Hadîd Suresi Yorumu II, Mîsâk, İnfâk ve Karz-ı Hasen

Musa Kâzım GÜLÇÜR

1 / 9 / 2020

İçindekiler

Hadîd Suresi Yorumu 8. Âyet, “Mîsâk” Kelimesi

“Ahid” ve “Mîsâk” Kelimelerindeki Anlam Birliği

Karanlıklardan Aydınlığa

İnfâk ve Sadaka

İnfâk Ahlâkı Atlası

Karz-ı Hasen / Güzel Borç

Nur ve Cennet

Münafıkların Çaresiz Haykırışları

Küfür, İnkâr ve Cehennem

Önceki yazımızda, “mevcudatın Allâh’ı (cc) tesbih etmesi, ihyâ ve imâte konuları, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın esmâ-i hüsnâsı, yerin ve göklerin altı günde yaratılması hususu, Arş ve İstivâ, mülk ve melekût, gece ve gündüz deveranı ile sadırların şerhi konularına kısmen değinilmeye çalışılmıştı.

Hadîd Suresi Yorumu 2 başlıklı bu yazımızda ise; “misak, ahid, infak, karz-ı hasen, nur, Cennet, küfür ve Cehennem” konuları etrafında, Hadîd Suresi Yorumu’na kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Hadîd Suresi Yorumu 8. Ayet, “Mîsâk” Kelimesi

“Besmele-i Şerîfe

وَمَا لَكُمْ لَا تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ ۙ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ لِتُؤْمِنُوا بِرَبِّكُمْ وَقَدْ أَخَذَ مِيثَاقَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ 8

Peygamber, sizi Rabbinize iman etmeniz için davet edip dururken, ne oluyor da Allah’a iman etmiyorsunuz? Hâlbuki, (Allah ezelde) sizden sağlam bir söz de almıştı. Eğer inanacak kimselerseniz (bu çağrıya uyun).” (Hadîd, 57/8)

İman, dinin merkezidir ve dini hayatın bütün yönleri de bu merkeze göre değer ve anlam kazanmaktadır. İman, haber verenin yani Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin verdiği haberlerin doğruluğunu kalben şüphesiz bir şekilde tasdik, aynı zamanda dil ile de ikrar etmedir. Bu şekilde iman etmiş bir mümin, kelime-i şehâdetin, imanın ve İslâmın tüm rükünlerine gönülden gelerek “evet” demiş olmaktadır. İşte yukarıdaki ayet-i kerime, elest bezmindekimisakı” da hatırlatarak, Allâha (cc) imanın aslında bir fıtrat konusu olduğuna da vurgu yapmış olmaktadır. Tâbiîn neslinin önde gelen müfessirlerinden Ebü’l-Haccâc Mücâhid b. Cebr el-Mekkî el-Mahzûmî (v. 103/721), yine tâbiîn devri Mekke fıkıh mektebinin tanınmış temsilcisi, muhaddis ve müfessir Atâ b. Ebî Rebâh Eslem el-Kureşî (v. 114/732) ve Kur’an’ı baştan sona kadar tefsir eden ilk müfessir olan Ebü’l-Hasen Mukātil b. Süleymân b. Beşîr el-Ezdî el-Belhî (v. 150/767), (وَقَدْ أَخَذَ مِيثَاقَكُمْ) “(Allah ezelde) sizden sağlam bir söz de almıştı” cümlesinde yer alan (مِيثَاقَ) “misak” kelimesinin, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin ruhlardan ezelde aldığı “sağlam söz / misak” anlamına geldiği görüşündedirler.

Misak” kelimesinin kökü, “vesega(وثق) kelimesidir. Bu kelime, Kur’an-ı Kerîm’in birçok yerinde farklı şekillerde kullanılmaktadır. Kök anlamı “bağlamak” manasındadır. Mesela, “Ve, O’nun (Allâh’ın) vurduğu bağı kimse vuramaz.” (Fecr, 89/26) ayet-i kerimesinde olduğu gibi.

Misak(ميثَاقِ) ve “mevsık(مَوْثِقً), genel olarak “sağlam söz almak, bağlanılmak, yapışmak, tutunmak” anlamlarındadır. Arapça’da herhangi bir süre ve şart belirtilmeksizin yapılan koşulsuz anlaşmaya “misak(ميثَاقِ), bir şart ve süre belirtilen koşullu anlaşmaya ise “mevsık(مَوْثِقً) denir. Mesela, “Babaları (Yakup aleyhisselam), “Kuşatılıp çaresiz durumda kalmanız hariç, onu bana geri getireceğinize dair Allah adına sağlam bir güvence (مَوْثِقًا) vermedikçe, onu sizinle göndermeyeceğimdedi. Ona sağlam bir güvence (مَوْثِقَهُمْ) verdiklerinde,Allah söylediklerimize vekildirdedi” (Yusuf, 12/66) âyet-i kerimesinde, Yakup (as) evlatlarından Yusuf’u (as) geri getirmeleri hususunda bir şart koşmakta ve Kur’ân-ı Kerîm bu şartı “mevsık” kelimesi ile beyan etmektedir.

Misak” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de genel olarak üç anlam sahasında yer almıştır:

1. Toplumlar Arası Anlaşmaları Niteleme

Şimdi nakledeceğimiz ayet-i kerimelerde, toplumlar arası antlaşmaları nitelemek için “mîsak(مٖيثَاقٌ) kelimesi kullanılmıştır:

Ancak o kimselere dokunmayın ki, sizinle aralarında sözleşme / anlaşma (مٖيثَاقٌ) olan bir topluma sığınmışlardır.” (Nisa, 4/90)

Allah Teâlâ, bazı toplumların / devletlerin verebilecekleri sıkıntıları, onlarla antlaşma yapılması suretiyle ortadan kaldırmış olmakta, yabancı hükümetler / devletlerde mülteci statüsü almış ve İslam devletine karşı herhangi bir teröre bulaşmamış kimselere, mevcut barış antlaşması hükümlerine binaen dokunulmamasını, iltica etmiş kimselerin, iltica ettikleri devletlerin / hükümetlerin tebaası gibi görülmesi gereğini emrederek bir sulh ve emniyet ortamı lütfetmiş olmaktadır.

Eğer sizinle kendileri arasında sözleşme / antlaşma bulunan bir topluluktan ise…” (Nisa, 4/92)

Bu ayet-i kerime ise, yanlışlıkla öldürülen bir kimse, şayet başka dinden ve antlaşma bulunan bir devlete ait vatandaş ise, onun ailesine ve mirasçılarına diyet ödeme ile beraber bir köle azat edilmesi, bunlara imkân bulamayanların, Allah tarafından tövbelerinin kabulü için iki ay art arda oruç tutmaları hükmünü getirmektedir.

Hicret edinceye kadar, iman edip (henüz) hicret etmemiş olanların velayetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme / antlaşma bulunan bir toplum aleyhine olmadıkça, onlara yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Enfal, 8/72)

Bu ayet-i kerimede de “iman, hicret ve cihat” üçlüsü ile, bilhassa da ilk “muhacirler”, hemen arkasından da kendilerine hicret etmiş bu kutlu erleri bağırlarına basan, onlara maddi ve manevi desteklerini esirgemeden sunan “ensâr” nazarlara verilmektedir. Hicretin çetin bir sınav olduğunda kuşku yoktur. Çünkü hicret edenler örf, adet, anane, dil, kültür ve coğrafya sakinleri ile olan beraberliklerini, akrabalarını, dostlarını, vatanlarını ve komşularını terk etmektedirler. “Hayatlarınızı feda edin veya yurtlarınızı terk edin!” (Nisa, 4/60) nassı medlulünce, vatanı terk etme yani hicret, kişinin adeta kendi kendini öldürmesine denk tutulmuş bir sınama gibidir.

Hicret etmiş muhacirlere ve onlara bağırlarını açmış ensara, henüz hicret etmemiş kimselerle ilgili herhangi bir sorumluluk terettüp etmemektedir. Ancak bu durumun tek istisnası “din hususunda yardım istemeleridir.” İçinde bulundukları ve kendisi ile antlaşmalı devletlerin aleyhine olmamak üzere, dini konulardaki yardım taleplerine, olumlu cevap verilmesi gereği ayet-i kerime ile tespit edilmiş olmaktadır.

2. “Nikâh” Kelimesi Bitiştirilerek Hayat Boyu Beraber Kalmaya Verilen Söz

Verdiğinizi (mehri, zevcenizden) nasıl alırsınız ki, birbirinizle birleşip katıldınız ve onlar (zevceleriniz) sizlerden kuvvetli bir sözleşme (nikâh) aldılar.” (Nisa, 4/21)

Cenâb-ı Hak, evlilik akitlerini “kuvvetli / sağlam / ağır sözleşme” anlamında “mîsâk-ı ğalîz(مٖيثَاقًا غَلٖيظًا) kavramı ile beyan etmektedir.

3. Allâh’ın (cc), Peygamberler (ase), Âlimler ve Kitap Ehlinden Aldığı Söz / Antlaşma

Mîsâk-ı ğalîz” kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’de, elçiliklerini tebliğe ve hak dine davet edeceklerine dair, başta Efendimiz (sas) olmak üzere ulü’l-azm peygamberlerden (ase) alınan “kuvvetli / sağlam / ağır sözleşmeyi” tanımlamak için de kullanılmıştır:

“(Ey Resulüm), hatırla ki bir vakit peygamberlerden söz almıştık. Senden de Nuh’tan da İbrahim’den de Musa’dan da Meryem oğlu İsa’dan da… Onlardan sağlam, (kuvvetli) bir söz aldık.” (Ahzab, 33/7)

Cenâb-ı Hakk’ın Peygamberlerine tahsis etmiş olduğu ahde göre peygamberler (ase), Allah’ın (cc) dinini tam bir şekilde, eksiksiz ve noksansız tebliğde, dinin emir ve yasaklarının ikamesi hususlarında kesinlikle ayrılığa düşmeyeceklerdir.

Hani, Allah peygamberlerden,Ant olsun, size vereceğim her kitap ve hikmetten sonra, elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksinizdiye söz almış veBunu kabul ettiniz mi? Verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi?demişti. Onlar,Kabul ettikdemişlerdi. Allah daÖyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanımdemişti.” (Ali İmran, 3/81) ayet-i kerimesinde bu husus beyan edilmektedir.

Cenâb-ı Hakk’ın bir de âlimlerden aldığı ahit bulunmaktadır:

Allah, kendilerine kitap verilenlerden (âlimlerden) şöyle teminat almıştı: “Celâlim hakkı için, kitabı, muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” (Ali İmran, 3/187) ayet-i kerimesi âlimlerden alınan sözü beyan etmektedir.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, İsrail oğullarından (Bakara, 2/63, 93; Nisâ, 4/154; Maide, 5/12) ve Nasrânîlerden (Maide, 5/14), kısacası kendilerine kitap verilmiş olan bütün insanlıktan, İslam’a bağlı kalmaları hususunda sözleşme / misak almıştır.

“Ahid” ve “Mîsâk” Kelimelerindeki Anlam Birliği

“İnsanlara güzel söz söyleyin.” (Bakara, 2/83)

Ahid” kelimesi, “bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, talimat vermek, söz vermek” gibi anlamlara gelmekle birlikte, “taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz” anlamlarına da gelmektedir. Bu açıdan “mîsâk” kelimesi ile anlamdaştır denilebilir. Ancak ahitlerde “hem yemin hem de kesin söz verme” anlamı da vardır. Yemin, ahdin dini ve kutsî yönünü, söz verme ise ahlâkî yönünü teşkil eder.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah Teâlâ’nın Hz. İbrahim’e, Hz İsmail’e ve Hz. Adem’e (Taha, 20/115) vermiş olduğu emir (Bakara, 2/125), Yahudilerin Hz. Musa’dan dua talep ederken, Allâh’ın (cc) kendisine vermiş olduğu söz (Araf, 7/134) için “ahid” kelimesinin kullanıldığını görmekteyiz.

Ayrıca Bakara, 2/27, Ra’d, 13/20 ve 25’inci ayet-i kerimelerinde, “ahd” ve “mîsâk” kelimeleri beraber geçmekte, bu durum bizlere, her iki kelimenin anlam müşterekliğine sahip olduğunu göstermektedir.

Ahitlere vefa ve onu bozmama da İslâm’da ayrı bir kıymeti haizdir. Bu hususu pekiştiren bir ayet-i kerimede Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:

Antlaşma (bağlantı) yaptığınız zaman Allah’ın ahdini yerine getirin ve yeminleri sağlama bağladıktan sonra, onları bozmayın. Allah’ı üzerine şâhid tuttuğunuz halde, yeminlerinizi nasıl olur da bozarsınız? Şüphe yok ki Allah, yaptığınız her şeyi bilir.” (Nahl, 16/91)

Efendimiz (sas), Şeddad b. Evs’e (ra) “seyyidü’l-istiğfâr” cümlelerini öğretirken, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin emir ve yasaklarına uymaya verilen söz anlamında “ahid” kelimesini şu şekilde kullanmıştır:

عَنْ شَدَّادِ بْنِ أَوْسٍ، رضى الله عنه أَنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم قَالَ لَهُ ‏

أَلاَ أَدُلُّكَ عَلَى سَيِّدِ الاِسْتِغْفَارِ اللَّهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ خَلَقْتَنِي وَأَنَا عَبْدُكَ وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ وَأَبُوءُ إِلَيْكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَىَّ وَأَعْتَرِفُ بِذُنُوبِي فَاغْفِرْ لِي ذُنُوبِي إِنَّهُ لاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ ‏.‏ لاَ يَقُولُهَا أَحَدُكُمْ حِينَ يُمْسِي فَيَأْتِي عَلَيْهِ قَدَرٌ قَبْلَ أَنْ يُصْبِحَ إِلاَّ وَجَبَتْ لَهُ الْجَنَّةُ وَلاَ يَقُولُهَا حِينَ يُصْبِحُ فَيَأْتِي عَلَيْهِ قَدَرٌ قَبْلَ أَنْ يُمْسِيَ إِلاَّ وَجَبَتْ لَهُ الْجَنَّةُ

Şeddâd b. Evs’den (ra) rivâyete göre, Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

Sana seyyidü’l-istiğfâr öğreteyim mi? “Allah’ım, Rabbim sensin, senden başka gerçek ilah yok. Beni yarattın, ben senin kulunum. Ben gücüm yettiğince sana verdiğim sözüm ve senin vaadin üzereyim. Yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım. İşte verdiğin nimetlerle senin huzurundayım, günahlarımla huzurundayım. Beni affet, çünkü günahları ancak Sen affedersin.”

Sizden her kim bunu akşamleyin söyler, sabaha varmadan da ölürse Cennet kendisine vacip olur. Sabah söyler ve akşama varmadan da ölürse, yine o kimseye Cennet vacip olur.[1]

Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş toplumların Allâh’a (cc) vermiş oldukları sözü bozmuş olmalarını (Nisa, 4/155), sözlerini bozanların kesinlikle hüsrana uğrayacaklarını (Bakara, 2/27), Cehennemlik olacaklarını ve lanete müstahak olacaklarını (Ra’d, 13/25), mutlaka Allâh’ın lanetine uğratılacaklarını ve kalplerinin de kaskatı hale getirileceklerini (Mâide, 5/13) beyan etmektedir.

Misakın çözülmesi, Kur’ân-ı Kerîm’de “bozma, atma(نبذ) fiili ile de beyan edilmiştir (Bkz. Bakara, 2/100, 101; Ali İmran, 3/187).

Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm ulü’l-elbâb’ın, yani temiz akıl ve vicdan sahiplerinin özelliklerini sayarken, “Allah’a verdikleri sözü yerine getirenler ve Allâh ile yaptıkları sözleşmeyi bozmayanlar” (Ra’d, 13/20) buyurarak, onların sözleşmeye bağlılık hususiyetlerini ilk sırada beyan etmektedir.

Ahde vefa göstermeme, Kur’ân-ı Kerîm’de dikkat çekici bir benzetme şöyle beyan edilmektedir:

Bir ümmet, diğer bir ümmetten daha fazladır diye (kafirlerin çokluğuna bakıp), yeminlerinizi aranızda hile edinerek, ipliğini sağlamca eğirdikten sonra bozan kadın gibi olmayın. Gerçekten Allah, sizi bununla (ahde vefa ile) imtihan eder. Ve dünyada ayrılığa düştüğünüz şeyi, kıyamet gününde muhakkak size açıklayacaktır.” (Nahl, 16/92)

Karanlıklardan Aydınlığa

“Salli ve Bârik Duaları

هُوَ الَّذِي يُنَزِّلُ عَلَىٰ عَبْدِهِ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ ۚ وَإِنَّ اللَّهَ بِكُمْ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ 9

Sizi karanlıklardan (küfür yollarından) aydınlığa (imana) çıkarmak için, Kuluna (Hz. Muhammed Aleyhi’s-Salâtü ve’s-Selâm’a) apaçık ayetler indirmekte olan O’dur. Muhakkak ki Allah, size çok şefkatlidir, çok merhametlidir.” (Hadîd, 57/9)

İnsan hayatını anlamlandıran, fani, kesif ve kısa bir faydalanma diyarını, ebedi, bütünüyle ışıklı ve sonsuz nimetlere çeviren, temel iman rükünlerine şeksiz ve şüphesiz bir imandır. Yüce Allâhın varlığına ve tevhidine (cc), meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrın ve şerrin insan kesbi ile Allâh tarafından yaratıldığı düşüncesinin veciz ifadesi olan kadere, şeksiz ve şüphesiz bir şekilde inanma ve iman etme, insanı karanlıklardan aydınlıklara çıkarır.

Allâh (cc), iman rükünlerini tereddütsüz kabule çok büyük ve sınırsız bir şekilde mükafat veren çok şefkatli bir Raûf, çok merhametli bir Rahîm’dir. İman ile kul, bütün evsâf-ı kemâl ile muttasıf, bütün esmâ-i hüsnâ ile müsemmâ Rahîm ve Kerîm bir Rabb’e intisap eder. Salih amellerle inşa edilip yükseltilen bu kutsal intisap, kulun yeryüzünde Allâh (cc) adına iş gören ışıklı bir hüviyete bürünmesini netice verir. Böyle bir kul, Efendimiz’in (sas) kudsî bir hadiste beyan buyurduğu üzere, Rab Teâlâ’nın kendisi ile gördüğü, kendisi ile yürüdüğü bir kimse olur.

Ebu Hüreyre’nin (ra), Efendimiz’den (sas) rivayeti ile bizlere ulaşan bu hadis-i kudsî şu şekildedir:

Allah Teâlâ Hazretleri şöyle ferman buyurdu: “Her kim, benim velî kuluma düşmanlık ederse Ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım vazifeleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihayet, Ben onu severim. Ben kulumu sevdiğimde, artık onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Şayet Benden isterse, kesinlikle veririm. Şayet (herhangi bir durumdan) Bana sığınacak olursa, onu mutlaka korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mümin kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim. O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.[2]

İnfâk ve Sadaka

“Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâkta bulunurlar.” (Bakara, 2/3)

وَمَا لَكُمْ أَلَّا تُنْفِقُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلِلَّهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ۚ لَا يَسْتَوِي مِنْكُمْ مَنْ أَنْفَقَ مِنْ قَبْلِ الْفَتْحِ وَقَاتَلَ ۚ أُولَٰئِكَ أَعْظَمُ دَرَجَةً مِنَ الَّذِينَ أَنْفَقُوا مِنْ بَعْدُ وَقَاتَلُوا ۚ وَكُلًّا وَعَدَ اللَّهُ الْحُسْنَىٰ ۚ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ 10

“(Ey müminler!) Size ne oluyor ki, Allah yolunda (mallarınızı) harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır (her şey O’nundur ve O’na kalacaktır, çünkü bâki O’dur.) Fetihten (Mekke’nin fethinden) evvel, Allah yolunda harcayıp savaşanlarınız, diğerleri ile bir olmaz. Onlar, sonradan harcayıp savaşanlardan, fazilet ve derece itibarı ile daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine Hüsna’yı (Cennet’i) vaad buyurdu. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Hadîd, 57/10)

Cenâb-ı Hak bu ayet-i kerimede bilhassa “infak” konusu üzerinde durmakta, zamanında Allâh rızası için gerçekleştirilen infakın, daha sonraları yapılacak infaklarla bir olmayacağını, ancak her iki kesime de mükafatlarının sonsuz bir şekilde verileceği müjdesini beyan etmektedir.

İnfâk Ahlâkı Atlası

İnfak ahlâkı atlası” ifadesi ile, Yüce Allâh’ın rızası gözetilen infakın ve muhtaçlara verilecek sadakaların taşıması gereken özellikleri kast etmekteyiz. Bu özellikler şu şekilde düşünülebilir:

1) İnfakın Helal Maldan Olması

Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre, Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

Ey insanlar! Allah temizdir, ancak temiz olanları kabul eder. Allah (cc), peygamberlerine emrettiğini müminlerine de emretmiştir” dedikten sonra, Müminun suresi 51’inci ayetini okumuştur: “Ey Resuller! Helâl (yiyeceklerden) yiyiniz ve salih ameller işleyiniz. Çünkü ben ne yaparsanız hepsini bilirim.” Ayrıca Bakara 172’nci ayetini de okumuştur: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyiniz ve Allah’a şükrediniz. Eğer sadece Allah’a ibadet ediyorsanız.[3]

Yine Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:

Allâh (cc), helal maldan verilen sadakadan başka, hiçbir sadakayı kabul etmez.[4]

İslam’da sadakanın helal kazançtan verilmesi gerektiği ilkesi, sadece bir hukuk ya da ibadet meselesi değil; ahlak, sorumluluk ve maneviyat açısından da önemli boyutlar taşır. Bu ilkenin nedenlerinden birisi temiz maldan verilen sadakanın, temiz niyetin göstergesi olmasıdır.

Sadaka, sadece bir “verme” eylemi değil, aynı zamanda kalpteki ihlasın (samimiyetin) bir yansımasıdır. Kazancı haram olan biri, sadaka verdiğinde aslında başkası üzerinden iyilik yapma durumuna düşmektedir. Bu ise İslam ahlakına aykırılık teşkil eder. Helal kazançla verilen sadaka, kişinin emeğini, alın terini ve meşru yollarla elde ettiği malı paylaşması anlamına gelir.

Haram mal ile yapılan hayır, hayır değildir. İslam’da amaç sadece “sonuç” değil, “araçlar” da değerlidir. Yani, bir eylem iyi bir amaca yönelmiş olsa bile, bu eylem haram yollarla yapılıyorsa meşru kabul edilmez. Kirli ve haram yollardan kazanılan mal ile yapılan yardım Allah katında kabul görmez. Çünkü bu tür bir verme, hem kişinin kendi nefsini kandırmasına hem de dini kullanarak sorumluluktan kaçmasına neden olacaktır.

Sadakalar, nefsi temizleme amacına yöneliktir. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Onların mallarından sadaka al ki, onunla onları temizleyip arındırasın…” (Tevbe, 103) Sadaka, sadece muhtaçların maddi ihtiyaçlarının karşılanması değildir. Sadakalar, aynı zamanda veren kişiler için bir arınma aracıdır. Bu arınma da ancak helal kazançtan verilen sadakalarla mümkündür. Çünkü haram mal zaten “kirli”dir, onunla temizliğin olmayacağı açıktır. Haram maldan verilecek sadakalar, tıpkı müteaffin maddelerle abdest almaya benzer. Şeklen sadaka gibi görünse de manevi temizlik gerçekleşmeyecektir.

Ayrıca, İslam’ın haram mal ile sadakaları kabul etmemesi, toplumsal adalet ve güven duygularının zarar görmemesi ile doğrudan alakadardır. Eğer zengin birisi, rüşvet, faiz, gasp, sömürü, dolandırıcılık vs. haksız yollarla  mal kazanıp, sonra da bu maldan sadaka verme davranışı sergilerse, toplumda şöyle bir algı yerleşebilir: “Demek ki haram kazansan bile, birazını verirsen, Allah affedebilir!…” Böyle bir anlayış, hem İslam’ın adalet anlayışını sarsar, hem de haramla zenginleşenlerin, sadakaları “bir dinî aklanma aracı” olarak kullanmalarına yol açar. Bu da yoksullar için bir adalet duygusunun kırılması demektir.

Yüce Allah’a yaklaşmak, ancak helal yollarla mümkündür. Sadakalar, Yüce Allah’ın rızasını kazanma amacı taşır. Yüce Allah ise temizdir, ancak temiz olanları kabul eder. Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurur: “Ey insanlar! Allah, temizdir. Sadece temiz olanları kabul eder.” (Müslim, Zekât, 65) Bu, İslam ahlakında “amaçla aracın uyumu” ilkesinin çok güçlü bir ifadesidir. Yüce Allah’a yaklaşılmak isteniyorsa, bu yaklaşımın yolu ancak temiz olmaktan geçmektedir.

Helal kazançtan verilen sadaka, hem bireyin manevi olgunluğunu gösterir hem de toplumun adalet, güven ve huzur temelini güçlendirir. Haram kazançtan verilenler ise, bu temelleri zedeler, iyilik gibi görünse de içeriğinde bir çürüme barındırmaktadır.

2) Malların En İyisinden İnfâk Etme, Kötü Malı İnfâk Etmeme

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin (mahsullerin) en helâl ve iyisinden, Allah yolunda harcayın (zekât ve sadaka olarak verin). Kendinizin, ancak gözlerinizi yumarak alabileceğiniz düşük ve bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah, vereceğiniz sadakalardan müstağnidir. Her hamde lâyıktır.” (Bakara, 2/267)

Sadakaların özünde ihsan, yani “bir işi en güzel şekilde yapma, Allah’ı görüyormuş gibi yaşama” kuralı vardır. Bir Müslüman, malını muhtaçlara Allah rızası için verirken, verdiği ürürnün kalitesinden kısmaya başlıyorsa, aslında bu ihsan duygusuna gölge düşürme anlamına gelmektedir. Niyet samimi görünse de, davranış açısından bencillik veya dünyevi hesaplar ağır basmış olmaktadır.

İslam’da yoksulun hakkı yücedir. O, sadece “alan el” değildir, aynı zamanda toplumsal emanettir. Yoksullara kötü, bozulmuş, işe yaramaz mal vermek, muhtacı rencide eder, o insanın onurunu kırar. Ayrıca toplumda sınıfsal gerginlik artar ve sadakanın manevi değerini düşürür. Bu durumu, kişinin misafirine bayat ekmek ikram etmesi ya da kırık tabakla ikramda bulunmasına benzetebiliriz. İyi niyet varsa bile, böyle bir davranış “saygı eksikliği” olarak okunacaktır.

Kötü maldan sadaka vermek, aslında vereni küçültür. Çünkü kişi, en kötü malı vererek, sorumluluktan kaçmaya çalışmakta, dini bir eylemi vicdani temizliğe vesile kılmak yerine, bir “başından atılması gereken bir yüksüntü” gibi görmekte, Yüce Allah’ın huzuruna “değersiz materyallerle” çıkmayı meşru saymış olmaktadır. Bu ise, Yüce Allah’a karşı sevgi, haşyet ve şükür duygularının zayıflığına işaret edecektir. Halbuki samimi bir Müslüman bireyden beklenen, Yüce Allah için yaptığı faaliyetlerde, elinden gelenin en güzelini ve en içtenini ortaya koymak olmalıdır.

Sadakalar, aslında kişilerin yaptıkları iyiliklerin bir lütuf gibi görülmemesi, bu hususun bir sınav olduğu bilinci ile hareket etmeleri ile ilişkilendirilmelidir. Sadakaları iyi mal ya da ürünlerden vermek, kişinin hem Yüce Allah’a güveninin, hem de insanlara saygısının bir göstergesidir. Kötü mal ya da ürünlerden sadaka vermek ise, insanın bencilliğine ve kimi zaman da kibirli bir ruh hâline işaret edecektir.

3) Sevdiği Maldan Verme ve Muhtaç Durumda Olduğu Halde Tasadduk Etme

Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“(Mala olan) sevgilerine rağmen fakiri, yoksulu, yetimi ve esîri doyururlar. ‘Sizi ancak Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruzderler.” (İnsan, 76/8-9)

Bir diğer ayet-i kerimede ise, “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz değildir” (Bakara, 2/177) denildikten sonra, tek tek sayılan asıl iyilik umdelerinden birisi şu şekilde beyan edilir:

Mala olan sevgilerine rağmen (sadakalarını) verenler” (Bakara, 2/177)

Bu son zikrettiğimiz ayet-i kerimedeki anlam, (عَلٰى حُبِّهٖ) cümlesinde “sevme” fiilinde yer alan zamirin “mal / mülk”e atfına göredir. Diğer bir yoruma göre oluşan anlam ise, zamirin Cenâb-ı Allâh’a izafesi ile, “Allâh sevgisinden” ya da “Allâh’ın rızasını kazanmak için mallarını infak ederler” şeklindedir.

Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre bir adam, Resülullah’a (sas) gelip:

“Ey Allah’ın Resulü! Sevap itibariyle hangi sadaka Allah katında daha büyüktür?” diye sordu. Resülullah (sas) şöyle buyurdular:

Sevabı büyük olan sadaka; sıhhatli olduğun, son derece mala düşkün bulunduğun, fakirlikten korktuğun ve zenginliği umduğun halde verdiğin sadakadır. Bu sadaka verme işini, can gırtlağa dayanıp da ‘filana şu kadar, filana bu kadar verilsin’ diyecek hale gelme anına bırakma. Dikkat et ki, o mal zaten ‘filanın’ olmuştur.[5]

Bir insanın sevdiği maldan ve hele ki kendi de muhtaçken başkası için verebilmesi, sadece bir yardım değil; bir ahlâk, bir imân ve bir teslimiyet manifestosudur. Kur’an bu noktaya şu veciz ayetle parmak basar:

Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla iyiliğe (birr) erişemezsiniz.” (Âl-i İmrân, 3/92)

Bu ayet-i kerîme, adeta ruhî bir devrim çağrısıdır. “Birr” burada sadece bir iyilik değil, takvanın ve insanî erdemlerin en yüce noktasıdır. Yani Allah katında makbul iyilik, ancak insanın en çok değer verdiğini, tutkuyla bağlı olduğu şeyi feda edebildiğinde başlar. Bunu şuna benzetebiliriz: Sevdiğin bir şeyi vermek, sadece maldan değil, nefsinle bağ kurduğun şeyden vazgeçmektir. Bu da seni özgürleştirir.

Kendisi ihtiyaç içindeyken verme davranışı en başta “tevekkül” davranışını gösterir. Veren kişi, “Ben Allah için verdim, O da bana yeter” diyordur. Malına değil, Yüce Allah’a güvenmektedir. Ayrıca, kişinin imanın ve teslimiyetinin yüksekliğine bir alamettir. Böyle bir davranış, dünya sevgisinin onun kalbini esir almadığını ispat etmektedir. Diğer taraftan bu davranış, merhamet ve empatiye de işaret edecektir. Böyle kimseler, başkalarının yoksulluğunu kendi yoksulluğundan daha önemli görme ahlâkında sahiptirler. Bu davranışları ile, paylaşmayı tercih etmekte, nefislerini eğitmekte ve arındırmaktadırlar.

Hz. Aişe validemiz (r. anhâ) anlatır: Resûl-i Ekrem’in ailesi bir koyun kesmişlerdi. Peygamber bir ara: “Ondan geriye ne kaldı?” diye sordu. Hz. Aişe (r. anhâ): “Sadece bir kürek kemiği kaldı” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas), “Desene bir kürek kemiği hariç, hepsi duruyor!” buyurdular. (Tirmizî, Sıfatu’l‐Kıyâme, 35) Yani, verilen şey, aslında kalan şeydir. Bu ne derin bir hakikattir!

Bir kişi, kendisi de ihtiyaç içindeyken sadaka veriyorsa, bu davranış her ne kadar rasyonel açıdan tutarsız gibi görünmekteyse de, fakat psikolojik olarak kişide anlam duygusunu, özsaygıyı ve aidiyeti beslemekte, sosyolojik olarak da toplumsal dayanışmanın örnekliğini oluşturmaktadır. Çünkü insan, en çok verirken büyümektedir. Bir insanın sevdiği maldan ve hele ki kendisi de ihtiyaç içindeyken başkasına verebilmesi, Yüce Allah’a duyduğu sevginin derinliğini, dünya malına duyduğu bağlılığın zayıflığını, kalbindeki merhametin büyüklüğünü göstermektedir. Bu, bir insanın yalnızca malından değil, aynı zamanda kalbinden de bir şeyler vermesidir.

4) Allâh Rızası İçin Verilecek Sadakaları Layık ve Muhtaç Olanlara Verme

Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri sadakayı, bazı kesimlere bilhassa tahsis etmiş ve şöyle buyurmuştur:

Sadakalar (zekâtlar), Allah tarafından bir farz olarak ancak şunlar içindir: Fakirler, miskinler, zekât toplayıcıları, kalpleri Müslümanlığa ısındırılmak istenenler, mükâteb köleler, borçlular, Allah yolundaki gaziler ve yolda kalmışlar. Allah Alîm’dir, Hakîm’dir.” (Tevbe, 9/60)

Yüce Allah’ın rızası için verilen sadakalar, sadece vermekle değil, kime verildiğiyle de anlam kazanmaktadır. Sadakalar, elbette bir verme eylemidir, ama İslam ahlakında bu, rastgele ya da yüzeysel bir davranış değildir. Kur’an ve sünnet, sadakanın doğru ellere ulaşması için dikkatli olunmasını öğütlemektedir. Bu durumu, şu temel ilkeyle açıklayabiliriz: “Sadaka, bir hakkın yerini bulmasıdır. Yerini bulmazsa, oradan adalet değil, zulüm doğacaktır.” Çünkü sadakalar, duygusal anlık bir dağıtımdan çok, bilinçli ve adaletli bir yönlendirme eylemidir.

Sadakaların doğru kişilere ulaştırılması neden önemlidir? Çünkü sadakalar gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmazlarsa, sadakanın tesiri azalacak, yoksulluk döngüsü devam edecektir. Sadakalar, layık olmayanlara verilirse, kolay kazanca alışan kişilerde tembelliği ve istismarı teşvik edebilecektir. Muhtaçları tespit etmek, bir vicdan eğitimi ve toplumsal sorumluluk göstergesidir. Sadakaların amacı, sadece anlık bir yardım değil, muhtaç bir insanı onarmak, ayağa kaldırmak ve ona umut vermektir.

Yüce Allah’ın rızasını ulaşmak, sadece sadaka verme işlemini gerçekleştirmekle değil, söz konusu sadakaların gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaştırılabilmesi, bunun için de sadaka verilecek kesimlerin seçilmesine dikkat etme suretiyle gerçekleşecektir. Dolayısı ile bir Müslüman, sadaka verirken şu unsurları gözetme durumundadır: “Bu kişi gerçekten muhtaç mı, yoksa istismarcı mı? Verdiğim şey onu sadece oyalayacak mı, yoksa madden ve manen ona destek olacak mı?” Bu gibi sorular, bir şüphecilikten değil, bilinçli bir kulluk sorumluluğundan doğacaktır.

Bugünün dünyasında, yardımların duygu sömürüsüne ya da istismara kapı aralayabileceği ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır. Bu yüzden, ya güvenilir yardım kuruluşları aracılığıyla, ya bölge ve çevre bilgisiyle, bilhassa sessiz ve utanarak gizlenen yoksulları arayıp bularak verilecek sadakaların, Allah katında daha makbul olabileceği düşünülebilir. Layık olanlara, gerçek ihtiyaç sahiplerine saygı ve merhamete dayalı bir şekilde verilen sadakalar, hem verenin kalbini yüceltecek, hem alanın gönlünü onaracak, hem de Allah katında kabul görmesi ihtimali yüksek bir sadaka olacaktır. Bu titizlik, Yüce Allah rızasının izini sadece niyette değil, yöntemde de arayan hassas bir kulluğun tezahürüdür.

5) Sadakaları Mümkün Olduğunca Gizleme

Allâh Teâlâ, “Eğer sadakaları açıktan verirseniz, o ne güzeldir. (Başkalarının yardım duygularını kamçılar ve Allah yolunda harcamalarına teşvikçi olur.) Eğer sadakaları gizler de onları öylece fakirlere verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını örter. Allah her ne yaparsanız ondan hakkıyla haberdardır” (Bakara, 2/271) buyurmaktadır.

Bu ayet-i kerimede açıkça şu hususlar belirtilmektedir: Sadakaların gizlice verilmesi hem daha faziletli, hem de günahları örten bir davranıştır. Çünkü gizlice vermek, riyadan arınmak, gösterişi reddetmek ve sadakaların sadece Allah ile kul arasında bir sır olduğunu kabullenmek demektir. Sadakaları gizlice vermek, sadece bir davranış değil, bir kalbî edeptir ve bir ihlâs nişanesidir. Açıkça verilen sadakalarda, farkında olunmasa bile şu hisler tetiklenebilecektir: “Ben iyilik yapıyorum, beni görsünler ve bilsinler, şu kadar verdim, bu kadar yaptım.” Oysa gizlice verilecek sadakalarda, “ben bir şey yapmadım, veren O’dur, ben sadece bir vesileyim” duyguları hakim olacak ve bu tevazu, insanı takvanın yüksek noktalarına ulaştıracaktır.

Gizlice vermek sadece verenin değil, alanın da korunması demektir. Zira, sadakaları aşikar bir şekilde vermek, muhtaçların fakirliklerini ifşa etmek demektir. Böyle bir davranış, muhtaç kimseleri mahcup edebilir, yardım alan kişileri toplumda küçük düşürebilir. Çünkü bir başkalarının gözünde muhtaç sıfatıyla damgalanmak, söz konusu kimseler için psikolojik yıkım doğurabilir. Bu yüzden sadakada gizlilik, merhametin en ince biçimidir. Peygamber Efendimiz (sas) buyurur: “Yedi sınıf insan vardır ki, Allah onları kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı günde Arş’ın gölgesinde gölgelendirir” Bu sınıflardan birisi de şudur: “Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli sadaka veren kimse.” (Buhârî, Zekât, 16; Müslim, Zekât, 91) Bu ne muazzam bir müjdedir! Sadakanın gizliliği, o kişinin Allah’a ne kadar yakın bir kalple verdiğini göstermektedir.

Mamafih, bazen açık sadakalar, başkalarını teşvik etmek niyetiyle verilebilir ve bu yer yer teşvik açısından faydalı gibi görünse de, fakat gizli sadakalar, bireylerde daha derin bir ihlâsı ve samimi bir içtenliği öne çıkarmaktadır. Bu nedenle kişisel tercih olarak gizli sadakalar daha üstün olmaktadır. Ancak şurası da unutulmamalıdır ki, sadakalarda “gizlilik” demek, “gizlemecilik” değil, rıza-i ilahi için “mahremiyet” konusunu önemsemek demektir. Gizli sadakalar, kalpten verilmiş hediyelerdir. Kalbi arındırmakta, kibri kırmakta, muhtaçların onurlarını korumakta, kişileri daha bir Allah’a yakınlaştırmaktadır. Belki de bu yüzden, gizlice verilen bir sadaka, mizanda açıkça verilen servetlerden daha ağır basmaktadır.

6) Sadakanın Arkasından Yapılan İyilikleri Başa Kakmama, Psikolojik Baskı Aracı Yapmama

Allâh Teâlâ, “Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Bakara, 264) buyurmaktadır.

Sadakaların yalnızca verilme biçimleri değil, verildikten sonra nasıl hem verenler hem de verilenler açısından nasıl algılandığı konuları da kulluk ahlâkının bir sınavıdır. Bu ayet-i kerime, iyi niyetle verilmiş olsa bile sadakaların, belirli menfi davranışlarla heba edilebileceğini göstermektedir. Yani sadaka vermek yetmemekte, verdikten sonra da susmak, unutmak, unutturmak gerekmektedir. Çünkü sadaka veren kişi, aslında sadece “emaneti taşıyan el” hükmündedir. Dolayısı ile sadakayı alan kişiler, minnet altında değil, izzet içinde yaşamalıdır.

Sadakalar sonrası takınılan bazı menfi tutumlar, Allah katında o iyilikleri iptal edebilir. Bir kimse, “Ben sana zamanında yardım ettim” diyerek iyiliği bir kontrol mekanizması gibi kullanıyorsa, sadaka alanı küçümsüyor ve ondan beklentiye giriyorsa, “ben şu kadar verdim” havasına giriyor ve bunu etrafındakilere gururla anlatıyorsa, artık verilmiş olan sadakalar iyilik olmaktan çıkmış ve bir tür manevî baskı aracına dönüşmüştür. Halbuki sadakalar, şifa olmak için verilmektedir, mağdur ve muhtaçlarda yara açmak için değil. Alanı kaldırmak için verilmektedir, onu ezmek için değil.

Verilen sadakaların psikolojik baskı aracı hâline gelmemesi için, sadaka verdikten sonra mutlaka susmalı ve mümkün olduğunca gündeme getirmemelidir. Alan kişinin yanında, o sadakayı hatırlatacak sözlerden kaçınılmalı, “ben verdim, sen borçlusun” edası takınılmamalıdır. Mümkünse, sadaka verirken vakıf, aracı kişi veya hiç olmazsa zarf gibi araya bir vasıta koymalıdır. Çünkü muhtaç kimseleri sadakalar ile mahcup etmek, o sadakaları zehirlemek demektir.

İyilik yapan, şunu idrak etmelidir: “Ben veren değilim. Yüce Allah verdi, beni sadece vesile kıldı.” Bu anlayış, hem kibri engeller, hem de karşı tarafın izzetini korur. İyilikler, kişilerin kendi yüceliklerini ilan etmek için değil, başkalarının onurlarını kurtarmak için yapılmaktadır. Bir sadakanın değeri, sadece ne kadar verildiğinde değil, verildikten sonra ne derecede unutulduğundadır. Eğer bir iyilik, bir muhtacı minnet altında bırakıyorsa, artık o iyilik değil, sadece bir yük ve gereksiz bir eziyettir. Sadakada asıl marifet kalpten vermek, sonra unutmak ve bir daha da hatırlamamaktır. İşte o zaman iyilik, hem verenin, hem alanın kalbine şifa olacaktır.

7) İyilikleri Daha Fazla Maddî Bir Kazanç Beklentisi İle Yapmama

Kur’ân-ı Kerîm, “İyiliği, daha fazlasını bekleyerek (bir kazanç elde etmek için) yapmayın!” (Müddessir, 74/6) buyurur.

Eğer iyilikler, “sonra o da bana iyilik yapar, toplumda adım anılır, şirketimin reklamı olur, çocuklarıma dua edilir, vb.” niyetlerle yapılırsa, bütün bunlar, yapılan iyiliklerin adeta bir hesaba-kitaba boğulması anlamına gelecektir. Oysa Yüce Allah’a yakınlık, O’na tam bir teslimiyetle kazanılır. İyilikleri, bilhassa da maddi bir kazanç aracı olarak görmek, onun manevi değerini içten içe tüketmek demektir. Beklentisiz iyilik yapan kişiler aslında şunu adeta şunu söylemiş olurlar: “Yüce Rabbim, ben bu iyiliği yalnızca Senin için yaptım. Görülmesin, bilinmesin, ama Sen bil istedim Ya Rabbi.” İşte bu tür iyilikler, ihlasın zirvesi, kalbin en sade hâli ve aynı zamanda, insanın egosuna vurduğu zarif bir tokattır.

İyilik yapanlar, hiçbir dünyevî çıkar, övgü ve alkış, mukabil bir iyilik, saygı, taltif ve takdir beklememelidir. İyilikler, dua için bile vesile yapılmamalıdır. Elbette iyilik görenlerin teşekkür etmeleri güzel bir edeptir, ama iyilik yapan bunu dahi beklememelidir. Çünkü teşekkür beklentisi ile bir iyilik yapılmışsa, o iyilik davranışındaki ihlâs zedelenmiştir. Ne güzel bir atasözüdür: “İyiliği at denize, balık bilmezse Halık bilir.” Yani, iyilik zayi olmaz. İnsan bilmese de Yüce Allah görmektedir. Bazen iyilikler, belki yıllar sonra bile, hiç umulmadık bir anda rahmet olarak geri dönmektedir. Ama buradaki mesele, iyiliklerin kişilere geri dönmesi değil, onun sırf Yüce Allah için yapılmış olmasıdır.

Gerçek iyilik, kârlı çıkmak için değil, doğru kalmak için yapılır. Ne övgüye muhtaçtır, ne alkışa. Onun en güzel tezahürü, kalpteki sükûnet, Allah katındaki kıymettir. Kalbi menfaatten arındırıp sadece rızayı hedefleyen iyilik, Allah’ın rızasına açılan en berrak kapıdır. “İyiliğini, güzel gölgelikli ve meyveli bir ağaç gibi yap. Ancak ne meyvesini sunarken ne de gölgesinden faydalandırırken kendini öne çıkart. ‘Yüce Allah görsün, yeter’ düşüncesinden ayrılma.”

8) Sadaka Olarak Verilecek Malları En İyilerden Seçme

Allâh Teâlâ, “Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, iyiliğe asla erişemezsiniz. Allâh yolunda her ne harcarsanız muhakkak Allah onu bilendir.” (Al-i İmran, 3/92) buyurmaktadır.

Abdullah b. Mesud’un (ra) rivayetine göre, Efendimiz (sas) bir gün ashabına şöyle bir soru sormuştur:

Hanginize, kendisine mirasçı olan kişinin malı daha sevimli gelir?

Ashab hazeratı: “Ya Resulallah, her bir kişiye elbette kendi malı daha sevimlidir” dediler. Resülullah (sas) buyurdular:

Halbuki, kişinin (ölümünden önce Allah için hayır yoluna harcayıp) önden gönderdiği mal kendisinindir. Geride bıraktığı mal ise, kendisinin değil, artık mirasçısının malıdır.[6]

Bu kısmı bir dua ile tamamlamış olalım:

Ya Rabbi, kalplerimizi maddi menfaat düşüncesinden arındır, rızana boyun eğdir. Elimize iyilik ver ama o iyiliği gösterişe bulaştırma. Sadakalarımızı temiz eyle, sevdiğimizden verebilmeyi nasip et. Yaptığımız hayırları, senden başkasına duyurma ihtiyacı hissettirme. Sadakalarımızı verirken kalplerimize kibir değil tevazu, alan kimselerin kalplerine de utanç değil güven yerleştir. İyilikleri, karşılık beklemeden yapabilmeyi öğret bize. Her hayrımızı, katında kabul olunan salih amellerden eyle. Amin.

Karz-ı Hasen / Güzel Borç

“Sizlerdeki her nimet Allâh Teâlâdandır.” (Nahl, 16/53)

مَنْ ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ وَلَهُ أَجْرٌ كَرِيمٌ 11

Kimdir, ahiretteki mükâfatını umarak, Allah yolunda malını harcasın da böylece Allah onun mükâfatını kat kat versin. Hem onun için, çok iyi bir mükâfat da var.” (Hadîd, 57/11)

(قَرْضًا حَسَنًا) “Karz-ı hasen / güzel borç” tabiri, maddi çıkar gözetmeksizin, Allah’ın rızasını umarak, bir kimsenin sıkıntısını gidermek amacıyla aynî ya da nakdî bir malı / kıymeti, benzerini tekrar almak üzere bir sahsa borç olarak vermedir. “Karz-ı hasen”tabiri Kur’ân-ı Kerîm’de tam altı ayet-i kerimede geçmekte (Bakara, 2/245; Maide, 5/12; Hadîd, 57/11 ve 18; Teğâbun, 64/177; Müzzemmil, 73/20), bu ayet-i kerimelerden ikisi şu anda yorumu sadedinde olduğumuz Hadîd Suresi’nde bulunmaktadır.

Bu ayet-i kerimelerden bir tanesinde ise (Müzzemmil, 73/20), (وَاَقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًا)Allaha gönül hoşluğuyla ödünç verin” şeklinde, emir kipi ile gelmektedir.

Borç verene “mukriz”, borç isteyene “müstakriz”, borç vermeye “ikraz”, borç istemeye “istikraz”, verilen borca ve borç vermeye de “karz” tabirleri kullanılmaktadır. “İkraz” ve “karz”ın şer’i anlamı, “misli iade edilmek üzere bir şeyi bir kimseye temlik etmek” demektir. Yâni ölçülebilen, tartılabilen ya da sayılabilen, böylece miktarı tespit edilebilen ve borç alındığı takdirde mislinden aynı miktarın geri verilebilmesi mümkün olan mallarla borçlanmadır.

Karz-ı hasen”, herhangi bir minnet, başa kakma, eziyet söz konusu olmaksızın, içinden gelerek, samimiyetle ve ecrini Allah’tan bekleyerek, muhtaç durumdaki birisine borç verme ya da Allâh yolunda infakta bulunma demektir. Verdiği borç ya da yaptığı infak ile de riyakarlık ve insanların beğenisi kastı gütmeden, yalnızca Allah’ın rızasını arama ve helal kazançtan borç ya da sadaka olarak vermedir.

: عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسل

رَأَيْتُ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِي عَلَى بَابِ الْجَنَّةِ مَكْتُوبًا الصَّدَقَةُ بِعَشْرِ أَمْثَالِهَا وَالْقَرْضُ بِثَمَانِيَةَ عَشَرَ‏.‏ فَقُلْتُ يَا جِبْرِيلُ مَا بَالُ الْقَرْضِ أَفْضَلُ مِنَ الصَّدَقَةِ‏.‏ قَالَ لأَنَّ السَّائِلَ يَسْأَلُ وَعِنْدَهُ وَالْمُسْتَقْرِضُ لاَ يَسْتَقْرِضُ إِلاَّ مِنْ حَاجَةٍ ‏

‏Enes bin Mâlik’ten (ra) rivayet edildiğine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

Miraca çıkarıldığım gece Cennet’in kapısı üzerinde, “Sadakanın karşılığı on mislidir. Borç vermenin karşılığı ise on sekiz mislidir” ifadesinin yazılı olduğunu gördüm. Bunun üzerine Cebrail’e:

Borç vermenin, sadakadan üstün olmasının hikmeti nedir?” diye sordum. Cebrail dedi ki: “Sadaka isteyen kişi, yanında (bir şey) bulunduğu halde dilenir. Fakat borç isteyen kimse, ancak ihtiyaçtan dolayı borçlanmak istemektedir.[7]

Sadaka talebinde bulunanlar arasında, dünyalıktan bir şeyleri olmasına rağmen dilenciliği alışkanlık hâline getirenler vardır. Hatta bunlardan bazıları zengin olmalarına rağmen sadaka talebinde bulunabilmektedirler. Fakat borç para veya başka bir mal isteyen kimseler, genellikle ihtiyaçtan dolayı isterler. Hadis-i şerif bilhassa bu duruma dikkat çekmektedir.

İkraz”, yâni borç vermek ya da “infak” suretiyle İslâmî düşüncenin yaygınlaşmasına ve / ya da Müslümanlara yardımcı olmak elbet çok sevaptır ve sünnet-i müekkede’dir. İslâmî inanç, duygu, düşünce ve pratiklerin dünyanın dört bir yanında yaygınlaşması için maddi katkıların adı “karz-ı hasen” ve “infak”tır. Muhtaç, zor durumda bulunan ve borç isteyen Müslümana, kendisini darlıktan kurtaracak miktarda borç vermek ise vaciptir.

Yahya bin Ebî İshâk el-Hünâî şöyle demektedir:

“Ben Enes bin Mâlik’e (ra) şunu sordum: “Bizden bir adam, (din) kardeşine mislini geri almak üzere bir mal verir. Sonra malı alan kişi, borçlandığı kişiye hediye verse olur mu?” Enes (ra) dedi ki, Resülullah (sas) şöyle buyurdu:

Biriniz bir malı borç olarak verip, sonra malı alan şahıs borç verene bir hediye verdiği veya onu bineğine bindirmek istediği zaman, sakın o bineğe binmesin ve o hediyeyi kabul etmesin. Ancak borçlanma işinden önce, aralarında bu nevi bir konuşma cereyan etmişse o başka.[8]

Hadis-i şerifte, borç verme suretiyle alacaklı durumda olan tarafın, borçlu olan taraftan hediye ve benzeri yolla yararlanması yasaklanmaktadır. Ancak borç verme işleminden önce taraflar arasında hediyeleşme ve benzeri yardımlaşmalar devam etmekte olan bir durum ise, borçlu kişiden yararlanmanın borç alması ile hiç ilgisi yoksa, alacaklının borçlu tarafından verilen hediyeyi kabul etmesi, bineğine binmesi, keza yükünü taşıtması caiz olmaktadır. Ancak takvaya yakışan, alacaklının borçlusundan herhangi bir hediye almaması ve herhangi bir şekilde menfaat sağlamamasıdır.

Ebu Hanife hazretleri, borç verme karşılığında birtakım menfaatlerin şart koşulmasını faiz olarak telakki etmiştir. İmam Şafi hazretleri, herhangi bir menfaat sağlayan borç verme işlemini geçersiz saymış, İmam Mâlik hazretleri de borç verenin hediye almasını ya da herhangi bir menfaat oluşturan şartı haram kabul etmiştir.

Fudâle b. Ubeyd’den (ra), rivayet edildiğine göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:

Borç verme yolu ile elde edilen her menfaat, faiz çeşitlerinden bir çeşittir.[9]

Dolayısı ile mezhep imamlarımızın, adeta icma edercesine “borç verme yolu ile elde edilen fayda ya da menfaati” faiz telakki etmelerinde, borç verme işlemini geçersiz saymalarında ve haram kabul etmelerinde, sünnete uygun bir hüküm verdikleri için şaşılacak bir taraf bulunmamaktadır. Asıl şaşılacak husus, naslar açıkça ortada iken rüşveti ve yolsuzluğu netice verecek tarzda dinin ruhuna kesinlikle aykırı birtakım fetvaları verenlerin aymaz tutumlarıdır.

Ancak Efendimiz (sas), yaptığı dualarda borçtan da Allâh’a sığınmıştır. Enes’in (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas), bu hususta şöyle dua ederdi:

اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْهَمِّ وَالْحَزَنِ، وَالْعَجْزِ وَالْكَسَلِ، وَالْجُبْنِ وَالْبُخْلِ، وَضَلَعِ الدَّيْنِ، وَغَلَبَةِ الرِّجَالِ

Allâhım! Tasadan, mahzunluktan, acizlikten, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, borç baskısından / ağırlığından ve (güç sahibi) insanların (tasallutundan) galebesinden Sana sığınırım.[10]

Annemiz Hz. Aişe’nin (r. anhâ) rivayet ettiğine göre, Efendimiz (sas) namazlarının arkasından şöyle de dua ederdi:

اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْمَأْثَمِ وَالْمَغْرَمِ

Allâhım! Günahtan ve borçtan sana sığınırım.

Bir sahabi kendisine şöyle sordu:

“Ya Resulallah, borçtan ne kadar da çok Allâh’a sığınıyorsunuz.” Efendimiz (sas) cevap buyurdular:

Kişi borçlandığı zaman, konuştuğunda yalan söylemeye başlar. (Borcu ile ilgili olarak alacaklısına) söz verir, ancak sözünde de durmaz.[11]

Bu hadis-i şerifte borçlu kimselerin halet-i ruhiyeleri veciz bir şekilde anlatılmış olmaktadır. Gerçekten de borçtan bunalan bir şahıs, ödeme ile ilgili çeşitli sözler verir, ancak sözünde durmamaya ve yalanlar söylemeye başlar. Bu durum bir müddet sonra (hafazanAllâh) artık yalan söyleme ahlâkına dönüşür.

Nur ve Cennet

“SübhânAllâh ve bihamdih SübhânAllâhi’l-Azîm.” (Her türlü övgünün ve her türlü kemâlâtın kendisine ait olduğuna kalbî itikat çerçevesinde Allâhı hamd ile tesbih ederim.)

يَوْمَ تَرَى الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ يَسْعَىٰ نُورُهُمْ بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِأَيْمَانِهِمْ بُشْرَاكُمُ الْيَوْمَ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا ۚ ذَٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ 12

 “(Hatırla) o günü ki, mümin erkeklerle mümin kadınları, nurları önlerinden ve sağlarından koşar bir halde göreceksin. (Melekler onlara şöyle derler): “Bugün size, müjde olsun! O cennetler ki, altlarından ırmaklar akıyor. İçlerinde ebedî olarak kalacaksınız.İşte en büyük kurtuluş budur.” (Hadîd, 57/12)

Sırat üzerinde, mümin erkeklerle mümin kadınların nurlarının, önlerinde ve sağlarında olduğu haldeki koşuşturmaları, bir ayet-i kerimede daha hareketli bir şekilde şöyle resmedilmektedir:

يَوْمَ لَا يُخْزِى اللّٰهُ النَّبِىَّ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعٰى بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَا اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ

O gün Allah, Peygamberini ve O’nunla beraber iman edenleri utandırmayacaktır. (Sırat üzerinde) nurları önlerinde ve sağlarında koşup parlayacak, şöyle diyeceklerdir: “Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla. Bizi bağışla. Muhakkak ki sen, her şeye kadirsin.” (Tahrim, 66/8)

Ayet-i kerimedeki (يَسْعَىٰ نُورُهُمْ بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِأَيْمَانِهِمْ)Onların nurları önlerinden ve sağlarından koşar” ifadesi, Câbir ibni Abdillâh’in Hz. Peygamber’den (sas) rivayet ettiği şu hadis-i şerif ile “gerçek ışık” şeklinde anlaşılmıştır:

Mümin ve münafık her insana, bir nur verilir. Sonra o nurun peşine takılırlar. Cehennem köprüsünün üzerinde, çengeller ile dikenler vardır. Bunlar, Allah’ın dilediği kimseleri yakalar. Daha sonra münafıkların nuru söner, müminler ise kurtulurlar.[12]

Yine Abdullah’tan (ra) rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifte de Efendimiz (sas) ayet-i kerimeyi şu şekilde yorumlamaktadır:

Herkes için, amel ve sevabına göre nuru verilir. Kimilerinin nuru dağ kadar, kimilerininki ise ancak başparmağını aydınlatacak kadar olur ki bu, bir söner, bir yanar.[13]

Hesap gününde nuru olmamaktan Allah’a sığınırız.

Ayet-i kerimede dikkat çeken unsurlardan bir tanesi de haşir gününde Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, Cennetlik müminlere has kıldığı ışığı, “ön” ve “sağ” cihetlere tahsis edip, “arka” ve “sol” cihetleri dışarıda bırakmış olmasıdır. Burada bilhassa “ön” kelimesinin zikredilmesi ile bütün Cennet güzelliklerinin üstünde ve en büyük nimet olan “Allâh’ın rızası”, “sağ” kelimesinin zikredilmesi ile, her türlü berekete kaynaklık eden ve güzelliklerin en üst seviyede yaşanacağı Cennet’e ait hayatın kast edilmiş olduğu tasavvur edilebilir.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, “sol” ve “arka” cihetleri zikrettiği ayet-i kerimelerde ise, münafık ve kafirlerin mahşerdeki durumlarını şu şekilde tasvir etmektedir:

Kitabı kendisine sol tarafından verilen ise şöyle der: “Keşke kitabım bana verilmeseydi.” (Hakka, 69/25)

Fakat kime kitabı arkasından verilirse,“helâk!” diye bağıracak ve alevli ateşe girecektir.” (İnşikâk, 84/10-11)

Bu ayet-i kerimelerde, kitaplarını “sol” ve “arka” cihetlerinden alanlar ile, en küçük bir şekilde şefaat kırıntısı kullanamayacak olan kafirlerin, münafıkların, zalimlerin ve cebbarların nitelendiği açıktır.

Cennet, Peygamberlerin (ase) davetine uyarak iman edip, dünya ve ahirete ait işlerini, kulluk vazifelerini elden geldiği kadar güzel bir şekilde yapan, temiz ve müttaki kişiler için hazırlanmış huzur ve saadet yurdudur. Cennet, Allâh Teâlâ’nın, ahirette, iman eden erkekler ve iman eden kadınlar için hazırlamış olduğu selâm diyarıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de cennet tasvirine dair ayetler (daha çok Rahman, Vakıa, İnsan ve Ğaşiye Surelerinde olmak üzere) Cehennem’e dair olanlara nispetle daha fazladır.

Bir hadis-i kudsîde Cenab-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:

Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer zihninin tasavvur edemeyeceği mutluluklar hazırladım.[14]

Hz. Peygamber (sas) de şöyle buyurur:

Muhakkak cennet yüz derecedir. Onlardan her bir derece, gök ile yer arasındaki mesafe kadardır. Şüphesiz o derecelerin en yücesi, Firdevs’tir. En faziletlisi de Firdevs’tir. Arş, muhakkak Firdevs’in üstündedir. Cennetin ırmakları da Firdevs’ten çıkıp akar. Bu itibarla siz Allâh’tan dilemek istediğiniz zaman, Firdevs’i isteyiniz.[15]

Adn cennetleri ise, ırmakların, gölgeliklerin ve bunun gibi daha birçok nimetin bulunduğu cennetin özel bir kısmıdır. En belirgin anlamı ile “ikamet etme” veya “ikamet edilen yer” demektir. Bir şehir gibi olan Adn Cenneti peygamberlerin (ase) barınacakları yerdir. Binaları altın ve gümüş tuğlalarla yapılmış olan bu şehirde, Hz. Peygamber’in (sas) bir menzili (konağı) vardır.[16]

Adn cennetlerinin önemini ifade etmek üzere Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmaktadır:

İki cennet vardır ki, bunların kapları ve içinde bulunan şeyler hep gümüştendir. Diğer iki cennet daha vardır ki, bunların kapları ve içinde bulunan şeyler de altındandır. Adn cennetindeki cennetliklerle, Rablerine bakmaları arasında Allâh’ın vechi (yüzü) üzerindeki kibriyâ (büyüklük, ululuk, azamet) ridasından başka bir şey bulunmayacaktır.[17]

Münafıkların Çaresiz Haykırışları

“Ey iman edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla birlikte olun.” (Tevbe, 9/119)

يَوْمَ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ لِلَّذِينَ آمَنُوا انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ قِيلَ ارْجِعُوا وَرَاءَكُمْ فَالْتَمِسُوا نُورًا فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌ بَاطِنُهُ فِيهِ الرَّحْمَةُ وَظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُ 13

 “O gün, münafık erkeklerle münafık kadınlar, iman edenlere şöyle diyecekler: “Bize bakın, (yahut bizi bekleyin) nurunuzdan bir parça ışık alalım.” (Müminler tarafından onlara şöyle) denilecek: Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayın.Derken aralarına, kapısı bulunan bir sur (aşılamayacak bir engel, mania) çekilmiştir (müminler içerde, kâfirler ise dışarda kalmıştır). Surun içi rahmet doludur, dış tarafında ise azap bulunmaktadır.” (Hadîd, 57/13)

Müminler nur, münafıklar ise zulmetler içindedir. Münafıklar, müminlerden nur talebinde bulunur. Münafıklar, tıpkı dünya ateşinden parça alabilme gibi, müminlerin nurlarından bir aydınlatma parçası alabilmeyi ummaktadırlar. Halbuki müminlerin o nurları, Allah’ı (cc) daha dünyada iken tanımalarından ve sevmelerinden kaynaklanan marifetullah ve muhabbetullah nurları ile, dini emir ve yasaklara uyma yani salih amellerin neticesinde oluşan nurlardır. Mahşer günündeki nurlar, kişinin dünyadaki güzel amelleri ve sevap kazandıran davranışları ölçüsünde olacaktır. Yukarıda naklettiğimiz bir hadis-i şerifi makam münasebeti ile burada tekrar zikretmek istiyoruz:

Abdullah’tan (ra) rivayet edilen hadis-i şerifte Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:

Herkes için, amel ve sevabına göre nuru verilir. Kimilerinin nuru dağ kadar, kimilerininki ise ancak başparmağını aydınlatacak kadar olandır ki bu, bir söner, bir yanar.[18]

Münafıklar, dünyada salih ameller işlemedikleri için, ahirette bu ışığa ulaşmaları imkânsız olacaktır.

يُنَادُونَهُمْ أَلَمْ نَكُنْ مَعَكُمْ ۖ قَالُوا بَلَىٰ وَلَٰكِنَّكُمْ فَتَنْتُمْ أَنْفُسَكُمْ وَتَرَبَّصْتُمْ وَارْتَبْتُمْ وَغَرَّتْكُمُ الْأَمَانِيُّ حَتَّىٰ جَاءَ أَمْرُ اللَّهِ وَغَرَّكُمْ بِاللَّهِ الْغَرُورُ 14

 “(Müminlere, münafıklar) Şöyle bağırırlar:Bizler sizinle beraber (dünyada ibadet eder) değil miydik? (Müminler:) “Evet, bizimle beraberdiniz. Fakat siz, kendinizi fitneye (nifaka) düşürdünüz. (Müminlere felâketler) Beklediniz! (Yahut tevbe için beklediniz), Şüphelere girdiniz. Boş hülyalara daldınız. Ta ki Allah’ın emri (ölüm) gelinceye kadar. Bir de Allah’a karşı, sizi o çok aldatıcı (şeytan) aldattı.” (Hadîd, 57/14)

Bu ayet-i kerimede de müminlerle münafıklar arasındaki diyalog, oldukça üzücü ve ibret verici bir şekilde devam etmektedir. Üzücüdür zira, bulunulan mekân geri dönüşü olmayan mahşer alanıdır. İbret vericidir zira, bu dünyada iken yapılması gereken salih amellerin mutlaka işlenmesine teşvik etmekte, eldeki hazır imkanların ahiret adına kullanılmasının önemine dikkat çekilmektedir.

Ayet-i kerimede müminler, kendilerinden nur isteyen münafıkların, şu beş temel hususta yanlışlar yaptıklarını onların yüzlerine vurmaktadırlar:

1) (وَلَٰكِنَّكُمْ فَتَنْتُمْ أَنْفُسَكُمْ) “Çünkü sizler, kendi kendinizi fitneye düşürdünüz.” Kendi kendinizi ayarttınız, nifaka, küfre ve günahlara dalmakla kendinizi yaktınız. “Fitne” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de “ateşe atma, ateşle azap etme” anlamında geçmektedir (Zâriyât, 51/13). Ayrıca “sapıklık, sapma ve saptırma” (Mâide, 5/41, 49; Sâffât, 37/162), şeytanın zayıf ruhlu kişilere aşıladığı bâtıl inanç ve kuruntu (Hacc, 22/53) anlamlarında da kullanılmıştır. Bu ayet-i kerimede ise (Hadîd, 57/14), insanın “inkârcılık ve münafıklık” gibi yanlış inançları veya kötü davranışları sebebiyle kendi kendisinin fitnesi olması beyan edilmektedir.

2) (وَتَرَبَّصْتُمْ) “Bekleyip durdunuz.” Bu bekleme, İbn Abbas’a (ra) göre, tevbeyi bekleyip, “hep ileride tevbe edeceğinizi düşündünüz” anlamındadır. Ancak, “münafıkların, müminlerin başlarına hep belâ gelmesini beklemeleri” şeklinde de anlaşılmıştır.

3) (وَارْتَبْتُمْ) “Şüphe ettiniz.” Bu ifade; “Allah’ın (cc), salih amelleri mükafatlandıracağı, emirlerine ve yasaklarına uymayanları cezalandıracağı hususlarında, din, peygamber, kıyamet ve haşir gibi temel imânî konularda şüphe ettiniz” şeklinde yorumlanmıştır.

(ﺭﻳﺐ)Reyb” kelimesi sözlükte, “şüphe, zan ve itham etme” gibi anlamlara gelmektedir.

Müminlerin en kıymetli özelliklerinden birisi onların bilhassa iman rükünlerinde şüphelere asla kapı açmamalarıdır. Kur’ân-ı Kerîm, müminlerin paha biçilmez bu özelliklerini ayet-i kerimede beyan etmektedir (Hucurât, 49/15).

Rebia b. Şeyban, Hz. Ali’nin (ra) oğlu Hasan’a (ra), “Resülullah’tan (sas) ezberlediğin bir şey var mı?” diye soruyor. Bu güzel insan da şöyle cevap veriyor:

“Resülullah’tan (sas) şunu ezberledim:

Şüpheli olanı bırak, şüphesiz olana bak. Çünkü doğruluk, gönül rahatlığıdır. Yalancılık ise, kuşkudan ibarettir.[19]

Kur’ân-ı Kerîm, kafirlerin ve münafıkların, dinin asıllarına şüphe ile bakmalarını, birbirleri ile anlamdaş sayılabilecek hem (ﺭﻳﺐ) (reyb / şüphe) hem de (ﺷّﻚ) (şekk / şüphe, zan) kelimeleri ile açığa çıkarmaktadır (Bakara, 2/23; Tevbe, 9/45, 110; Yunus, 10/104; Hûd, 11/62; İbrahim, 14/9, 10; Nur, 24/50; Hadîd, 57/14). Kur’an’da “şüphe” ve bu kelimeye yakın diğer kelimeler olan “tereddüt ve zebzebe” gibi kelimelerle kâfir ve münafıkların özellikleri ortaya konulmaktadır. Efendimiz (sas) şöyle buyuruyor:

Dine şüpheler karıştıran bir kul, ne bedbaht bir kuldur.[20]

4) (وَغَرَّتْكُمُ الْأَمَانِيُّ) “Sizi boş kuruntularınız aldattı.” “Ümniyye” ve çoğulu olan “emaniyy” kelimesi, Kur’ân’da yedi âyette geçmektedir (Bakara 2/78, 111; Nisâ 4/119, 120, 123; Hacc 22/52; Hadîd 57/14). Müfessir, Arap dili âlimi ve ahlâk felsefecisi Râgıb el-İsfahânî (v. V/XI. yüzyılın ilk çeyreği), “ümniyye” kelimesini, “bir şeyin çok istenmesi sonucunda nefiste hâsıl olan, beliren suret, aslı esası olmayan arzu ve istekler, temeli olmayan kuruntular”[21] şeklinde tanımlamaktadır. Arap dili ve edebiyatı âlimi, müfessir Ebû İshâk İbrâhîm ez-Zeccâc’a (v. 311/923) ve “Lisânü’l-ʿArab” adlı ansiklopedik sözlüğüyle tanınan dil âlimi, edip ve Şâfiî fakihi İbn Manzûr’a (v.711/1311) göre ise “emâniy” kelimesi, diğer anlamlarının yanı sıra şu iki anlama daha gelmektedir:

Birincisi, şimdi aktaracağımız ayet-i kerimede olduğu gibi “yazmayı bilmeme, sadece kitabı okumayı bilme” anlamıdır:

وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ وَلَا نَبِىٍّ اِلَّا اِذَا تَمَنّٰى اَلْقَى الشَّيْطَانُ فٖى اُمْنِيَّتِهٖ فَيَنْسَخُ اللّٰهُ مَا يُلْقِى الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللّٰهُ اٰيَاتِهٖ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ

Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, okuduğu zaman, şeytan onun okumasına anlam katmaya çalışmasın. Ancak Allah, şeytanın attığı anlamı yok eder. Sonra Allah, ayetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Hacc, 22/52)

İkincisine göre ise bu kelime “yalanlar” anlamına gelmektedir.[22]

Münafıklar iman ve küfür arasında tereddüt etmeleri sebebiyle, “kararsız ve şüpheci” bir karaktere bürünmüşlerdir. Müminlere karşı duydukları hoşnutsuzluk, kin ve haset, onları fırsat bulduklarında fitne ve fesat peşinde koşmaya itmektedir. Müminlerin başlarına felaketler gelmesi ile ilgili boş, yalan ve yanlış kuruntularının esiri olmuş, ahirette Allah’ın rahmeti hususunda da kendileri ile ilgili asılsız beklentiler içerisine girmişlerdir.

5) (وَغَرَّكُمْ بِاللَّهِ الْغَرُورُ) “Allah’a karşı, sizi o çok aldatıcı (şeytan) aldattı.” Münafıklar, hep çok aldatıcı şeytanın aldatmalarına kapılmışlardır.

Küfür, İnkâr ve Cehennem

فَالْيَوْمَ لَا يُؤْخَذُ مِنْكُمْ فِدْيَةٌ وَلَا مِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا ۚ مَأْوَاكُمُ النَّارُ ۖ هِيَ مَوْلَاكُمْ ۖ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ 15

 “(Ey münafıklar) Artık bugün ne sizden ne de kâfir olanlardan (kurtulmanız karşılığında) bir bedel kabul edilmez. Sığınacağınız yer ateştir. Artık ateş sizin dostunuzdur. O, ne kötü bir varış yeridir!” (Hadîd, 57/15)

Küfür ve inkâr, kişiyi cehenneme götüren en önemli sebeptir. Bir başka sebep ise münafıklıktır. Kur’an-ı Kerîm’de belirtilen bazı suç halleri ve cehenneme götüren temel günahlar kategorik olarak şu şekildedir:

“Günahlara dalmak, Allâh’a şirk koşmak, içki içmek, kumar oynamak (Bakara, 2/219). Haram aylarda savaşmak (Bakara, 2/217). Bakmakla yükümlü olduğu yetimin malını kendi malına katarak onun rızası olmaksızın yemek (Nisâ, 4/2; İsrâ, 17/34). Fakirlik korkusuyla kendi çocuğunu öldürmek (İsrâ, 17/31). İnsanlar arasında fitne çıkarmak (Bakara, 2/217). Faiz yemek, (Bakara, 2/275) Allâh’tan başkasına kulluk etmek (İsrâ,17/23). Anne-babaya isyan etmek (İsrâ, 17/23). Akrabaya miras hakkını vermemek (Nisâ, 4/7, 13; İsrâ, 17/26). Malı gereksiz yere israf etmek (İsrâ, 17/27). Zina etmek (İsrâ, 17/32; Nisâ, 4/15-16), haksız yere adam öldürmek (İsrâ, 17/33). Ölçü ve tartıyı tam yapmamak (İsrâ, 17/35). Kibirlenmek, (İsrâ, 17/37) iffetli kadınlara zina isnat etmek (Nisâ, 4/23). Kötülük yapmak (Bakara, 2/81; Yûnus, 10/27), Allâh’ın huzuruna kötülükle gelmek (Neml, 27/90; İnfitâr, 82/14). Savaş esnasında savaştan kaçmak (Enfâl, 8/16). Azgınlık yapmak, (Şuarâ, 26/94) insanlara işkence etmek, tövbe etmemek (Bürûc, 85/10) ve doğru yoldan çıkmak (Secde, 32/20).

Bu şekilde suç işleyenler ya “hukukullahı” ya da “hukuku ibadı” çiğnemiş olurlar. “Bağışlamak” Allâh’ın en çok vurgulanan bir sıfatı olmakla birlikte, kul hatalarında ısrar eder ve “suçu kendisini çepeçevre kuşatırsa” (el-Bakara 2/81), muhakkak ki ebediyen cehennemde kalır.

İnşâAllâh “Hadîd Suresi Yorumu III” başlıklı yazı ile, Sureyi anlama çabamıza devam edeceğiz.


[1] Tirmizi, Daavât, 15 (3393); Buhari, Daavât, 16 (6323); Nesaî, İstiâze, 57 (5522).

[2] Buhârî, Rikâk, 38 (6502); İbni Hibban, Sahih, 2/58 (347); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/256 (26723).

[3] Tirmizi, Tefsir, 3 (2989); Müslim, Zekât, 19 (1015).

[4] Buhari, Zekât, 8 (1410).

[5] Müslim, Zekât, 31 (1032); Buhârî, Zekât 11 (1419); Ebu Dâvud, Vesaya 3 (2865); Nesâî, Zekât 60 (2542); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/231 (7159).

[6] Buhârî, Rikak 12 (6442).

[7] Ebû Bekir Beyhakî, Şuabü’l-Îman, (Thk. Abdulali Abdulhâmid Hamid), 5/189 (3288), Mektebetü’r-Rüşd, Riyâd-2003; İbn Mâce, Sadakât, 19 (2431); Ebû Ahmed Abdullāh b. Adî b. Abdillâh el-Cürcânî (v. 365/976), el-Kâmil fî Du‘afâi’r-Ricâl, (Thk. Âdil Ahmed Abdü’l-Mevcûd, Ali Muhammed Muavvad), C. 3, s. 423-424, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, trsz.; Ebû Nuaym el-İsfahânî (v. 430/1038), Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakatu’l-Asfiyâ, 8/333, Matbaatu’s-Saâde, Beyrut-1979.

[8] İbn Mâce, Sadakât, 19 (2432); Ebu Bekr Ahmed b. el-Hüseyn b. Alî el-Beyhakî (v. 458/1066), es-Sünenü’l-Kübra, (thk. Muhammed Abdulkâdir Atâ), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, C. 5, s. 573 (10934).

[9] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübra, C. 5, s. 573 (10933); Ebû Bekr Abdullāh b. Muhammed b. Ebî Şeybe İbrâhîm el-Absî el-Kûfî (v. 235/849), el-Musannef, (Neşr. Ebu Muhammed Üsame b. İbrahim), 7/192 (21065), Daru’l-Faruk el-Hadisiyye, Kahire-2008.

[10] Buhari, Daavât, 36 (6363); 40 (6369); Nesaî, İstiâze, 45 (5503); Tirmizî, Daavât, 71 (3484).

[11] Buhari, İstikraz, 10 (2397).

[12] Müslim, İman, 191.

[13] Hâkim, Müstedrek, Tefsiru Sure el-Hadîd, 2/478 (3785).

[14] Buhârî, Tefsîr, 32/1 (4779); Müslim, Cennet, 2 (2824); 5 (2825).

[15] Tirmizi, Cennet, 4 (2531).

[16] Buhârî, Tefsîr, 9/15 (4674).

[17] Müslim, İman, 180.

[18] Hâkim, Müstedrek, Tefsiru Sure el-Hadîd, 2/478 (3785).

[19] Tirmizi, Kıyame, 60 (2518); Nesâî, Eşribe, 50 (5711); Dârimî, Büyu, 2 (2574); İbn Hibban, Sahih İbn Hibban bi-Tertib ibn Belban, (Tahk. Şu‘ayb al-Arnavut), 2/498 (722), Müessese er-Risale, Beyrut-1993.

[20] Tirmizi, Kıyame, 18 (2448).

[21] Ebü’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed b. Mufaddal Ragıb el-İsfahânî, Müfredâtu Elfazi’l-Kur’ân, (Thk. Mustafa El-baz), “menâ” md., s. 615, Mektebetü Nezzar Mustafa el-Baz, trsz.

[22] Ebû İshak İbrahim ez-Zeccâc, Meâni’l-Kur’ân ve İ’râbuhu, (Şerh ve Thk. Abdülcelil Abduh Şelebi), 1/159, “menâ” md., Âlemü’l-Kütüb, Beyrut-1988; Ebü’l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensari İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, (Nşr. Emin Muhammed Abdülvehhab, Muhammed es-Sadık el-Ubeydi), “menâ” md., 13/203-204, Dârü İhyai’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut-1997.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.