı ile diğer yüzü ise toplum ile ilgilidir. Hz. Peygamberin Allah’a olan sevgisinin tesellisi, Yaratıcıya adanmış mübarek hayatı ve insanlığa örnek olarak bıraktığı yaşamıdır. Allah’ın elçisinin bütün yaşamı, Allah’ın dininin insanlarla dosdoğru buluşması, Allah’ın dininin diri tutulması ve Allah’ın dininde birlik ve beraberliğin korunmasıdır.
Şura Suresi, 42/13 ayetinde yer alan ‘Onları çağırdığın bu esas, Allah’a ortak koşanlara ağır geldi..’ cümlesi, şirk sahipleri ile ilgilidir. Allah’ın bu bildirisinden açıkça anlaşılan, dini doğru tutmamanın ve onda ayrılığa düşmenin apaçık şirk olduğudur. Hurafeleri, dogmaları, uydurdukları iddiaları, cemaatleri, fırkaları hep bu kapsamdadır.
Kur’an’ın, ‘halife’ ve ‘şeriat’ kavramları, bana göre yukarıda açıklandığı üzeredir. Kur’an’ın bu apaçık delillerine karşı, Arapçaya da Kur’an’a da hakim olduğunu düşünen bazı zevatın, ‘halife’ ve ‘şeriat’ kavramları ile arzusu, Kur’ân’ın onaylamadığı zorbalık yönetimleridir. Liyakatsizlikleri ve içlerindeki kötülükleri, ortak koşucuların ilahi metni kavramalarına manidir. Yapacakları her kötülüğü, kendilerine hak olarak görürler. Halbuki Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’in (sas) yaşamı, Allah’ın kitabı Kur’an’ı Kerim ve insanlığa çağrısı Sıratı Müstakim, baştan sona iyilik ve doğruluk üzeredir. Her türlü kötülüğü ve fitneyi reddeder. Doğru tektir, ikiyüzlü olmaz. Doğrunun dışında kalan ne varsa o yanlıştır. Kitabın ayetlerini olduğu gibi anlama gayretindeki Kur’an’i yorumlar karşısında, kötülüğün cazibesine kapılmış ve onu doğrunun yerine ikame meşgalesinde olanlardan sakınmak için yeter bilgide olmak şarttır. Hakkın karşısında olan ne varsa batıldır, fitnedir, ortak koşuculuktur. ‘Fitne cinayetten beterdir.’ (Bakara Suresi, 2/191)
Allah’ın kitabının ve O’nun şeriatının önünü kesmeye, Allah’ın yolundan saptırmaya, dini boşa çıkarmaya yönelik sinsi faaliyetler, İblis tarafından yönetilmektedir. Allah’ın indirdiği teorik bilginin, insanı imana ve şeriatın da insanı razı olunacak eylemlere taşıması alanlarında fitne ve fesat çıkarmak, İblisin başlıca konusudur. İblis, insana sunulan ilahi yolu, bazı aktörleri kullanarak tahrip etme gayretindedir. Onun ordusunun ön sıralarında, yaşadığı zamanı idrak edemeyen, vizyondan mahrum din adamları ve vicdandan yoksun, elleri kanlı diktatörler saf tutarlar. Yeryüzünde zorbalığı, cehaleti, bütün insani değerleri ayaklar altına alarak faşizmin tesisini arzularlar. Allah’ın laneti üzerlerine olsun! İrfan kendini bilmekten ibaret değildir, dostu düşmanı bilmek de o kapsamdadır.
Yaşamak Anlamaktır
Din Allah’ındır, din dosdoğru olmaktır
Kur’an idrak edeni Allah’a taşır
O’nunla yaşar, kelamla haşır neşir
Zikir, müminde şükür cahilde kibir
Yönelen özgür, cahil nefsine esir
***
Din ne din adamının ne de sultanın
Ne sofunun ne softanın ne yandaşın
Ne ikna metodu ne halkın afyonu
Anlaşılsın diyedir Kur’an Allah’ın
Yönelen özgür, cahil nefsine esir
***
III. Bölüm: Semavi Dinlerin Durumu
Kur’an’ı Kerim, Allah’ın yeryüzüne en büyük rahmetidir. Bu rahmet, Hz. Kur’an’dır, bu rahmet Kerîm’dir, bu rahmet Kevser’dir. Bu rahmet, müminlerin Hakk’a yönelişi, kılavuzu, onların sevinci, onların bayramıdır. Alemlerin Rabbinin insandan beklentisi de kitabın hakkı ile anlaşılması ve onun gereğinin yerine getirilmesidir. Kur’ânî bilgiyi anlamada yetersizlik ve Kur’ânî hakikatlere gösterilen defans nedeni ile, coğrafyadaki tablo içler acısıdır. Benim kanaatime göre hiçbir şey gereği gibi anlaşılmış değildir.
Bu anlaşılmama sorunu, Kur’an ya da İslam dini kaynaklı değildir. Sorunun nedeni, Kur’an’a biat etmemeleri, dünyevi küçük hesapları için kitabı boşa çıkarmalarıdır. Bunlara göre İslam, kafi olduğuna inandıkları bazı ritüellerle sınırlıdır. Kitap anlaşılmamış ve gereği yapılmamış ise, İslam’ın şartları dedikleri o ritüeller şekilden ibaret kalacaktır. Düşünmek, derinleşmek yoktur. Geçmişin karanlığından naklettiklerini çağımıza kabul ettirme gayretleri dışında bir hikayeleri yoktur. Kitabın apaçık ayetlerine rağmen inanışları, dogmalardan, hurafelerden ibarettir. Onlar dünya nimetlerinden başka bir şey düşünmezler. Yaptıkları örtülü putperestlikten başka bir şey değildi!
Yahudiler, kendilerinin, Allah’ın seçkin kulları olduklarına inandılar. Böylece diğer insanları, kendilerince değersizleştirdiler. Onları, üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunacaklarını sandıkları mahluklar seviyesine indirgediler. Onlar, insanları öldürmekten hiç çekinmezler. Hatta öldürmekten ilerisi olsa, onu da gözlerini kırpmadan yaparlardı. Onların ahiretleri, ölmeyi dilemeleri, ama bir türlü ölememeleridir (TâHê Suresi, 20/74; Furkan Suresi, 25/14; Alâ Suresi, 87/13).
Bakara Suresi 47 ve 122’nci ayetlerde, Yüce Allah’ın onlara vaktiyle nimetler verdiği, diğer topluluklara üstün kıldığı hatırlatılmaktadır. Bu ayetleri takip eden ayetlerde ise (Bakara Suresi, 2/48, 123), onlara ‘hüküm günü’ hatırlatılarak uyarılar yapılmaktadır. Sakın yanlış anlaşılmasın. ‘Hüküm günü’ ayetleri, Yahudilerin ebedi azapları ile ilgilidir. Yoksa, onların dünya hayatlarında başlarına bir bela inmeyeceği ya da onların dünyada selamette olacakları anlamında değildir.
İnsanların ve toplumların yaşamlarında inişli-çıkışlı zamanlar olur. Bunlar süreğen değildir. Önemli olan, bu iniş çıkışlı süreçlerde, takınılan tutumun ne olduğudur. Yani insanı değerli kılan, onun olaylar karşısındaki duruşudur. Müminler her şart altında O’na (cc) sığınırlar, sabrederler ve şükrederler.
Bakara Suresi’nin bu ayetlerinde, Yahudilere verildiği bildirilen nimetler ve üstünlük, onlara gönderilen ulü’l-azim peygamber Hz. Musa (as) ve ‘On Emir’ ile ilgilidir. Yahudiler, hala Hz. Musa’nın (as) yolunda olduklarını ve ‘On Emir’e sadık olduklarını mı düşünüyorlar? Mümkün olsa Hz. Musa’ya (as) sormak isterdim: ‘Size, daha fazla sıkıntı veren hangisi oldu? Firavun mu, yoksa onun zulmünden kurtardığınız şu kavminiz mi?’ Şayet Hz. Musa’ya (as) sadık olsalardı, onların bu kan dökücü özellikleri sürüp gitmezdi. Hz. Musa’nın yaşadığı zorluk, kavmini firavuna kölelikten özgürlüğe çıkarmasından ziyade, o kavmin cehaletine karşı verdiği mücadelede saklıdır. Akan zamanda onlara verilen üstünlük, yerini Kur’an sayfalarında ve müminlerin yaşamlarında buldu.
‘Allah’ın ve inananların ahidlerine sadık olanlar dışında, her nerede olurlarsa olsunlar zillet onların üzerinedir.’ (Ali İmran Suresi, 3/112)
Yüce Allah meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife kılacağım’ (Bakara Suresi, 2/30) dedi. Burada halife Allah’ı dikkate alacak ve Allah adına işleyecek yani iyiliğin ve kötülüğün farkında olan kişi manasına, Hz. Adem’dir. Allah’ın bu sözüne karşı melekler, yeryüzünde izledikleri avcı-toplayıcı, barbar tablo karşısında bunun pek mümkün görünmediğini bildirdiler. Son söz Allah’ın idi: ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.’ (Bakara Suresi, 2/30) Allah bu sözü ile insanoğlunu savunuyor. Allah’ın (cc), insanlığı bu savunması, hiç şüphe yok ki sadece O’nun yolunda yürüyecek olanlarla yani sözleşmeye bağlı kalanlarla ilgilidir. Yoksa Yüce Allah, bütün insanlığı, onların her halini kabul ederek kucaklamış değildir. Allah’a göre insanın ne olduğu, o daha hiç yaşamadan apaçık olarak bellidir ve bu Allah’a kolaydır.
İnsanın yaşamı kendisinin ne olduğunu görmesi içindir ve insanın yaşamı süresince eylemleri ne ise kendisi de odur. Yaşamlar, iyilikleri ile kötülükleri ile her ne iseler ortaya dökülsün diye yaratıldı. Yani yaşayışlarına göre, iyilerle kötüler birbirinden ayrılırlar. Bence, Hz. İbrahim’in ‘Beni iyilerin arasına kat’ (Şuara Suresi, 26/83) sözü de bu ayrılma ile ilgili. Yeryüzünün son zamanlarında sapıklık ve hayasızlığın sirayeti ile dine geçit vermemesi kıyametin nedeni olacak. Yeryüzünde henüz hiçbir insan yaşamıyorken onlarla ilgili her yazı, ezelde Levh-i Mahfuzda kayıtlı idi. Bu Allah’a kolaydır. Allah, onların gafil olduğu gibi ve onların zannettikleri gibi, zamanın getireceklerinden gafil değildir.
Kur’an-ı Kerîm’de, Hz Peygamber (sas), ‘Ben, ancak sizler gibi bir insanım’ (Kehf Suresi, 18/110; Fussilet Suresi, 41/6) derken, şeytan ise ‘Ben, insandan daha üstünüm’ (Araf Suresi, 7/12; Sad Suresi, 38/76) demektedir. Temel bilgimiz şu olsun: ‘Üstünlük tamamen Allah’ındır. Bizdendir sandıklarımız da, yine O’ndandır (cc).’
Menfaat düzenlerinin devamı için Tevrat’ın tahrif edilmesini üstlenen din adamlarına karşı İsrailoğullarına, Yakub soyundan birçok peygamberler ardı sıra gönderildi. Ama onlar kurdukları düzeni, peygamberleri öldürme pahasına muhafaza çabasında idi. Böylece nihayetinde birbiri ardınca gönderilen peygamberler dönemi sona ermiş oldu. Bu dönemi takip edecek olan dönem, insanlığın son dönemidir. Bu son dönem, Hz. Muhammed dönemi, Korunan Kitap dönemidir.
‘Onlara “Allah’ın indirdiğine iman edin“ desen, “Biz sadece Tevrat’a inanırız” derler ve başkasını inkar ederler. Kur’an, yanlarındaki kitabı doğrulayan bir hakikattir. De ki, “Şayet inanan kimseler iseniz, Allah’ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?’ (Bakara Suresi, 2/91)
Tevrat’ta yapmış oldukları tahrifatın düzeltilemesi, Tevrat’ın indiği ilk duruma kavuşması ancak Kur’an ışığında mümkündür. Yüce Allah verecekleri cevabı bilmesine rağmen, Tevrat ehlini Kur’an’a davet ediyor. Bu davete verdikleri cevap onların gerçekliğini bir kez daha ortaya koymaktadır. Ayet, ‘Biz, bize indirilene inanırız’ diyenlerin Allah’ın elçilerini katlederek aslında ellerinin altındaki kitaba da inanmadıklarına dikkat çekmekte.
Tevrat aynen korunmuş olsa idi bile, muhatapları onun yolunda değilse yani kendi doğrularından başka tanımıyorlarsa, Kur’an’ın anlatımı ile bu durum, kitap yüklü eşeğin hali gibidir (Cuma Suresi, 62/5). Tevhid adına işledikleri tükenmez zulümler, onların tevhid söylemlerini geçersiz kılmış ve Allah’ın ayetlerini ve böylece Allah’ı da yalanladıklarına delil kılınmıştır.
Ne çok genç ne de yaşlı, özürü olmayan, bir işe koşulmamış, lekesiz-alacasız ve altın gibi kızıl ya da parlak sarı renklerde, ne kadar göz alıcı kusursuz bir görünüme sahip olsa da öküzler yeşillikten başka bir şey görmezler. İnsanın faydalandığı eti ile sütü ile öküzler Allah’ın yaratışı üzere donatılmıştır. ‘Size onların sindirdiklerinden ve kanlarından süzülen, içimi rahat ve temiz bir süt içirmekteyiz.’ (Nahl Suresi, 16/66) Etinden, sütünden faydalanırsınız da, manevi yönden kızıl öküzler aracılığı ile arınacakları masalına inananlar, öküzden de aşağı olduklarını ilan etmekteler. Aslan olduklarını söylerler de, öküzlerden de aşağı bir toplumdur.
Hristiyanlar, kendi dini inançlarını, üçlemelerini kutsadılar. Uğruna ölünecek değerler olarak benimsediler. Peşine düştükleri dinin mimarlarından ve o dinin tarihsel gelişiminden bihaberler. Bu yeni kurgu dininin kendinden önceki Yahudilikte ve kendinden sonraki İslamiyet’te kabul edilemez olan ana konularına, kısaca değinmek gerekir. Hristiyanlığın temelini teşkil eden metinler, Pavlus (Paul)’un, o zaman Roma imparatorluğu sınırları içinde bulunan Anadolu topraklarında yaşayan kavimlere yazdığı mektuplardır. Bu mektupların içeriğinde, gidişatı anlamak bakımından bazı hususları hatırlamakta fayda var. Pavlus’a göre, Tanrı, insanoğlunun Hz. Adem’le başlayan ve devam edegelen günahlarını temize çıkarmak için, biricik oğlu İsa Mesih’i kurban olarak gönderdi. Yani Hz. İsa, Tanrının biricik oğludur ve insanlığın kurtuluşu adına kendini büyük acılar içinde feda etmiştir. Halbuki hiç kimse bir başkasının günahını yüklenemez. Herkes ne işlediyse ancak onun karşılığını görecektir. Bu yeni dinde, insanın kurtuluşu için tanrıya imanı yeterlidir. Sünnet olmak ya da haram etler gibi yasaklar kaldırılmıştır.
Çoğu Anadolu coğrafyasında olmak üzere birçok kilise kuruldu. Kiliselere devam eden insan sayısı zamanla giderek çoğaldı. Bazen İmparatorluk yönetimleri ile bazen de kendi aralarında çekişmeler yaşandı. Bu yükselen yeni din karşısında, Roma topraklarında huzurun devamı için, MS. 325 tarihinde, İmparator 1. Konstantin başkanlığında İznik konsili tertip edildi.
Bu ilk konsilde, bilhassa İsa’nın konumu hususunda uzun ve tartışmalı birçok toplantıdan sonra teslis inancı benimsendi. Takip eden elli yıllık süreçte benzer birçok toplantılardan sonra daha çok kabul görmüş, öne çıkmış olan dört İncil onaylandı, diğerleri imha edildi ve yasaklandı. Böylece MS. 4. yüz yılda yapılan konsillerle, günümüze ulaşan Hristiyanlık tamamlanmış ve inşa edilmiş oldu. Tevhid inancına karşı bir insan kurgusu olduğunu rahatça söyleyebilirsiniz. Kabul edilen dört İncil’de ortak özellik, baba, oğul, kutsal ruh ile ‘Üçlü Birlik’ kavramı yani Teslis inancıdır. İmparatorluğun birlik içinde sevk ve idaresi bakımından, onaylanarak resmiyet kazanan yeni din, Pavlus’un icadı teslis inancı temelinde, pagan Roma inanışlarına uyumlu ve geniş imparatorluk topraklarında yaşayan halklar arasında huzuru sağlayacağı inancıyla yürürlüğe giren bir mutabakattır.
Beyaz adam, medeniyet iddiasındadır da, göz diktiği her coğrafyada, sadece yıkım, kan ve gözyaşı vardır. Sömürgecilik faaliyetlerindeki öncü güçleri ise, onların misyonerlik çalışmaları, sözde insan hakları, demokrasi söylemleri ve sahip oldukları birtakım ileri teknolojilerdir. Bunlar, modern çağ barbarlarının, kurbanlarına karşı kullandıkları silahlardır. Girdikleri coğrafyayı sömürme arzuları, suhuletle olmuyorsa o zaman savunma adı altında birbirleri ile rekabet halinde oldukları kitle imha silahlarını devreye sokarlar.
Onların insan hakları beyannamesi, hukukun üstünlüğü gibi söylemlerinin sadece kendi aralarında olan geçerliliği, o söylemleri şatafatlı laflardan ibaret kılmakta. Doğru, herkes için geçerli olmalıdır. Nihayetinde geldikleri nokta, yaşam alanları üzerine kadın, çoluk çocuk demeden yağdırdıkları güçlü bombalarla, şehir yıkıntılarından yükselen duman sütunlarının gölgesinde parçalanmış cesetler ve korku ile sinmiş, titreşen insancıkların iç paralayan çaresizlikleridir. O insancıklar yaşamlarında cehennemi tanıdılar. Tanımaya zorlandıkları o cehennem, çoğunun ölümü ile son buldu. Emperyalistlerin, paramparça ettikleri yaşamlara bakışları ‘Savunma hakkımız’ oldu. Ardına gizlendikleri insan haklarını, biçare doğu toplumları için, ayaklar altına almaktan çekinmediler. Onların cehennemi, devamlı ölmeyi diledikleri bitmez tükenmez azaplardır.
Onların son şeytanlıkları, LGBTTIQ ile dejenere amaçlı toplumlara sızma çalışmaları, aile yapısını imhaya yönelik şer faaliyetleridir. Dertleri, insanların yaratılış fıtratlarını değiştirmek ve zayıf karakterler üzerinde hakimiyet tesisidir.
Çocukların henüz oturmamış zihinleri, ilk gençliğin çalkantılı yılları, cinsel kimlik kazanırken yaşadıkları toyluklar, gelişmekte olan yeni kimliklerini benimseme çabaları, onların tehlikelere en açık oldukları geçiş dönemleridir. Bu geçiş dönemlerindeki zayıflığın farkında olan ve yeni yetişen nesli ifsat etmek isteyen karanlık ve şeytanî güçler, bilhassa gençlerin manevi sıkıntılarını, yaşadıkları ruhsal inişlerini ve çıkışlarını, başkalarının gözünde ilgi odağı olma arzularını, bazılarında görülebilen toplumsal yerleşik değerlere başkaldırı zaaflarını, kendilerine şuursuzca itaat eden köle bir gençlik yaratmak için kullanma derdindedirler. Böyle gençler üzerinden ele geçirdikleri kimlikleri, taptıkları şeytana sunmak isterler. Sözde onur toplantıları ve onur yürüyüşleri adı altında, yaşamlarını onursuzluğun derelerine iterler.
‘Kim onur, itibar dilerse bilsin ki, saygınlık tamamen Allah’a aittir. Yalnızca iyi davranışlar sergileyenlerin dilekleri Allah’a erişir. Kötülükleri tasarlayıp kuranların azabı ise şiddetlidir. Onların tuzakları bozulup yok olacaktır.’ (Fâtır Suresi, 35/10)
İtibar
İtibar Allah’ındır
Hoş söylem, zarif eylem
Nurlanır, Onurlanır
İtibar Allah’tandır
***
Karanlıklarını, gökkuşağı renkleri ile örtmeye ve hoş göstermeye çalışırlar. Samimi, insancıl tavırlar, kucaklayıcı söylemler ve sosyal medya vasıtası ile sızma çabaları ile, bireylerin sağlıklı düşünme yeteneklerini dumura uğratmayı, onların normallerini bozmayı, kişiliklerini tahrip ederek, zayıflamış karakterlere dönüştürmeyi hedeflemektedirler. Böylece beyni çürümüş, sağlıklı düşünme gücü zayıflamış, insanlıktan uzaklaşmış, düşük karakterli fertlerden kitleler oluşturmak, onları yönetmek, diledikleri gibi sevk ve idare etmek isterler. Ailelerin çocukları üzerinde, ilahi fıtratın gereği olağan davranışların yerine, kendi dogmalarını tesise çalışanlar, o meşhur kongre salonlarında sapkın düşüncelerini anlatsalardı, herhalde ayakta alkışlanırlardı. İnsan kılığındadırlar ama değillerdir. Bütün insani değerleri ayaklar altına almış, hayvandan da aşağı derekeye düşmüş mahluklardır.
LGBTTIQ’in yayılması ile, çarpık bakış açıları, aile hayatının giderek yok olması, önüne gelenle düşüp-kalkan sapkın cinsel yaşamlar, bunlarla ilgili bulaşıcı hastalıkların artışı, sadakatin ve sorumlulukların yerini tanrı tanımazlığın aldığı ileri ruhsal çöküş tabloları beklenebilir. Bunlardan doğanlar da hayasızlıkta sınır tanımaz bireyler olacaktır. Böylece İblisin, ‘Onları şaşırtıp, Allah’ın yaratışını değiştirmelerini emredeceğim’ (Nisa Suresi, 4/119) sözünü yerine getirmiş olurlar.
Tababette, insan anatomisinin ve fizyolojisinin normali, onun yaratılmış bedenidir. Tedavide ana ilke, normal dışı olanın, yani ortaya çıkmış patolojinin giderilmesi ile, normal olan o ilk yaratılış ayarlarını yakalamaktır. Anormal olana yönelik tedaviler doğru ve gerekli iken, normal üzerindeki oynamalar, ahlâkî çürümüşlükten başka bir şey değildir ve kabul edilemez.
Halbuki onlar bu konuları çok iyi bilirler. Daha çok kazanmak için yeryüzünün havasına, suyuna, okyanuslarına, toprağına, canlılarına düşünmeden zehirlerini akıttılar. Doğanın kendini yenileme gücüne hiç merhametleri yoktu. Onların ‘kazandık’ sandıkları ile insanlığın kaybettiği değerler kıyas kabul etmez. Yapılan yıkımın geri dönüşü yoktur. Normal dediklerimiz, insana ve onun tabiatına, onun aklına uygun olan ve Allah tarafından olandır. Normali hedefine almış her fiil de şeytandandır.
Şeytani olanı normalleştirmek böylece yaşamlara sızmak isterler. Konunun insanlık boyutuna, tıbbi yönüne bir diyeceğim yok da, Kitap’tan Lut kavminin yoldan çıkışı ile ilgili ayetler okunduğunda, asıl itirazımın, henüz oturmamış kişilikler üzerinden yapılan kandırmalarla, toplumsal çürümeye yönelik olduğu açıktır.
İnsanoğlunun yerleşik değerlerini tehdit eden, insanın normallerine tecavüze yeltenen, toplumsal huzuru ve aile yapısını hedef alan sapıklıklar, özgürlük ya da cinsel tercih hakkı diyerek normalleştirilemez. İşyerlerinde, erkekli kadınlı bir arada çalışırken, tek tük kendini bilmezler dışında kalan çoğunluk, akıl ve irade sahibidirler ve edeplerini korurlar. Bu, onların kendilerine, çalıştıkları ortama ve ailelerine karşı asli sorumluluklarıdır. İnsanlığın gereği de budur. Hiçbir çalışan hal ve tavırları, ses tonları, imalı konuşmaları ile, insanların cinsel dürtüleri üzerinde palyaçoluk yapma peşinde olmaz. Cinsellik, insanın birçok yönünden sadece birisidir. İnsanın yaşamı, hedefleri, idealleri, düşünme gücü, cinsellik merkezli, onun insanlığını boşa koyacak şekilde harcanamaz.
Materyalistler, Allah’ın yaratışını kabul etmezler. Onların görüşü, ‘yaşam mutlaka bir yol bulur’ şeklindedir. Sanatsal görünümleri ile bitkilerin, hayvanların, kuşların takipçisi olan meraklıları ve onları inceleyen bilim insanlarını hayran bırakan canlı formları, maddecilere göre, çok uzun bir zaman diliminde ardı ardına sıralamış sayısız ve her zaman en uygun olanın vuku bulduğu bir tesadüfler dizisidir. Onların tesadüfler dizisi sandıklarının sonucu, daima bir bilim ve sanat harmonisi olan bir eser, daima bir şaheser oldu. Aslında antik çağlardan beri bütün düşünürler gibi materyalistler de maddi alemin mimarisine, madde içinden anlam arayışında. Halbuki neden, Allah’tır ve gördükleri her varlık O’nu haykıran bir anlamdır. Bilimsel çalışmalarla elde olunan maddi sonuçlar, yoktan ve bir örneği de olmadan yaradılışa ve o yaradılışın nedeni olan Allah’a ne kadar yaklaştırdı ise, bilim insanının manevi şahsiyeti o derece değerlidir. Ama çoğu Yaratıcıyı inkar eder ve kibirle kendi tahtlarına kurulmak isterler.
Maddecilere dileğim, emin oldukları hesaplarını tekrar dikkatle gözden geçirmeleridir. Doğru zannıyla merkeze koydukları düşünceleri bana göre ihtimal dahilinde değildir. Onların dediği gibi sadece maddi bedenden ibaret olduğumuzu kabul etsek, ölüm geldiği zaman, imanından dolayı hiç kimse diğerlerinden farklı bir zarara uğramayacak, sadece onlar gibi ölecektir. Ama onların her ahvalde reddettikleri hakikat karşılarına dikilecek olursa, o zaman ateistler hiç yaşamamış olmayı dilerlerdi. Denizde yüzen balıklar da gördüklerinden başka bilmezler. Onların ne yüce dağlardan ne de göklerde dağlar gibi yüzen bulutlardan haberi vardır.
Aslında yalnız Fatiha Suresi bile Kur’an’ın insan kaynaklı olamayacağını haykırır. İnsana sunulan onca nimete karşılık, ondan şükürden başka ne istendi?
‘Şeytan tarafından aldatılan pek çokları, dindarlık maskesi altında en dinsiz akideyi vaaz ederek İsa’ya Allah’ın oğlu demekte, Allah’ın sonsuza dek emri olan sünneti reddetmekte ve her türlü kirli etin yenmesine izin vermektedir. Bunlar arasında bulunan ve kendisinden üzüntü duymadan bahsedemediğim Pavlus da aldatılmıştır. Bundan dolayı kurtulasınız, şeytan tarafından aldatılmayasınız ve Allah’ın hükmü önünde hüsrana uğramayasınız diye, İsa ile yaptığım görüşme ve konuşmalarda, gördüğüm ve duyduğum hakikati yazıyorum.’ (Aziz Barnaba, Barnaba İncili, Giriş Bölümü)
İznik konsili öncesinde, İskenderiyeli Arius ve 13 din adamı tarafından imzalanan bildiri:
‘Biz, tek Değişmez, tek Doğmamış, tek Sonsuz, tek Ebedi, tek Ölümsüz, tek Bilge, tek kabul görmüş, tek Hakim, tek bir Tanrıya inanırız. Bu tek olan, doğmuş olanı yaratan, kanunun ve peygamberlerin ve yeni kutsal kitabın tanrısıdır.’
‘Tanrı iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır. Kötüler ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrıyı.’ (İtalyan düşünür, Rahip Giordano Bruno (1548-1600).
Hz. İsa’nın yargılanma sürecinde ve sonrasında yaşanan gelişmeler, bir yol ayrımına ışık tutması bakımından önemlidir. Bu sürecin tarafları, Hz. İsa ve onun hakkında nihai hükmü verecek olan Yahudiye valisi Pontius Pilate ve din adamlarının önderliğinde İsa’nın asılması için baskı yapan Kudüs halkından bir topluluktur. Din adamlarının sonucu baştan belli, göstermelik yargılarını takiben Hz. İsa, infaz için valiye teslim edildi.
Vali ile yaptıkları konuşmada İsa kendini savunmadı. Hükümdarlığının bu dünyaya ait olmadığını ve dünyevi bir güç peşinde de olmadığını belirtti. Bu görüşme sonrası Vali Pilate, İsa’yı suçsuz bulduğunu bildirdi. Din adamlarının idamda ısrar etmesi üzerine İsa’yı yargılaması için Celile valisi Hirodes’e gönderdi. Fakat o da Hz. İsa’da herhangi bir suç tespit edemediğini söyledi.
Vali Pilate, Yahudilerin fısıh bayramı nedeni ile bir suçlunun hayatını bağışlayacağını bildirdi. Yahudilerin karşısına İsa ve Barabba’yı çıkardı. Onların tercihi, bir cani olduğunu bilmelerine rağmen Barabba’nın özgürlüğü oldu. Bu olay Yahudi sosyolojisinin ve o zihniyetin anlaşılması bakımından önemlidir.
Pontius Pilate, Roma’nın tayin ettiği bir validir ve akıllı bir adamdır. İdare ettiği toplumda, ancak alacağı adil kararlar ile huzuru koruyacağını bilir. Hristiyan kaynaklar vali Pilate’nin, Hz. İsa’nın idamına razı olmamasına rağmen koltuğunu muhafaza etmek için İsa’yı feda etmek zorunda kaldığını bildirmekte. Böyle olduğunu kabul etsek bile bu şartlarda valinin emri, suçsuzluğuna inandığı kişinin çarmıha giderken canının yakılmaması, acısız, işkencesiz işin bir an önce tamamlanması şeklinde olurdu. Adaletsiz bir infaza rıza göstererek, hayatının kalan kısmını, koltuğunu muhafaza etmek uğruna vermiş olduğu bu haksız karar ile sürdürme yerine, görünüş olarak ona çok benzeyen bir suçluyu, onun yerine idama gönderdi. İsa’nın idam edilmesine, akla gelebilecek her yolu deneyerek nerede ise siper olmuş bir vali, bu adil ve asil davranışlarına tam karşıt bir yönde vahşice ve insafsız bir infaza nasıl emir vermiş olabilir? Tutarsız, dengesiz davranışlar yöneticilik vasıfları ile bağdaşır değildir. Başına takılmış dikenli telden taç, kamçılanarak bitap düşürülmesi, kan revan içinde ve etrafını kuşatan Romalı askerlerin refakatinde, üzerine çivileneceği çarmıhın ağırlığı ile nefessiz, ite kaka ve yarı ölü gibi sürüklenmesi, bende, çarmıh yolundaki kimliğin gizlenmeye çalışıldığı intibaı uyandırmakta. Bir akıllı adam, binlerce yarım akıllıdan daha akıllıdır. Ancak akılsızlar ya da saflar, hayatın doğal akışına uygun ve apaçık görünene aykırı kurgularla avunurlar.
İbrahimî dinler, Allah tarafındandır ve bu dinler, tevhîd temeli üzeredir. İnsanoğlu üzerine semavi bir din, Allah’ın onların arasından işaret ettiği bir peygamber olmadan hayat bulmaz. İbrahimî dinlerden esinlenmiş olsa bile insanlar tarafından kurgulanan dinler, pagan özellikler taşımaya mahkumdur.
İnsan ya kurguların peşine takılır ve kaybolur gider ya da gerçeğe ulaşmak için gayret gösterir. İnsanı insan yapan, onun hakikat arayışıdır. Hakikatin kapısında “Allah tektir, O’ndan başka ilah yoktur“ yazılıdır. O’nun tekliği, kendisinden başka tapılacak bir tanrının olamayacağı bir tekliktir. Eğer alemlerde zannettikleri gibi tanrılar olsaydı düzen bozulup yok olurdu. Alemlerde yegane hüküm sahibi olan Allah, onların zanlarından çok yüksektir. Bütün üstünlük, çocuğu ve ortağı ve yardımcısı olmaktan münezzeh olan, daima diri olan, üstün ve subhan olan Allah’ındır. Ve hakikatin yegane sahibi, bütün yüceliğin sahibi olan Allah’tır.
Sözün en doğrusu diyor ki ;
‘Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara öyle gösterildi. Onu kesin olarak öldüremediler.’ (Nisa Suresi, 4/157)
‘Allah demişti ki; “Ey İsa! Senin canını alacağım ve seni katıma yükselteceğim, seni inkarcılardan temizleyeceğim ve sana uyanları (müminleri) kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım.’ (Ali İmran Suresi, 3/55)
Günümüzde İsa’ya uymak demek ancak tevhide, Kur’an’a uymak demektir.
‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler şüphesiz kafir oldular. Oysa yalnız bir tek tanrı vardır, başka tanrı yoktur. İnkar edenler bu söylemlerinden vazgeçmezse onlara acı bir azap dokunacaktır.’ (Maide Suresi, 5/73)
‘İsa; “Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici olarak gönderildim.’ (Saf Suresi, 61/6)
İnsanlık üzerine, Hz. Adem ile başlayan peygamberler dönemi Hz. İsa ile tamamlanmış oldu. Bu dönem, göklerden her 1000 yılda bir inen ilahi emirlerle, yeryüzünde işlerin düzene koyulduğu devirler dönemidir. Demem o ki, Adem’den İsa’ya kadar olan bu peygamberler döneminde, Allah katından her bin yılda bir indirilen emirlerle, yeryüzünde ilahi programlar yürütüldü. 3-Ali İmran 59 ayeti okunacak olursa; Adem ve İsa peygamberler, birbirine benzer şekilde, babaları olmadan, annelerinin karnında, Yaratıcı irade tarafından, O’ndan bir mucize ve bir rahmet olarak ‘Ol!’ emri ile yaratılmıştır. Yani bu peygamberler, diğer insanlardan farklı bir yaratışla işaretlenmiş ve elçiler döneminin başını ve sonunu tespit eden nebilerdir. Adem ve İsa peygamberler arasındaki dönem, melaike tarafından ilahi emirlerin Allah katından alınıp, yüksek alemlerdeki yollardan yeryüzüne ulaşarak uygulandığı biner yıllık, birbirini takip eden periyodlar halindedir.
‘Silkeleyip kaldıranlara, Yüklenenlere, Akıp kayanlara, Dağıtanlara, Yörüngeler sahibi göğe yemin olsun.’ (Zariyat Suresi, 51/1 ilâ 7)
‘Allah, gökten yere bütün işleri düzenler, sonra da o işler sizin saydıklarınızdan bin yıl kadar olan bir zamanda O’na yükselir.’ (Secde Suresi, 32/5)
Bu biner yıllık periyodlardan oluşan peygamberler dönemini, insanlığın son ahir dönemi takip etmektedir. Kadir gecesi ile başlayan bu son dönemin süresi 50.000 güneş yılıdır.
‘Melekler ve Ruh (Hz. Cebrail) o gece Rabblerinin izni ile her hüküm için iner de inerler.’ (Kadir Suresi, 97/4)
Ayet, elli bin yıllık sürecek insanlığın son dönemin başlama safhası ile ilgilidir.
‘Melekler ve Ruh (Hz. Cebrail) elli bin yıl süren bir zamanda O’na yükselirler.’ (Mearic Suresi, 70/4)
Ayet, elli bin yıllık dönemin nihai safhası ile ilgilidir. Melaike aldıkları görevleri yeryüzünde tamamlamış, alemlerin Rabbinin huzuruna hareket halindedir.
Yeni dönem, Allah’ın elçisi İbrahim’in oğlu Hz. Hacer’den doğma Hz. İsmail soyundan alemlere rahmet Hz. Muhammed dönemi yani Muhammed’e (sas) vahyolunan mucize Korunan Kitap, Kur’an-ı Kerim dönemidir. Önceki biner yıllık dönemlerden farklı olarak elli bin yıl sürecek olan bu dönemin, sura iki üfleme arasında kalan 40.000 yılı insanlık için karanlık dönemdir. Hadis-i şerîfte şöyle buyurulur: ‘Sura iki üfleme arasında kırk vardır.’ (Buhârî, Tefsîru Sûre (39), 4 (4814); Müslim, Fiten, 28 (2955); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/315 (8165).
Dinlerin, zaman içinde asıllarından inhiraf ettirilmesi gibi, Kur’anî hakikatleri dogmalarla, hurafelerle, batıllarla örtmek de cehaletin uğraşısı oldu. Bugün yeryüzünde izlenen bazı din görünümlü faaliyetler, dini Allah’a halis kılma ve onu anlama gayreti yerine, kendi uydurdukları ile büyüklenme ve batıl olanı normalleştirme uğraşılarıdır. Böyleleri aslında, Allah’a hıyanet içerisindedirler. Hedeflerine ulaştıracak her ahlâksızlığı ve fenalığı, kendilerinde bir hak olarak görmektedirler. Konuların anlaşılması bu cehennem çukurlarına düşmemek için şarttır.
Eldeki tek ilahi ve güvenilir kaynak Kur’an’dır. Hurafe sevdalısı cehalet ehline rağmen korunmaktadır. Kur’an, ilahi hakikatleri insan aklına ve vicdanına sunar. Mümin, öncelikle hakikatleri anlama zeminine kendisini hazırlamalı ve idrakinin açılmasını Allah’tan dilemelidir. Kendilerini fikri hür, vicdanı hür, merak eden, okuyan, araştıran, düşünen bir seviyeye getirememiş olanlar, boşuna uğraşmasınlar. İnsan beyninin pencereleri hakikatlere açılmamışsa, düşünce kapıları gerçeklere kapalı bırakılmışsa, odalarındaki karanlığı dağıtmak için ışıkları yakılmamışsa, Kur’an öğretisinin anlaşılması, kalbe inmesi, dolayısı ile bir Kur’an mümini olunması neredeyse imkansız hale gelmiş olur.
Kur’an’ın, hakkı batıldan ayırıcı gücü ile müminde inşa ettiği doğru ve yanlış farkındalığına karşılık, insan kılığındaki şeytanlar, sözde eğitimleri ile daha küçük yaşlardan itibaren bilhassa batı toplumlarını LGBTTIQ’e yönlendirmektedirler. Doğuda ise saflar halinde rahleye mahkum yavruları izlersiniz. Hem doğu hem de batı toplumlarında küçük çocukların fıtratlarını, tabiatlarını dikkate almadan kişiliklerinin hedefe oturtulduğu sözde eğitimlerde, yanlışlarla doğrular iç içe girmiş ve arzulanan düzenlere eleman yetiştirme gayretleri esastır. Dogmalarla özgür düşünme becerileri bastırılmış çocuklarda, doğru ile eğriyi ayırt etme hassası gelişmez. Yapılan büyük kötülüktür.
Bazıları da bu zevattan çekinir ve korkarlar. Hakkı haykırarak karşı duracakları yerde, sessiz kalmayı tercih ederler. İstisnasız tamamı ve onların peşlerine takılanlar, Cehennem ehlidirler. Onlara, gök kapıları kapanmıştır. Onlar hayasızlıklarını, fenalıklarını, hadsizliklerini, Kur’an’ın korunan, apaçık olan ve batılı gideren ayetlerine karşı sergilemekten çekinmediler.
‘Rabbinin ayetleri ile nasihat edilip de, sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim kim olabilir?’(Secde Suresi, 32/22)
Arkasını dönenler hep ateş ehlidir ve yaratılmışlar arasında Allah’a düşmanlıkta en ileri gidenlerdir.
‘Onlar Rablerinin ayetlerini, O’na kavuşmayı inkar ederek yaptıkları işleri boşa çıkaranlardır. Hüküm gününde onlar için tartı kurulmayacaktır.’ (Kehf Suresi, 18/105)
Allah’ın ‘Oku!’ emrine riayet etmeyip sırt çevirenlerin hali böyle iken, öte yandan semavi dinler diye anılan üç büyük grubun günümüzde ortak görünümleri ; ilahi emirlerin göz ardı edildiği, bunun yerine menfaate taşıyacak yolların düzenlendiği ve toplumları istedikleri gibi sevk ve idare edebildikleri holdinglere dönüşmüş olduklarıdır. Ayetler okunmuyor değildir, okunmaktadır ama Allah bizden ne istiyor diye umursayan, sorgulayan yoktur, Allah’tan korkan yoktur, sakınan yoktur. Onlar kurdukları düzenin devamı adına her türlü düşüncenin karşısındadırlar, farklı her düşünceye kapanmışlardır. Zorbalıklarını, Allah tarafından insanlığa indirilen ve korunan son kitaba rağmen başarı ile tesis ettiler.
‘Allah’a verdikleri sözü ve ettikleri yemini az bir bedel karşılığı değişenlerin ahirette hiçbir payı yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.’ (Ali İmran Suresi, 3/77)
Şeriat kavramı çarpıtılmış olmasa, ayetler her türlü görüş ve düşüncenin üzerinde değerini koruyor olsa ve kitabın ‘dosdoğru olma’ emri toplumun başlıca hedefi kılınsa, ne hata yapılmış olursa olsun her zaman düzelme ümidi de olurdu. Ama artık tutulan ve kökleri derinliklerde olan bu menfaat yolundan geri dönüş yoktur. Yığınlar, doğruyu ve yanlış karıştırmış, kördüğüm olmuş yanlışlıkları, Allah’ın dini sanmışlardır. İçlerinden pek azı Allah’ın ipine sımsıkı sarılmıştır.
‘İnsanları uyarması için kuluna (Hz. Muhammed’e) Furkan’ı (hakkı batıldan ayıran ölçüyü) indiren çok yücedir, çok kutsaldır.’ (Furkan Suresi, 25/1)
Kur’an’ı, Kur’an yapan ana özellik, Allah’ın kendi kelimeleri ile doğruyu yanlışı birbirinden ayıran yegane üstünlük olmasıdır. Kur’an’dan başka her kitap, az ya da çok yanlışlar içermektedir. Kur’an’dan ne okunmuşsa, o hakikattir ve o konuda dosdoğru olan ancak odur. Çünkü o bilgi Allah’tandır. O bilginin karşısında olan eğridir, batıldır ve iftiracıya aittir.
‘Ey iman edenler! Allah’tan sakınırsanız, size ayırıcı -seçici- bir anlayış verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.’ (Enfal Suresi, 8/29)
Ne cahil cehaletinin farkında olup da cahilim der, ne de zalim zulmünü kabul eder, ben bir zalimim der. Herkes kendinden, kendi yolundan emindir. İnsanın derecesini belirleyen onun ilahi farkındalığıdır. Ayette bahsedilen anlayış, okuduğunu kavrama, hayatı anlama, doğru yolu bilme manasına olup pek az insana nasip olan büyük bir lütuftur. Eğri ile doğruyu ayırabilme bilinci ancak Allah’tan hakkı ile sakınan müminlere bahşedilmiş bir hassadır. Allah’tan sakınan müminler, hakkın gerçek temsilcileridir, Allah’ın Has kulları, Müttakiler, Furkan sahipleri, onlar Allah’ın fırkasıdır. Onlar, Allah’ın ve O’nun kitabının ve elçisinin aşıklarıdır. Furkan sahiplerinin üzerinde sebat ettikleri zeminleri, onların sarsılmaz imanları, ve her işlerini O’nu dikkate alarak ve O’ndan çekinerek yapıyor olmalarıdır. Allah onlara lütfetti, onların imanını kabul etti, imanlarını yükseltti, kusurlarını örttü, onları bağışladı, onları bağrına bastı. Allah’ın insana emri olan adalete ulaşmak, sadece akıl ile ya da yalnız vicdan ile olmaz. Adalet, insanın bilgi birikimi, muhakeme gücü ve vicdanı ile vereceği ortak kararıdır. Sıratı müstakim üzere yürüyen ve sakınan kullarda kusurlar giderek azalacaktır. O yolda sebat edenler furkana erişir. O yolun nihayetinde onlar artık tepeden tırnağa birer Hz. Kur’an’dır.
Adaletten mahrum olanlarda akıl da vicdan da yeter olgunlukta değildir. Gerçek bir mümin, ucu ona dokunacak olsa da doğrudan taraftır. Yaşamlarında Allah’ı dikkate almayan insanların, doğru görünen faaliyetleri sizi şaşırtmasın. İman etmemiş bir insanın menfaati, onun için doğruluktan daha önemlidir, daha önceliklidir. Menfaatleri ile karşılaştıklarında, savunma mekanizmaları yardımıyla doğruluktan tavizler vererek yollarına devam ederler. Çıkarları için işledikleri hatalar zamanla onlara hoş görünür, doğruların yerine oturur, onların doğrusu olur. O yolun sonunda doğruluk iyice cılızdır, yaprakları dökülmüş kuru bir ağaç görünümündedir. Belki de sadece ağızlarında dolanan mırıltılardan ibaret kalmıştır.
Kur’an, riyakarları dayalı kütüklere benzetir (Münâfıkûn, 63/4). Kendilerini büyüklenme, heva, tamah gibi duygulardan arındırıp, bu hallerinden rahatsızlık duymayanlar, Kur’an’a teslim olmazlar. Onlar, kitabı kendilerine uydurma yolunu benimserler. Zulümlerini, ‘bu kitaptandır, nas budur, Peygamberin uygulaması böyledir’ diyerek sergilerler. Onlar hep hastadırlar. Bu durumları da onların normalleridir. Hastalık içinde hastalık. Bulaşıcıdır ve şifası yoktur. Bulaşmasın istiyorsanız, onlarla ilginizi kesin, uzak durun. Hakikatte derinleşenler ise, yaratılmışlar arasında Allah’a yakın olanlar, O’na dost kılınanlardır.
‘Onlardan çoğu zandan başkasına uymaz. Sanılar ise, hakikatten hiçbir şeyin yerini tutamaz. Allah onların işlediklerini bilendir.’ (Yunus Suresi, 10/36)
İnsanoğlu, doğada çok uzun bir süreçten süzülerek, bugünlere geldi. İnsan bu zorlu yolculukta karşısına çıkan bütün engelleri aşacak potansiyelde yaratılmıştı. Onu huzura eriştirecek ilahi metinler de kolaylaştırılmıştı. Ademoğulları üzerine Allah’ın dini olan İslam, nihayet son Peygamberi Hz. Muhammed’e (sas) indirilen Kur’an ile, apaçık hale getirilerek tamamlandı. İnsanoğlunun, Allah’ın bu barış çağrılarına cevabı, her dönemde dirençle karşı durmak ve yeryüzünün her karış toprağına bozgunculuğu ve kan dökücülüğü yaymak oldu. Böylelikle çürükçül yaşamdan bir türlü vazgeçemedi. Gerçekte tarih boyunca, insan avcı-toplayıcılıktan bir türlü silkinemedi. Nihayetinde elindeki kütük, taş gibi öldürücü araçlar zaman içinde savunma adı altında kitle imha silahlarına evrildi. Tarihin özeti hep kan dökmekten ibaret oldu.
27-Neml Suresi 83 ila 85’inci ayetlerde kısaca, hüküm gününde ayetleri yalanlayanların bir araya toplanıp hesap yerine sevk edilmeleri anlatılıyor. Orada, onlar üzerine Allah’ın nidası şöyledir:
“Ayetlerimi kavramadan, anlamadan yalanladınız. Böyle değilse nedir?” (Neml Suresi, 27/84)
Ayet, okumadınız demiyor, ama anlamadınız ve şayet anlamış olsaydınız gereğini yapardınız diyor. Okuma eylemi, samimi değilse anlamaya, idrake dönüşememişse, o okumalar yok hükmündedir. Akılla kavuşamamış, manaya ulaşılamamıştır. İnsanın anlamasının önündeki yegane engel, insanın nefsidir. Keşke ‘Ben bunu anlayamıyorum’ deyip bıraksalar, ama ne yardan ne serden vazgeçtiler. Allah’ın ayetleri çok yazık ki nefislerinin güdümünde, sözde Allah adına işledikleri kötülüklere dönüştü. İslam coğrafyasını kuşatmış felaket budur. Neml Suresi, 27/84 ayeti, kitabın anlaşılmamış olduğunun delili olarak, ‘Böyle değilse nedir?’ söylemi ile onların yapıp-ettiklerini, sürdürdükleri zulüm düzenlerini işaret etmektedir. Sonuç olarak, Kur’an ayetlerinin gereği şekilde kavranmaması, ayetlerin yalanlanması anlamındadır. Bu da aslında Allah’ın yalanlanmasıdır. Yeryüzünde kendilerini dinin sahibi zannedenler, keşke biraz akıl biraz da iyilik sahibi olabilselerdi.
Allah ile kul arasındaki sözleşmenin esası Fatiha Suresidir. Müminin namazı, onun bu sözleşmeye sadık kalacağı konusunda onayıdır. Yani müminin namazı, yapılan ilahi sözleşmeyi onun kabulü ve imzalamasıdır. Fatiha Suresi, Allah’a yöneliş olan Besmele ile açılır. Besmele, Kur’an’ın anahtarı, ayetlerin başı ve anasıdır. Fatiha’nın 2, 3 ve 4. ayetleri, bu sözleşmeyi insana sunan sözleşme sahibinin temel kimlik bilgileridir. İnsanın yükümlülüğü Fatiha’nın 5, 6 ve 7. ayetlerinde açıklanır. Namazların her rekatında ve her zaman her vesile ile okunan bu ayetlerde yaratıcıya verilmiş olan sözler, ‘dini, tek olan Allah’a halis kılarak ve O’nun yüceliğini gereği gibi takdir ederek, O’na teslimiyet ve Kur’an’ı anlamak ve Kitabın beyanı olan iyilikler üzere yaşamak ve kötülüklerden sakınmak’ şeklinde özetlenebilir. İnsanın vermiş olduğu bu üç sözden birinde göstereceği zafiyeti, sözleşmeyi zedeler. Namazın ve ondaki sözleşmenin karşılığı olarak insan, iyilikten iyiliğe bir yaşam sergilemelidir. İnsanların namaz kılmaları benzerdir ama mümin kişi zorlu zamanlardaki duruşunda belli olur.
Kur’an’ın iniş sırasına göre ilk ayeti olan 96/1’de insana ‘Oku!’ emrinden kasıt, salt okuma eylemi değildir. Müminin okuduğu ile hemhal olması, ona yaşamda kılavuz ve ahirette yüzünün ışığı olacaktır.
‘Görmedin mi, Allah’ın âyetleri üzerinde tartışanlar nasıl da döndürülüyorlar?’ (Mümin Suresi, 40/69)
Benim düşünceme göre, dindar görünümde olan bu güruhu, Allah’ın gazabına ve cehennem hükmüne taşıyan durumun özü şudur: Dünyaya tamah, haram helal neye mal olur, ucu nereye uzanır düşünmeden, mümkün olduğunca çok biriktirmek, yığmak ve böylelikle dünyevi gücü elde ederken süregiden hukuksuzluğa da seyirci kalmak. Bunları yapanlar aynı zamanda namazlarına devam ettiler, Kur’an’ı okudular, konuşmalarını ayetlerle süslediler, oruçlarını tuttular, hatta ibadetlerini diğerlerinden daha fazla yaptılar. Kendilerini Allah’ın has kulları sandılar, Allah bizi korur, günahlarımızı örter, bizi bağışlar zannettiler. Yaşanan coğrafyada süregiden eziyetler, yapılan haksızlıklar görmezden geliniyorsa, İslam da O’nun Sahibi de göz ardı ediliyor demektir. Farkındalık, kısa vadede kazanılacak olana yani küçük hesaplara kapılmak değildir. Tablonun bütününü ve yaklaşan sonu önceden görebilmektir. Yaşıyoruz dedikleri dinleri buydu!
Allah elbette süregelen zulümlerden habersiz değildir ama erteler (İbrahim Suresi, 14/42). Allah’ın insanı bu ertelenme süreci, yapılanları onayladığı anlamı taşımaz. Yani, ‘Biz ne yaptıysak Allah için yaptık, yaptıklarımızı onaylamasa, bize göz yummaz, bize hemen azap ederdi!’ şeklinde düşünenler heba olacaklar.
Onların akıl edemedikleri, Kuvvet yani Güç ve İzzet, yani Yücelik ve Ululuk tamamen Allah’ındır. (Nisa Suresi, 4/139; Yunus Suresi, 10/65; Kehf Suresi, 18/39; Fatır Suresi, 35/10). Yani gücün kaynağı Allah’tır. İnsan her ne iş yapmakta ise, onun için gereken kuvvetin kaynağı Allah’tandır. İnsana bahşedilen o güç, Allah’ın razı olacağı şekilde kullanılmalıdır. Kendisine bahşedilmiş olan güç insanı yanıltmamalı, insan sınırlı bir yaşam süresine tabi olduğunu da unutmamalıdır.
Onların idrak edemediği, Allah’ın hesap sorucu ve Allah’ın öç alıcı, intikam Sahibi olduğudur (İbrahim Suresi, 14/47; Enbiya Suresi, 21/23).
Neml Suresi, 27/84 ayetinin son cümlesinde Allah, ‘Böyle değilse nedir?’ diyor. Yani eğer ayetleri gerçekten kavramış olsa idiniz, böyle başıboş bırakılmış gibi hesabını veremeyeceğiniz işlere kalkışmaz, sakınarak yaşardınız. Gırtlaklarından geçen lokmanın hesabı olmadığı için, okudum sandıkları kitap aslında okunmamıştır, ibadet sandıkları da Allah katında hükümsüz kılınmıştır.
Hüküm gününde bu konu ile ilgili insanlar arasından konuşmasına izin verilen kişi Hz. Muhammed’dir. Hz. Muhammed, her toplum için şahit kılınanların üzerine atanmış bir tanıktır (Nisa Suresi, 4/41). En büyük şahit olan Hz. Muhammed’in (sas) bu konuda beyanı da, ‘Kitabı terkedilmiş olarak bıraktılar’ şeklindedir (Furkan Suresi, 25/30)
Önceki ve sonraki ayetler göz önüne alındığında, 27-Neml Suresi 82’nci ayet, yeryüzünde insanlığın son zamanları, yani onun kıyameti ile ilgilidir. Her varlık kendi dilinde haber verir. 34-Sebe Suresi 14’üncü ayeti, Hz. Süleyman’ın (as) öldüğünü ağaç kurdunun haber vermesi, kurtçukların asayı kemirmesi ile ilgilidir. 99-Zilzal Suresi 1 ila 5’inci ayetlerde, yerin haber vermesi, Allah’tan gelen vahiy üzerine şiddetle sarsılması, alt üst olması şeklindedir. Varlıkların O’nu Adını tesbih etmeleri, Allah’ın yaratması olmadan, olamayacaklarının bildirilmeleri iledir. 27-Neml Suresi, 82’nci ayette, onlara karşı sebatla konuşmayı sürdürecek olan, onların arasından, onlar gibi bir kişidir, içlerinden kimliği belirsiz bir insandır. Hz. Ali’den (ra) rivayet edilen, ‘Kuyruğu olan değil, sakalı olan bir dabbedir’ sözü de, olayın kıyamete doğru olacağını ve sanıldığının aksine yerden çıkacak acayip kuyruklu bir yaratık olmayıp, insan olduğu görüşünü doğrular.
Büyük İslam Alimi Hz. Ali’nin (ra) bu açıklamasının kaynağı, elbette Hz. Muhammed’dir (sas). Bundan daha ileri bir açıklamada bulunmamasının sebebi de Hz. Muhammed (sas) olsa gerek.
‘Ha Mim!’ (Mümin Suresi, 40/1; Fussilet Suresi, 41/1; Şura Suresi, 42/1; Zuhruf Suresi, 43/1; Duhan Suresi, 44/1; Casiye Suresi, 45/1; Ahkaf Suresi, 46/1) ‘Haber ver Muhammed!’ anlamınadır. Fakat Hz. Muhammed’den (sas) konu ile alakalı nakledilmiş ve ufuk açıcı, sahih bir hadis olmadığı bilinir. Allah’ın elçisi, şüphesiz her konuda yüksek bilgi sahibidir. Ama sadece kendisine izin verildiği kadarıyla açıklamada bulunur.
Hz. Peygamberin (sas) benzer bazı konularda suskunluğunun diğer bir sebebi ise, Allah Teala’nın, İslamî süreçte belli dönemlerden yapılacak yorumlarla, müminlere açılacak yeni kapılarla, İslamî düşün gücünün canlılığını korumak ve yaptıkları çalışmalarla İslam’a hizmet edenlerin derecelerini yükseltmek ile ilgili olduğu düşüncesindeyim.
Dabbe’nin, yılmadan konuşmasının sebebi, toplumların İslam’ın özünden ayrılarak, açık bir sapıklığa düştükleri konusunda yüksek farkındalık ve kararlı bir duruştur. Kitap okunmakta, namazlar kılınmakta, oruçlar tutulmaktadır. Şekil tamamdır. Ama kalplerde olan sadece dünyalıktır. Dünyalığa vasıta kıldıkları İslam, parıltılı, görkemli gösterişlerle sınırlıdır. Onların arasında artık, hiçbir dünyevi menfaat gözetmeden, Allah’ın rızası dışında bir beklenti de olmadan, İslamî eğitime, yardımlaşmaya adanmış kurumlar, gönüllüler pek azdır ya da yok gibidir.
Korunan Kitaba rağmen, Allah’ın dininin akıbeti öncekilerden farklı olmadı. Onlar, Fatiha Suresi 7. ayetinde, gazaba girecek olanlar kapsamındadır. Yoldan çıkmış olanlar, sapıtanlardır. Sapıtanlar, tıpkı ölüler gibidir. İbadetlerden arzu edilen toplumsal düzen, adalet, doğruluk, huzur ve güven kayıptır. İşledikleri ile hükümsüz kıldıkları ibadetlerini, kendilerine yeterli sanırlar. O ibadetlerin onlara zerrece faydası dokunmadı. Onlardan adalet konusunda ahkam kesenler, aralarından en zalim olanlardır. Dini öğretiler en cahil olanlara terk edilmiştir. Onların en ahlâksızları, erdem konularında nutuklar atmaktadır. Semavi diye anılan dinlerin tamamı yoldan çıkmış bir görünüm arz etmektedir. Semavi sözü de yanıltmasın. Bence onların tamamına gök kapılar kapalıdır.
İnsan, şekiller dünyasından manaya ulaşamamışsa, o şekil yok hükmündedir. Mana, anlamaktır. Anlamak, insan olmaktır. Manaya ulaşmak bir aklî faaliyettir. Allah’ın Kendisinden üflediği ruh, insan aklına Allah’ı, iyiliği, adaleti ilham ederek, insanın aklî faaliyetlerinde ışık olur, bir yol gösterici, bir yardımcıdır. Dünya süslerine takıntılı, dünyevi hırslarının peşinden gidenlerde ruh, askıda gibidir, işlevsizdir. İnsanın maddeye olan düşkünlüğü, onun mana aleminde derinleşmesine engeldir.
Akıl manada yol aldıkça, insan mana aleminde aşamalar kat ettikçe, ruh, nefsani arzulara galip gelir. İnsan bencilliğini terk ettikçe öz benliğine yakınlaşır. İnsanın Yaratıcıya olan aşkı, maddeden azadedir, kalbi bir haldir. Manadan doğmuş, manadan hayat bulmuş, manayı aşkın bir haldir. İnsan ruhunun, Rabbe özlemi yani özüne kavuşma arzusudur. O’ndan başka görmez. Allah müminlerin her şeyidir. Allah Maşuk’tur. İnsanın madde aleminden sonra yüksek alemlerde sürecek yolculuğunda, onun ruhu giderek belirgin hale gelir, öne çıkar. İnsan, o yolun nihayetine yaklaşırken, ruhundan ibaret olduğunu anlar.
Demem o ki, bir insanda Aklın hikmeti Mana, Ruhun marifeti ise Aşktır. Manaya ulaşamayan akıl boşa akıyor demektir. Manaya ulaşılmayınca vicdani değerler gelişmez. Yani ruhu uyandıracak olan manadır. Müminin girdiği yolun başı, onu manaya taşır, yolun sonu ise mananın zirvesidir, aşktır. İslam mücadeledir. Ancak gayret sahipleri, o yolda sebat eder. Kur’an öğüttür, mümin ise ilahi öğüt üzere mücadele sahibidir. Mücadele ile kazanılmış hikmetin sahibi Allah’tır.
‘Hikmeti dilediğine (hak edene, layık olana) verir. Hikmet verilene pek çok hayır verilmiştir. Bunu ancak sağduyu sahipleri anlar.’ (Bakara Suresi, 2/269)
Arayış
Ben kimim, neyim, neredeyim
Özelliğim, melekelerim
Benden büyük düşüncelerim
Kılınan hür irade benim
***
Engin ve sessiz merhametin
Kuşatıp da uyandırdığı
O faziletler denizinin
Kıyısındaki gemi benim
***
Bin hayatla müjdeli hasret
Samimiyet, irade, gayret
O ilk adımı at ve sabret
Ardım toz duman, gelen benim
Hüsran
Yenilecek bir tabak, uzanacak bir yatak
Değer mi hiç bu hayat ? Şu sona dön de bir bak
Tantanalı bir yaşam, bir o kadar şatafat
***
Sen önünü görürdün, sonunu mu görmedin ?
Yaşarken doyasıya, ölümü bilemedin
***
Her şey bende başlıyor, bende biter zannettin
Büyüdükçe büyüdü ruhuna hıyanetin
Yaratılanı gördün, Yaradan’ı bilmedin
***
Yaşarken görmedin de, ölünce mi öğrendin ?
O derin uykulardan, ölerek mi uyandın
Hikmet
Nafile çöle rahmetler
Bereket toprağa yağar
Alimleri arşa alır
Sonsuz rahmet sahibidir
***
İnci inci toplananlar
İlmek ilmek işlenenler
Satır satır derlenenler
Sayfa sayfa okunanlar
***
Ne alamet varsa sende
Sanma sakın o sendendir
Sayfalardan taşan nurlar
O’ndan sana rahmetlerdir
***
Diler isen O’ndan dile
Nice nimetleri vardır
O dilesin alim kılar
Nice ilimleri vardır
***
Zahirde sonun topraktır
Zahirin batını vardır
Ölülere can verenin
Nice zamanları vardır
***
Bu dünyanın özü fani
Sadece aldatır seni
O alemler sahibinin
Nice alemleri vardır
***
İnsanların pek çoğu için ölüm, sevdiği şeylerden ayrılmak, onları kaybetmek demektir. Allah’ın hikmet bahşettikleri için ise ölüm, sevdiğine kavuşmaktır. Dünya yaşamında onlara her dem Allah’ı anımsatan güzelliklerin, aradan çekilmesidir.
Çok insan Allah der de, Kur’an’ın mümini, bütün benliği ile teslim olmuş kişidir. Onun tercihi her şart altında tereddütsüz Allah’tır. Canı söz konusu olsa da gözünü kırpmaz.
Bahşedilmiş olan yaşam süresi ve o yaşama sunulan yeryüzü, o yerden insana çıkarılan nimetler, insanın akıl, ruh gibi yüksek değerleri, o değerlere yüklenen sevgi, edep, mizan, adalet duygusu, önüne açılan sıratı müstakim ve akledenler için sayısız nice nimetler, insanın bu aşkın sevgisinin karşılıksız olmadığının delilleridir. Gerçek ise bundan biraz farklıdır. Müminde aşkın kaynağı Allah’tır. İnananların Allah’a olan aşklarının kaynağı Allah’ın Zatıdır. Demem o ki, aşk kapısına vardığınızda esirgendiğinizi de bilin.
IV. Bölüm: Er-Rahman
Varlık aleminde Allah’ın yaratışına dair deliller insana görülür kılınmıştır. O’nun Er-Rahman (Allah, Zati isim, Külli İrade) adının, varlık aleminde delili, Rahmanın yarattığı alemlerde görünür yüzü, O’nun Er-Rahim (Zahiri Adı, Rahman’ın faaliyet sıfatı, Mutlak İradenin kudreti ile eylem hali) sıfatıdır. Demem o ki, alemler Er-Rahimi işaret eder, Er-Rahim ise Er-Rahmanı söyler.
Kitapta, Allah’ın öne çıkan isimleri 59-Haşr Suresinin 23 ve 24’üncü yani surenin son iki ayetinde, toplu olarak sunulmuştur. Haşr Suresinin bu son iki ayeti, Allah’ın önde gelen isimlerinin birbiri ardınca sıralanması ile dikkatleri çekmektedir. Allah’ın isimlerinin topluca sunulduğu bu 23 ve 24’üncü ayetlerin girişi yani başlangıcı yani konunun başlığı, Haşr Suresinin 22’nci ayetinin son cümlesidir: ‘O Rahman’dır, Rahim’dir.’
O’nun Rahman ve Rahim olduğu bildirilen Haşr Suresi 22’nci ayetini takip eden 23 ve 24’üncü ayetlerde, O’nun Rahman ve Rahim isimlerinin açılımı belirtilmektedir. Melik; Alemlerin Padişahı, Alemlerde ne varsa mutlak Hakimi. Kuddüs; Mukaddes olan, Alemlerde kutsallığın kaynağı. Selam; Esenliğin membaı. Mümin; Güvenliğin, emniyetin kaynağı. Müheymin; Gözeten, kollayan. Aziz; Galip olan, üstünlüğün yegane kaynağı. Cebbar; Kadir, Dilediği gibi olduran. Mütekebbir; Eşsiz büyüklükte olan, büyüklüğünü alemlerde sergileyen. Münezzeh; Yüceliği sınırsız olan, yarattıklarının düşün güçleri ile, tahayyülleri ile ulaşılmaz büyüklüğe sahip olan. Halik; Yaradılışa ait ne varsa her bilginin Sahibi. Bari; Yok iken var kılıp halden hale sevk eden, aşama aşama tekamülünü veren. Musavvir; Biçimini, ahengini, düzenini veren, işlevsel hale yükselten. Haşr Suresinin bu son üç ayetini, Fatiha Suresinin Allah’ı tanımlayan 2, 3 ve 4. Elif ayetlerinin açılımı olarak düşünebiliriz.
O’nun Er-Rahim isminin insanlar üzerine değişik tecellileri ile; Rauf, Refik, Muhsin, Latif, Gaffar, Gafur, Afüv, Tevvab, Settar, Şafii, Berr, Fatır, Fettah, Veli, Vekil, Mevla, Nasir, Vedut, Rezzak, Mübeşşir, Vehhab, Mennan, Deyyan, Dafi, Cami’, Hâdi, Muiz, Mukît gibi güzel isimler O’nundur. Allah, insanda belirmiş bütün iyiliklerin de yegane kaynağıdır. O’nun ilahi aşkının, yüce merhametinin insanlık üzerine en belirgin delilleri, O’nun kitabı Kur’an’ı Kerim (Elif Kitabı) ve O’nun elçisi Alemlere rahmet Muhammed Resulullah’tır (Mim, Ra). Bir müminin hayatından bu değerleri söküp çıkarsanız, kendini et-kemik yığını gibi hisseder, ölmeyi yeğler. Bir mümin için bu değerler her değerin üzerindedir. Onu Hakk’a, Mutlak Hakikatin Sahibine taşırlar. Madem ki Allah’ın insanoğluna onun iyiliği için sunduğu reçete, Kur’an’dır, öyle ise O’nun rızasını dileyenler kitabı kalplerine yerleştirsin, onu içselleştirsinler, yaşasınlar.
Fatiha Suresinin 1. ayeti, ayetlerin anası ve her şeyin başı, başlangıcı olan besmeledir. Besmele ‘Rahman Rahim Allah Adıyla’ manasına olup O’nun önde olan isimlerini bildirmektedir. Allah, Rahman’dır. Allah Rahman demektir. Er-Rahman da faaliyetlerinde her daim merhamet üzeredir, Er-Rahimdir.
Fatiha Suresinin 2. Hamd ayetinde, Allah’ın El-Hamid adı ile O’nun, insana ait övgülerin, tasavvurların çok üzerinde yücelikte olduğu ifade edilmektedir. Yine ikinci ayette O’nun bu yüceliğine delil olarak, yarattığı alemler sunulmaktadır. Fatiha Suresi 3. ayetinde ise, bütün üstünlüğün sahibi, alemlerin yaratıcısı olan Allah’ın, Er-Rahman olduğu ve Er-Rahim olduğu bildirilmektedir. Alemlerde O’nun yüceliğinin delilleri elbette önemlidir ama O’nun yüceliği alemler ile sınırlı değildir. Alemlerin Rabb’i ve hamdın yegane sahibi olan Allah’ın adı, Rahman’dır.
Rahman Suresi, ilk ayeti olan ‘Rahman’ ile açılır. Sure hemen tamamen, alemlerde O’nun insanlar üzerine olan nimetlerinden bahseder. Yani alemlerde ne varsa sebebi, O’nun Er-Rahim adı yani O’nun engin merhameti ile eylemleridir. Rahman olan Allah, Rahimdir. Allah demek Rahman demektir, Rahim demektir.
Rahman Suresinin ilk beş ayeti dikkate alınıdığında; ‘Rahman. Kuran’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti. Güneş ve ay hesap iledir.’ (Rahman, 55/1 ilâ 5) ayet-i kerimeleri görülür. Ayetlerin gelişinde kronolojik bir sıralama fark edilmektedir. İlk ayet, mutlak varlık olan ve kendisinden başka ilah olmayan Rahmandır. Bütün sure, Rahman olan bu ilk ayetin kudret gölgesindedir. İkinci ayet ise Rahmanın alemleri yaratma nedeni olan, insan ruhu ve Kur’an’dır.
Bildirilen bu beş ayet, insanlık için de olmazsa olmazları bildirmektedir. Demem o ki, bu beş giriş ayeti, insanı insan kılan temel unsurlardır. Önem sırasına göre insan kılan temel esaslar şunlardır; İnsanın yaratılışını en güzel kıvamda olduran Er-Rahman, İnsanın Kur’an üzere yaratılmış olan ruhu, İnsanın maddi varlığı yani bedeni, Onda eğriyi doğruyu ayırt edebilme hassası, İnsanın hesabı, onun ölçümleme yeteneği.
Sure, bu yüksek ayetler ile yapılan girişten sonra, yerden göğe, insanın farkındalığına ve onun hizmetine sunulmuş ve sunulacak birçok nimetlerden bahisle devam eder. ‘Çok yüce ve çok cömert olan Rabbin adı mukaddestir’ (Rahman, 55/78) şeklinde tamamlanır. Bütün isimleri de kutsaldır ama Fatiha suresinde olduğu gibi bu surede de önde olan isim, O’nun Rahman zati adıdır.
Burada ‘Kuranı öğretti’ (Rahman, 55/2) ifadesinin, ilk ayet olan Rahman’ı takip etmesi, Rahman’ın insanlık üzerine en yüksek rahmeti olan kitabı Kur’an’ı Kerim’i ve insanın ruhuna yüklenen öğretiyi işaret etmektedir. ‘İnsanı yarattı’ (Rahman, 55/3) ayetinden önce gelen ‘Kur’an’ı öğretti’ (Rahman, 55/2) sözünden anlaşılan, insan henüz yeryüzünde var olmamış iken, onun özünün, onun ruhunun, Kur’anî kavrama yetisi üzere yaratılmış olduğudur. Bazılarının yaşadıklarını açıkça ifade ettiği, içlerinde büyük bir boşluk hissi ile anlam arayışına yöneliş hallerinin, ruha yapılmış bu ilk öğreti ile ilgili olduğu düşüncesindeyim.
Ayet, ‘Kur’an’ı öğretti’ (Rahman, 55/2) diyor. Burada ‘öğretti’ ifadesinin tarafları, Öğreten ve öğrenenlerdir. Öğreten, şüphesiz Rahman’dır. Kur’an’ın sahibinin kitabı öğretme eylemi söz konusudur. Henüz dünyada bedenler yaratılmamış iken, onların ruhlarına bu öğreti Allah tarafından yapıldı. Bu öğretiye icabet edenler, şüphesiz en başta alemlere rahmet Hz. Muhammed (sas) olmak üzere bütün nebiler ve onlara biat eden müminlerdir.
‘Kur’an’ı öğretti’ (Rahman, 55/2) ayeti, ruhların Kur’an ile yüklendiği manasınadır. Bu ayet, alemlerde, anlama yani kavrama eyleminin başıdır. Ruha yüklenmiş bu teorik bilgiler, atıl bırakılmayıp yaşamla sınanacaktır. Müttakinin dünya yaşamı, ezelde ruhuna yüklenmiş olan bilginin, kitabın okunması ile hatırlanması, canlanması ve yaşamla olgunlaşması, bir kıvama ulaşmasıdır. Böylece dünyevi faaliyetler üzerinden derinleşerek bir kıvama ulaşmış olan ruh, yeryüzündeki görevini tamamlamış olur. Ey insan! Kur’an olmadan, İslam olmaz. İslam olmadan insan olunmaz, O’nun rızası da olmaz!
Maddi alemde yani yeryüzünde insanoğlunun atalarının sırtlarından alınan zürriyetler, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sorusuna ‘evet, şahitleriz’ cevabı ile kendilerine şahit kılındılar (Araf Suresi, 7/172)
‘Sırtlarından alınan nesiller..’ (Araf Suresi, 7/172) ifadesinin açıklaması, 86-Tarık Suresi 5 ilâ 8. ayetlerinde yapılmaktadır. Tarık Suresinde, insanın bel ile kaburga kemikleri arasından, atılan bir sudan yaratıldığı bildirilmektedir. Tarık Suresinin bu ayetleri, erişkin bir erkekte meni üretiminden sorumlu genital sistemin menşei ile ilgilidir. 6 Haftalık, birkaç mm boyutunda bir embriyoda, genital sistemin ilk oluşmaya başladığı bölgeyi (oval kabarcık) işaret eden ayetlerdir.
55-Rahman Suresi 2. ayetinde insanın ruhani varlığı ve 7-Araf Suresi 172. ayeti ile onun beşeri özü, Kur’anî kavrama yetisi ile İslam fıtratı üzere yaratılmıştır.
Buradan anlaşıldığı üzere, henüz yeryüzünde insan olarak ortaya çıkmadan önce, hem ruhani yönü ile hem de genetik kodları ile Yaratıcıyı ve O’nun öğretisini tanıdılar. Bu donanımlar ile yeryüzüne yayılan insan için ilahi sunumlar burada da devam etti. ‘Onlara Allah’ın varlığının delilleri, dış dünyalarında (doğa kitabı ve Kur’an) ve kendi içlerinde (düşünce dünyaları ve ruhları) apaçık gösterilecektir.’ (Fussilet Suresi, 41/53)
İslam fıtratı üzere geldikleri dünyada, yaratıcının eserlerine rağmen çoğunluk, nefislerini dünyanın geçici nimetleri ile eyleyip ahiretlerini boşa çıkardılar. Yaşamın güzelliği, insanda doğuştan var kılınan zemin üzerinde, kişinin gayreti ile yükselen, Kur’an’i ve dünyevi bilgiyi harmanlama gücüdür. İlahi öğreti ile aklın buluşması ve eşgüdümü, insanı kurtuluşa taşır.
‘Ona beyanı öğretti.’ (Rahman Suresi, 55/4) Beyan kelimesinin kullanımı Ali İmran Suresi, 3/138 ve Kıyamet Suresi, 75/19 ayetlerde de mevcuttur. ‘Bu kitap insanlar için bir beyan, muttakiler için bir öğüttür.’ (Ali İmran Suresi, 3/138) Bu ayet, Kur’an’ın insanlar için iyiliği kötülüğü açıklayan bir bildiri olduğunu ve ancak bu bildiriye duyarlı olup sakınanları hidayete taşıdığını anlatmaktadır. ‘Kur’an’ın beyanı –açıklaması- Bize aittir.’ (Kıyamet Suresi, 75/19) Bu ayette belirtildiği üzere, Kur’an ayetlerinin açıklaması, yine kitabın ayetleri ile olur.
‘Ona beyanı öğretti’ (Rahman Suresi, 55/4) ayetinin anlamı şöyledir: İyiliğini kötülüğünü ona apaçık hale getirdi. Aslında insan üzerine bütün ilahi faaliyetler, iyilik üzere olanlarla kötüleri birbirinden ayrıştırmak temelindedir.
Benim düşünceme göre, ‘beyan’ (Rahman Suresi, 55/4) ifadesinden kasıt, çoğu düşünürün kabulü olan, insanların kendi duygu ve düşüncelerini birbirlerine ifade etmekten yani onların aralarında konuşmalarından ziyade, insanoğlunun iyiliği ve kötülüğü bilmesi, Allah’ı tanıması, O’na yönelmesi ve kendini, başka insanlara ve Allah’a ifade etmesi ve insanlar arasında iyilik üzere davranışlar ve kötülükten sakınmak konuları ile ilgili temel öğretidir. Bu ilahi öğretinin karşılığı olarak insandan beklenen, onun iyilik üzere bir yaşam sergilemesidir. Rahman Suresinin ‘Ona beyanı öğretti’ ayetinde, öğretildiği ifade olunan ‘beyanın’ zaman içerisinde nihai durumu, yani bu öğretinin kemal hali, vahyolunan başta Fatiha Suresi, Kur’an’ı Kerim ayetleridir.
Yaratılmış olan insana ‘beyanı öğretti’ (Rahman Suresi, 55/4) ayeti ile ‘Adem’e bütün isimleri öğretti’ (Bakara Suresi, 2/31) ayeti, kitapta benzer konuları işleyen farklı anlatımlardır.
Kur’an-ı Kerîm, ‘En güzel isimler (Esma i hüsna) Allah’ındır’ (Araf Suresi, 7/180, İsra Suresi, 17/110, TâHê Suresi, 20/8, Haşir Suresi, 59/24) diyor. Buradan anlaşılan, en güzel isimler bize Allah’ı anlatmaktadır. Bakara 31. ayetindeki bütün isimlerden maksat, en güzel isimler de dahil iyinin kötünün, doğrunun eğrinin, bütün isimlerin ne olduğunun Adem’e ayrıntılı olarak anlatıldığıdır. Bu ilahi öğretiler, onun hem dünya yaşamını kolaylaştıran bilgilerdir hem de onun ahireti için uyarılardır. Bakara Suresi, 2/30. ayeti göz önüne alındığında, yeryüzünde avcı-toplayıcı küçük kabileler halinde zorlu koşullar altında hayata tutunmaya çalışan insanlar arasında bozgunculuk, kan dökme gibi kötülükler yaygındı. Bu insanlar, işledikleri kötülüklerin kötülük olduğunun farkında değildi. Yırtıcı bir hayvanın davranışları gibi onlar da vahşi eylemlerini kötülük olarak görmezlerdi. Fakat yırtıcı bir hayvanın vahşiliği, onun yaşamının devamı için gerekli olan bir özelliktir.
İnsanın vahşeti ise, kan dökücünün batıl inançları, menfaatleri, üstünlük tesisi için hatta keyif almak gibi onun masumlar üzerinde oynadığı vicdan tanımaz zalimlikleri ile, tuzakları ile ilgilidir. En azından onda bir empati yokluğunun delilidir. Kazaen olması dışında doğru olan, nefsin müdafaasında ya da adaletin tesisinde her yol tüketildi ise bedeli, saldırganın canı olabilir. Bunlar dışında kalanların tamamı canavarlıktır ve ancak şeytana aittir.
Gerçekte hür irade, bütün alemlerde yoğun ve derin bir karanlığın yegane temsilidir. Ama aralarında bazı öyle pırıltıları gizler, öyle iyilikleri, güzellikleri de barındırır ki bunlar, o kötülüklerden ayrıştırılarak ahirete hazırlanır. ‘Yiten zamana yemin olsun! İnsan hüsrana akmaktadır.’ (Asr Suresi, 103/1-2) Allah, o nadide kıymetlerin heba olup gitmesine razı olmadı, hür iradeye iyiliği sundu. İnsanoğlu, şeytanın acımasızlığı ve karanlığı ile Allah’ın merhameti ve aydınlığı arasında bir yol tutar. Adem’e yapılan öğretinin esası, onun Allah’a yöneliş ile doğruluk, iyilik ve barış üzere yaşamasıdır. Öylece Ademoğullarının o seçkin olanları bir başka yaşamda, kardeşlik üzere bir arada toplanacaklar. ‘Orada boş söz yok, esenlik var.’ (Meryem Suresi, 19/62)
Kur’an’ın, ona ‘Beyanı öğretti’ (Rahman Suresi, 55/4) veya ‘Bütün isimleri öğretti’ (Bakara Suresi, 2/31) ayetlerinde genel olarak ulemanın algısı, Allah’ın insana konuşmayı öğrettiği şeklindedir. 50.000 yıl önceye uzanan mağara resimlerinin sanatsal görünümü, insanoğlunun o resimlerden çok daha önce bir dil tesis ettiğini düşündürmekte. Avcı-toplayıcının dili de onun iyiliği de, birlikte yaşadığı ve varlığını borçlu olduğu küçük topluluğu ile sınırlı idi. Ona sunulan öğreti her alandadır. Ama en başta, başkalarının gözleri ile de görebilme yani hemhal olma, başkasına haksızlık yapmamak, iyilik üzere davranmak, yardımcı olmaya çalışmaktır.
Bütün peygamberler gönderildiği toplumu, onu yönetenler başta olmak üzere tevhid dinine davet eder. Kurulu düzenin devamından yana olanlarla verilen mücadeleler neticesi orada Allah’ın dini tesis edilir. Genellikle bu yeni tesis edilen adil düzen peygamberlerin yaşam süreleri ile sınırlıdır. Sonra gelenler tarafından din zamanla tahrif edilirken toplum da yine bir zümrenin sömürüsü altına girer. Böylece toplumlar artık peygamberlerin öğretisi üzere değil de atalarının çarpıtılmış yolu üzere devam ederler. Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ dendiği zaman, ‘Hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ataları akıl etmemiş, doğruyu bulmamış olsalar da mı? (Bakara Suresi, 2/170; Benzer ayetler; Maide Suresi, 5/104, Lokman Suresi, 31/2)
Son semavi dinin kitabı Kur’an’ın, Allah tarafından korunuyor olma nedeni insanların yapacağı tahrifatın önünü almaktır. İnişte ilk surenin birinci ayeti ‘Oku!’ (Alak Suresi, 96/1) emri ile başlar. Kur’an’ın bu ‘Oku!’ emri yaşayan her insanı yükümlü kılar. ‘Hesap yerine geldikleri zaman, ‘Ayetleri kavramadınız da yalanladınız mı? Böyle değilse yapılan nedir?’ (Neml Suresi, 27/84) Kur’an okunuyor, namazlar kılınıyor, oruçlar tutuluyor fakat ortaya konan tablo İslama yaraşır değil ise, o okumalar, o ibadetler yok hükmündedir. Yani okunan ayetlerin anlaşılmış olduğunun göstergesi, ortaya konacak uygulamaların da düzgün olmasını gerektirir. Demem o ki, Kur’an nasıl üstün bir bilgi ortaya koyuyor ise, o bilgi üzere hareket eden insanların da yapıp ettiği işler insanca ve değerli olmalıdır. Yani Kur’an’ın getirdiği üstünlük, insanların uygulamalarında da görülmelidir. Sözde İslam adına yapılan işlerin, ortaya konan zulmün karşılığında nihai hüküm, Allah’ın ayetlerinin boşa çıkarıldığı, böylece Allah’ın yalanlandığı şeklindedir. Aslında Gazze’nin çocukları ölmedi. Son nefesini veren, İslam coğrafyası idi.
Dünyanın bütün kötülüklerine karşılık, bütün üstünlüğü Allah’a teslim ederek ve O’ndan sakınarak iyilikte sebat eden insanlar, canlıların en hayırlılarıdır ve onların yeryüzünde sergiledikleri iyilikler de Allah’tan delillerdir. ‘Tevrat Yaratılış 2/17 ; iyiyi ve kötüyü bilme ağacından yeme’ söylemi de yukarıda açıklanan İslami görüşlere dokunur mahiyettedir.
2-Bakara Suresi 30. ayetinde, meleklerin söyleminden anlaşıldığı üzere, yeryüzünde birbirini öldüren, bozgunculuk yapan ve yapageldikleri fenalığın da farkında olmayan insanlar, ilahi öğreti ile iyiyi ve kötüyü öğrendiler. Bir annenin çocuğuna, bir zarar görmesin diye eğriyi doğruyu anlatması gibi. Onlara neyin doğru neyin yanlış olduğunu açıklayan bu öğreti, sosyal barış ve huzurun yerleşmesi yönünden insanlar arasında yayılmalı ve sonraki nesillere de bozulmadan aktarılabilmelidir.
İblisin yeryüzündeki ajanları ‘Bizler ancak demokrasiden tarafız, özgürlüklerin sonuna kadar savunucularıyız’ diyerek gelirler, önce ifade özgürlüğünü sonra da insanlığı karanlıklara gömerler. İyilikten taraf olanlar sadece kötülükleri değil, örtülü olan kötülükleri de fark edecek uyanıklıkta olmalıdır.
İnsanın kötülük potansiyeli acaba neden yaratıldı? Varlık alemindeki mizanın temeli birbirini açıklayan karşıtlıklardır. Ak demek için kara, iyi demek için fenanın bilinmesi gerekir. Görünen de önemli değildir. Gerçek göründüğü gibi olmayabilir, algılanandan farklı olabilir. İyilik de kötülük de insanın eylemleridir. Kötülükler karşısında ona boyun eğen, nihayetinde ona dönüşüp onlar gibi olanlar değil ama sarsılmadan duruşunu koruyan, ibret alan, hatta daha da güçlenenler gerçek iyiliklerdir. Bu iyiliklerin zemininde Allah’tan sakınma, O’nun rızasını kazanma vardır.. Allah iyilerle beraberdir. İnsanoğlu kendini iyi sanır da, hayat akarken maskeler düşer, gerçek suretler bir bir ortaya dökülür. Demem o ki, iyilik sınavını kötülükler karşısında verecektir. Kötülük insanın kendi nefsi ile ilgilidir. İyilik ise Rahmanidir. İyilik üzere olan insan, Allah’ın rahmeti altındadır. (67- Mülk 2. ayeti; Ne olduğunuzu bilesiniz diye yaratıldınız.) İnsanlığın hedefi, başka insanları sindirmek, öldürmek, ülkeleri haritadan silmek değil ama yeryüzünde bilimi, sanatı egemen kılarak kötülüğü bitirmek olmalıydı.
‘Kur’an’ı öğretti’ (Rahman, 55/2) ayetinden, Allah’ın kendisinin, ruhlara Kur’an’ı öğrettiği anlaşılmaktadır. Anlama işinin başlangıcı olan bu ilahi öğreti, dünya yaşamında indirilmiş olan kitap ile tekrarlanır ve gök katlarında sürecek öğrenimlerle güçlenerek başladığı noktaya ulaşır. Bu mezuniyet töreni gibidir. Yollar Sahibi olan Rabbin huzurunda, anlayışların ilk tomurcuklandığı yerde her biri Hz. Kur’an olan müminler saflar halindedir. Hür irade ancak Allah’ın ona öğretisi ile huzura erişebilir. Galip olan Allah’tır.
Allah, yaratılan hür irade için meleklerden Kendisine secde etmelerini istedi. ‘Onun şeklini düzenleyip, ona ruhumdan üflediğim zaman Bana secde edin.’ (Hicr Suresi, 15/29; Sad Suresi, 38/72) Allah’ın secde emri insanlar için de yürürlüktedir.
Namazın esası, kıyamda okunan Fatiha Suresi ile yapılmış olan ilahi sözleşmedir. Fatiha Suresi ayetleri; 1) Besmele; aynı zamanda Kur’an’ın da girişidir. Kur’an’ın ve Fatiha suresinin başlama ayetidir ve kitabın ana ayeti olup Fatiha Suresi besmelenin açılımıdır. Fatiha’nın 2, 3 ve 4. ayetleri, Allah’ı gereği gibi bilme konusu ile ilgili öncelikli ayetlerdir. Demem o ki, bu ayetler Allah’ı gereği gibi bilmenin giriş kapısındadır, İslam’ın esasıdır.
Fatiha 5. ayeti, Tevhid ayetidir. İnsanın her şeyi ile yani tam olarak Allah’a yönelişi, O’na teslimiyetidir. O’ndan başka ilah edinmemek ve beklentilerini sadece O’na yöneltmekle ilgilidir. Allah’ın kıymetini, O’nun yüceliğini gereği gibi takdir edememiş olanlar bu beşinci ayetin hakkını veremezler. İnsanda Fatiha’nın 5. ayeti oturmamış ise onun 6.ve 7. ayetleri mümkün olmaz. Bu ayetin hakkını verenlere Müslüman denir.
Fatiha Suresinin 6. ayeti, ‘Bizi doğru yola ilet’ şeklindedir. Bu yolun henüz başında olanlar, Fatiha suresinin 5. ayetinde belirtilen Müslümanlardır. Allah’ın doğru yolunun teorik bilgisi Kurân’ı Kerim’dir. Bu 6. Ayette belirtilen doğru yol talebi, Kur’an’a gayret göstermeyi gerektirir. Doğru yol üzere olan kişilere mümin denir. Rahman olan Allah’ın, insanoğluna en büyük ihsanı olan Kur’an ile insana verilen öğretinin temeli, onda iyiliği yani ihsanı ortaya çıkarmak ve ondaki kötülüğü silmektir. Doğru yolda bu öğretiye erenler, Muhsin olacaklardır. Muhsin; Dini Allah’a halis kılarak hidayete ermiş, hakikate ulaşmış, karşılık beklemeden iyilikler (ihsan) üzere olgun davranışlar sergileyen insan demektir. Anlaşılacağı üzere 6. ayet, 5. ve 7. ayetler arasında takva (Allah’a duyarlılık) yoludur.
Fatiha 6. ayetin simgesi, hurufu mukattadan ‘Sin’ (İhsan yolu, İyilik yolu) harfidir.
‘Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.’ (Kasas Suresi, 28/77)
‘Allah adaleti, ihsanı, yakınlara yardımı emreder.’ (Nahl Suresi, 16/90)
‘Ahsen olun (İyilik yapın), şüphesiz ki Allah Muhsinleri sever.’ (Bakara Suresi, 2/195)
‘Şüphesiz Allah’ın rahmeti Muhsinlere yakındır.’ (Araf Suresi, 7/56)
Fatiha Suresi 7. ayeti Sad Ayeti; Kur’an’a hakim, eğriyi doğruyu, haramı helali idrak etmiş, vizyon sahipleri ile, sadakat ehli ile ilgilidir. Onlar Allah’ın fırkasıdır. (Sad; Allah’a sadakat ile bağlı olanlar, Sıddîkler).
Namazlarda rüku, insanın Fatiha Suresi ile yapılmış olan sözleşmeyi onaylamasıdır. Her rekatta art arda yapılan iki secdeden ilki, Allah’ın akla olan öğretisi için, ikincisi de ona üflediği ruh için kulun şükürlerini simgeler. Namazın kıyamı ve rükuu ve secdeleri, kulun ‘Allahuekber’ ve ‘Süphan Allah’ söylemleri ile birliktedir. Yani bütün büyüklük, yücelik, noksanlıktan münezzeh olma hali sadece Allah’a ait değerlerdir. İnsana hakikat kapılarını aralayan ve davet eden O’dur. İnsanın yaratılma nedeni, hakikati sorgulaması ve yönelişidir. İnsanın hakikat yolculuğu, onun yeterliğidir. Allah’a yönelişi reddeden hür irade ise kendini boşa koymaktadır.
Sanki ölümsüz gibi yığar, çoğaltır, biriktirdikleri ile büyüklenirler. İtirazım, Kur’an üzere yani insan gibi yaşamak, yaşatmak ve paylaşmak yerine dünya nimetlerine tamah etmek ve bunu başarı görmek ve bununla birlikte Allah’ın dinini de kimselere bırakmayan, ‘Nas’ öğreticilerinedir. Kafirden de beterdirler. İslam’ı emellerine vasıta kılıcıların dine yaptığı kötülüğü ne kafirler ne kitap ehli yapabilir. İslam’ın en büyük düşmanları, kendisini Allah’ın ortağı gören ve O’nun dinini sahiplenen firavunlardır. Onlar haram helal bilgisinin lafta kaldığı şeytanlardır.
Demem o ki, yapacağınızı yapın da bari Allah demeyin! Onlar benim düşmanlarımdır. Onlara hoş görünen, Allah’ın dinini kendi bünyelerine devşirmeleri, kendilerine benzetmeleridir. Allah’ın dinine karşı kafirler gibi direnirler. Onların dinlerinin özü; ‘Allah cehaleti, zulmü, yolsuzluğu, haramı emreder, adaleti, doğruluğu yasaklar’ diye özetlenebilir. Allah demeleri sakın aldatmasın. Cehennem Allah diyenlerle doludur. Farkındalık ampulleri ancak hüküm gününde yanar. O gün arzu ettikleri gibi dünyaya geri dönebilselerdi, o yaşam önceki yaşamlarından farklı olmazdı, öyle kütüktürler..
İslam fıtratı üzere yaratılmış olan insana, indirilen kitabın ilk ayeti ‘Yaratan Rabbin adıyla oku’ (Alak Suresi, 96/1), Alak Suresi 5. ayeti, ‘İnsana bilmediğini öğretti’ şeklindedir. İnsanın bilmediği ve Kur’an’ın bütün öğretisi, Rahman’ın ne olduğudur. Kitapta dünya yaşamının geçiciliği, insana yapılan bütün öğütler, onda gelişmesi arzulanan davranışlar, İslam’ın yaşam tarzı da aslında akledenlere Allah’ı, O’nun isteklerini anlatan bilgilerdir. Bu öğreti insan için hayati önemdedir. Mutlak iradeyi anlamamış, O’na biat etmemiş hür irade yok olmaya mahkumdur. 31/33, 35/5 gibi ayetler, insanı Allah’a duyarlı olma konusunda uyarmaktadır.
Eğer O’nu gereği gibi bilme ve O’na duyarlılık konularında zafiyet söz konusu ise, din birtakım ritüellere indirgenir. O ritüeller de şekilcilikten öte değer taşımaz. Nefislerinin doğrultusunda hareket edenler, o ritüellerle yapıp ettikleri fenalıklara karşılık olarak gönüllerini ferahlatırlar. Akıllarınca kendilerini temize çıkarırlar. Allah’ı gereği gibi bilmek ve o temelde duyarlılık geliştirmek, kitabın insana dayatması değildir ama insanın yegane kurtuluşu budur. Bugün semavi denen dinler, Allah’ın indirdiğinden tamamen saptırılmış ve nefsani yeryüzü dinleri haline taşınmıştır. Kitap, bütün üstünlüğü Allah’a teslim ederken, kendi ürettikleri yeryüzü dinlerinde, onların benlikleri örtülü tanrıları olmuştur. Bu nefis dinleri, sözde Allah’ı egemen kılmak adına her türlü şeytanlığı kendilerine hak görürler. Halbuki, Allah’ı tanımamak ya da O’nu tanıma konusunda hatalara düşmek insanı cehenneme taşır. Böylece müminin yaşamı, önüne din diye sürülen safsataya ölünceye kadar direnişten ve Kur’an’ı haykırmaktan ibarettir. İnsanın kurtuluşu, ancak onun Allah’a olan duyarlılığı, onun Allah’tan sakınması kadardır ve insan da ancak bu hassaları derecesinde insandır.
Yunus Emre şöyle der:
Okumaktan murat ne?/ Kişi Hakkı bilmektir/ Çün okudun bilmezsin/ Ha bir kuru ekmektir/ Dört kitabınmanası/ Bellidir bir Elifte/ Sen Elifi bilmezsin/ Bu nice okumaktır.
‘Allah’ı gereği gibi bilemediler.’ (Zümer Suresi, 39/67) ‘Allah’ın kudretini gereği gibi anlayamadılar.’ (Hac Suresi, 22/74)
Dikkat edilirse ayetlerde, okumadılar, Allah’ı bilmiyorlar ya da bilmezler demiyor. Allah’ı bilmenin, hakkı ile yani gereği şekilde olmadığını söylüyor. Ayetin hitabı, Müslüman olduklarını iddia edenleredir. Ayetlerde bu hükümlerin nedeni, İslam coğrafyasının içler acısı görünümünde gizlidir. Hulusi kalp ile hakikati arayanlar bilmeli ki; kişi kendini bilmek, kitabı okumak, anlamak, düşünmek ve onu yaşamak üzere belli bir sabır ve sebat üzere ise, Allah onunla beraberdir.
Bilmemek cehalet değildir de gereği gibi bilmemek cehalettir. Gereği gibi bilmeyen ama kendisini yeterli zanneden ve sımsıkı kapanarak kendinden başka tanımayan da iflah olmaz cahildir. Kara cehaletin her eylemi de felakettir. Allah’ı gereği gibi anlamak demek, bütün yüceliği O’na teslim etmek ve O’ndan başka tanımamak demektir. Allah’ı gereği gibi bilmek demek ayetleri gereği şekilde kavramak demektir. Böylece yaşamda, insanı yoldan çıkaracak heveslerin yerini, Allah’ın öğütleri alacaktır. Kavramada problem demek cehennem demektir.
Allah’ın erişilemez yüceliğini tam manası ile anlamak, insan için mümkün olmasa da bütün benliği ile yani yetebildiğince yönelmeli, O’na teslim olmalı ve O’ndan sakınarak yaşamaya gayret etmelidir. Cennet ehlinin tamamı, Allah’ı gereği gibi bilenlerdir. Allah’ı gereği gibi bilmeleri, onların davranışlarında, hal ve tavırlarında kendini gösterir. O’nu gereği gibi anlamanın önündeki en büyük engel ise insanın kibri, tamahı, insanın nefsani arzularının peşinde sürüklenmesidir.
Allah (cc), kendisine şirk koşulmasını bağışlamayacağını, şirk dışında kalan günahları da dilediği için (bağışlanmaya layık olanlar için) bağışlayacağını bildirir. (Nisa Suresi, 4/48, 116) Onlarca ayette şirkin Allah’a karşı yalan uydurmak, Allah’a iftira etmek olduğu ve bağışlanmayacak bir zulüm olduğu bildirilmektedir. (Ali İmran Suresi, 3/94, Enam Suresi, 6/21, 144; Araf Suresi, 7/37; Yunus Suresi, 10/17; Hud Suresi, 11/18; Ankebut Suresi, 29/68; Zümer Suresi, 39/32).
25-Furkan Suresi 43 ve 45-Casiye Suresi 23 ayetleri, hevasını (nefsani arzularını) ilah edinenler hakkındadır. İnsanın günahlarının sebebi, nefsine uymasıdır. Böylece insanın işlediği her günah, Allah’ı az-çok göz ardı etmesi, nefsini öne çıkarması ile şirktir. Fakat insan için kusursuzluk söz konusu olamaz. İnsandan beklenti, onun samimi olması, yaptığı hatalar, kusurlar üzerinden ibret alabilen bir kişilik gelişimidir. Allah’ı gereği gibi bilen ve sakınan insanlar da hatalar yaparlar, ama onların niyetleri iyilik üzeredir, sonuçları yaşar, pişmanlık duyarlar ve bir daha yapmama gayretinde olurlar. Nefsini ilah edinenlerse pişmanlık duymaz, tövbe etmez, işledikleri zulümleri kazanım olarak değerlendirir, daha büyük günahlara yelken açarlar.
İnsan, ister inansın ister inanmasın gerçek, Allah’ın eşinin, benzerinin, denginin, ortağının olmadığı, O’nun tek ilah olduğudur. Allah’ın şirk koşulmasını bağışlamama nedeni, insanın, Allah’tan başkasına ve nefsine uyup günahlara gark olmaması, böylece kendini heba edip tüketmemesi içindir. Sakınanlar, Allah’ın yasalarını dikkate alacaklardır. Nefsine uyanlar ise Allah’ın yasaları yerine kendi arzularını, menfaatlerini takip edeceklerdir.
Günümüzde kendini dinin sahibi zanneden, din adına dünyalığa batmış hatiplerin duruşları, makamları, sözleri sakın sizi yanıltmasın. Onlar asla değişmez, kendinden başka görmezler, verdikleri zarar için asla özür dilemezler ve onlar asla doymazlar. Kavramaları pek zayıftır, bilirim sandıkları ile avunurlar. Onların ilahları nefisleridir. Onlar ‘La ilahe illallah’ diyen kütüklerdir.
55-Rahman Suresinde, engin merhamet ve eylemi ile Rahman’ın sayısız nimetlerinden bahsolunur. Surede, Rahman olan Allah’ın rahmeti yani O’nun Rahim faaliyet sıfatı ile varlık aleminde sergilediği nimetler anlatılmaktadır. Bu faaliyetlerin en başında, (Rahman suresi 2-3. ayetleri) Kur’an ve onun muhatabı, onu akletmekle yükümlü olan insan gelir. Alemlerdeki mizanın sahibi Rahman’dır. Her an yaratma üzeredir. Rahman’ın insan için nimetleri, yerin çimeninden göklerde cennetlere kadar sayılamayacak çokluktadır. Varlık alemindeki bütün nimetler insana, Allah’ı yani Rahmanî ilmi, kudret ve merhameti işaret eder.
Cehalet sahipleri bilsinler ki, sahip olduğunuz her ne varsa, soluduğunuz havaya kadar her şeyiniz Allah’tandır, Allah’a aittir. Demem o ki, yapacağınızı, sonuna kadar yapın! Allah’ın nimetlerini görmezden gelip, hakikat kapılarını kapatanlar, işledikleri günahlarla, inkarlarıyla, nankörlükle onca nimeti yalanlayanlar, aslında kendi özlerine nasıl bir kötülük yaptıklarını keşke görebilselerdi. İnsan, ne yaparsa kendine yapar. Eylemleri de onun ta kendisidir. Müminin yapıp ettiği yani onun özü iyiliktir. İnsan, ancak Allah ile kaim olabilecek bir varlıktır. İnsan, Allah’ı anlayabildiği kadar insandır. Ama insan direnç gösterir, işlenmesi en zor olan malzemedir. Kurtuluşa erişecek olanlar mizanı ancak Kur’an olanlardır.
İslam’ın esası, İslam’ın temelleri, onun Mekke dönemindendir. Mekki dönemin başı, Fatiha Suresi sonu ise Rahman Suresidir. Kitabın girişi, İslam’a dair temel tanımlamaları ortaya koyar. Kitabın ortası ise, varlığın nedeni olan Allah’ın en yüce ismi olan Rahman’ı anlatır. Sure-i Rahman sanki Fatiha’nın şahlanmış halidir. Sure ‘Rahman’ adı ile açılmaktadır. Fatiha Suresinin Allah’ı tanımlayan 2, 3 ve 4. Elif ayetlerinde bildirilmiş bütün ilahi isimlerin (El-Hamid, Rabbü’l-alemin, Er-Rahim, Hüküm Gününün Maliki) sebebi, O’nun Rahman adıdır. Er-Rahman ve El-Hamid Yüce Allah’ın zati isimleridir. Yüce Allah’ın bu zati isimleri Evveldir (Her şeyden önce var olandır, daimdir), Ahirdir (Bütün varlıklardan sonra baki kalacak olandır) Fatiha Suresinde O’nun Rahman ve Hamid isimleri dışında diğer isimleri, yarattığı alemler ile ilgili olup alemler var oldukça bahse konudur. Rahman’ın eylemlerinin, alemler ile sınırlı olduğu sanılmamalıdır.
Fatiha Suresinin 5, 6 ve 7. Lam (İslam) ayetleri de Rahman olan Allah’tan insana rahmetlerdir ve o ayetler Rahman’a ulaşmayı dileyenler için doğru yolu kılavuzlar. Kur’an, Rahman’dan öğütlerdir, O’nun öğretisidir. Kitabın ayetleri, lafzı ile manası ile Rahman olan Allah’tandır. Allah, o lafız ve o manada müminlere görünür kılınmıştır.
Meleklerin, alemlerde izlediklerinden hareketle, ‘Rabbimiz! Senin merhametin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır’ (Mümin Suresi, 40/7) ifadesi de Rahman’ı anlatır. Esma-i Hüsna varlık aleminde her yönü ile sergileniyor değildir. Sadece akledenler, görebildikleri kadar, alemlerden O’nun kudreti, ilmi, merhameti hakkında izlenim sahibi olabilir.
Rahman olan Allah, alemlerde sergilenen sayısız nimetlere karşılık, hamdın Allah’a teslim edilmesini, Kur’an’ın okunması ve anlaşılmasını, ölçünün, tartının doğru tutulmasını ve insanların birbirlerine karşı saygı, sevgi ve iyilik içinde olmalarını istenmektedir.
‘İyiliğin bedeli ancak iyiliktir.’ (Rahman Suresi, 55/60)
Kullarda açığa çıkan, onlarda görülür kılınan bütün iyiliklerin kaynağı, Rahman ve Rahim isimlerinin tezahürü ile Allah’tır. Müminlerin batıldan yüz çevirmesi, onların imanları, kimseyi rahatsız etmeme gayretleri, kimseye en ufak zararlarının dokunmaması, işlerinde liyakat sahipleri olmaları, adaletli davranma gayretleri, etraftakilere yardımcı davranışları, yönelişleri, duaları, secdeleri, rükuları, sözlerinde durmaları, zor zamanlarda sabretmeleri gibi özellikleri, onların üzerine hep Allah’ın rahmet sıfatları nedeni iledir.
Ayet-i kerimelerde, Hz. İbrahim’in Allah’tan başka tanımadığını görürüz: ‘Beni yaratan, hidayete erdiren, beni yediren, içiren, hastalandığım zaman şifa veren O’dur.’ (Şuara Suresi, 26/78-80) Hz. İbrahim’in yerinde bir başkası olsa konuşması, ‘Beni annem, babam dünyaya getirdi, onların verdiği yiyecekleri yedim, hasta olduğumda bana ailem baktı.’ olurdu. Hz. İbrahim’in insanlardan farkı, atalarını üzerinde bulduğu yola uymayıp, doğru yolu sorgulayıcı olmasıdır. İbrahim’in eşyaya temkinli yaklaşımı, araştırıcı ve şüpheci tabiatı, onu kalbi bir vizyona ve ilahi bir öğretinin kapısına taşıdı.
‘Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamıştı, o da onları olması gerektiği gibi tamamladı. Allah, ‘Ben seni insanlara önder yapacağım’ demişti.’ (Bakara Suresi, 2/124)
6-Enam Suresi 74-79 ayetler okunursa, İbrahim’in, başlangıçta bir arayış, bir sorgulama içerisinde olduğu anlaşılır. Önce putların kendilerine bile yetersiz ve onlara tapınan kavminin de sapıklık üzere olduğunu gördü. Sonra gökyüzüne yöneldi. Yıldızı, ayı, güneşi inceledi ve onların da yetemeyeceğini, gerçek ilahın bunlardan hiçbiri olamayacağını anladı. Sonra İbrahim yerde ve göklerde görünenin ardında onların varlık sebebi olan ilahi kudreti hissetti. Kalbinde ilk defa yaşadığı bu duyguların, aradığı ilah tarafından ona bahşedildiğini kavradı ve en sağlam kelime (Kelime-i Tevhid) üzerinde karar kıldı. (14-İbrahim Suresi/27. ayet ) Böylece İbrahim eşyanın varlık nedenine ulaşmış oldu. Allah, İbrahim’in bu başarısını, onu insanlara önder kılarak mükafatlandırdı.
Hz. Zekeriya (as), sorumluluğunu üzerine aldığı Hz. Meryem’in yanında gördüğü rızıklar için ‘Meryem, bu sana nereden?’ (Ali İmran Suresi, 3/37) diyor. Meryem’in cevabı ‘Bu Allah katından’ (Ali İmran Suresi, 3/37) şeklindedir. Yani Hz. Meryem ‘Bana bu yiyeceği şu komşu teyze getirdi’ demiyor.
Hz. Peygamber (sas); ‘Namazım, ibadetim, yaşamım, ölümüm alemlerin Rabbi Allah içindir’ (Enam Suresi, 6/162) diyor. ‘Ben Allah’ın elçisiyim’ diye büyüklenmiyor. ‘Sizler gibi bir insanım’ (Kehf Suresi, 18/110; Fussilet, 41/6) diyor. Bu ayet-i kerime, “Allah’ı gereği gibi bilme” konusunu idrak etmiş bir yaşamı anlatmaktadır. Hz. Peygamberin (sas) sözleri, ancak ona vahyolunan vahiy çerçevesindedir (Necm Suresi, 53/4). Hz. Peygamberin (sas) sünneti, onun namazı, Kur’an’ı insanlığa aynen tebliği ve İslam’ın temellerini vahiy üzere sapasağlam kılmak için ölünceye kadar verdiği eşsiz mücadelesidir. Allah’a karşı yalan uydurmak demek, O’nun kitabına karşı ve O’nun peygamberine karşı yalan uydurmak demektir. Kur’an her konuyu apaçık ortaya koymuştur. Hz. Peygamber kendinden, Kur’an’ın dışında bir şeyi getirmez.
‘Sen atmadın, Allah attı..’ (Enfal Suresi, 8/17) ayeti, bütün güçleri ile Müslümanları ortadan kaldırmak için gelen Kureyş ordusu ile ilgilidir. Bozguna uğradılar. Ayet, diyor. Savaştan sonra herhalde aralarında ‘Şu kadar kafiri öldürdüm’ ya da ’Şöyle savaştım’ diye böbürlenen olmuştur. Ayet müminlerin gösteriş yapma, kendini övme yollarını kapatıyor. Ayet bütün iyiliklerin, güzelliklerin, başarının yalnız Allah’a ait olduğunu bildiriyor.
Müminin Allah’ın rızasını gözeterek, samimiyet, irade ve gayreti ile ortaya çıkacak yüz güldürücü sonuç, tamamen Allah katındandır, Allah’a aittir. Müminin başarısı ise, onun vesile kılınarak Allah’ın rızasını kazanmasıdır. Bu hoşa giden, arzulanan sonuçta, mümin aracı kılınmıştır. Mümin ‘Ben yaptım’ demez, üstünlük, paye, gösteriş peşinde olmaz. Müminler ‘Hamd ancak Allah’ındır’ sözünün idrakindedir. Demem o ki, müminler bütün yüceliği, bütün üstünlüğü tamamen Allah’a teslim etmişlerdir. Müminin güzelliği onu, Allah’ın vesile kılmasından ibarettir.
İslam, birilerinin, bir sınıfın, siyasi bir grubun egemenliği değildir. Mücadele alanı insanın kendi nefsidir. İslamiyet kötülükle, haksızlıkla mücadeledir, iyiliğin egemen kılınmasıdır.
‘Allah sizin suretlerinize, mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve davranışlarınıza bakar.’ (Müslim, Birr, 34).
İnsan ilimde derinleştikçe, yakîne eriştikçe, membaı Allah olan aşk, kulda tecelli etmeye başlar. Böylece halife kılınan hür irade, Allah’ın yeryüzünde tecelligahıdır. Böyleleri aramızda yaşıyor, dolaşıyor görünseler de Yunus Emre’nin ‘Canlar Canını buldum, bu canım yağma olsun’ sözünde olduğu gibi artık dünya ile ilgileri sınırlıdır, onların özleri, yönelişleri Allah’adır. Onlar Allah’la beraber sabredenlerdir.
İnsanın iyiliği, çevresinde olup bitene takılmaksızın, ilahi iradeye uyumlu olan davranışlarıdır. Sergilenen bu davranışlar onun içtenliği ile ne kadar uyumlu ise, insan o derecede iyidir. Yüce Allah Rahman Suresi 60. ayetinde, Yaratıcının insanoğluna ulaşmış onca iyiliğine karşılık, cennetlere iyi olanlardan başkasının kabul edilmeyeceğini bildirdi. Öyleyse kötülük yapmaktan kendinizi çekin. Hele size iyiliği dokunana asla kötülük yapmayın. Bunu ancak şer sahipleri yapar. Bile isteye kötülük yapmaktansa hiçbir şey yapmamak hatta yaşamamak evladır.
‘Allah’a teslim olup iyiliğe yönelenler, onlara korku yoktur, mükafatları Allah katındadır.’ (Bakara Suresi, 2/112)
İnsanın dünya yaşamı, atılan bir damla su ile bir avuç toprak arasındadır. Böyle bakınca dünya anlamsızlaşır. Onu değerli kılan, ondaki manaya ulaşmaktır. Hele Aşka ulaşanlar daim iyilik üzeredir. Bütün iyiliklerin ve güzelliklerin menşei olan Allah’ın, toprakta başlayıp toprakta biten dar aralıktaki iyiliğe vaadi cennetlerdir.
‘İster Allah deyin, ister Rahman. hangisi ile yönelseniz en güzel isimler O’nundur.’ (İsra Suresi, 17/110) O’nun Allah ve Rahman isimleri eşdeğer, birbirinin yerine kullanılabilir ifadelerdir ve O’nun en güzel isimleridir ve O’nun bütün güzel isimlerini de kuşatmışlardır.
Manaya ulaşmak, araştırmakla, öğrenmekle olur. Hamd nedir? Kürsü nedir? Arş nedir? Alemler nedir? Rahman, Rahim nedir? Din Günü nedir? Fatiha nedir? Rüku nedir? Secde nedir? 1000 yıl nedir? 50.000 yıl nedir? Yoksa yaşanan manasızlık olur. Manaya ulaşan insanlar dalları göklerde rüzgarlarla oynaşan, gören gözlere, gönüllere huzur veren ağaçlar gibidirler. Bu görünüm, ölümü çağrıştıran kurumuş, kütüğe dönmüş ağaç gibi olmaz. Onlara şeytan ‘Haftanın şu günü Allah’ın şu ismini şu kadar okursan şu isteğin olur’ diye fısıldadı. Böyle sanılarla kütükleştiler. Allah’tan değil de ağzından dökülenlere bel bağlayanlar, umduklarına kavuşamayacak!
Kur’an’da, Allah’ın Er-Rahman adının en fazla geçtiği sure, 19-Meryem Suresidir. Surenin ilk ayeti, ‘Kaf! Ha! Ya! Ayn! Sad!’ şeklindedir. Ya! harfi, hitabın Hz. Muhammed’e yapıldığına (Bkn; 36-Yasin/4.ayeti; Sen doğru yoldasın), Sad! harfi, Sıddiklerden bahis olunduğuna, Kaf harfi, Kitabı Hafize işaret etmektedir (Bkn; 50-Kaf/4. ayeti; Kitabı Hafiz, Allah katındadır) ; Buradan hareket ederek 19- Meryem Suresinin ilk ayeti kerimesinin manası; ‘Kitabı Hafizden Sana Haberler, Sadakat Ehlinin Hakikatleri’ olur.
Surede, Hz. Adem’den itibaren, Hz. Nuh ile gemide taşınanlardan, Hz. İbrahim’in ve oğlu Hz. Yakub’un neslinden gelen peygamberlerin yaşamlarından kesitler sunulur. Onlar Allah’ın kendisine yakın olduğunu bildirdiği ve nimetlerle üstün kıldığı habercilerdir. Allah’ın selamı, Allah’ın esenliği doğumlarında, ölümlerinde ve diriltilecekleri günde onların üzerinedir. Bu Surede, O’na sadakatle bağlı olan peygamberlerin isimleri, O’nun yüce ismi Er-Rahman ile birliktedir.
Surenin baş kısmında Hz. Peygambere zaman bakımından en yakın olan elçilerden uzunca bahis olunur. Hz. Zekeriya ve oğlu Hz. Yahya, Hz. Meryem ve oğlu Hz. İsa. Bu yüksek şahsiyetleri anlatan ilk bölüm, ‘Allah çocuk edindi’ sözü ile O’na şirk koşulması ve hizipleşme, ayrılığa düşme konularında uyarılarla dikkat çeker. Şirk ve fırkalara ayrılma hususları, Hz. Peygamberin çağrısının da en büyük tehditleri oldu.
Bitmez ama, aklımdakileri son bir iki noktaya değinerek bu konuyu tamamlamaya çalışayım. Birincisi ; Birleşik isimlerden oluşan ve ayetlerin anası olan besmele ile açılan Fatiha Suresi dışında kitapta, iki surenin ilk ayetleri yani girişleri sadece birer kelimeden oluşmuştur. Birincisi insana sunulan sayısız nimetlerden ve onların sahibinden bahseden Rahman Suresi, ikincisi ise kıyamet ile ilgili olan Karia Suresidir. İşi bitirecek şiddetli bir çarpma anlamında kıyameti anlatır.
Aklımdaki ikinci nokta da şudur: Mushafta Rahman Suresinden önce Kamer Suresi yer alır. Kamer Suresinde, helak edilen birçok kavimlere rağmen insanlığın kıyamette yürüyüşünden söz edilir. Rahman Suresinden sonra gelen Vakıa Suresinde ise, kıyametin gerçekleşmesi ve ondan sonra ahiret yaşamından kesitler anlatılır. Rahman, tercihi insana bırakmıştır. Pek az insana nasip olur ama dilerim sizin tercihiniz Rahman olur.
Ufuklarda raks eder kızıllardan bin bir renk
Alimlere nedeni sorgulatır her ahenk
Yolcular hayran hayran geçerken buz dağını
Kaptan bilmeli görünmeyenin hesabını
Cahiller için görünenden ötesi yoktur
Alimde akıl görünenden öteye yoldur
Aklı ulaşır kılmasa nasıl yaklaşılır
Görünenin nedeni Hakikatin aşkıdır
O aşkın evrende nümayişi akla değer
Sayısız nimet sunan kıldı ki kayda değer
Kur’an’dan nurunu almış mümin arşa değer
Yolcu O’nun, yol O’nun, ha gayret Allah değer
Yaşamak Ölmek
İlkel güdülere esir olmak mıdır?
Yaşamak arınmak, mümin olmak mıdır?
Ölüm toprakta çürüyüp yitmek midir?
Yerin şerrinden O’na yol almak mıdır?
V. Bölüm: Allah İçin Gizli Yoktur
Allah elbette insana dair her şeyi, onun içyüzünü, onun sonunu da başını da bilendir. ‘Onların önlerinde ne var arkalarında ne var (geleceklerini geçmişlerini) bilir. Onlar ise O’nun ilminden O’nun dilediği dışında hiçbir şeyi kavrayamazlar.’ (Bakara Suresi, 2/255) Nihayetinde insanın özgür iradesi ile faaliyetleri, Allah’ın insanın yapacakları da dahil her şeyi bilmesi, O’nun ilmi, O’nun her şeyin üzerinde ilahi hakimiyeti ile bağımlı veya bağlantılı değildir. Allah’ın ilmi yaratılmış olan bütün varlıkları ve bütün zamanları kapsar. O, neyin nasıl olacağını ezelden bilendir. Allah için gayb yoktur. Gelecek ne getiriyorsa onlar ezelden O’na apaçıktır. O’nun için her şey her yönüyle apaçıktır. Hiçbir şey O’na gizli olamaz. Alemlerde ne varsa, onlarla ilgili her bilgi ezelde Kitab-ı Hafiz’de mevcuttur. Bu Allah’ın ilmidir.
Demem o ki, Yaratıcının sınırsız ilmi ile ezelde, henüz yaşanmadan yazdığı senaryo, insanın hür iradesi ile aynen sahnelenir. Allah zamanı yaratandır. Yarattıkları ise, o zamana tabi olanlardır ve zaman dahilinde kendi hür iradeleri ile eyleyenlerdir. Allah zamana tabi değildir, zamandan bağımsızdır. O zamanın sultanıdır. Bütün zamanlar O’nundur, O bütün zamanlardadır. Ne geçmişte ne gelecekte O’na hiçbir şey karanlık olamaz. Kur’an yakın gelecekten de uzak olandan da haberler vermektedir. Gelecek, insan için karanlıktır. Aslında insanın geçmişi de karanlıktır. Çoğu insan yaşadıklarından ibret almaz, sanki daha önce hiç yaşamamış gibi aynı çukurlara düşer dururlar.
Zamana tabi olanlar bu konuları anlamada zorlanabilir. O’nun her şeyi bilmesi, insanın iradesi ve o iradenin ortaya koyduğu-koyacağı fiiller ile bağlantılı değildir. İnsanın hür iradesi ile eylemlerinin, Allah’ın ilmi ile bağlantısı yoktur. Böylece insan Yaratıcının ona bahşettiği bütün pozitif değerlere karşı kendi öz ve özgür iradesi ile eylemektedir. Demem o ki, insan doğru yolu tutacak, doğruyu işleyecek potansiyele sahiptir. Fakat annesinin yaptığı uyarıları dinlemeyen çocuk gibi davranır. Allah, herkesin ne olduğu apaçık ortaya çıksın, herkes ne olduğunu bilsin diye ölümü ve yaşamı yaratandır. Demem o ki Allah, bahşettiği yaşamlarla insanın gerçekte ne olduğunu apaçık ortaya koyar. Yaşananlar ve bizi zorlayacak hesaplar da, Allah için kolaydır.
Yaşam mücadelesi olmadan, yaşadım diyemezsiniz. Bunun gibi acılardan geçmemiş, kötülüklerle sınanmamış iyiliklere de iyiliktir denemez. Kötülükler karşısında, özünün onlar gibi olmasına izin vermeyip direnen, mümkün olduğunca zarar görmeden ibret alabilen ve olgunlaşmaya devam edenler, iyilerdir. Yaşam gerçekleri bütün çıplaklığı ile ortaya koyar. İyi bildikleriniz, zaman içinde kötülüğe dönüşebilir ya da kötü diye değerlendirdiğiniz kişiler şaşırtıcı iyiliklere imza atabilirler.
Öyle ise bırakın hayat konuşsun. İnsan, hep daha iyiyi daha güzeli daha üstün olanı ister. İnsan hep daha çok ister. Bütün arzu ettiklerini, bütün sahip olduklarını da kendi hakkı olarak görür. Çok parası olsun isterler, çok parası olanlar daha çoğunu ister, yaşlılar gençliklerine dönmek, yeniden yaşamak isterler. Hastalar sağlıkları geri gelsin ister. Bir ceset dile gelse, onun isteği de ‘Yaşamak’ olurdu. ‘Ama o yaşamın bedeli ölmekten de ağır olabilir, tekrar düşün’ desen ‘Olsun, hele önce bir yaşayalım da öyle mi görelim?’ derdi. Dünya, özlerin, itiraza mahal bırakmayacak şekilde teşhir olunduğu sahnedir.
‘Ölüler idiniz, sizi diriltti.’ (Bakara Suresi, 2/28) Allah’ın insanı diriltişi, kupkuru, katılaşmış toprağın yağmurlarla canlanması, coşup bereketlenmesi gibidir. İnsan kendisine bahşedilen yaşam ve o yaşama sunulan onca nimetlere karşı Allah’a nankörlük içindedir.
‘Başlarına inen her kötülük kendi elleri ile işledikleri yüzündendir.’ (Şura Suresi, 42/30) Düşüncem;Alemlerin Rabbi Allah’tır. O Rahmandır, Rahimdir. Alemlerde her ne varsa her şey O’nun sınırlanamaz merhameti ile eylemleri nedeni iledir. Dünya yaşamında bütün fenalıkların nedeni, nefisleri için had, hudut tanımayan hayasızlardır. Böylece yarattıkları sebebi ile yani dolaylı olarak kötülükler de Allah tarafından yaratılmıştır. Kötülük yapmayı kendilerinde hak gören insanlar, yapageldiklerinin bilincindedir ve yapma-yapmama iradesine de sahiptirler.
‘Etrafınızdan gelecek ya da kendi içinizden size ulaşacak hiçbir musibet yok ki biz onu yaratmadan önce onun bilgisi kitapta –Kitabı Hafiz- olmasın. Şüphesiz bu Allah’a kolaydır. Ki, kaybettiğiniz için üzülmeyin ya da kazandığınızla büyüklenmeyin. Çünkü Allah böbürlenenleri sevmez.’ (Hadid Suresi, 57/22-23)
Düşüncem ; Olmuş olacak ne varsa bütün bilgi ezelden Allah’ta ve O’nun nurani kitaplığında mevcuttur. Bu takdiri ilahidir. Yaşanan ve yaşanacak her olay O’ndandır. İnsan için önemli olan duruşunu değiştirmemek, sarsılmamak, O’na güvenmeye devam etmek ve sabretmektir. Yunus Emre diyor ki; Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim, Aşkın ile avunurum, Bana seni gerek seni. (İnsan olmak öyle güzel.)
Şimdi bazıları hala, ‘Allah bile bile cehenneme göndereceği bir insanı mı yaratıyor? Böyle bir şey olabilir mi?’ şeklinde düşünüyor olabilir. 18-Kehf Suresi 60 ila 82. ayetlerde, kendisine Allah katından bir rahmet ve ilim verilmiş olan kişi ile Musa’nın yolculuk hikayesinin okunması, konunun daha net anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Bu konuda 12-Yusuf Suresi 36 ila 42. ayetlerde, Hz. Yusuf’un rüyalardan geleceği okuması da aydınlatıcı olabilir. Benim kanaatim, zamanı yaşayanın insan olduğu şeklindedir. Yani gelecek ile ilgili belirsizlik, insana ait olan bir problemdir. Allah için, ne herhangi bir yerde, o bir zerre bile olsa ne de geçmiş ya da gelecek zamanda, o bir an bile olsa gizli bir şey olamaz düşüncesindeyim. Allah’ı anlama gayretinde olanların, insanca düşünüşleri onları yanıltmamalı.
İnsana ulaşabilecek iyilikler ve kötülükler ile ilgili gördüğüm üç güzel ayeti, düşünce dünyamızın irdelemesine sunarak konuyu bitireceğim;
‘De ki; iyilik de kötülük de hepsi Allah’tandır.’ (Nisa Suresi, 4/78)
‘Allah’ın izni olmadan hiçbir musibet isabet etmez.’ (Tegabün Suresi, 64/11)
‘Şüphesiz Allah iman edenlerin koruyucusudur.’ (Hacc Suresi, 22/38)
Bu Tercih Senin
Kim korur beşikten mezara kadar
Ne anan ne baban ne de akraban
Bekledi seni ta ölene kadar
Bu rahmete azabı tercih senin
Bir düşün, tükenmiş solmuş bir bitki
Sevdiğin de dostların da bakmaz ki
Hep yakındı, gözün kulağın sanki
Bu rahmete azabı tercih senin
Kitap nedir? İman nedir? bilmedin
Bitmez, tükenmez gibiydi yaşamın
Hiç aldırmadın, farkına varmadın
Şimdi bu hüsran bu felaket senin
Çare, Allahu Rahman’dır
Allah akılla donatır Ordu peşinde devasa
İnançsızlar akılsızdır Önünde engin bir deniz
Akıl akılsa inanır Beklerken herkes çaresiz
İnanan çaresiz olmaz Kalan düşmandı nefessiz
Çare Allah’tır Allah Rahim’dir
Kullar çareler üretir Bu dünyanın derdi bitmez
Kendini akıllı bilir Kullar biçaredir görmez
Gün gelir biçare kalır Kul Allah’ı biliyorsa
Çareler tükendi sanır Allah’tan ümit kesilmez
Çare Allah’tır Çare Allah’tır
Görenin yüreği yangın Çöllere düşmüş müminler
Çaresi yok sanma sakın Mağarada iki kişi
Serinde sakin ve salim ‘Allah bizimle beraber’
Ateşte durur İbrahim Dedi sessizce Peygamber
Allah Rahim’dir Allah Rahim’dir
Senden rahmet dileyenler Dertler varsa derman O’dur
Mağaraya sığınanlar Gözler körse ışık O’dur
Muhafaza olunanlar Derdi Allah ise kulun
Gören olsa korkar kaçar Başka bir derdi de yoktur
Allah Rahim’dir Çare Rahman’dır
VI. Bölüm: Günümüzde İnsanlığın Durumu
Sığınağınız, Allah’ın Rahmet limanı olsun. Her insan erdem sahibi olacak bir potansiyelde yaratılmıştır. İnsanın iradesi, insanın tercihleri kendisine aittir. Ama çoğu ona bahşedilmiş fıtri kapasiteyi heveslerine uyarak harcar, heba eder.
Onların baş tanrıları para idi. Yegane hedefin para olduğu toplumlarda, iyi niyetler ve samimiyet, yerini ikiyüzlülüğe terk eder. İnanç, dürüstlük, yardımlaşma söylemleri ağızlarda dolaşmakta, ama gırtlaktan aşağı inmemektedir. Çağdaş firavunlar, saltanatları için güç devşirme telaşındadır. Bu hususta diyeceğim şudur:
Hz. Muhammed (sas) Allah’ın elçisidir. Allah tarafından yetki aldığı başta tebliğ olmak üzere her konuda görevini en güzel şekilde yerine getirmiştir. Hiç kimse Allah’ın işaret ettiği elçisi gibi olamaz. Ve bütün samimiyetimle inanıyorum ki, hiç kimse onun yaptıklarının yanına dahi yaklaşamaz. Hz. Muhammed (sas) ancak Allah’a güvenir. Hasarın bedelini Allah’a yüklemez. Her ne yaşanıyor ise, onun yaşanması gerektiğinin idrakindedir. Öngörür, tedbir alır ve sabreder. Hz. Peygamber her ne kadar ‘Ben de sizler gibi bir insanım (41/6) diyorsa da o yaşam, Allah’a adanmış bir yaşamdır, insanlara üstün olduğu açıktır. İndirilenin aynen tebliği, örnek alınacak yaşamı ve öğretisi bunun delilleridir. Günümüze gelinceye kadar, insanların o emaneti ne hale devşirdiklerine bakılırsa o üstünlük daha net anlaşılır. Kitap, Allah tarafından korunmuyor olsa, çağımızda varlığını muhafaza etmeye çalışan bir avuç mümin de heba olup giderdi.
Başta ülü’l-azm olmak üzere bütün peygamberlerin yaşamında, karşılarına çıkan her konuda onların önceliği Allah’tır. Onların kararları, hep ‘Allah ne der?’ rehberliğindedir. Mücadelecidirler, devrimcidirler. Onların mücadelesi, kurulu düzenlerin sahiplerine karşı, ilahi ve insani olanın tesisi mücadelesidir. Onların yönetimde amaçları, toplumda hakkın, İslam’ın tesisidir. Peygamberler görevlerini canları pahasına yerine getirme azim ve gayretindedirler. Onlar diğer insanlarda açıkça görüldüğü gibi kendi yaşamlarını, nefislerini, kendi dünyevi menfaatlerini önemsemezler. Onlar Allah’ın halifeleridir. Çağımızda kendisini halife ilan edenlerin ise insanlıkları dahi şüphelidir. Allah’ın halifeleri, Allah’ın dinini gereği gibi tesis ederler. Onların başarıları ancak Allah iledir. Arkadan gelenler ise peygamberlerin tesis ettiğini gereği gibi muhafazadan bile acizdir. Böylece dinler hurafelerle, batılla, siyasi emellerle zaman içinde yıprandıkça yıpranır. Nihayetinde Allah’ın dini olmaktan çıkar. Yıpranma yavaşça, sızarak, ince ince olur da çoğu farkına varmaz. İnsanlar, Allah’ın dinini yaşanıyoruz sanırlar. Nihayetinde toptan ne olup bittiğini göremeyen körler gibi olurlar. İşledikleri kötülükleri kendilerine güzel görünür. İyilik üzere yürüdüklerini düşünürler. Demem o ki, peygamberle gelen adalet ve itibardan, akan zaman insanlığı dalalet ve şerefsizliğe taşıdı.
Tarih sayfaları, saltanat, hanedanlık, zenginleşme ve zorbalık yönetimleri ile kirlidir. Allah korkusu olmayanların, din gününü ‘Bizden hesap mı sorulurmuş?’ diye görenlerin zorbalık yönetimleri demektir. Onlar dünyalıktan başka görmezler. Çevreleri pohpohlayıcıları tarafından kuşatılmıştır. Şaşaalı güç gösterilerine, itibarlarını sergilemeye düşkündürler de hasımlarının onurunu kırmaktan, hayatlarını karartmaktan hiç çekinmezler. Merhametsizdirler, daima haklıdırlar. O kibirliler Cehennem ehlidirler.
Hz. Peygamberin öğretisi, bir müminin yaşamında, İslam’ı yaşamın ideali kılmaktır. Yani bir müminin amacı İslam’dır. Mümin, nefes aldığı her gün gayret ve sebatla, o öğretiyi içselleştirme ve o öğretiye layık olmaya çalışmalıdır.
İslam’a yardımcı olmayı dileyenler, yapılmış ilmi çalışmaların insanlar için anlaşılır kılınması, kitlelere ulaşması, toplumda doğruluğun ve sosyal yardımlaşmanın tesisi, hayasızlık ve kötülüklerin yaygın hale gelmesinin önünü almak, çağdaş eğitim seferberliği, aile yapısının güçlenmesi için gerekli çalışmaların yapılması, insanlarda vatan sevgisinin yükseltilmesi, çevre bilincinin tesisi için mücadeleler vermelidir. Bir zümrenin saltanatına zemin hazırlamak başta olmak üzere zorbalığa yürüyecek hiçbir kamplaşmaya da geçit verilmemelidir.
Ama bazıları bin yıldır siyasi emellerini İslam ile bezeyerek, güven sağlamaya ve menfaat teminine çalıştılar. Bunlar için İslam, sadece onları hedeflerine ulaştıracak bir araçtır. Amaçları ise kendi putlarını dikmektir. Onların doymak bilmez nefisleri, onların tanrılarıdır. Siz gerçekten Hz. Muhammed’in (sas) öğretisini hakkıyla idrak ettiğiniz kanaatinde misiniz? Peki bu çıkmaz neden? Onlar ‘Allah Adına’ diyerek, Allah’ı bile kandırabileceklerini sandılar. Hz. Peygamber huzur ve asayişin temini ve toplumun güvenlik içinde idaresi için gerekenleri yapmıştı. Hz. Peygamberin saltanat ile, zorbalık ile ilgisi yoktur. Hz. Peygamber (sas) yetmiş defa yönelse, bunlar için bağışlanma dilese, akıbet değişmez. Ki bunu asla yapmaz. Yaratıcı İradenin şaşmaz hükmü, o şarlatanların ve onların ardına takılanların can yakıcı hüsranlarıdır.
Günümüzde pek azı dışında dini kurumlar da bu tablonun paydaşlarıdır. Onların söylemi, “Allah’ın dinini yeryüzünde hakim kılmak” şeklindedir. Allah’ın müminlere emri, Kur’an’ın mesajını bütün insanlara ulaştırmak ve anlaşılır kılınmasına yardımcı olmaktır. Saltanat heveslileri ise bu emanetlere ihanet içindedirler. Yumuşak konuşmaları, gülümseyen bakışları sakın kandırmasın. Hedefleri zorbalık rejimleridir. Esası iflah olmaz cehalet olan tabanlarından aldıkları güç ile, ülke idaresi ellerine geçince demokrasi rafa kalkar. Demokrasilerin başlıca düşmanı cehalettir. Şeffaflık ve denetlenebilir, hesap verebilir olmak demokrasilerin olmazsa olmazıdır.
Yönetim asla cehaletin tercihine bırakılmamalıdır. Cehalet yönetimlerinin özü, dozu giderek artacak bir zorbalık idaresidir. Zulüm rejimleri, hatalı olduklarını asla kabul etmezler. Tanrı gibidirler! Ne yapmışlarsa haklıdırlar. Onlar asla kendilerini kınamazlar, asla özür dilemezler ve asla tövbe etmezler. Onların mahkemeleri adalet için değil, ama korku salarak yüksek çıkarlarını korumak için vardır.
O mahkemelerin kararları şahitlere, delillere dayanmaz. Onların verecekleri kararlar, daha başında aldıkları talimatlardan ibarettir. O sahte mahkemeler, saltanattan bağımsız değildir. Dolayısı ile onların derdi adalet de değildir. En üstün hukuk bilgilerine, en uygun kanunlara, yönetmeliklere de sahip olsanız, cehaletin ahlaki çürümüşlük batağında iseniz, hukuk faydasızdır.
‘Allah adaleti, doğruluğu, yakınlara yardımı emreder. Hayasızlığı, kötülük yapmayı, haddi aşmayı yasak eder.’ (Nahl Suresi, 16/90)
Hz. Peygamberin (sas) sözleri de Kur’an’a paraleldir.
‘Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.’[1]
İnsana bu Kur’ânî hatırlatmalar, insanı insan yapan değerlere taşımak, onu insan kılmak içindir. İnsan, ona yapılan bu hatırlatmaları, ona ulaşmış bu yüksek yardımı neden önemsemez? Aslında Kur’an’ın bütün değerleri, insanın özünde mevcuttur ve Kur’an’ın ışığı ile uyandırılmayı beklemektedir. İnsanın kendi özüne kibirle sırtını dönmesinin, kendi özüne bu düşmanlığının sebebi nedir?
İblis’in üstünlük iddiasının nedeni, özünün karanlığında şekilden başka tanımaması, yaratılış maddeleri üzerinden yaptığı kıyasla, gizlediği düşmanlığı açığa dökmesidir. (Araf Suresi, 7/12) Onun insan üzerinden başkaldırısının gerçeği, aslında Allah’a düşmanlıktır. Büyüklük duyguları, onu bu sefilliğe taşımıştır.
Meleklerin hamd ederek yeryüzündeki insanlar için bağışlanma dilekleri ise, onların özlerinin dışavurumudur. (Mümin Suresi, 40/7; Şura Suresi, 42/5)
Cennet’te yaşayanların yakarışları, ‘Allahım Sübhansın..’ (Yunus Suresi, 10/10) şeklindedir. Onların birbirine dirlik temennileri ‘Selam’ ve onların dualarının sonu da ‘Elhamdülillahi Rabbil Alemin’dir. Onların bu söylemleri, Fatiha Suresinin Hamd Ayeti’dir ve onların iliklerine kadar işlemiştir. Onlar, Allah’ın bu ayette açıkça ifade edilen yüceliğinin, bütün alemlerin ve bütün zamanların, her ne varsa her şeyin yaratıcı ve taşıyıcı gücünü ifade ettiğinin bilincindedirler. Cennetlerde dolaşanlar, kavuştukları bu güven ortamının, orada huzur içinde yaşamalarının yegane nedeninin, O’nun erişilmez yüceliği olduğunu bilirler. Hoşlandıkları, sevdikleri ne varsa her şey orada Allah’tandır, O’nun lütfudur. Cennet ehli, bütün yüceliği tamamen Allah’a teslim etmiştir, yönelişleri sadece O’nadır.
İnsani değerler bir toplumun temelidir. Dürüstlüğün, ahlâkın, liyakatin ve empatinin silindiği bir toplum, kaybolmaya mahkumdur. Hiçbir adalet mekanizmasının gücü, onu ayakta tutmaya yetmez. Bir toplumda Kur’an okunuyorsa, ama buna karşın o toplumda kötülükler ve hayasızlıklar artıyorsa, o okumalar kandırmacadır, yok gibidir. Kur’an okuyan insan, en önce sakınır, Allah’tan çekinir, edep sahibi olur.
Bir güven toplumu için, orada ahlâkî değerler şarttır. Kur’an, insanı en başta Allah ve O’nun din günü ile uyarır. Yani insan, başıboş bırakılmış değildir. Sadece kısa bir süreliğine ertelenmiştir. Kur’an, insana ana yurdunun ahiret olduğunu bildirir. Dünya hayatının geçiciliğini ve az bir faydalanmadan ibaret olduğunu öğretir. Böylece insanı boş hırslarından, heveslerinden korur. Ölçülü olmaya, hakka hukuka riayet etmeye davet eder. Ve nihayet Cehennem ile uyarır. Allah’ın vaadi haktır. Kur’an’ın bilgileri hakikattir. Kur’an, insanı bencillikten kurtarır. Öğretisi ile insanın ufkunu açar, onu ebedi yaşama hazırlar.
Kur’an, Allah ile kul arasındaki en önemli bağdır. Onu imana ve iyiliğe taşır. Kul için kitabın en önemli öğretisi ise, Allah’ın Zatıdır, O’nu gereği gibi anlayabilmektir. Kulun bütün yüceliği Allah’a teslim ederek O’nu gereği gibi bilmeye çalışması, kulun doğru yolu için hayati önemdedir. Yoksa kul hamd etse de hamd etmese de farketmez, hamd Allah’ındır. Allah’ı tanıma, O’nu anlama, insan için layıkı ile, bihakkın olamayacak bir konudur. Yaratıcının her yönü ile tam manası ile bilinmesi mümkün değildir. İnsan daha çok dünya ile meşguldür ve kavrayışı da sınırlıdır. İnsana ulaşmış ilahi bilgiler de onun bu sınırlılığını gözetmektedir. Tam manası ile olamasa da insan, samimiyetine, iradesine ve gayretine bağlı olarak ilahi konularda derinleşebilir, idraki yükselebilir. Burada benim itirazım, derinleştiği zannına kapıldıkça, secdede küçüleceği yerde ilahi yetkiyi kendinde sanıp etrafa fetvalar yağdıranlara, ‘Nas budur’ söylemleri ile halkları perişanlığa sürükleyenleredir. Cehennem, Allah deyip vitrine kendini koyan cahiller içindir.
Düşün gücünüz ve insanlığa ait kelimeler, O’nun yüceliğine ulaşmada yetersiz kalıyor ise, O üstünlük karşısında insanın konumunu, kendini bilmemesi, insanın hadsizliği, insanın kibridir. ‘Sonra ona kötülüğünü ve ondan sakınmayı (takva) ilham etti.’ (Şems Suresi, 91/8) Kötülüğü ve ondan sakınmayı bilen kendini bilir. Alemi bilen alemleri bilir. Alemleri bilen Allah’ı bilir. ‘Akıbet takva sahiplerinindir.’ (TâHê Suresi, 20/132)
Kur’an insanla ilgili her konuya değinir ama, sizi bir meslek sahibi kılmaz. Meslek kazanımı okuyarak, öğrenerek, tecrübe ederek olur. Meslekte liyakat sahibi olmak, dünyanın işidir. Eğer dini de biliyorsanız, ekmeğinizi kazandığınız işi, insanları bir kazanç kapısı görerek değil, muhatabınızın hakkına, hukukuna dayalı belli ahlâkî ilkelere bağlı şekilde yaparsınız. Demem o ki, Kur’an okudunuz diye bir ameliyata giremezsiniz ya da bir inşaat yapamazsınız. Göz hekimlerinin bazısı sadece katarakt ile veya gözün retinası alanında çalışır.
Ama maalesef bazı din adamları, insanın yaradılışı konusundan, ülke idaresine kadar her konuda kendini yetkin zannetmektedir. Bu Allah’a ve insanlara karşı haksızlıktır, cehalettir. Bir konuda yetkinlik ve liyakat sahibi olabilmek, ancak insanın o konu ile ilgili bilgisi, tecrübesi ve ahlâkı kadardır. Ötesi haddi aşmaktır. Bu soytarılıklardan silkinip ileri teknolojilere geçmedikçe, batılı ülkelerin iştahını kabartmaya devam ederiz. Çağın gerisinde kalan toplumlar sömürülmeye mahkumdurlar.
Hz. Kur’an, insanların pek azı ile hemhal olur. Onlar Hz. Kur’an’ın dostlarıdırlar. Gece insanlar istirahate çekildiğinde, onlar gözyaşları ile dostlarına koşarlar. Onlar, ancak Allah’a sığınır, O’ndan bağışlanma dilerler. Kanatları yerlere inmiştir. Yaşamları paylaşmaktır. Konuşmaları da sadece öğüttür. ‘Okudum..’ diyenlerin çoğunda ise, durum tam tersidir. Büyüklenirler. Bilmezler de bildiklerini sanırlar. Muhataplarını küçümser, onlara ayar vermeye çalışırlar. Onların yegane dertleri, bilirim sandıkları ile dünyalık elde etmektir.
‘Her güçlü sesi kendi aleyhlerinde sanırlar.’ (Münafikûn Suresi, 63/4) Onların öncelikli hedefleri, ifade özgürlüğünü yok etmektir. Teorik bilgi yani Kur’an, böylelikle iyiyi kötüyü birbirinde ayırıcıdır. Tıpkı yaşamın, ne olduklarını ortaya koyduğu gibi, insanları işaretler. Yaratılmışlar arasında sadece insan, cürufu bu kadar çok ve bu kadar kokuşmuş olandır. Böylece Yüce Allah, iyilikle kötülüğü birbirinden ayrıştırır. İnsan için önemli olan, sadece bilgi yükü de değildir. O bilgi ile hayatın zorlukları karşısında aldığı kararlar ve nasıl durduğudur.
Demem o ki, sakın ibadetleriniz sizi yanıltmasın. O ibadetlerin ne olduğu, yani onların değeri, olaylar karşısındaki davranışlarda saklıdır. İnsanlardan bazısının bilgisi azdır, bazısının da ibadeti az olabilir. Fakat bunların olaylar karşısında aldıkları kararlar, verecekleri hükümler, çok bilirim sananlardan daha sağlıklı olabilir. Çoğunun başarı sandığı gerçekte, Allah nezdinde yıkılıp yok olmaktır. Hz. Muhammed’in (sas) aydınlığı ve vefatına dek, her dem sarsılmaz duruşu müminlere en güzel örnektir.
VII. Bölüm: Elif, Lam, Mim
İslam’ın temelleri, O’nun esası; Allah’tan Muhammed’e İslam manasına ‘Elif Lam Mim’dir. 2-Bakara, 3-Ali İmran, 29-Ankebut, 30-Rum, 31-Lokman, 32-Secde, 13-Rad, 7-Araf surelerinde girişler, bu harfler yani Fatiha Suresi iledir. Kur’an’da, duraklı okunan harflerin her biri, aslında başlı başına birer kitap gibidirler.
Benzer şekilde 10-Yunus, 11-Hud, 12-Yusuf, 14-İbrahim ve 15-Hicr Surelerinin ilk ayetleri de ‘Elif Lam Ra’ harfleri ile başlamaktadır. Allah’tan Resulullah’a Esenlik manasınadır.
‘Ha Mim’, ‘Haber ver Muhammed’ manasınadır. Haberin Sahibi Allah’tır. Verilecek haber İslam’dır. Haberi verecek olan da Muhammed’dir. 40-Mümin, 41-Fussilet, 47-Şura, 43-Zuhruf, 44-Duhan, 45-Casiye, 46-Ahkaf Surelerinin 1. giriş ayetleri Ha Mim harfleri iledir.
Kitabın kesik okunan harfleri ile ilgili Hz. Muhammed’den sahih bir hadis olmadığı bildirilmektedir. ‘Ha Mim’, ‘Haber ver Muhammed’ söylemine uygun olarak, Allah’ın elçisinin bazı hükümdarları İslam’a davet ettiği mektuplar, dolaylı da olsa hurufu mukataa konusunda yol göstericidir. Hükümdarlara gönderilen bu yazılar giriş bölümü, mektubun İslam’a davet eden ana bölümü ve bitişte Peygamberin kimliğini bildiren imza bölümü ile kitabın, ‘Elif Lam Mim’ düzenini hatırlatmaktadır.
Bir örnek vermek gerekirse; Bismillahirrahmanirrahim! Allah’ın kulu ve resulü Muhammed’den Bizans imparatoru Heraklius’a girişi ile başlayan ve imparatoru İslam’a davet eden gelişme bölümü ile devam eden mektup, Hz. Peygamberin imzası ile tamamlanmaktadır. İmza, Muhammed, Allah’ın elçisi şeklindedir. Bu imza, Kur’an’ın ‘Mim Ra’ söylemini hatırlatır.
Ümmü’l Ayet (Besmele) ile açılan Fatiha Suresinin 2, 3 ve 4. ayetleri Elif ayetleridir. Bu ayetler bir insanın, Allah’ı nasıl anlaması konusuna, giriş yapan ana beyanlardır. Bu ayetler İslam’ın temeli, İslam’ın esasıdır ve idrak olunamadı ise, İslam adına hiçbir şey layığı ile anlaşılmadı demektir. Allah, kendini yarattıklarından gizlememiş, onların dilinde, onların anlayacakları şekilde bildirmiştir.
Fatiha Suresinde, Elif ayetleri sırası ile 2- Hamd ayeti, 3-Rahmet ayeti ve 4-Hüküm ayetidir. Bu ayetler incelenirse, her kelimesi ile ve en sade ve en öz ve en anlaşılır şekilde, Allah’ın tek olduğunu, kendisinden başka yaratıcı bulunmadığını, her yüksek değerin yegane sahibi ve membaı olduğunu, yaratışın merhamet üzere olduğunu ve yarattığı hür iradeyi hesaba tutacağını anlatmaktadır. Elbette O’nun bu tanımlamasından daha mükemmeli de olamaz.
Öyle ise hür irade, O’nun daim ve diri ve tek olduğuna iman ile O’nu gereği gibi tanımak ve O’ndan sakınmak ve dini yalnızca O’na halis kılmakla yükümlüdür. O’nun eşi, ortağı, benzeri, dengi, anası, babası, çoluğu, çocuğu, yardımcısı olamaz. Din gününde O’nun, beyana izin verdikleri, zaten O İradeye biat etmiş ve O’nun Öğretisi ile bütünleşmiş olanlardır. Demem o ki, İlahi İradeye ters düşecek bir beyan ile şefaat umulmasın.
Allah’ı tanımlayan Elif ayetlerinin Ademoğulları üzerine rahmeti, Fatiha suresinin 5-6-7. ayetleri yani surenin son üç ayetidir. Bunlar Allah’tan Lam (İslam) ayetleridir. Fatiha Suresinin 5. ayeti, şirkin reddidir. O’ndan başka ilah yoktur ve yöneliş tamamen O’nadır, beklenti yalnızca O’ndandır. Bu ayet, İslam dininin olmazsa olmazıdır. Bu 5. ayetin gereği yerine gelmemiş ise, 6 ve 7. ayetler mümkün olmaz. 5. Ayet, kulun doğru yola giriş ayetidir, doğru yolun başıdır. Bu kapıdan girenler teslim olan’lardır, Müslümanlardır.
Fatiha Suresi 6. ayetin hurufu mukattaa ile ifadesi, ‘Sin’ harfi ile işaretlenir (Sin, İhsan yolu, İyilik yolu) harfidir. Surenin 6. ayetinde, kulun ‘Bizi doğru yola ilet’ söylemi, kitabın doğru anlaşılması için Allah’tan yardım talebi konusudur. Bir kulun her dem en seçkin duası, onun bu doğru yol talebidir. Şayet kul, ‘Bizi doğru yola ilet’ talebinde samimi ise, Kur’an’i öğreti ile kalbi bir imana ve yaşayışa ulaşacak, amenü olacaktır. Doğru yolun yolcularına Mümin denir.
Fatiha Suresinde 7. Ayet, hurufu mukattaadan ‘Sad’ (Dosdoğrular, sadıklar manasındadır ) harfi ile ifade edilir. Fatiha’nın 7. son ayeti, kulun doğruyu yanlışı görmesi ve hak üzere sebat etmesi ile ilgilidir. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak, O’nun gazabından sakınmak ile ilgilidir. Hakkın ve batılın ayırt edilmesi, dosdoğru kavraması ve hakkın yaşamın esası kılınması hususudur. Kul bu yolda yürüyorsa, razı olunan yararlı eylemler üzeredir. Bu 7. ayetin hakkını verebilenler, Furkan sahipleridir, onlar Sakınanlardır, Müttakilerdir.
İslam dininin temeli, Allah’ın 5, 6 ve 7. ayetlerde bildirilen söylemi olup, değişmezdir. Kitap, Fatiha Suresinin açılımıdır, bütün ayetleri de Fatiha suresinden menşe alır. Kitabın ayetleri şirki reddeder, eğri yolu da bildirerek doğru yola davet eder. Daha çok Medine dönemini ilgilendiren kitabın hüküm ayetlerinde ise değişmez olan, o ayetlerin ruhudur. Ahkam ayetleri ancak indiği toplum durumunu muhafaza ettiği yani aynı şekilde kaldığı sürece değişmezdir, aynıdır. Ayetlerdeki ruh korunmak üzere, toplumlar değiştikçe belirlenecek yeni kurallarla huzur sağlanacaktır. İnsanın potansiyeli bütün bu işleri başarabilir güçtedir.
‘Allah, doğruluğu emreder, fuhşiyatı meneder.’ (Nahl Suresi, 16/90)
Mim sembolü (Kelime kökeni; işaret edilen, belirlenen), Hz. Muhammed’i simgeler. Muhammed adı, O’nun El-Hamid (Erişilmez yücelik sahibi, övgülerin üzerinde olan) isminden menşe alır ve övülmeye değer anlamındadır. Böylece, ‘Elif Lam Mim’ söylemi en kısa ve öz şekilde; Allah’tan Muhammed’e İslam manasınadır.
7-Araf Suresi 1. ayeti kerimesi; ‘Elif Lam Mim Sad’, Allah’tan Muhammedü’l-Emin’e Selam, 13-Rad Suresi ilk ayeti, ‘Elif Lam Mim Ra’, Allah’tan Muhammed Resulullah’a Esenlik anlamındadır.
Hurufu mukatta konusu ile ilgili ana hatların, Fatiha Suresi kapsamında bulunduğunu görmekteyiz. Fatiha Suresinin, inişte ilk tamamlanan sure olduğunu biliyoruz. Yani kitabın başı da, sonu da, heniz vuku bulmamış olaylar üzerine indirilecek ayetleri de yani kitapta ne varsa, önceden belli idi. Kitabın Allah katından, Levhi Mahfuzdan, Hz. Cebrail (as) ve yardımcıları ile dünya semasına indirildiği de gerçektir. Ayetler birer ikişer ortaya çıkınca Mekkeli kafirler, ‘Muhammed aklına estikçe azar azar getiriyor’ diye düşündüler. Bu düşüncelerini ‘Kur’an ona tek bir defada topluca indirilmeli değil mi idi?’ (Furkan Suresi, 25/32) diye dile getirdiler. Aslında tamamı ezelden belliydi. Kitabın neden bir defada, topluca değil de peyderpey indirildiği hususu, 17- İsra Suresi / 106. ayette bildirilmektedir. İnsanların onu yavaş yavaş, sindirerek okunmaları ve anlamaları içindir.
Böylece hurufu mukattaa Kur’an’ın ana surelerinin başlıklarını yapmak yanında, Hz. Peygambere (sas) Yüce Allah’ın esenlik dileklerini de iletmekte, onu ferahlatmakta, yükünü hafifletmekte ve Hz. Muhammed’in (sas) şanını da yüceltmektedir. O harfler aslında Kur’an’ın özüdür.
Hiç şüphe yok ki, Hz. Muhammed (sas), hurufu mukattaa hususunu en ince ayrıntılarına kadar en güzel şekilde bilen insandı. Açıklama yapmadı. Bana göre bu konuda konuşmamasının en başta gelen nedeni şudur: Kafirler Kur’an için, ‘Bunu kendisi uydurup söylüyor’ diyorlardı. Yani bazıları Kur’an’ın, Allah’tan Muhammed’e vahyi konusuna şüphe ile yaklaşıyor, mesafeli duruyor hatta kitabın Muhammed’in uydurmasından başka bir şey olmadığını dillendiriyorlardı. Allah (cc), Yunus Suresi, 10/38; Hud Suresi, 11/13; İsra Suresi, 17/88; Tur Suresi, 52/34 gibi ayetlerle, böylelerine meydan okudu. Allah’ın meydan okuması, ‘İnsanlar ve cinler bir araya gelseniz, Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardıma çağırsanız, yine de surelerin bir benzerine güç yetiremezsiniz’ şeklindedir. Kur’an, bu çağrısında haklıdır. Çünkü, kitap Allah’tandır, insanın ortaya koyabileceği değerlerin çok üzerindedir ve bazı ayetleri de bilimin gelişmesine, zamanın getireceklerine ve insanın anlama aşamalarına tabidir. Demem o ki, Kur’an üstün bilgidir, o bilgi ile Allah insana, kendisine ulaşılacak doğru yolu göstermektedir.
Hz. Muhammed (sas) sustu. Hurufu mukattaa ile yapılan açılışı takip eden satırlarda ve kitabın birçok beyanında, ayetlerin apaçık olduğu bildirilmesine ve düşünürlerin konu üzerinde onca çabalarına karşılık, Hz. Muhammed’in (sas) bu konuda olan suskunluğuna akan yüzyıllar, hem doğudan hem batıdan doyurucu bir ses bir nefes getiremedi. Eğer Kur’an, insani bir düzeyde ve insana ait bir söylem gibi olsaydı, duraklı okunan harfler konusunda, insanların ilgisiz tahminlerle bocalamaları yerine, tatminkar katkıları mutlaka olurdu. Hz. Muhammed’in (sas) konuşmadı, dünya da konuşamadı. Sanırım böyle olması daha hayırlı oldu. İnsanların çoğu, kolay ulaşılmış değerleri pek önemsemezler. Kendini vermeyene, Kur’an’ın da hiç yüz vermediği konusu bir gerçektir.
‘Uydurdu’ diyenlere cevabım şudur. Allah insanları birtakım harflerle de imtihan eder. Kitabın, ‘Elif Lam Mim, Allah’tan Muhammed’e İslam’ söylemi bence yaşamın gayesidir, ta kendisidir. Yaşamdan bu harflerden birini çekip alırsanız geriye ne kalır ki, hayat bile anlamsızlaşır. Bendendir asla demem. Her şey bir vakte göredir derim. Hamd ilmi ile Kur’an’ı indiren, hakkı ile Alim olan Allah’a derim. Hamd bahşedene, Hamd vesile kılana derim. ‘Her haberin bir zamanı vardır. İleride bilirsiniz.’ (Enam Suresi, 6/67)
‘Müteşabihtendir, yaklaşmayın..’ diyenlere sözüm şudur: Doğru olan, anlamaya çalışmak değil mi? Kem küm ettiğiniz acaba bir akıl meselesi olmasın? Akılsız kimdir? Sözünü tükettiği zaman, bütün sözler de tükendi zannedendir. Bencil insanlar, kendilerinden başkalarını görmezler. Görüşleri yoktur. Hesabı kitabı olmadığı için, kendi sınırlarından, kendi yeterliliklerinden de gafildirler. Ama kendilerini akıllı sanmaktadırlar. Akıl nedir? Allah’ın sözünün sonsuzluğunu, sözün en güzelinin O’nun olduğunu bilmektir. Kitabın bütün ayetleri apaçıktır. Çoğu ayetler, okuyanlar tarafından nasıl anlaşılması gerekiyorsa öyle anlaşılır ki, bunlar kitabın açık yani muhkem ayetleridir. Bazı ayetlerin açıklanmasında ise en sağlam destek, konu ile ilgili görülen bütün ayetlerden yardım almaktır. Tek olarak okunduğu zaman farklı yorumlara yol açabilen ayetlerde, konu ile ilgili bütün ayetler bir arada incelenecek olursa, ulaşılması istenen manalar aydınlığa kavuşacaktır. Varlığından hiç şüphe bulunmayan Allah’ın indirdiği kitapta da, kuşkusuz şüphelere yer yoktur. Allah, kitabında, üzerinde tartışmalara, ayrılıklara neden olabilecek ya da kafirlere hoş hissettirecek müphem alanlar mı bıraktı diyorsunuz? Benim mücadelem, ayetleri hevesleri istikametinde eğip bükerek, din üzerinden güç devşirmeye çalışanlardır. Hakikat Rabbindendir. Öyleyse şüphecilerden olma. (Bakara Suresi, 2/147)
Ümmü’l Ahid kitabımızın, 131-139. sayfalarında ‘Fatiha Suresinin giriş kapısı; Besmele’ başlığı altında açıklanan bölümde, Besmelenin detaylı analizi verildikten sonra şu sözü söyledik: ‘Hadi bir araya gelin, toplaşın, yardımlaşın da benzeri bir ayet yapın. ‘Bismillahirrahmanirrahim.’ Artık şöyle de diyebiliriz; ‘Hadi, siz de birkaç harf dizin de alemleri bürüsün.’ ‘Allah’ın rahmeti ve ilmi her şeyi kuşatmıştır (Elif Lam Mim).’ (Mümin Suresi, 40/7)
İnsan, dini Allah’a halis kılmakla sorumludur. O tek otoritedir. Sübhân olan yalnızca O’dur. İnsana düşen, O’ndan başka ilah tanımamaktır. İnsanlık üzerine İslam, Allah’tandır, Allah’a aittir, O’ndandır. Vahyin muhatabı, Allah’ın resulü, Allah’ın halifesi Hz. Muhammed’dir (sas). Kitap, Muhammed Resulullah’ın (sas) yaşamıdır ve vasiyetidir. Mümin olanlar bu vasiyetin gereği, İslam’ı doğru anlamak ve onu içselleştirmek ve yaşamak ve İslam’ı dileyenler için hakikatin anlatılmasına yardımcı olmaya çalışmalıdır. Müminlerin İslam ile hedefleri, ebedi yaşama kapı olan hüküm gününde, O’nun bağışlaması ve O’nun rızasına mazhar olmaktır. Hiçbir dünyevi ihtiras, İslamî değerlerin üzerine çıkamaz ve İslam kendini bilmezlerin heveslerine aracı kılınamaz.
Elif Lam Mim söyleminin manasını apaçık ifade eden onlarca sayıda Allah’a itaat, vahye uymak, Allah’a tevekkül, O’na sığınmak, O’ndan sakınmak, Peygamberine itaat ayetlerine karşılık, neden bazı ana surelerin girişlerinin, dikkatleri çekici kesik okunan harflerle şifrelenmiş olduğu sorusunun cevabı, İslam coğrafyasının ve tarihinin, firavunlar geçidi ile ilgili can acıtıcı görünümünde saklıdır. O semboller, tefekküre davet eden gizemli duruşları ile, İslam’ın temellerini ve insanın sorumlu tutulacağı sözleşmeyi hatırlatır.
Demem o ki, kitabın apaçık beyan olunan ayetlerine itina etmeden Allah’ın dinini, kendi anlayışları üzere fırkalara taşıyan ortak koşucular, ileride belirlenmiş bir vakitte, üzerinde atıp tuttukları harflerin de, apaçık ayetlerdeki gibi uyarıcı hakikatleri ile karşılaştıklarında şüphesiz bunu da kaale almayacaklar. Onlar hep azap ehlidir. Uydurdu mu diyorlar? Beyanın ( ifadenin ) en güzeli Allah’a aittir, açık olanın da atıp tuttuklarının da. Ve kitap indirildiği şekilde aynen korunmaktadır. Ve Hz. Muhammed, Kur’an’ın kapısıdır ve onun aynasıdır.
Vahyolunan ve Hz. Muhammed (sas) tarafından insanlara aynen okunan Kur’an’ı Kerim’in bazı surelerinde girişleri yapan ve duraklı okunarak dikkatleri celbeden Rahmani manalar, kitabı bünyelerinde devşiren, böylece Alemlerin Rabbine verdikleri sözü boşa çıkaran ve yeminlerini az bir bedel karşılığında değiştiren ortak koşuculara ve onların yandaşlarına ve süregelen şeytani düzenlere ses çıkarmayıp seyirci kalanlara karşılık, dinin dokunulamaz, değişmez ve değiştirilemez kaidelerini vurgulamaktadır. Birkaç harften oluşmuş ilahi sembollerle ulaşılmış ve apaçık kılınmış yüksek anlamları yanında, dünyalık peşinde bu esasları hiçe sayanlara, elem dolu azabı müjdeleyen örtülü bir ikaz da mevcuttur. Demem o ki, duraklı harflerle yapılmış bu ilahi söylem, Rahman’ın koyduğu hudutlardır.
Hiç şüphe yok, duraklı harfler, tastamam kitabın özüdür. O özde, kimi insan indirilen müjdeyi görür, kimi yapılan uyarıyı fark eder, kimi de hem uyarıyı hem de müjdeyi görür. Ancak biat sahipleri, Allah’ı görürler. Ahde vefa sahipleri onda tevhidi görürler.
Okuyup durdukları surelerin başında, bağımsız ilahi deliller idi ki, ‘Gözden kaçmış’, ‘Okumamışız’ diyemezler! Dura dura okundu ki, ‘Farkında olamadık’, ‘Dikkat çekici değildi’ diyemezler! Korunan kitapta, o sözün hudutları idi ki, o fesadı yüklenen mahlukatın hüsranı, kanlar döken İsrail oğullarına denktir.
Demem o ki, ibadetiniz, şeyhiniz, lideriniz, reisiniz, tarikatınız, cemaatiniz, partiniz, siyasetiniz, ideolojiniz, rantınız, nass bildikleriniz sizi kandırmasın da İblisin iğfal ettikleri arasına katılmayın.
Hakikat yolcuları için Allah’ın ayetleri, hakkın, hakikatin kalemle ifadesidir. Onlar o kitabın sayfalarını kalpleri titreyerek döndürürler. Onun Rabblerinden hak olduğunu bilirler. Kitabın insanı çağırdığı deliller güneş gibi ya da geceleyin göz kırpan yıldızlar gibi, gökyüzünde süzülen kuşlar gibi, ağaçlar gibi apaçık hakikatlerdir. Allah yaşamlarınızın da işte öyle hak üzere, hakikat üzere olmasını diler, diler ki kurtulasınız. Onun dışında kalan ne varsa kurgudur, algıdır, uyutmacadır, masaldır, batıldır.
İtirazım, Allah’ın dinini sahiplenip namazı ile, orucu ile, haccı ile haksızlıktan haksızlığa koşanlaradır. Bize nasip etmeli değil miydi? Cehennem ehli olduğunuzu anlayıp kabul eder miydiniz? Aslında onların yaptığı şeytana haccetmektir. El alemin vergileri ile lüks otellerde konaklamak, kıtlıktan çıkmış gibi tıka basa yemek, sonra da acıklı hikayelerle, tavaflarla huzura kavuşmak. Bazıları küçük yaşlarda çalışmaya mecbur ise, hele onların arasında hayatını başkalarının atıklarından çıkarmak için sokaklara mahkum çocuklar varsa inecek kitaba bile gerek yok, ne yapılacağı açıktır.
Suç Allah’ın mıdır? Allah suçlu mudur? İslam’ın söylemi baştan aşağı edep iken nasıl oluyor da kader deyip suçu O’na yüklersiniz? Kitabı okumaz mısınız? Yoksa okuduğunuzu anlamaz mısınız? Haya mı tükendi? Bunların yaşamları, ‘Konu para ise gerisi teferruattır’ diye özetlenebilir. Dinleri gösterişten ibarettir. Allah’ın dininde, sükseye yer yoktur. Yalnızca işlediklerimizden değil ama, yapılması gerekirken görmezden geldiklerimizden, haykırmak gerekirken sessiz kaldıklarımızdan da sorgulanacağız. Allah’ın erleri için dilerim ki; o gün başlar öne eğilmesin. İmanın hakkı, onun gereğini yerine getirmektir.
İnsanlar hayat boyunca koşar, didinir, düşer, kalkar, kazanır, kaybeder. Elbette hayatlarını idame ettirebilmek için çalışmalarının karşılığı olan dünyevi kazanımlar önemlidir. Onların barınmaları, beslenmeleri, sağlıklarını korumaları için gereklidir. Ama bütün bunlar nihayetinde dünyada kalır yani sonuç topraktır. Ancak ruhunuza yüklediğiniz iman devam edecektir. Yani dünyadan koparabileceğimiz yegane gerçek değerimiz, imanımızdır ve o değer müminlere gök kapılarını aralar.
İnsanların çoğunun hedefleri ise sadece dünyevi başarıları ve menfaatleri oldu. Üzücü olan bu hedeflere koşarken dinin, araç olarak kullanılmasıdır. Böyleleri için İslam, onları gayelerine ulaştıracak bir vasıtadır. Ticaretlerinde, siyasi emellerinde, arzuladıkları makamlarda, mensubu oldukları cemaatlerde din üzerinden güç toplamaya çalışırlar. Onların ‘İslam adına’, ‘Allah adına’ konuşmaları sakın yanıltmasın. Az bir bedel karşılığında satışa çıkardıkları İslam’dır. Amaçları razı olunan bir mümin olmak değil de yalnızca dünyevi güç kazanmak, başarılar elde etmek, üstünlük tesisidir. Daha yüksek mevkiler, daha çok para sahibi olmak ya da en azından güçlü bir kanat altına girmeyi dilerler. Onlar güç putunun tapıcılarıdır. Bu açık şirktir. İblisin Allah’a secdeyi reddederek, ‘Ben Ademden üstünüm..’ (Sad Suresi, 38/76) söylemi, Allah’ın yanıldığının, O’nun yanlış olduğunun ifade edilmesidir, bunun yerine doğru olan ise kendi söylemidir. Kendi nefislerinden başka tanımayanlar, Allah’tan gelen ayetleri boşa koyup, kendi bildikleri gibi yaptılar. Böylece İblis gibi oldular, İblis oldular, İblisleştiler.
Dinlerini boşa çıkarırlar. Kıldıkları namazlar eğilip kalkmaktan ibarettir, oruçları bir süreliğine aç kalmaktır, okunan ayetler gırtlaktan aşağı inmez. Dinleri sadece bazı şekillerde, gösterişlerde kalakalmıştır. Kendilerini üstün, hatasız görürler. Tövbe etmezler ya da tövbeleri sadece dillerindedir. Allah’tan sakınmazlar. cennetteki yerlerinin de hazır, onları beklediğini sanırlar.
İzninizle şöyle tamamlayayım. Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir. Allah’ın dinini insanlığa tebliğden ve onu insanlara anlaşılır kılmaktan başkaca muradı yoktur ve olamaz. Onun arzusu asla bir güç merkezi haline gelmek, nefes alıp veren bir put, bir firavun olmak değildi ve olamaz.
Sağır Sultan – Kör İmam
Kitap O’ndan doğruluktur
O Allah’ın hak yoludur
‘Bizi doğru yola ilet’
Kalplerdeki arzu budur
Cahil olan tınmaz bunu
Yolu sapa, görmez sonu
Kibir yüklü her haliyle
Şeytan cahillerle raksta
Şeriat der, hilafet der
Onun derdi saltanattır
Haram yerler, helal derler
Şeytan minbere kurulur
Dini rahledir, cübbedir
Dini sultan buyruğudur
Secdeleri padişaha
Sultan sarayda oturur
Şeytanlara kul olanlar
İşler güçler dünyalıktır
Dini yalnız gösteriştir
Cedden miras hurafedir
Ne sultanı ne efradı
Ne müridi ne mürşidi
Ne de halkın masalları
Önceliği ben onların
Din dünyaya dalmak değil
Ahireti kazanmaktır
Mümin yaşam nakkaşıdır
Önceliği haktır O’nun
‘Bizi doğru yola ilet’
Gözü gönlü yola koymak
Aklı fikri yolda olmak
Mezun olmak, sonra ölmek
VIII. Bölüm: Dosdoğru olmak
İslam dini, insanın en yüksek ideali, başlıca hedefi, amacı, onun yaşamı olmalıdır. Birilerinin siyasi ihtiraslarına, dünyevi menfaatlerine, insanların saf dini duygularını suistimal etmelerine geçit verilmemelidir. Mümin kişi, Allah’a sığınır ve hatalar yapabileceğini bilir. Müminler kendilerini kınayan nefislerdir. Mümin olduklarını söylemeye dahi çekinirler. Onların her dem duası, ‘Bizi doğru yola ilet’ (Fatiha Suresi, 1/6) şeklindedir.
Allah’ın dini, bir yönetim şekli, bir ideoloji değildir. Bunlar insanlara ait işlerdir, tarihsel süreçte toplumların taleplerine göre şekillenirler. Allah’ın, özü tevhid olan dini İslam, en başından, Adem’den beri değişmezdir. İslam adaleti, dürüstlüğü ve yardımlaşmayı emreder. Tabii ki toplumda İslam’a gönül verenler çoğaldıkça, yükselen ahlaki değerle ve birikimle, hangi yönetim şekli olursa olsun huzur artacaktır.
İnsanoğlu üzerine o sözün nedeni, kitapta çok açık bildirilen ana konularda bile idrak problemleri ve Kur’an’dan sapmalardır. Onlar kendi uydurduklarını çoğalttılar ve ona inandılar. Her çağa ve her şarta, biriktirdikleri külliyatın sararmış, küflü sayfalarından hüküm taşıma, ondan medet umma çabasına girdiler. O devrin elbiseleri ile sokaklarda dolaşan cahillere benzerler. Hangi şartlara, hangi sosyolojiye, ne için indiğine bakmadan ahkam ayetleri ile oyalanırlar. O enerji, Kur’an’dan ahlâkî değerlerin anlaşılması için harcansa, toplumlar böyle yozlaşmaz, böyle kokuşmazlardı.
‘Allah, adaletle emreder..’ (Nahl Suresi, 16/90) sözünden kasıt, başkalarının hakkını hukukunu gözeten, liyakatli, teraziyi doğru tutan, yeterli eğitime sahip insanlardır. Böyle insanlar adil, güvenilir bir toplumun temelleri, en değerli unsurlarıdır. O zemin sağlıklı değilse, mahkemeler yoğunluktan iş yapamaz hale düşer. Yoksa bu ayetin ‘Adalet’ sözünden kastı, mahkemelerin vereceği hükümler değildir. Vizyon sahibi toplumlar, bu liyakat zeminine hazırlık yönünde eğitimi önemserler, gençleri için çalışma hayatının önünü açarlar, onları suça itmezler, refaha taşırlar.
Devletin eğitim öğrenimde hedefi, fikri hür vicdanı hür, düşünce yolları açık, özgür yetişmiş bireyler olmalıdır. Yoksa dogmalara, rahleye mahkum, kişilikleri bastırılmış, tahrip edilmiş bireylerden sağlıklı düşünme beklenemez. Onlar takkeyi, fesi, cübbeyi din sanırlar. Rahlenin girdabındaki dogmalardan, muhasır medeniyet ihtimali olamayacağı çok açıktır.
Benzer şekilde, sağlık konusunda havanız, suyunuz, toprağınız, gıdanız güvenli değilse, yaşamlar stres yoğun ortamlara mahkum iseniz, tanı ve tedavide en ileri becerilere, teknolojilere de sahip olsanız insanlarınız hastalıktan kendilerini kurtaramaz.
Devletler hep bu zeminlerden sorumludur. Yoksa her kötülüğün, her fenalığın zemini olurlar. Görkemli adliye sarayları, devasa hastaneler, adım başı sözüm ona üniversiteler gösterişten başka işe yaramaz. Böylece toplumlar kargaşaya, sömürüye hazırlanırlar.
Devletlerin öncelikli görevleri, yetişme çağındaki çocukları, özgür düşünme yetileri gelişmiş, çağdaş bilimsel değerlerle donanmış, her türlü hurafeyi, batılı reddeden, ahlaklı, sosyal yaşama ve çalışma hayatına uyumlu, yardımcı, katkı üretecek bireyler olarak topluma kazandırmak ve memleket ile ilgili her alanda, her konuda uygun olan, doğru olan zeminin tesisinde önceliklerin doğru saptanması ve fırsat eşitliğini sağlamak olmalıdır. Şairin, ‘Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, Ve bir orman gibi kardeşçesine’ dizelerinde olduğu gibi devletler de, fert ile toplum arasında aynen ağaç ile orman örneğinde olduğu gibi uyumdan sorumludur.
Adalet nedir? Bir şeyi yerli yerine koymaktır. Zulüm nedir? Uygunsuz yere koymaktır. Bu ise ancak belaya kaynak olur. (Mesnevi, VI/2597) Madem ki adalet hakkı teslim etmektir ve bu hakkı teslim etme faaliyeti de liyakati gerektirir öyle ise Mesnevi’nin bu öğretisi ile, ‘Allah adaletle emreder..’ ayetinin bir anlamı da ‘Allah liyakati emreder’ olur. Yobazlar liyakat nedir bilmez, ‘Liyakat mi, o da ne?’ der, şaşırırlar, ‘Domuz haramdır’ derler. Ama terazileri hep hilelidir. Deyin ki, insan eti yemek ya da domuz gibi yaşamak, haramın ta zirvesidir.
Suç mutlaka bir delil bırakır da, suç hak hukuk tanımaz, sinsidir ve hızlıdır. Delilleri karartabilir, bozabilir ya da farklı yönlendirebilir. Suç merhametsizdir. Suç akıllıdır demiyorum, ama kurnazdır. Adalet mekanizmasına göre açık ara önde hareket eder. Adalet mekanizması ise, yanlış karar korkusu ile ağır-aksak yol alır. Bazen yıllarca süren ve bıkkınlık getiren adalet arayışı, müştekiyi adalet koridorlarında infaz bekleyen hükümlüye döndürür. Delile ulaşmak da her zaman kolay değildir, masraflı olabilir. Zaten meydana çıkan hasar, çoklukla telafi edilemez. Adalet makul çalışmışsa, zarar görenlerde ve toplumda rahatlatan bir huzur oluşur. O kararlar ibret verici ve caydırıcı bir rol oynar. Suçun cezasız kalması, toplumda suçlunun çoğalma nedenidir.
Kısaca ifade etmek istersek, ‘Allah adaletle emreder..’ (Nahl Suresi, 16/90) ayeti, öncelikle bütün müminleri bağlar. Fakat sözde dindarlar için, edep, doğruluk, liyakat önemli değildir. Düşünen insanı reddederler. Bilimi aşağılarlar. Onlar için önemli olan suçlarına ortak olacak sadakat sahipleridir. Onlar için önemli olan kulluk edecekleri çağdaş firavunlar, o saltanat sahiplerine kalkan olacak mahkemeleri ve o mahkemelerin idam sehpalarıdır. Sonunda kendi ürettikleri o külliyat, onların yetmezlikleri oldu. İslama uygun sandıkları yaşamlarını, Hz. Muhammed’in (sas) zamanına taşıma imkanı olsa, en başta Hz. Peygamber (sas) onlardan yüz çevirir, onlara bakmazdı. Ya da ‘Sizin işiniz Allah’a aittir’ derdi. Ya da Hz. Peygamber (sas), günümüze gelse ve tekrar insanları Kur’an’a davet etseydi, bu zevatı kulaklarını tıkamış, sımsıkı kapanmış olarak izlerdiniz. Sanki, ‘Buraya Allah giremez’ der gibi.
Tavan Arası
Benim memleketimde en iyilerin
Sindirildiği yerdir tavan arası
En iyi hukukçuların, tıpçıların
Sanatçıların, edebiyatçıların
En iyi tarihçilerin, yazarların
Benim memleketimde en cahillerin
Kavgaları yüksek makamlar içindir
Kanlı koltuklardan savrulan fetvalar
Kanun namına döşenen fenalıklar
Nass diye çığrışan eli maşalılar
Demokrasi, doğruluk, barış ve bilim
Özlemiyle yanan liyakatlilerin
Bir ışık arayışı tavan arası
Buram buram esmekte bahar havası
Kalplerde yeniden memleket sevdası
Yaşamak İnanmaktır
İnanmak nefsi aşmaktır, emanete ulaşmaktır
Cahiller ben’e tapar, benle avunur, bende kalır
Cehalet yaşama uyumak, inanmak uyanmaktır
Yaşıyorum sanmak değildir yaşamak, kavramaktır
Mümin namaz kılar, cahil yatar kalkar namaz sanır
Mümin kalbi ile, cahil ağzıyla okur, Kur’an sanır
Müminin derdi Allah’tır, cahilin göz boyamaktır
Yaşıyorum sanmak değildir yaşamak, anlamaktır
Çoğu fakihin, ayetler ve hadisler bağlamında uygunluğunu iddia ettikleri yorumları, akıl almaz hükümleri karşısında, bazı âkil insanların farkındalığı, karşı duruşları, itirazları ve yanlışları düzeltme çalışmaları, aslında Kitabın, Allah tarafından korunmakta, apaçık ve anlaşılır olduğunun güçlü delillerindendir. Korunan kitaba rağmen, Hz. Peygamber’e (sas) ve ashabına ait o eşsiz dönemden sonra, İslam, hiçbir dönemde hakkı ile yaşanmadı. Onu şahsi olarak yaşama çabasında küçük azınlıklar dışında kitabın iki kapağı arasında hapis kaldı. Hamd O Allah’a ki, insana dünya hayatında İslam’ı tanıtmış ve İslam, müminlerin ideali ve özlemi olmuştur. İslam’ın ebedi yaşamı, Cennetlerdedir. Öncelik, önümüzdeki dünya yaşamıdır. Yüce Allah iman sahiplerine, dünyayı kuşatmış şu insan kılığındaki ikiyüzlülerden zedelenmeden sıyrılmayı nasip etsin.
Kendisini otorite zannederek üstünlük tesisi için çalışan, uydurdukları dini de yönetim şekillerine taşıma gayretinde olanlar, dünyevi rütbeleri şeyhülislamlık olsa ve onların bütün yaşamları ibadetle geçse, kendilerini kurtarmaya güç yetiremeyeceklerdir. Onların ebedi durakları Cehennem’dir. Tek olan Kudret, kahredicidir.
O insanı yarattı, ona akıl verdi, ona Kendi ruhundan üfledi, onu halifesi kıldı, ona kitabı indirdi. Mümin olduğunu söyleyenler, Kur’an’ın mümini ile ne kadar uyumludur? Kitap kişide ne kadar anlaşılmış, ne kadar içselleşmiş ve uygulamaya konulmuş ise, bu uyum o kadar iyidir. Uyumsuzluk, ölümcül günahlara kapı aralar. Hüküm gününde onların sorguları, onların işledikleri günahlar olacaktır. O’ndan gelen hakikati örterek, yerine tesis ettikleri kurgu yollarında sapıtmamış, şaşırmamış olsalardı, kıyamet vuku bulmazdı. Bu şiddetli ve sarsıcı sonu, onun hazırlayıcıları fazlası ile hak etti.
IX. Bölüm: Dabbetü’l Arz
27-Neml Suresi 82’nci ayette dabbe, Allah tarafından, onların arasından tablonun vahametinin farkındalığı ile ayrıştırılan ve anlaşılamadığı için de mücadeleyi ısrarla sürdüren biridir. Allah’tan başka ilah tanımadığı ve O’na tam güveni ile, kendisine ilahi vizyon bahşedilmiş bir insandır. İnsanlığın Allah’ın yasalarına hayat hakkı tanımayarak çökmekte olduğunu görmekte ve onları uyarmaktadır. Kimlik belirsizdir. Düzenlerine karşı çıkanlardan biridir. Onu benzerlerinden farklı kılan, ona iletilmiş bilgi ile onun ilahi konularda derinliğidir. Konunun önemi kimlik değildir. Konunun önemi, insanı değer kılacak bilgilerin boşa çıkarılması, böylece İblisin insanlar hakkındaki zannının doğrulanmış olmasıdır.
Kıyametten hemen önceki zamanlarda dabbe, Allah katından indirilen ve korunan o nura rağmen, Allah’ın yüceliğinin gereği gibi taktir edilemediğini, Kur’an’ın ruhunun kavranamadığını, sırat-ı müstakimden sapıldığını, toplumların perişanlıkta yarıştığını izlemektedir. İnsan, Kur’an’ın hakkını veremedi. Anlaşılma problemi mevcuttur. İçsellenmemiştir. Cansız bir beden, kokuşmaya yüz tutmuş bir ceset gibidir. Bu sapıklığın dönüşü yoktur. Ölülere işittirmek gibi sözler de çaresizdir. Kur’an’ın nüfuz edemediği, hayat veremediğine, kim ne yapabilir ki? İnsanoğlunun tükenmişliği üzerine o söz gerçekleşti.
Cennet Ne Zaman?
Kitabı okuduğun zaman
Nuru seni sardığı zaman
Kelam nefes aldığı zaman
Kendini okuduğun zaman
Özüne kavuştuğun zaman
Hiçlik neymiş bildiğin zaman
Merhameti silkindiğinde
Adaleti yürüdüğünde
Sorma artık cennet ne zaman ?
Bil ki sen cennetsin o zaman
Allah’ın Dediği Olur
Allah Alim, ilim O’ndan
Allah Süphan, Furkan O’ndan
Kullar yolcu, yollar O’ndan
O alimler Aliminden
Rahman Rahim Allah Adı
İnsan sanki kuş misali
İki kanat taşır onu
İman ve eylem kanadı
İman sanki bir nur pınar
İnsan eylemiyle parlar
İman derinlerde kökler
Eylemler gökte meyveler
İnsanoğlu imandaysa
Allah anda yaşıyordur
Allah canda yaşıyorsa
Bir can değil, bin can olur
İyilikler Allah’tandır
Kullarına ihsanıdır
Hayat bulur Salihlerde
Haddi bilen bunu bilir
Kuludur bunları söyler
Devran döner kulu söyler
Kendi söyler kendi dinler
O işitsin kula yeter
Dünyada ertelenenler
Cümleten suspus olmuşlar
Hüküm günü O’nu dinler
Allah ne derse o olur
On ömür yaşasa da bir
Bir ömür anlaşılmayan
Anlaşıldı hüküm günü
Allah’ın dediği olur
‘Ant olsun İblis onlar hakkında zannını doğruladı. İman eden bir azınlık dışında hepsi ona uydular.’ (Sebe Suresi, 34/20)
‘Allah’ı gereği gibi bilemediler. Kıyamet günü yer bütünüyle O’nun kudreti altındadır. Gökler de O’nun kudret elinde dürülmüştür. Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir.’ (Zümer Suresi, 39/67)
‘Resul, ‘Ya Rabbi insanlar bu Kur’an’ı terkedilmiş bıraktılar’ der.’ (Furkan Suresi, 25/30) Hüküm gününde, huzurda Hz.Muhammed’in (sas) Rabbe beyanıdır.
Atıp tuttukları, uydurup durdukları dabbe bence budur. Sanki insana sunulan, ama çoğunluğun akıp giden onca zamana rağmen acizliği ve hüsranı olan Kur’ânî yüksek hakikatler konusunda, Yüceler Yücesinin bir ayeti ile andığı o son çırpınış gibi..
‘O söz gerçekleşeceği zaman, onlara usanmadan konuşacak birini çıkaracağız da, ayetlerimizde samimi olmadıklarını söyler.’ (Neml Suresi, 27/82)
Allah’ın üzerlerine olan hükmü, ebedi azaptır. Bu ilahi hükmün gerekçesi, 27/84 ayetinde belirtildiği üzere, kitabı anlamaya çalışmak, onu bir yaşam şekline dönüştürmek yerine Allah’ın ayetlerinin boşa çıkarılmasıdır. Peygamberin, hüküm gününde huzurda bildirdiği görüşü de böyledir, 25/30; ‘Kitaba sırtlarını döndüler, Kur’an’ı terkettiler’. Dünya kıyamete yaklaştıkça, Müslüman olduğunu dillendiren ama Rahman’ın hak yolu ile hakikat ile hiç alakası olmayan ve din adına yaptıkları taşkınlıklar dayanılmaz boyutlara ulaşan topluluklar coğrafyada hakim olacaklar.
Din Gününde Allah’ın ve elçisinin cehenneme sürüklenenler üzerine yukarıda ayetlerle bildirilen nihai sözlerinin, dünyanın kıyamete yakın zamanlarında karşılığı, Rahman tarafından ortaya çıkarılacak olan dabbenin, insanları o ilahi hükümlere taşıyan detaylar hakkında bıkmaksızın konuşmalarıdır. Bu konuşmalar aslında, Allah’ın doğru yolundan sapıtmış toplumların içinden çıkarılacak olan kişinin, Kur’an’i bilginin Allah tarafından korunduğuna ve düştükleri sapıklığa da her dem üstün olduğuna delil kılınmasıdır.
Kur’an’ı Kerim, insana hitabeder ve Allah’ın insana olan samimiyetinin, merhametinin, güveninin ifadesidir. Samimi olmayan insandır. Onun samimiyetsizliğinin nedeni dünyaya olan bağlılığı, açlığıdır. İnsanın bu samimiyetsizliği, okuyor görünmesine rağmen, Allah’ın ayetlerini gereği gibi önemsememe, kitabın sunduğu bilgilerle arzulanan anlayışa ulaşamama, böylece Allah’ın bildirdiği şeriatın yaşanmaması sonucunu ortaya çıkardı.
Onlar hakkın yerine batılı benimsediler. Arayış içerisinde olan gençlere de yolu kapattılar, onları dinden soğuttular, uzaklaştırdılar. Ayetleri boşa çıkarmak isteyen fesatçılara da bihakkın karşı durulmadı. Allah’ın dinine duyarlı, O’nun peygamberine bağlı, sıratı müstakim üzere gıpta edilecek, örnek alınacak topluluklar olacakları yerde, kitabın açık uyarısı olan paragözlere dönüştüler.
‘Kitap ehli, Allah’ın lütfundan hiçbir şeye sahip olmadıklarını, bütün lütfun Allah’ta olduğunu ve liyakat ehline vereceğini bilmezden gelmesinler. Allah engin ihsan sahibidir.’ (Hadid Suresi, 57/29)
Sonuç
Dabbe, apaçık hale getirilmiş ilahi hakikatlere rağmen, insanlığın son dönemecinde, kıyamete yürüyüşe, bir kişinin karşı durmasıdır. Bu uyarılar, sorgulamayan ve atalarından gördükleri üzere yürüyen cahil kitlelere, onları masalları ile avutan dini makamlara ve kendinden başka tanımayan iktidar sahiplerinedir. ‘Fırat’ın kenarında kuzu, Hz. Ömer’in mumu’ hikayeleri ile cehaletten ibaret tabanlar pekişirken, ‘Kırk yıl Kur’an’la yattım, Kur’an’la kalktım’ söylemine sarılanlar, haksızlıklar karşısında suspus, ‘Her koyun kendi bacağından asılır’ sanmakta. Yapılan uyarılar ile arzulanan sonuca ulaşılamayacak olması da mühim değildir. Önemli olan, o duruşun Allah katından, hak üzere olduğudur. Ve o duruşun Allah katındaki karşılığı sanki sonuç alınmış gibidir.
Hz. Muhammed’e ve Korunan Kur’an’a rağmen yaptıkları nedir? Onların yığıp çoğalttıkları şudur; menfaatleri için yapageldikleri haksızlıklara, hayasızlıklara Allah’ın dininden onay uydurma çabaları, ‘Bu dindendir’ ’Nass budur’ söylemleri, bilime sırt çevirmeleri, inşa ettikleri cehalet dünyasına aykırı gördükleri her şeyi aforoz etmeleri, hurafelerle, batılla oyalanmaları. Coğrafyadaki ülkelerde keyfi kararlardan ibaret yönetimlerin tek hedefi, durumlarını muhafaza ve palazlanmaya devamdır. Bu durum haktan, hakikatten tam kopmadır. Kavrama, anlama yetileri hastadır. Yapageldikleri bütün bu pislikler, şirk dahilindedir. Nihayetinde Allah’ın doğru yolundan sapıta sapıta vardıkları, ‘o sözün gerçekleşme’ durağı oldu.
‘Aslında onlar isyancı şeytandan başkasına yalvarmıyorlar.’ (Nisa Suresi, 4/117)
Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed, insanoğlunu cennetle müjdeledi ve Din gününde diriltileceklerini, bir araya toplanacaklarını, Allah’ın arşını –hükümlerini- yüklenmiş sekiz meleğin göklerden süzülüşüne şahit olacaklarını bildirdi ki, ‘Habersizdik’ demesinler. Kitabın, Neml Suresi, 27/82’nci ayeti ise, ortak koşuculara, cehennem meleklerinin selamını dillendiren bir adamdan bahseder.
Hayasızlar Yeni Efendiler
Bir zamanlar ama çok eski değil
Onurlular yaşadı bu ülkede
Kalpler saf tutmuştu, bencillik değil
Arada şerefsiz de vardı tek tük
Şimdi hayasızlar sarmış her yanı
Bilemedim ne ara böyle olduk
Babam derdi, çatlamış ar damarı
Doğrusu da vardır elbet tek tük
Bir zamanlar ama çok eski değil
Namuslular görse şimdi ülkeyi
Yeğlerdi yaşamak buysa ölmeyi
Böyle göçtüler buralardan tek tek
‘Elhamdülillahi Rabbi’l-Alemin.’ (Fatiha Suresi, 1/2; Yunus Suresi, 10/10)
[1] Mâlik, Muvatta, Hüsnü’l Huluk, 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/381.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları yazarlarına ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.
