İslam’da Kadının Yeri: Kur’an, Sünnet ve Tarihsel Yorumlar

Musa Kâzım GÜLÇÜR



24 Ağustos 2025 Pazar


İçindekiler

İngilizce Özet (Abstract)

Şiir – Hz. Meryem Kasîdesi

Önsöz

Yahudi-Hristiyan Geleneklerinde Kadın Algısı

I. İslam Açısından Kadın

A. Kur’ân-ı Kerîm’de Kadının Konumu ve Değeri

B. Kur’ân-ı Kerîm’de Kadın Figürlerinin Temsiliyet Biçimleri

II. Kur’an-ı Kerîm’de Yüksek Şahsiyetli Kadınlar

1. Hz. Meryem

2. Firavun’un Karısı (Hz. Âsiye)

3. Hz. Musa’nın (as) Annesi ve Ablası

4. Hz. İbrahim’in Eşi Hz. Sâre – Meleklerle Konuşan Kadın

5. İnkarcı ve Komplocu Kadınlar

III. ‘Kadın Peygamber Olur mu?’ Sorusunun Teolojik Çerçevesi

1. Muhalif Görüş: ‘Kadın Peygamber Olmaz’

2. Mutabık Görüş: ‘Kadın Peygamber Olabilir’

IV. Hz. Peygamber’in Kadınlara Davranışı: Rahmetle Taçlanmış Bir Yaklaşım

V. ‘Kadınlar, Erkeklerin Diğer Yarısıdır’: Hz. Peygamber’in (ﷺ) Sözünde İnsani Eşitlik ve Tamamlayıcılık

VI. Tarihî Bazı Kadın Sûfîler – İlâhî Aşkın ve Tevekkülün Aydınlık Yüzleri

1. Râbia el-Adeviyye (v. 185/801)

2. Fatıma en-Neysâbûrîyye (v. 223/838)

3. El-Vehetî Ümmü’l-Fazl (v. 4/10. asır)

4. Aişe el-Bâuniyye (v. 922/1516)

VII. İslam’da Kadın Bilgeliği: Geçmiş, Bugün ve Gelecek

1. Bugünün Müslüman Kadını

2. Kadınların Manevî Liderlikte Yer Almaları

Sonuç

أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيطَانِ الرَّجِيمِ

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, o nefisten eşini de var eden ve bu ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbinizden sakının.

(Nisa, 4/1)

Allah’ın, sizleri birbirinizden üstün kıldıklarını (sizde olmayıp da diğerlerinde olan şeyleri) tutkuyla istemeyin. Erkeklerin çalışıp kazandıklarından payları olduğu gibi, kadınların da çalışıp kazandıklarından payları vardır. Allah’ın lütfundan isteyin. Çünkü Allah, her şeyi çok iyi bilendir.

(Nisa, 4/32)

(Ebu Davud, Sünen, 236; Tirmizî, Sünen, 113)

الحمد لله المفيض مدده علي احبابه تخصيصا و وفاء، المروي قلوبهم من شراب التوحيد محبة و صفاء، المتجلي علي اسرارهم جلالا و جمالا، المتفضل عليهم بمنائح القرب شهودا و وصالا. احمده حمد من عرّفه به فعرف و غمره بفضله فاقرّ بالعجز عن شكره و اعترف. و اشهد ان لا اله الا الله وحده لا شريك له شهادة من هام في بيداء التفريد و غرق في بحر التوحيد فانقطع نظره عن الخلق و شاهد الحق بالحق. و اشهد ان اخص الاخاصين مصطفي المصطفين و سيد المرسلين و اشرف العالمين محمّده الاحمد و رسوله الامجد و حبيبه الاقرب و خليله الانجب صلي الله عليه صلاة داءمة بدوامه الابدي باقية ببقاءه الصمدي صلاة تديم المدد لنامه و التلقي عنه و علي اخوانه من النبيين و المرسلين و علي آله و صحبه اجمعين و آل كل و ساءر الصالحين و سلم تسليما و كرّم تكريما

(20/25 ، سُورَةُ طه)

Hamd, sevdiklerine, özellikle de vefa ile seçtiklerine, nimetlerini ve ihsanlarını bolca ihsan eden, gönüllerini tevhid şarabıyla, sevgi ve saflıkla doyuran, sırlarına yüceliği ve güzelliği ile tecelli eden, onları yakınlık ve vuslat lütuflarının şahitliklerine eriştiren Allah’a mahsustur. O’na, Kendini yine Kendisiyle tanıttığı için tanıyabilen, lütfuyla kuşattığı için de O’na hakkıyla şükretmekten aciz olduğunu itiraf ve kabul eden kulun hamdi ile hamd ederim. Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur, tektir, ortağı bulunmamaktadır. Bu, tefrîd çölünde kaybolan, tevhid denizinde boğulan, böylece gözü tüm yaratıklardan kopan ve Hakk’ı Hak ile gören kimsenin şahadetidir. Yine şahitlik ederim ki, özellerin en özeli, seçilmişlerin en seçilmişi, elçilerin en efendisi ve alemlerin en şereflisi, O’nun en şanlı elçisi, en yakın sevgilisi ve en faziletli dostu Muhammed el-Ahmed’dir. Allah ona, ailesine, peygamberlerden ve resullerden olan kardeşlerine, ashabına ve bütün salihlere, ebedi varlığıyla ebedî, eşsiz bekâsı ile bâkî şekilde devam edecek salât ve selâm etsin, onu şereflendirsin.

(Bu salât u selam, âlim ve şair Aişe el-Bâuniyye’nin [v. 922/1516] ‘El-Müntehab fî Usuli’r-Rüteb fî İlmi’t-Tasavvuf’ adlı eserinin girişinde yer alan etkileyici cümleleridir. Farkında olduğu gerçeklik, Yüce Allâh’ın (cc) ilhamına açık olmayanlar tarafından erişilebilir görünmemektedir.)

İngilizce Özet (Abstract)

This study explores the status and significance of women in Islam, emphasizing the egalitarian and revolutionary perspectives offered by the Qur’an and the Sunnah of the Prophet Muhammad (peace be upon him). It begins by contrasting the portrayal of women in Islam with their depiction in Judaism and Christianity, where women, particularly through the narrative of Eve, have often been associated with the original sin and subordination. In contrast, the Qur’an positions women as ontologically equal to men, created from the same essence (nefs-i vahide; Qur’an 4:1), and as active moral agents accountable directly to God.

The study highlights key Qur’anic figures such as Maryam (Mary), Asiya (Pharaoh’s wife), and the mother and sister of Moses, who exemplify faith, resilience, and intellectual agency. It also examines the Prophet’s compassionate and inclusive approach to women, as seen in his encouragement of their education, political participation, and spiritual contributions, epitomized in the hadith, “Women are the counterparts of men” (Abu Dawud, Sunan, 236).

The text further explores the historical contributions of women in Islamic mysticism, highlighting figures such as Rabia al-Adawiyya, Fatima al-Naysaburiyya, and Aisha al-Ba’uniyya, who embodied divine love, wisdom, and spiritual leadership. The discussion on whether women can be prophets reflects a theological debate, with some scholars, such as Ibn Hazm and al-Kurtubi, arguing in favor of the possibility based on women like Mary receiving divine revelation. This study critiques traditional patriarchal interpretations of Islamic texts that have marginalized women, advocating for a return to the Qur’an’s timeless principles to empower women as spiritual and intellectual leaders.

In addressing contemporary challenges, the text calls for fostering women’s spiritual leadership through education, community networks, and intellectual platforms, urging Muslim societies to overcome cultural biases and embrace women as equal partners in faith and wisdom. By intertwining Qur’anic exegesis, prophetic traditions, historical examples, and modern aspirations, this work underscores that women in Islam are not only bearers of faith but also torchbearers of divine wisdom and for societal transformation.

Hz. Meryem Kasîdesi

(Kaside-i Meryemiyye)

Şeb-i tarîkde, pür-nûrdur âlem,

Doğar iklime, ay misli âdem.

Şebnem-i aşkta, gülzâr açar hep,

Nûr-i Rahmân’la, tezyîn olur dem.

Bâğ-ı cinândır, bint-i muhterem,

Her nefes safâ, bir lûtf-u kerem.

Bir cemâl içre, zuhûr tecellî,

Ki o Meryem’dir, ilmü muallem.

Sırr-ı rûh ile, dâmen pâkizem,

Zühdü takvâsı, onda mücessem.

Rûh-i Kudsî’ye, çün refîk oldu,

Lütf-i Rahmân’la, bahtiyâr eslem.

Mihrapta rızık!, sordu ‘ne kerdem?’,

Feyz-i Hüdâ’dan, bâğ-i mükerrem.

Cennet’te nümûn, pür-feyzi gönül,

Ki o Meryem’dir, betûl mukaddem.

Hak kelâmında, pâk-i müsellem.

Ey İmran kızı, rûh-i mükellem,

Zikr-i Meryem’le, pür-nûr olur dil,

Rahmet-i Hak’la, hâk etti kalem.

Teveccühte kalp, taatte kadem,

Secde-i aşkı, tâhire mübrem.

Kudsîler hayran, dürr-i ıstıfâ,

Nazarlar bütün, hayrette ebkem.

Adını söyler, sülüsü âlem,

Kâim musallî, mihrâbta her dem.

Ol münezzeh hep, râki’ ü sâcid,

Adı anılır, bûy dolar sînem.

Rahmet-i Hak’la, münevver kâim,

Ol benefşe zâr, tebcîlle kerîm.

Lâlegül

Önsöz

Kur’ân-ı Kerîm, hakkının tam teslim edilmesi ve iyi anlaşılması gereken, dünyayı değiştirici mucizevî bir güce sahiptir. Bilhassa hicrî ilk on asırda, Müslümanların Kur’ân-ı Kerîm’e samimi yönelişleri, onlara entelektüel anlamda çok büyük kazanımlar getirmiştir. Ancak daha sonra gelenler, Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasına hizmet etmesi gereken İslamî literatürü, asıl ve ilâhî metne hizmetten çıkarmış, gölgelere vahiy ve ışık muamelesi yapmaya başlamışlardır. Sonuç, bireylerin ve toplumların apaydınlık ve sonsuz kaynak ilâhî metinden uzaklaşmaları, buna muhâzî bir şekilde de onun bîhemtâ maksatlarının gizlenmesi olmuştur.

Günümüz açısından baktığımızda yapılması gerekenler, Kur’ân-ı Kerîm ile bireyler arasında zayıflamış manevi bağların yeniden onarılması, kadınlarla ilgili Kur’ân-ı Kerîm’e dayalı sarsılmaz ilkelerin yeniden tahlil edilmesi ve sağlam hükümlerin istinbatı için çaba gösterilmesidir.

İlim tarihi açısından, İslam’ın dördüncü yüzyılına kadar, kadınların önemi ve dini alanda görünürlükleri oldukça yüksektir. Mesela, Horasanlı sûfî, müfessir ve muhaddis Ebu Abdurrahman es-Sülemî’nin (v. 412/1021), ‘Kendilerini İbadete Adayan Sûfî Kadınlar’ adlı eserinde, isimlerini zikrettiği sûfî kadınların sayısı 84, diğer kitabı ‘Tabakâtu’s-Sûfiyye’de zikrettiği erkek sûfîlerin sayısı ise 103 kadardır. Hicri dördüncü yüzyılda, sûfî kadınlarla ilgili yazılmış bir kitapta, neredeyse erkek sûfî rakamına ulaşan bu sayı, kadınların dini ve tasavvufi alanda gayet etkin olduklarını göstermektedir.

Kadınların dini ilimler alanındaki görünürlükleri, İslam’ın dokuzuncu yüzyılına kadar hala belirgindir. Hadis âlimi ve tarihçi Şemseddin es-Sehâvî’nin (v. 902/1497), ‘el-Cevâhir ve’d-dürer fî tercemeti Şeyḫi’l-İslâm İbn Ḥacer’ adlı eserinde naklettiğine göre, ünlü hadis âlimi ve hâfızı İbn Hacer el-Askalânî’nin (v. 852/1449), ilimde kendilerinden faydalanmış olduğu 628 kadar hocanın, 58’i kadındır. Onun kadın hocaları arasında, kendilerinden çeşitli eserler okuduğu Fâtıma et-Tenûhiyye (v. 803/1401) ile Aişe bint Abdülhâdî el-Makdisiyye (v. 816/1413) anılabilir.

Fatıma et-Tenûhiyye, İbn Hacer’e okutmuş olduğu yüz yetmiş civarındaki eserle, onun bütün hocaları içerisinde çok önemli bir konuma sahiptir. Keza Aişe bint Abdülhâdî el-Makdisiyye, İbn Hacer’in en meşhur kadın hocalarından birisidir. Şam’da yaşamış olan Aişe Hanım, hadis alanında otorite kabul edilirdi. İbn Hacer, Buhârî’nin ‘Sahih’i başta olmak üzere birçok kitabı ondan okumuş ve icazet almıştır.

Yine, Zeynep bint Yahya es-Sülemî (v. 720/1320), her ne kadar İbn Hacer’in yaşadığı dönemden yaklaşık 50 yıl kadar önce vefat etmişse de, İbn Hacer onun hadis rivayet zincirinden (isnâdından) yararlanmış, eserlerini ve rivayetlerini kendisinden sonraki hocalardan (onun öğrencileri olan alimlerden) alarak ilim silsilesine eklemiştir. İbn Hacer, Zeynep bint Yahya es-Sülemî’den, hadis alanında önemli bir eser olan Taberânî’nin ‘Mu’cemü’s-Sagîr’ adlı kitabını bu yolla rivayet etmiştir.

İslâm’ın ilk asırlarında aktif şekilde sahada olan kadınlar, daha sonraki yüzyıllarda ise gerilere itilmiş ve görünmez hale getirilmişlerdir. Günümüzde, öne çıkmış İslam alimlerinden herhangi birisinin, ‘benim kadın hocalarım şunlardır!’ diyerek, bir kişiyi bile sayabildiği, söyleyebildiği duyulmuş mudur? Bu soru, kadınların geçmişteki parlak ilim gelenekleri ile, günümüzdeki durumları arasındaki belirgin farka dikkat çekmek için sorulmaktadır. İslam’ın erken ve orta dönemlerinde, kadınların ilim meclislerindeki görünürlükleri ve otoriteleri inkar edilemez bir gerçek iken, modern dönemde bu görünürlüğün neredeyse tamamen ‘yok olduğu’ veya ‘büsbütün marjinalleştiği’ yadsınamaz bir vakıa değil midir?

Dolayısı ile günümüzde, kadının İslam’daki yerinin ve öneminin yeniden anlaşılması, Kur’ân-ı Kerîm’in zaman üstü metninin tekrar değerlendirilmesi, kadınları ikinci sınıf varlıklarmış gibi göstermeye çalışan yanlış yorumların, eleştirilerek düzeltilmesi lüzumu vardır. Müslüman kadınların hakiki özgürlüklerini kazanabilmeleri için, kadınları dışlayıcı ve sınırlayıcı yanlış yorumların, ne İslam’a ne de onun şanlı peygamberine (ﷺ) ait olmadığının gösterilmesi gerekmektedir.

Geleneksel Kur’ân-ı Kerîm tefsirlerinin neredeyse tamamı, erkek yorumcular tarafından kaleme alınmıştır. İslamî düşünce içerisinde kadınlarla ilgili temel paradigmalar da, büyük oranda kadınların katılımları ve görüşleri alınmaksızın şekillenmiştir. Bu durum, İslam’da ‘kadın’ konusunun hatalı bir şekilde önemsiz ya da geri planda olduğu yorumlarına zemin hazırlamıştır. Günümüzde, bu tür yorumların güçlü ve etkili olduğu Müslüman toplumlar hala bulunmaktadır.

‘Kadın’ konusu dahil olmak üzere, pek çok sosyal, ekonomik, ahlâkî, psikolojik ve sosyolojik yaklaşımların, Kur’ân-ı Kerîm’e dayalı yeni bir bakış açısı ile kıymetlendirilmesi ve zenginleştirilmesi zorunluluğu vardır. Çağımızda, Kur’ân-ı Kerîm’in ruhunun yeterince anlaşılabilmesi için, bu tür çalışmalar elzem hale gelmiştir. Müslümanların, ‘kadın’ konusunda tarihten ve kültürden tevarüs ettikleri bakış açılarının sorgulanmasına, yeni, modern ve analitik katkılarla geliştirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. İslam dünyası, Kur’ân-ı Kerîm ve sahih hadîs-i şerifler gibi iki hidayet rehberine yönelmeyi terk halinden mutlaka kurtulmalıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, ne sadece tek bir toplum ve onun tarihiyle sınırlıdır, ne de tek bir toplum ile bitip gidecek bir kitaptır. O, kıyamete kadar kendisinde en küçük bir eğriliğin bile olmayacağı, yeni gelen tüm toplumların, ayet-i kerimelerdeki çok önemli ayrıntıları ve var olan ebedi ilkeleri bulup çıkarmaları gereken, ‘yaşayan’ ve ‘sonsuz’ ilâhî bir kaynaktır.

Hem ‘yaşayan’ ve ‘sonsuz’ ilahî kaynağa, hem de Şanlı Nebi’nin (ﷺ) kadınlarla ilgili devrimci uygulamalarına ve yönergelerine, güçlü bir dönüşün gerçekleşmesi dileklerimle..

Yahudi-Hristiyan Geleneklerinde Kadın Algısı

İslam, kadını erkek ile beraber mütalaa etmiş, muhataplık açısından aralarında bir fark gözetmemiştir. Fakat Yahudilikte ve Hristiyanlıkta, kadının ‘yaratılıştan günahkâr’ ya da ‘varoluşta aslî kusurlu’ olduğu yönündeki resmi dogmanın kaynağı, Hz. Havva’nın, Aden Bahçesi’nde yasak meyveyi ilk yiyen ve Hz. Adem’i buna teşvik eden kişi olarak anlatılmasıdır.

Mesela, Tekvin/Genesis, 3’teki ‘Yaratılış / Düşüş Anlatısı’nda, Tanrı önce Hz. Âdem’i, sonra onun kaburga kemiğinden Hz. Havva’yı yaratmıştır (Yaratılış, 2:21-23). Yasak meyveyi ilk olarak Hz. Havva yer, sonra Hz. Âdem’e de verir (Yaratılış, 3:6). Böylece günahın dünyaya girişi, Hz. Havva’nın aldatılması ile başlatılmış olur. Buna karşı ceza olarak ise, kadına doğum sancısı çekmesi ve erkeğe tabi olma şartı getirilir (Yaratılış, 3:16).

Bu, klasik Yahudi toplumunda ataerkil düzenin kutsal metin dayanaklarından biri olmuştur. Tevrat’taki bu bölümler, kadının ‘ilk günahın başlangıcındaki rolü’ imajının kökünü oluşturmaktadır. Kitab-ı Mukaddes, ‘kadın doğuştan kötüdür’ demese de, sonraki önde gelen hahamlar ve kilise babaları tarafından, öncül günahta kadına başrol verilmiş ve bu anlayış yüzyıllar boyunca devam ettirilmiştir.

Mesela, Yeni Ahit’te, Pavlus’un mektuplarında şöyle denilmektedir:

‘Erkek kadından değil, kadın erkekten yaratıldı. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı.’ (1. Korintliler, 11:8-9)

‘Kadın, tam bir sükûnet içinde öğrenmelidir. Kadının öğretmesine ya da erkeğe üstünlük taslamasına izin vermem. Sessiz olsun. Çünkü önce Âdem yaratıldı, sonra Havva. Aldatılan da Âdem değildi. Kadın aldatıldı ve suç işledi.’ (1. Timoteos, 2:11-14)

Burada, kadınlarla ilgili olarak iki nokta öne çıkarılmıştır:

1. Yaratılış düzeninde erkeğin önceliği (erkek önce yaratıldı). 2. Düşüşte kadının suçluluğu (kadın aldatıldı).

Bu pasajlar, ilerleyen yüzyıllarda kadınlara öğretme, liderlik veya bağımsız ruhbanlık görevlerinin verilmemesine metinsel dayanaklar olmuş, özellikle Orta Çağ Hristiyanlığında ve hatta modern dönemin başlarına kadar, kadının ‘aldatılmaya daha yatkın’ ve ‘ruhsal olarak zayıf’ olduğu şeklindeki teolojik ve kültürel kanaatlerin beslenmesinde önemli rol oynamıştır.

Erken kilise babaları dönemi (2.–5. yüzyıl) itibarı ile bakacak olursak, Tertullianus’un (ö. 220) Hz. Havva’ya hitaben şöyle dediği görülür:

‘Sen Şeytan’ın kapısısın. Yasak ağacın mührünü çözen sensin. İlahi yasayı ilk terk eden sensin. Şeytan’ın doğrudan saldırmaya cesaret edemediği kişiyi (Hz. Adem’i), ikna eden sensin.’[1]

Orta Çağ düşüncesi (5.–15. yüzyıllar) boyunca da durum değişmemiştir. İznik sonrası konsiller, kadınların kiliselerde konuşmamalarını, liderlik etmemelerini gelenek haline getirmişlerdir. Mesela Dominikan rahip Aziz Thomas Aquinas (ö. 1274), Aristoteles’ten etkilenerek, kadını ‘eksik bir erkek’ (mas occasionatus) olarak nitelemiş ve şöyle söylemiştir:

‘Özel doğa (natura particularis) açısından bakıldığında, kadın bir bakıma eksiktir ve tesadüfen (occasionatum) meydana gelmiştir. Çünkü erkeğin tohumundaki etkin güç, kendisiyle aynı, mükemmel bir erkeği üretmeyi hedefler. Fakat kadın oluşumu, bu etkin gücün zayıflığından, maddenin uygun olmamasından ya da dışsal bir etken, örneğin nemli olduğu için güney rüzgarlarının etkisinden dolayı gerçekleşir. Aristoteles, De Generatione Animalium kitabında bu durumu açıklamıştır.’[2]

Böylece Hz. Havva’nın düşüşteki rolü öne sürülmüş, kadının ‘zihinsel zayıflığı’ tezi güçlendirilmiştir.

Reform döneminde de (16.–17. yüzyıllar) bir şey değişmemiştir. Alman keşiş, teolog ve Augustinusçu rahip Martin Luther (ö. 1546) şöyle söylemektedir:

‘Şeytan’a yenik düşen Havva’nın kocasıyla ilişkisi, Tanrı’nın verdiği cezanın bir parçası olarak değişmişti. Bundan sonra erkeğine yakın durması ve her konuda ona itaat etmesi gerekmekteydi. Ve bu durum hâlâ varlığını sürdürmektedir. Ancak, ‘Düşüş’ten sonra ‘kötü şehvetle’ karışmıştır.[3]

Luther’in bu pasajından açıkça anlaşılan, Hz. Havva ve onun soyundan gelen tüm kadınların, yani ardışık nesiller boyunca ‘kızların’ hepsinin görevleri, sadece erkeklerine boyun eğmeleri ve acı içinde çocuk doğurmaları değil, aynı zamanda Hristiyan teolojisi tarafından kendilerine aşılanan, savaş, salgın hastalık ve kıtlık da dahil olmak üzere, Cennet’ten kovulmanın ardından gelen her türlü sıkıntıdan, öncelikle kadınların sorumlu oldukları bilinciyle yaşamak zorunda olmalarıdır.

Kadınlarla ilgili şu kabul edilemez sözler de Martin Luther’in:

‘Kadınlar, şeytanın batıl inançlarına daha yatkındır. Örneğin Havva’yı ele alalım. Onlara genellikle ‘bilge kadınlar’ denir. Öldürülsünler.’[4]

Fransız din reformcusu ve Kalvinizm mezhebinin kurucusu John Calvin (ö. 1564), Pavlus’un Timoteos’a, ‘Bir kadın sessizce öğrenmeli, mutlak itaat içinde. Kadın öğretmenlik yapmasın. Erkeğe hükmetmeye kalkmasın. Sessiz kalsın’ (1. Timoteos, 2:11–12) sözlerini, Birinci Timoteos üzerine kaleme aldığı eserde (Commentary on Timothy), şöyle yorumlamaktadır:

‘Kadınların, öğretmelerinin yasak olmasının sebebi, içinde bulundukları durumun buna izin vermemesidir. Tâbîdirler. Öğretmek ise, güç veya otorite rütbesini ima eder.. Öğretmek, doğası gereği (yani Tanrı’nın olağan yasası gereği) itaat etmek üzere yaratılmış olan kadın için geçerli değildir. Çünkü gunaikokratia (kadınların yönetimi), her zaman tüm bilge kişiler tarafından canavarca bir şey olarak görülmüştür. Bu nedenle, kadınlar öğretme hakkını gasp ederse, deyim yerindeyse, gökle yerin karışması söz konusu olacaktır. Bu nedenle, onlara ‘sessiz’ olmalarını, yani kendi rütbeleri içinde kalmalarını emretmektedir.’[5]

Kitab-ı Mukaddes, metin düzeyinde, kadının varoluşsal ‘kötülüğünü’ açıkça yazmamakla birlikte, kilise tarihi boyunca kadın karşıtı yorumlar, kadınların ikinci ve bazen çok daha aşağı sınıfta görülmelerine ve değerlendirilmelerine dayanak olmuştur. Hz. Havva’nın öyküsü, ‘insanlığın düşüşünün’ simgesi olarak kabul edilmiş, bu yaklaşımlar kadının doğası, aklı ve iradesi hakkında olumsuz yargılar oluşturmak için kullanılmıştır.

Bu görüşler büyük ölçüde terk edilmiş gibi görünse de, kilise disiplinlerinde ve entelektüel çevrelerde etkileri hala sürmektedir.

Mesela, İngiliz doğa bilimci, jeolog ve biyolog Charles Robert Darwin (ö. 1882), Descent of Man, 1871, Part II, Chapter XIX’da şöyle söylemektedir:

‘İki cinsin zihinsel güçleri arasındaki başlıca fark, erkeğin hangi işe girişirse girişsin kadının erişebileceğinden daha yüksek bir düzeye ulaşmasıyla ortaya çıkar. İster derin düşünce, akıl yürütme veya hayal gücü gereksin, isterse de yalnızca duyuların ve ellerin kullanımı söz konusu olsun..’ (The chief distinction in the intellectual powers of the two sexes is shown by man’s attaining to a higher eminence, in whatever he takes up, than can woman — whether requiring deep thought, reason, or imagination, or merely the use of the senses and hands).

Darwin, bu ve benzer sözleri ile, kadınların yeteneklerini alt düzey uygarlıklara ait niteliklerle özdeşleştirmiş, erkekleri ise sanat, bilim ve entelektüel başarıların gerçek taşıyıcısı olarak görmüştür.

Keza, psikanaliz biliminin kurucusu Avusturya doğumlu Yahudi nörolog Sigmund Freud’un da (ö. 1939) kadınlar hakkındaki bazı görüşleri, aşağılayıcı, indirgemeci ve cinsiyetçidir. Freud, biyolojik cinsiyet farklarını, psikolojik farklılıkların temel nedeni olarak görmüş, kadın psikolojisini çoğunlukla ‘eksiklik’ veya ‘erkeğe göre tanımlanma’ üzerinden açıklamıştır.

Mesela, ‘On Narcissism: An Introduction’ (1914) adlı kitabında, kadınların narsisizmle ilişkisini tartışırken, güzel kadınların kendilerine yönelik libidinal yatırımlarının yüksek olduğunu ve bu durumun onların sosyal statülerini pekiştirdiğini öne sürmektedir.[6]

Bu, kadınları fiziksel çekicilikleri ve pasif narsisizm ile özdeşleştiren bir bakış açısıdır. Kadınları nesneleştiricidir ve aktif öznellikten yoksun bir şekilde tasvir etmektir.

I. İslam Açısından Kadın

İslam açısından kadın, tıpkı erkek gibi ilahi emir ve yasakların doğrudan muhatabıdır. Hatta, erken dönem müfessirlerinden ve kelamcılarından Ebû Müslim Muhammed el-İsfahânî’de (v. 322/934) olduğu gibi, kadının yaratılışının, tıpkı erkeğin yaratılışındaki cevherden meydana getirildiği yönünde yorumlar da mevcuttur.[7]

Bu yorum, çağdaş dönemde Reşit Rıza (v. 1935), Muhammed Esed (v. 1992) ve Süleyman Ateş gibi alimlerimiz tarafından devam ettirilmiş, Hz. Havva’nın da Hz. Adem (as) gibi aynı özden (nefs-i vâhide) yaratılmış olduğu düşünülmüştür. Dolayısı ile, Nisa, 4/1 ayetinde geçen nefs-i vâhide (نَفْسٍ وَاحِدَةٍ) cümlesi, kadının ‘erkeğin bir parçasından yaratılmış olması’ değil, ‘aynı özden (nefs/cevher)’ yaratılmış olması şeklinde anlaşılmıştır. Bu yorum açısından, kadınlar yaratılışta erkeğe tam anlamıyla eşittirler.

Mezkûr alimlerimiz, düşüncelerini Kur’ân-ı Kerîm’den şu ayet-i kerimeler ile desteklemektedirler:

(وَاللّٰهُ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا) ‘Allah, size kendi cinsinizden eşler var etti.’ (Nahl, 16/72),

(لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اِذْ بَعَثَ فٖيهِمْ رَسُولًا مِنْ اَنْفُسِهِمْ) ‘Ant olsun Allah, müminlere kendi içlerinden peygamber göndererek büyük lütufta bulunmuştur.’ (Ali İmran, 3/164),

(وَمِنْ اٰيَاتِهٖ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا) ‘O’nun (varlığının ve birliğinin) delillerinden biri, sizlere kendi türünüzden eşler yaratmasıdır.’ (Rum, 30/21)

Konuya bir başka açıdan bakıldığında, şeytanın Hz. Adem’i (as) ve Hz. Havva’yı (aleyhesselam) nasıl kandırdığı, onları yanlışa nasıl girdirdiği anlatılırken, Kur’an-ı Kerîm’in iki ayet-i kerime hariç, hep ikili ifade tarzını kullandığının görülmesidir. Kur’an-ı Kerîm, bu ikili formu muhafaza etmiş, kadını yoldan sapmanın ve cezaya çarptırılmanın nedeni olarak gören, Greko-Romen ve İsrailî anlayışı reddetmiştir.[8]

Kur’an-ı Kerîm’in ikili formu kullanmadığı iki ayet-i kerimede ise muhatap, Hz. Havva değil, doğrudan Hz. Adem’dir (as):

Ant olsun Biz önceden Adem’e (o ağaçtan yememesini) emretmiştik, unuttu. Biz onda bir kararlılık bulmamıştık.’ (TâHê, 20/115) ‘Derken şeytan ona fısıldayıp, ‘Ey Adem, sana ölümsüzlük ağacını ve asla yok olmayacak olan bir saltanatı göstereyim mi?’ dedi.’ (TâHê, 20/120)

Bu ayet-i kerimelerden anlaşılacak husus açıktır. Kadın, hiçbir şekilde kötülüğü başlatan ya da yoldan çıkaran olarak zikredilmemiştir. Kur’ân-ı Kerîm, ‘yöneticilik’ konumunun kadın için ‘uygunsuz’ olduğunu, değil sarahatle ima ile dahi beyan etmemektedir. Tam aksine, ‘Belkıs’ kıssasını naklederken, onun hem siyasî hem de dinî tutum ve uygulamalarından övgü ile bahsetmektedir. Belkıs’ın, ‘yöneten’ bir kadın olarak, ne ‘sınırlanması’ ne de ‘kısıtlanması’ ile ilgili en küçük bir ifadeye yer verilmemiştir. Belkıs’ın ‘kraliçe’ olduğu, ‘çok büyük bir taht’ı bulunduğu, kendisine ‘her şeyden bolca verildiği’ çok açık bir şekilde beyan edilmektedir (Neml, 27/23).

Râgıb el-Isfahânî’nin (502/1108 ) El-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân’ında belirttiği gibi, erkekli ve dişili her canlıya zevc / eş denmektedir.[9] Kur’ân-ı Kerîm’de ‘zevc’ kelimesi, hem erkek hem de kadın için kullanılmaktadır (Zariyat, 51/49; Kıyamet, 75/39).

Kur’an-ı Kerîm’de kadınlar, genel olarak adları zikredilmeksizin, ancak salih amelleri, sağlam imanları ve güzel ahlâkları ile dikkat çeken güzide semboller olarak yer almıştır. Hz. Meryem’in (aleyhesselam) istisnaî şekilde ismi zikredilmekle birlikte, daha başka kadınların isimlerinin zikredilmemesi, bazıları tarafından ‘Kur’an’da kadının isimsizleştirilmesi’ şeklinde yorumlanmak istenmiştir.

Ancak meseleye biraz daha dikkatli bakılırsa, konunun isimlerle ilgili bir ‘görünürlük’ sorunu olmadığı müşahede edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de ‘kadın’ konusu, isimlendirmenin bütünüyle ötesindedir. Derince bakabilenler için, Kur’ân-ı Kerîm’de kadınlara yönelik özel bir temsiliyetin söz konusu olduğu görülecektir.

Validemiz Hz. Ümmü Seleme (r. anhâ), bir gün Resulullah’a (ﷺ), ‘Kur’ân’da erkekler zikredilirken, biz kadınlar neden zikredilmiyoruz?’ diye sorunca, şu ayet-i kerime nazil olmuştur:[10]

Şüphesiz Müslüman erkeklerle Müslüman kadınlar, mümin erkeklerle mümin kadınlar, itaatkâr erkeklerle itaatkâr kadınlar, doğru erkeklerle doğru kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, Allah’a derinden saygı duyan erkekler, Allah’a derinden saygı duyan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, namuslarını koruyan erkeklerle namuslarını koruyan kadınlar, Allah’ı çokça anan erkeklerle çokça anan kadınlar, işte onlar için Allah bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.’ (Ahzab, 33/35)

İslam inancında kadın, ne Yunan mitolojisindeki kötülüklerin kutusunu (çömleğini) açan Pandora’dır, ne de Yahudilik ve Hristiyanlığın ilk günahı yüklediği insandır.

Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Meryem dışında kadın isimlerinin zikredilmemesi, Kur’an-ı Kerîm’in edebî ve ilkesel anlatım tarzıyla ilgilidir. Hz. Musa’nın (as) annesi, Firavun’un eşi Hz. Asiye, Hz. Lut (as) ve Hz. Nuh’un (as) iman etmeyen eşleri ya da Hz. Yusuf’u (as) ayartmaya çalışan Mısır’lı kadın gibi figürler, Kur’ân-ı Kerîm’de isimleri belirtilmeden anlatılmıştır. Fakat bu ‘isimsizlik’, kadının yokluğunu değil, tüm insanlığa hitap eden ahlâkî ve ruhsal hakikatlerin, kadınlar üzerinden inşa edilmesi anlamını taşımıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de kadın, ya Hz. Meryem (aleyhesselam) ve Hz. Asiye (aleyhesselam) gibi ‘iman’ ve ‘Yüce Allâh’a teslimiyet’ ile yükselen zirveler, ya da Hz. Nuh’un (as) ve Hz. Lut’un (as) eşleri gibi ‘sapmanın’ ve ‘inkarın’ ibretlik örneklikleri olarak yer almıştır.

Konuya, metinsel, tarihî, dinî ve edebî yönlerden bakmaya çalıştığımızda, kadın isimlerinin zikredilmemesinin, tek yönlü bir değerlendirmeyle sınırlanamayacak kadar katmanlı olduğunu görürüz.

Şimdi, konuyu kısaca, ‘Kur’ân-ı Kerîm’de Kadının Konumu ve Değeri’ çerçevesinde görmeye çalışacağız.

A. Kur’ân-ı Kerîm’de Kadının Konumu ve Değeri

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Meryem dışındaki kadınlar ismen anılmamış, kadınlar bireysel kimliklerinden ziyade, ‘Aziz’in karısı’, ‘Hz. Musa’nın annesi’ ve ‘Firavun’un karısı’ gibi, bir rol ya da irtibat sebebi ile beyan edilmişlerdir.

Ancak Kur’ân-ı Kerîm’deki bu yapı, Commonwealth Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Amina Wadud’un belirttiği üzere, Kur’ân’da kadınlara yönelik ‘özel bir saygı’ belirtisidir ve ‘o zaman ve mekan’ ile sınırlıdır. Kur’ân-ı Kerîm’i diğer dönemlerde okuyanlar için arzu edilen asıl gaye ise, ‘kadınlara her zaman saygı ile hitap edilmesi’ şeklindeki genel ilkenin benimsenmesi gereğidir.[11]

İsimsizlik hali, feminist bakış açılarında, patriyarkal (ataerkil) yapının, tefsirler aracılığı ile ilahî metne yansıtılması olarak okunmaktadır. Wadud’a göre, İslam’da kadın ile ilgili bazı tefsirler yolu ile gelen temel paradigmalar, kadınların katılımı ve ilk elden temsilleri gerçekleşmeksizin ortaya çıkmıştır. Kur’ân tefsirinin geliştiği önemli dönemler süresince kadınların sessiz kalışları da, hatalı bir şekilde onların ‘Kur’ân’da seslerinin olmadığı’ şeklinde yorumlanmıştır.[12]

Bu türden tefsirler, uzayan zaman içerisinde, kadınların özneler olarak değil, ilahî anlatıdaki dolaylı figürler olarak kabul edilmesini, kimliklerinin önemsizleşmesini beraberinde getirmiştir.

Wadud, şöyle diyor:

‘Bu tür tefsirler, erkeğin normu (olması gerekeni) ve tam insanı temsil ettiğini varsaymaktadırlar. Bu varsayımdan yola çıkılırsa, kadınlar erkeklerden daha az insandırlar denilebilir. Yani kadınlar, kısıtlanmışlardır. O halde daha az değere sahiptirler. Bu tür tefsirler, her iki cinsin de potansiyelini kısıtlayan kadın ve erkek kalıp yargılarını teşvik etmektedirler. Bunun yanı sıra, kadınların İslam sınırları dahilinde kişisel saadeti elde etme çabalarının kısıtlanmasına da meşruluk kazandırmış olmaktadırlar. En önemli sorun ise, bu yorumların tefsirlerin yazarlarına değil de Kur’ân’ın kendisine atfedilmesidir.’[13]

Söz konusu bu durum, feminist yaklaşımlara sahip yazarların, kadınların sadece belirli dini rollerde kabul gördüklerini, söz konusu rollerin dışındaki kadınların görünmez hale getirildiğini iddia etmelerine sebep olmuştur.

B. Kur’ân-ı Kerîm’de Kadın Figürlerinin Temsiliyet Biçimleri

Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin isimlendirmesi ile ‘büyük haber’dir (Sad, 38/67). Ayet-i kerimeler en geniş perspektifte, geçmişi ve geleceği kapsayan bir tarzda, gerçekleri ders veren çok önemli kutsal beyanlardır. Dolayısı ile bu çok önemli ‘haber’ ya da ‘kutsal metin’, şahıs isimlerini şayet gerekiyorsa vermekte, ama şahıs isimleri ana mesajın dışında kalıyorsa vermemektedir. Kadın isimleri, ancak ana mesaj ile doğrudan irtibatlı olduklarında zikredilmektedir.

Örneğin Yusuf suresi’nde, Hz. Yusuf’un (as) ismi kıssanın merkezinde olduğu için geçmektedir. Züleyha’nın ismine yer verilmemiştir, çünkü ana mesaj, maruz kalınan ‘iftira’ halinin, hemen her asır ve zamanda gerçekleşebilen bir fenomen olması, buna karşın gösterilecek tavrın ise, ‘sabır’ donanımının çalıştırılması hususudur. Dolayısı ile Hz. Yusuf (as) kıssasındaki temel mesajın içerisinde, Züleyha’nın bireysel ismi çok gerekli olmamıştır.

Aynı şekilde, Hz. Musa’nın (as) annesi de iman ve teslimiyetin sembolü olarak yer almaktadır. Dolayısı ile isminden ziyade, imanî duruş ve bu yöndeki eylem ön plandadır.

Kur’an-ı Kerîm’de pekçok erkek karakterin isimleri de zikredilmemektedir. Hz. Yusuf’u köle pazarında satın alan Mısırlı Aziz, Hz. İbrahim’e (as) karşı çıkan kibirli ve zalim hükümdar Nemrut (‘sultan’ veya ‘kral’ anlamına gelen bir unvandır, isim değildir), Hz. Lokman (as) hariç peygamber olmayan erkeklerin çoğu, ya tanımlarla ya da dolaylı şekillerde anılmıştır. Keza Kur’ân-ı Kerîm’de geçen ‘Firavun’ kelimesi de, tıpkı ‘kral, imparator’ gibi Eski Mısır hükümdarlarına verilen bir unvandır, isim değildir.

Buradan hareketle denilebilir ki, Kur’an-ı Kerîm’de asıl amaç, şahısların doğrudan ‘isimlerinin’ zikredilmesi değil, söz konusu figürlerle ilgili ‘işlevlerin’ ve ‘temsillerin’ beyan tarzına hakim olmasıdır.

Mamafih, Kur’an-ı Kerîm’de isimleri zikredilmemekle birlikte, diğer kutsal metinlerde, hadis-i şerîflerde, tefsir ve tarih kaynaklarımızda, bazı kadınların isimlerine yer verilmektedir. Mesela, İsrâilî rivayetler ve tefsirlerde, Mısır Azizi’nin karısının adı Züleyha olarak geçmektedir.

Hz. Musa’yı büyüten Firavun’un eşi ise, Şanlı Nebi’nin (ﷺ) bir hadîs-i şerîfinde ‘Âsiye’ adı ile şöyle geçmektedir:

Cennet kadınlarının en üstünleri, Hatice bintü Huveylid, Fatıma bintü Muhammed, Meryem bintü İmran ve Firavunun zevcesi Âsiye bintü Müzahimdir.[14]

Şanlı Nebi’nin (ﷺ), kadınların manevî derinliğini takdir ettiği diğer bir rivayet ise şu şekildedir:

Erkeklerden pek çok kimse kemale ermiştir. Fakat kadınlardan İmrân kızı Meryem, Firavun’un karısı Âsiye’den başkası kemale ermemiştir.[15]

Peygamberimiz (ﷺ), bu sözleriyle kadınların aynı zamanda kemâle eren şahsiyetler olduklarını, velayet ve kemal mertebesine ulaşabileceklerini bizzat ifade etmiş olmaktadır. Bu durum, Kur’an-ı Kerîm’in kadınları isimlerinden daha ziyade, simgesel rolleri ile değerlendirdiğini, detayların ise hadîs-i şerîflere ve yorum geleneğine bırakıldığını göstermektedir.

Bazı İslam alimleri de, kadınların isimlerinin zikredilmemesi konusunu, mahremiyet ve iffet ilkeleri ile açıklamışlardır.

Mesela, Hz. Yusuf kıssasının merkezinde iffet ile ilgili bir sınav yer almaktadır. Aziz’in karısı Züleyha’nın ismi bu nedenle gizlenmiş, kadının mahremiyetinin korunması amaçlanmıştır.

Kur’an-ı Kerîm’deki isim tercihleri, cinsiyet temelli bir hiyerarşi oluşturma amacı taşımamaktadır. Kadınlar ve erkekler, çoğunlukla temel işlevleri çerçevesinde zikredilmişlerdir. Hz. Meryem’in ismen zikredilmesi ise, mesajın bizzat taşıyıcısı olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısı ile Kur’ân-ı Kerîm’de kadınların isimlerinin zikredilmemesi, onları değersizleştirmekten daha çok, anlatının öğretici yönüne odaklanılmasının amaçlanması sebebiyledir.

Kur’an-ı Kerîm’in anlatım amaçları açısından bakıldığında, bu durumun, Kur’ân metninin didaktik ve temsile dayalı yapısı ile uyumlu olduğu görülür. Ayet-i kerimelerde, isimden daha ziyade örnekliğe odaklanılmaktadır. Dolayısı ile bir ‘isimsizlik’ hali değil, tam aksine ‘evrensellik’ ve ‘temsiliyet’ üslubu hakimdir.

II. Kur’an-ı Kerîm’de Yüksek Şahsiyetli Kadınlar

Kur’an-ı Kerîm, kadınları doğrudan ilgilendiren pek çok konuda ayet-i kerimeler içermektedir. Mesela, evlilik (Bakara, 2/228-241; Nisa, 4/22-25), boşanma (Talâk, 65/1-6), mehir (Bakara, 2/236-237; Nisâ, 4/4 ve 24), nafaka (Bakara, 2/241; Talâk, 65/7), miras (Nisa, 4/11, 12, 176), zinadan kaçınma ve iffet (Nur, 24/30-31), iftira suçlaması ve kadınların korunması (Nur, 24/4-13), örtünme ve kamusal davranış (Ahzab, 33/59) konuları oldukça ayrıntılı olarak işlenmiştir.

Bu ayet-i kerimelerde kadınlar, birer özne olarak ele alınmış ve hakları açıkça tanımlanmış, kadının yeri ve önemi toplumsal düzen ve ahlâkî çerçeve içerisinde değerlendirilmiştir. Bazı ayet-i kerimeler, dönemin geleneklerini devrimci bir şekilde aşıp yok ederken, bazıları ise kademeli bir dönüşümü hedeflemiştir.

Kur’an-ı Kerîm’deki kadın temsili, yüksek seviyededir ve dengeli bir yapıya sahiptir. Kadınlar, hem iman eden bireyler, hem tarihsel anlatının taşıyıcıları ve temsilcileri olarak ayet-i kerimelerde yer almışlardır. Kadınların ayet-i kerimelerde temsiliyet yönü ile görünmeleri, onların simgesel güçlerini artıran bir yöndür. Dolayısı ile kadınların Kur’an-ı Kerîm’deki temsiliyet yönleri, onların ne mutlak görünmezlikleri ne de her yönüyle bireysellikleridir. Daha çok, ahlâkî, sosyal ve imanî yönleri üzerinden şekillendirilmiş bir temsil biçimidir.

Kur’an-ı Kerîm, kadını yaratılış itibarıyla erkekle aynı ontolojik zeminde konumlandırmaktadır. Dolayısı ile kadının, insanlık onurunun eşit ortağı olarak görüldüğünü söylemek yanlış olmasa gerektir. Bu yaklaşım, nüzul döneminin özellikle erkek-merkezli toplum bakış açısına kıyasla çok büyük ölçüde devrimcidir.

Şimdi aktaracağımız ayet-i kerime, hem kadının hem de erkeğin aynı özden, ‘nefs-i vâhide’ tek bir nefisten yaratıldığını beyan etmektedir:

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, o nefisten eşini de var eden ve bu ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbinizden sakının. (Nisa, 4/1)

Dolayısı ile kadın, ikinci sınıf bir varlık değil, insanlık ailesinin asli kurucu unsurlarından birisidir.

Kur’an-ı Kerîm’de kadın, irade sahibi, Yüce Allah ile birebir muhatap olan ahlâkî özne’dir. Şu ayet-i kerimeler, bu gerçeği açık bir şekilde gösterir:

Erkek olsun kadın olsun, her kim mümin olarak iyi işler yaparsa, işte onlar Cennet’e gireceklerdir. (Nisa, 4/124)

Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar… Allah bunlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. (Ahzab, 33/35)

Bu ayet-i kerimeler, iman, ahlâk, sorumluluk ve mükafat konularında, cinsiyet ayrımı olmadığını ve yapılmadığını açık bir şekilde göstermekte, kadınlar sadece ‘annelik’ ya da ‘eşlik’ üzerinden değil, iman eden birey kimlikleri ile temsil edilmektedirler.

Kur’an-ı Kerîm’de kadınlar, kimi zaman bireysel iman örneği, kimi zaman toplumsal olayların belirleyici aktörü, kimi zaman da uyarıcı bir sembol olarak yer almışlardır.

Şimdi, Hz. Meryem (aleyhesselam) başta olmak üzere, Kur’ân-ı Kerîm’de örnek gösterilen iman sahibi kadınların temsil ve anlam dünyalarına girmeye çalışacağız. Bu yüksek şahsiyetli kadınlar, Kur’an’da yalnızca tarihî figürler olarak değil, aynı zamanda imanın ve direnişin zamansız sembolleri olarak sunulmaktadırlar.

Hz. Meryem, Kur’an-ı Kerîm’de hayatının tüm safahatları ile ve detaylı bir şekilde anlatılır. Ailesi, doğumu, mabede adanması, Hz. Meryem’i kimin tekeffül edeceği konularındaki tartışmalar, inzivaya çekilişi, Hz. Cebrail (as) ile karşılaşması, muhatabı olduğu toplumla yaşadığı sabır gerektiren durumlar.. Bu konu, Kur’ân-ı Kerîm’de ‘iffetli kadın’ ve ‘Allah’a adanmışlık’ temalarının en güçlü örneğidir ve adeta bir destandır. Kur’ân-ı Kerîm’de ismi ile anılan tek kadındır. 19’uncu surenin, 16 ilâ 40’ıncı ayet-i kerimeleri, bütünüyle bu yüksek şahsiyete tahsis edilmiştir.

Hz. Meryem, Kur’an-ı Kerîm’de hem tarihte yaşamış bir kadın hem de evrensel bir adanma sembolü olarak öne çıkmaktadır. Kur’an-ı Kerîm, ona sadece biyolojik ya da duygusal bir rol değil, aynı zamanda ahlâkî, teolojik ve toplumsal bir temsil yüklemiştir. Bu yönüyle, kadın örnekliği açısından Kur’an-ı Kerîm’de en merkezi figürlerden birisidir.

Hz. Meryem, Kur’ân-ı Kerîm’de, yirmi üçü ‘İsa b. Meryem’ (Meryem oğlu İsa) şeklinde olmak üzere, otuz dört yerde geçmektedir. 19’uncu sureye onun ismi verilmiştir. Bu durum, onun şahsiyetine verilen değerin açık bir göstergesidir. Kur’an-ı Kerîm, Hz. Meryem’i sadece ‘İsa’nın annesi’ kimliği ile değil, ifade ettiği imanî ve ahlâkî imtihan dolayısıyla yüceltmektedir. O, toplumun baskısına rağmen Allah’a teslim olmayı seçmiş, Hz. Cebrail’in (as) getirdiği vahyi kabul etmiş, erkek eli değmeden doğum mucizesini yaşamış, buna rağmen toplumun iftiralarına sabır ve vakar ile göğüs germiştir.

Irzını iffetle korumuş olanı da (Hz. Meryem’i de) an. Biz ona ruhumuzdan üfledik. Kendisini ve oğlunu, alemler için bir mucize kıldık. (Enbiya, 21/91)

Bu ayet-i kerime, Hz. Meryem’i vahiy alan, melekle konuşan, iffetle sınanan ve mucizelerle desteklenen bir kadın olarak resmetmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de doğrudan örnek gösterilen iki kadın idealinden biridir. Allah, iman edenlere, İmran kızı Meryem’i de örnek gösterdi. (Tahrim, 66/12) Örnek olarak gösterilen diğer kadın Firavun’un karısı Hz. Âsiye’dir.

Bu durum, oldukça dikkat çekicidir. Çünkü Hz. Meryem, ne bir peygamber eşi, ne bir kraliçe, ne de bir şehittir. Sadece imanı ve teslimiyeti ile örnek olmuş, Yüce Allah’tan emir almış, Hz. Cebrail (as) ile konuşmuş, mucizevî doğumu tecrübe etmiş yüksek bir şahsiyettir.

Hz. Meryem’in Kur’an’daki temsilinde, o bir anne, bir kadın, bir kul, bir iftira mağduru, bir iman savaşçısı ve seçilmiş bir kişidir. Kur’an-ı Kerîm, onun şahsında hem kadının ruhsal kapasitesini, hem de toplumsal zorluklara karşı gösterdiği sabrı örnek olarak göstermektedir.

Hz. Âsiye, Hz. Musa’ya (as) sahip çıkan ve Firavun’un zulmüne karşı direnen yüksek iman örneği bir kadındır. Rabbim! Bana katında, Cennet’te bir ev yap. Beni, Firavun’dan ve onun yaptıklarından koru. Beni şu zalimler toplumundan kurtar. (Tahrim, 66/11) duası ile Kur’an-ı Kerîm’de yer almaktadır. Peygamber eşi olmamasına rağmen, kocasının inançsızlığına karşı imanı ile yüceltilmiş yüksek karakterli bir kadındır.

Hz. Âsiye, Firavun’un karısıdır ama onun inkârına ve zorbalığına ortak olmamaktadır. Hz. Musa’yı bulduğunda, merhametiyle onu evlat edinmek istemiş (Kasas, 28/9), daha sonraları kocası tarafından inancı nedeniyle işkenceye maruz bırakılmış, ama inancından asla dönmemiştir.

Eşinin statüsüne ve gücüne rağmen, hakikate teslim olmuş bir kadındır. Kadınların bağımsız inanç varlığına sahip olabileceğinin çok güçlü bir örneğidir.

Hz. Musa’nın (as) annesi, vahiy alan ve yeni doğmuş bebeği Hz. Musa’yı, öldürülmesin diyerek aldığı vahiy ile nehre bırakan, bebeğinden ayrılığının kısa süreceği kendisine vahyedilen, Yüce Allah’a itimadı ve güveni dorukta iman örneği bir annedir.

Musa’nın annesine, ‘Çocuğu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman da, onu ırmağa (Nil Nehri’ne) bırak. Korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana tekrar geri vereceğiz ve onu resullerden biri yapacağız’ diye vahyettik. (Kasas, 28/7)

Hz. Musa’nın annesi, Yüce Allah’tan gelen mesajla bebeğini nehre bırakmıştır. Böyle bir durum, anne yüreği için olağanüstü bir teslimiyet örneğidir. Bu durumun bir anne için ne kadar olağanüstü bir durum olduğuna, Kur’ân-ı Kerim şu ayet-i kerimesi ile tembihte bulunur:

Musa’nın annesinin gönlü, bomboş hale geldi. Öyle ki eğer biz, (sözümüze) inananlardan olması için, kalbini güçlendirmemiş olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı.’ (Kasas, 28/10)

Bu ayet-i kerimeye göre, oğlunun Firavun’un eline geçtiğini öğrenen Hz. Musa’nın annesi, neredeyse onun kendi oğlu olduğunu açıklayacaktı. Ancak Yüce Allah sözünü gerçekleştirmiş ve Hz. Musa’yı annesine geri döndürmüştür.

Bu ayet-i kerime, İslamî açıdan bir kadının, bireysel olarak ilahî vahiy alabilecek ruhsal yüceliğe erişebildiğini göstermektedir. Bu anlamda Hz. Musa’nın annesi, teslimiyetin ve sabrın önemli bir sembolü olmaktadır.

Benzer şekilde Hz. Musa’nın ablası da ‘girişimcilik’ ve ‘koruyuculuk’ açısından öne çıkmaktadır:

Annesi, Musa’nın kız kardeşine, ‘Onu izle!’ dedi. O da, onlar farkına varmadan, Musa’yı uzaktan gözetledi. Biz, daha ilk günden itibaren, çocuğun sütannelerinden emmesini engellemiştik. (Hz. Musa’nın sütanneleri kabul etmediğini saraydaki bağlantılarından öğrenen) Kız kardeşi dedi ki, ‘Sizin için, onun bakımını üstlenecek ve ona öğüt verip eğitecek bir aile göstereyim mi? (Kasas, 28/11–12)

Bu ayet-i kerimede Hz. Musa’nın ablası, girişimci ve yüksek düzeyde koruyucu bir figür olarak resmedilmektedir. Sessiz ama cesur bir takipçidir. Tam bir temkinle Firavun’un sarayına gitmiş, çok kurnaz bir şekilde durumu gözetlemiş, değerlendirme yapmış ve çocuğun hiçbir sütanneyi kabul etmediğini öğrenmiştir. Fırsatını yakaladığı anda ise, ‘size çok güzel bir sütanne bulabilirim’ diyerek, ‘süt emzirme ve eğitme’ için, Hz. Musa’nın öz annesi ile buluşmasını gerçekleştirmiş, Firavun sarayından annesine döndürülmesini sağlamıştır. Böylece hem Hz. Musa’nın hayatını korumuş, hem de annesine kavuşmasına vesile olmuştur. Bu, Kur’an-ı Kerîm’de bir bayanın, akıl, dikkat ve cesaret ile hareket edebileceğini gösteren oldukça güzel bir örnektir.

Hz. İbrâhim’in (as) eşi ve aynı zamanda Hz. İshak’ın (as) annesi Sâre, Kur’ân-ı Kerîm’de ismen geçmemekle birlikte, Hz. İbrâhim’in (as) melek misafirleri ve Hz. İshak (as) ile müjdelenmesi dolayısıyla şu şekilde anılmaktadır.

O sırada (İbrahim’in) karısı ayakta idi. (İlk anda melekleri tanıyamadığı için, onların varlıklarından ürperti duymuş (Zâriyât, 51/28), fakat meleklerin ‘korkma’ demeleri ve Yüce Allah’ın elçileri olduklarını belirtmeleri üzerine endişeleri yok olmuş ve) Gülmüştü. Biz ona, İshak’ı ve İshak’ın ardından Yakub’u müjdeledik. (İbrahim’in karısı:) ‘Ben yaşlı bir bayan, eşim de yaşlı biri iken mi çocuğum olacak? Bu çok şaşkınlık verici’ dedi. (Melekler:) ‘Allah’ın işine mi şaşırıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir ey ev halkı! O övülmeye lâyıktır, şanı çok yücedir’ dediler. (Hud, 11/71-73; Zâriyât, 51/29-30)

Hz. Sâre, Hz. İshak’ı (as) dünyaya getirmekle mucizevi bir doğuma muhatap olmuştur. Aynı zamanda meleklerle doğrudan iletişime giren nadir kadınlardandır. İlk tepki olarak şaşırmış ve sorgulamış, ancak meleklerin etkili beyanları ile şaşkınlığı, yerini Yüce Allâh’ın her şeye yeten gücüne, tam bir inanca ve teslimiyete bırakmıştır. Onun mucizevi bir keyfiyete ilk anda şaşırması, fakat hemen arkasından gelen anlama süreci, aklî sorgulamasının imanla bütünleşmesini temsil etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm, yukarıdaki tablonun tam zıttındaki inkârcı ve komplocu kadınlara da yer verir. Mesela, Hz. Nuh’un (as) ve Hz. Lut’un (as) eşleri, Kur’ân-ı Kerîm’de inkârı ve ihaneti temsil eden örnekler olarak sunulmaktadır (Tahrîm, 66/10). Ayet-i kerimede açık bir şekilde gösterildiği üzere, bir kadının ‘peygamber karısı’ olması dahi, onun için bir kurtuluş garantisi değildir.

Mısır Aziz’inin karısı (Züleyha) ise, Kur’ân-ı Kerîm’de ismi verilmeden bahsedilen, derin bir tutku ile Hz. Yusuf’a yönelen, onu elde etmek için her türlü komployu icra etmeye hazır olan bir kadın figürü olarak anlatılmaktadır (Yusuf, 12/23-32). Ancak kıssa, konuyu kadın cinselliği üzerinden değil, ‘iftira’ ve ‘sabır’ imtihanı üzerinden işlemektedir. Modern bazı yorumcular, bu kadın karakterin daha sonra tövbe ettiği ve Hz. Yusuf (as) ile evlendiği rivayetlerine dayanarak, onu ‘iyiye dönüşen kadın’ örneği olarak görürler.

III. ‘Kadın Peygamber Olur mu?’ Sorusunun Teolojik Çerçevesi

‘Kadın peygamber olur mu?’ sorusu, sadece tarihî bir merak değil, aynı zamanda vahiy, toplumsal cinsiyet, temsil ve ilahî adalet gibi pek çok temel meseleyi içinde barındıran çok yönlü bir tartışma konusudur.

İslam düşünce tarihinde, ‘kadın peygamber olur mu?’ sorusuna verilen cevapların, iki ana görüş etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz. Şimdi bu konuyu biraz açmaya çalışacağız.

Ulemanın bir kısmına göre, kadınlardan peygamber olmamıştır. Bu görüş, İslam tarihi boyunca en yaygınıdır. Bu görüşe kail olan ulemanın dayanakları genel olarak şu ayet-i kerimedir:

Senden önce ancak, kentler halkından, kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkekleri peygamber olarak gönderdik.(Yusuf, 12/109; Nahl, 16/43)

Bu ayet-i kerimede geçen ‘ricâl’ kelimesinden hareket eden alimlerimiz, peygamberliğin sadece erkeklere mahsus olduğunu düşünmüşlerdir. Bu görüşteki alimlerimize göre, Yüce Allah, fiziksel, toplumsal ve yönetsel açıdan, sadece erkeklerin peygamber olmalarını uygun görmüştür.

Söz konusu alimlerimiz, peygamberliğin sadece vahiy almakla sınırlı olmadığını, peygamberlerin topluma tebliğde bulunduklarını, çoğu zaman siyasi bir lider olarak toplumlarını yönettiklerini ve gerektiği zamanlarda da savaşlara önderlik yaptıklarını, kadınların ise yaratılışları itibarı ile topluma yönelik bu tür rolleri taşımaya uygun olmadıklarını düşünmüşlerdir. Bu bakış açısına göre, kadınların peygamber olmaları, fıtrata aykırı bir vaziyettir.

Yine bu alimlerimize göre, evet, Hz. Meryem’e vahiy gelmiştir, ancak Kur’an-ı Kerîm’de açıkça ‘nebi’ veya ‘resul’ olarak zikredilmemiştir. Dolayısı ile kadınların en yücesi dahi peygamber değildir.

Bazı alimlerimiz, Hz. Meryem’in (aleyhesselam) peygamber olabileceğini savunmuşlardır. Dayanakları şunlardır:

Hz. Meryem, melek Hz. Cebrail’in ona hitap etmesi ile vahiy almış (Enbiya, 21/91), erkeksiz doğum yaparak bir mucize yaşamış ve Yüce Allâh’ın emrini insanlara tebliğ etmiştir. Ayrıca, Kur’an-ı Kerîm’de doğrudan örnek gösterilmiştir.

Bu görüşte olanlara göre, peygamberlik sadece vahiy alıp bildirme ise, Hz. Meryem (aleyhesselam) bu nitelikleri taşımaktadır. Dolayısı ile Hz. Meryem (aleyhesselam) bir nebi’dir. Nebi olması, onun Resûl olmasını gerektirmemektedir. Çünkü, her Nebî Resûl değildir. Mesela, Hz. İbrâhîm (as), Hz. İsmail (as), Hz. Musa (as), Meryem oğlu Hz. İsa (as) ve Şanlı Nebi Hz. Muhammed (ﷺ) hem Resûl hem de Nebi iken, Hz. Harun (as), Hz. Davud (as), Hz. Süleyman (as), Hz. Zekeriya (as) ve Hz. Yahya (as) ve Hz. İdris (as) İsrailoğullarının arasında doğrulukla hükmeden ve onlara tebliğ görevini üstlenen nebiler idi.

İlk gruptaki alimlerimiz, (وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ اِلَّا رِجَالًا نُوحٖى اِلَيْهِمْ) ‘Senden önce, ancak kendilerine vahyettiğimiz bir takım erleri peygamber olarak gönderdik.’ (Yusuf, 12/109; Nahl, 16/43; Enbiya, 21/7) ayet-i kerimelerinden hareketle, sadece erkeklerin peygamber olabileceği konusunda icma bulunduğunu öne sürmüşlerdir.

Ancak, Zâhirî mezhebinin en büyük temsilcisi, usulcü, fakih ve muhaddis İbn Hazm el-Endelüsî (v. 456/1064), El-Faṣl fi’l-Milel ve’l-Ehvâʾ ve’n-Niḥal adlı eserinde, Kur’ân-ı Kerîm’de Yüce Allah’ın melekleri kadınlara elçi olarak gönderdiğini, onların da yüce Allah’tan gelen gerçek bir vahiyle onlara haber verdiklerini belirtmekte ve şöyle demektedir:

‘Melekler, Allah’tan gelen bir vahiyle İshak’ın annesine Hz. İshak’ı müjdelemiş, ona hitap etmişlerdir (Hud, 11/71-73). Yüce Allah, Hz. Cebrâil’i (as) Hz. Îsâ’nın (as) annesi Hz. Meryem’e göndermiş ve Hz. Cebrâil (as) ona hitap etmiştir (Meryem, 19/19). Bu, sahih bir vahiyle sahih bir nübüvvettir ve yüce Allah’tan Hz. Meryem’e gelen bir risalettir. Yine Yüce Allah’ın Hz. Musa’nın annesine, çocuğunu denize bırakmasını vahyettiğini görüyoruz. Allah, Hz. Musa’nın annesine, çocuğu kendisine iade edeceğini ve onu nebî ve mürsel kılacağını bildirmiştir (Kasas, 28/7). İşte bu nübüvvettir, bunda hiçbir şüphe yoktur.’[16]

Tefsir, hadis ve fıkıh âlimimiz Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî (v. 671/1273), el-Câmiʿ li-Aḥkâmi’l-Ḳurʾân adlı eserinde, ‘Erkeklerden pek çok kimse kemale ermiştir. Fakat kadınlardan İmrân kızı Meryem, Firavun’un karısı Âsiye’den başkası kemale ermemiştir[17] hadîs-i şerifini izah ederken, Hz. Meryem’in peygamberliğini açık ve net ifadelerle kabul etmekte ve şöyle söylemektedir:

‘İlim adamlarımız (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: ‘Kemal’, en ileri noktaya varmak ve eksiksiz olmak demektir. Her şeyin kemali kendisine göredir. Mutlak kemal ise yalnızca Yüce Allah’a aittir. Şüphesiz ki insan türünün en mükemmel olanları peygamberlerdir. Ondan sonra ise sıddîklardan, şehidlerden ve salihlerden oluşan Yüce Allah’ın evliyası gelir. Hadis-i şerifte ‘kemal’ kelimesi ile kastedilen ‘peygamberlik’ olduğuna göre, Hz. Meryem ile Hz. Âsiye’nin iki kadın peygamber olması gerekir. Sahih olan Hz. Meryem’in peygamber olduğudur. Çünkü Yüce Allah, sair peygamberlere vahyettiği gibi, melek vasıtasıyla ona da vahyetmiş bulunmaktadır.. Kur’ân-ı Kerîm’in ve hadis-i şeriflerin zahir ifadesi, Hz. Meryem’in, Hz. Havva’dan Kıyametin kopuşuna kadar görülecek son kadına kadar, bütün dünya kadınlarının hepsinden faziletli olmasını gerektirmektedir. Çünkü melekler kendisine yüce Allah’tan mükellefiyet, haber vermek ve müjdelemek gibi hususlar ihtiva eden vahyi, diğer peygamberlere bildirdikleri gibi bildirmişlerdir. O halde Hz. Meryem, peygamber bir kadındır. Peygamber ise, veliden daha faziletlidir. O bakımdan Hz. Meryem, mutlak olarak geçmiş ve gelecek, öncekilerin ve sonrakilerin bütün kadınlarından daha faziletlidir. Ondan sonra ise fazilette, Hz. Fâtıma, sonra Hz. Hatice ve sonra da Hz. Âsiye gelir.’[18]

Şâfiî âlimi, müctehid Takıyyüddîn es-Sübkî (v. 756/1355), Ḳażâʾü’l-Ereb fî Esʾileti Ḥaleb adlı eserinde, ‘Hz. Meryem’in (aleyhesselam), peygamberlerle birlikte anılmasının, onun peygamberliğine bir karîne’[19] olduğunu belirtmektedir.

Müfessir, fakih, edip ve şair Şihâbüddîn Mahmûd el-Âlûsî de (v. 1270/1854), Rûḥu’l-Meʿânî adlı eserinde, sadece erkeklerin peygamber oldukları konusunda icma bulunduğu görüşüne katılmamakta ve şunları söylemektedir:

‘Bazıları bu ayet-i kerime üzerinde, kadınların peygamber olmayacağına dair icma oluştuğunu öne sürmektedirler. Böyle bir icmaın bulunduğunu söylemek çok acaip bir garabettir. Tam aksine, Hz. Havvâ, Hz. Âsiye, Hz. Musa’nın Annesi, Hz. Sâre, Hz. Hâcer ve Hz. Meryem nebidirler. Özellikle Hz. Meryem’in (aleyhesselam) nebi olması keyfiyeti meşhurdur. (Kadınların peygamber olamayacakları yönünde) İcma bulunduğuna dair ayet-i kerimeden (Yusuf, 12/109; Nahl, 16/43; Enbiya, 21/7) delil getirmek yanlıştır. Çünkü bu ayet-i kerimelerde beyan edilen ‘irsâl’dir (risalet). ‘İrsal’ (risalet), sahih ve meşhur olan görüşe göre, nübüvvetten daha özel bir kavramdır (‘Nübüvvet’ kavramı daha geneldir). Dolayısı ile, özel kavramda (irsal kelimesinde) yer alan nefiy / olumsuzlama, genel olanda (nübüvvet kelimesinde) olumsuzlamayı gerektirmemektedir.’[20]

Yukarıda temas ettiğimiz üzere,Musa’nın annesine, ‘Çocuğu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman da, onu ırmağa (Nil Nehri’ne) bırak, korkma üzülme. Çünkü biz onu tekrar sana geri vereceğiz ve onu elçilerden biri yapacağız’ diye vahyettik. (Kasas, 28/7) ayet-i kerimesinde, doğrudan vahiy alma fiilinin geçmesi ve vahyin yalnızca peygamberlere gelen bir iletişim biçimi olması sebebi ile, kadınlara peygamberlik verilmiş olduğu yorumları yapılmıştır.

Bu görüştekilere göre, peygamberlik, toplumun algılarına ya da cinsiyet rollerine göre değil, Yüce Allah’ın seçimlerine göre şekillenir. Dolayısı ile bir peygamberin kadın ya da erkek olması, Yüce Allah için bir engel değildir.

Ferîdüddin Attâr’ın, Tezkiretü’l-Evliya adlı eserinde naklettiğine göre, bir grup insan, imtihan maksadı ile Râbiatü’l-Adeviyye’nin yanına gitmiş ve, ‘Bütün faziletler erkeklerin başına saçılmış, mürüvvet tacı onların başına konulmuş, keramet kemeri onların beline bağlanmış, hiç bir kadına asla nübüvvet gelmemiştir. Sen kadınlara nübüvvet geldiğini nereden iddia ediyorsun?’ demişler o da cevaben şunu söylemiştir:

‘Söylediğiniz şu lafların hepsi doğru. Ama, bencillik, hodpesentlik (kendini beğenmişlik), hodperestlik (kendine tapınmışlık) ve ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim’ (Naziat, 79/24) iddiası da katiyen her hangi bir kadından sadır olmamıştır. Ayrıca kadınlar arasında asla muhannes (kalleş, nâmert) olan da yoktur.’[21]

İslam düşünürlerinin bir kısmı, Hz. Meryem’in ‘vahiy alması’ ve ‘imanıyla toplumsal normlara direnmesi’ nedeniyle, kadınların peygamberliğinin mümkün olduğunu, geleneksel yorumların patriyarkal (ataerkil) toplumsal koşulların etkisiyle şekillendiği görüşündedirler.

Kadınların Yüce Allah’tan ilham ve vahiy aldıkları, imanda örnek oldukları sabittir. Kadınlarla ilgili ‘temsilî peygamberlik’ gibi görülebilecek ‘ahlâk, teslimiyet, iman örneklikleri’ açık bir şekilde mevcuttur. Fakat, tarihsel toplumsal yapılar içerisinde, tebliğ ve liderlik gibi roller, genelde erkeklere uygun görülmüştür.

Kadınların ruhsal kapasitesinin peygamberlikten uzak tutulduğunu söylemek, Kur’an’ın eşitlikçi diline aykırı görünmektedir. Bu durumda ‘kadın peygamber olabilir mi?’ sorusunu, ‘evet, olabilir, çünkü olamaz diye Kur’an-ı Kerîm’de bir kayıt bulunmamaktadır’ şeklinde cevaplamaktayız.

Şimdi ise, Hz. Peygamber’in (ﷺ) kadınları nasıl birer iman öznesi ve manevî muhatap olarak gördüğüne bakmaya çalışacağız. Çünkü O’nun (ﷺ) sözleri ve davranışları, Kur’an-ı Kerîm’in kadınlara yönelik rahmetini, insanların hayatlarına en güzel şekilde işlemiştir.

IV. Hz. Peygamber’in (ﷺ) Kadınlara Davranışı: Rahmetle Taçlanmış Bir Yaklaşım

Hz. Muhammed (ﷺ), kadınları yalnızca toplumun bir parçası olarak değil, ümmetin akleden, hisseden ve sorumluluk taşıyan özneleri olarak görmüştür. Onlara karşı tutumu, sevgiyle, saygıyla, sabırla, ilimle ve en önemlisi kapsayıcı bir rahmetle yoğrulmuştur.

Yüce Allâh, ‘Ey Peygamber! Mümin kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, uygun olanı yapmaya karşı çıkmamak konusunda, sana biat etmek üzere gelirlerse, onların biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.’ (Mümtehine, 60/12) emri ile, kadınları dinî ve ahlâkî muhatap olarak gördüğünü beyan etmektedir. Bu emir doğrultusunda, erkekler gibi kadınlar da doğrudan Resul’e (ﷺ) bey’at etmiş, Yüce Allah indinde, ahlâkî ve dinî sorumluluk özneleri olmuşlardır. Bu, kadının doğrudan ilâhî muhataplık zemininde değerlendirildiğinin çok açık delilidir.

Şanlı Nebi (ﷺ), kadınları ilme teşvik etmiş ve onların görüşlerini oldukça önemsemiştir. Annemiz Hz. Aişe (r.anha), Resulullah’tan en çok hadis rivayet eden muhtereme eşidir (2.210 hadis). Fıkıh, tıp, şiir, tarih alanlarında derin bilgi sahibidir. Erkek sahabeler ona fetva sormuş, mevcut hatalarını düzeltmişlerdir. İbn Hacer, ‘Hz. Aişe, ümmetin en âlim kadınıdır’ demektedir.

Hz. Peygamber (ﷺ), kadınların askerî, siyasî ve içtimâî rollerini onaylamıştır.

Kadınların askerî rollerinin onaylanması olarak, erken dönem İslam tarihçilerinden Ömer bin Vâkıd el-Eslemî’nin Kitabu’l-Meğâzî’sinde yaptığı nakle bakabiliriz.

Uhud Savaşı’nda, Hz. Ümmü Umâre (Nesibe binti Ka’b) kılıç kuşanarak Resulullah’ı (ﷺ) savunmuş, tam bir silahşör şeklinde savaşarak düşmanlarına galip gelmiş, O da (ﷺ) ona, ‘Düşmanına karşı seni zafere ulaştıran ve gözünü aydınlık kılan Allâh’a hamd olsun’ diye dua etmiş ve şöyle övmüştür: ‘O gün sağıma ve soluma nereye baksam, Ümmü Umâre’nin beni korumak için savaştığını görüyordum.[22]

Kadınların siyasî rollerinin onaylanması olarak, Hz. Peygamberin (ﷺ) eşi ve annemiz Hz. Ümmü Seleme’nin önerisini kabul etmesi örneğine bakabiliriz.

Hudeybiye Antlaşması sonrasında, Kabe’ye umre ziyaretinin yapılamaması ve Müslümanların geri dönmek zorunda kalmaları nedeniyle, ashab hazeratının moralleri kısmen sarsılmıştı. Hz. Peygamber (ﷺ), eşi annemiz Hz. Ümmü Seleme’ye ashabın durumunu anlatmış, Hz. Ümmü Seleme de, kurbanını kesip tıraş olmasını ve bu şekilde sahabeleri teşvik etmesini önermiştir.[23]

Peygamberimiz (ﷺ) bu öneriyi kabul etmiş ve kurbanını kesip tıraş olmuştur. Bunu gören sahabeler, teker teker kurbanlarını kesip tıraş olmuşlardır. Bu vakada, Resulullah (ﷺ), eşi ve annemiz Hz. Ümmü Seleme’nin siyasal önerisini tereddüt etmeden dikkate almış ve uygulamıştır. Bu öneri siyasaldır. Çünkü Müslümanların Mekke’ye yapmayı planladıkları umre ziyareti ve Kureyşlilerle olan ilişkiler gibi, o dönemdeki siyasi durumu doğrudan etkileyen bir konuya dairdir.

Bu örnekler, kadının akıl, cesaret ve hikmet sahibi varlıklar olarak kabul edildiklerini göstermektedir.

Şanlı Nebi (ﷺ), kadınların kendilerine has durumlarını dikkate almış ve onları merhametle dinlemiştir. Hz. Peygamber (ﷺ), kadınların özel hallerine ait soruları asla küçümsememiştir. Mesela, Esmâ bint Yezîd b. Seken el-Ensâriyye’nin adet bitiminde ve ailevi ilişki sonrasında kadının nasıl yıkanması gerektiği ile ilgili sorularına, hijyen ayrıntıları dahilinde cevap vermiş, bu hususu müşahede eden Hz. Aişe validemiz şunu söylemiştir:

Ensar kadınları ne güzel kadınlardır! Haya duyguları, onların dinlerini öğrenmelerine engel olmamıştır.[24]

Bu ifade, kadınların da erkekler gibi dinlerini öğrenme haklarına ve görevlerine sahip olduklarını vurgulamakta, Medineli Müslüman kadınların (Ensar) erdemlerini ve dinlerini öğrenme konusundaki kararlılıklarını övgüyle karşılamaktadır. Kadınları, mahremiyetin ve utancın arkasına hapsetmemiş, onlara hakikat yolculuğuna eşlik eden bir öğretmen tavrı göstermiştir.

Kadın da erkek gibi Allah’a yönelen bir kuldur. Akleden, hisseden ve sorumlu bir varlıktır. Kadınlar ilme teşvik edilmiş, öğretici ve öğrenici olarak kabul edilmiştir. Kadınlar, yalnızca ev işlerinde değil, savaş, siyaset, danışmanlık gibi genelde erkeklere aitmiş gibi görünen alanlarda da faaliyet göstermişlerdir. Kadınlar velâyet ve kemâl mertebesine ulaşabilecek ruhsal yeterliliktedir. Kadına davranış, asla kaba, küçültücü ya da dışlayıcı değil, ama daima incelikli bir tutum halindedir.

Hz. Peygamber’in (ﷺ) kadınlara yaklaşımı, bugünkü İslam toplumlarının hâlâ tam olarak erişemedikleri yüksek bir ahlâk idealidir. O (ﷺ), kadını cinsiyetiyle değil kul oluşuyla, takvasıyla, hikmetiyle ve ışığıyla kabul etmiştir.

V. ‘Kadınlar, Erkeklerin Diğer Yarısıdır’: Hz. Peygamber’in (ﷺ) Sözünde İnsani Eşitlik ve Tamamlayıcılık

Kadın ve erkek… Aynı varoluşun iki yönü… Buna rağmen neredeyse tarih boyunca kadın çoğu zaman ya unutulmuş ya da ikincil bir varlık gibi algılanmıştır. Oysa İslam peygamberi (ﷺ), vecîz bir sözle bu algıyı sarsmış, devrimci bir şekilde kadını insanlık onurunun eşit taşıyıcısı olarak ilan etmiştir:

Kadınlar, erkeklerin diğer yarısıdır.[25]

Bu hadîs-i şerif, İslam’ın insana ve topluma dair derin hikmetini yansıtan özlü bir beyandır. Şimdi, Hz. Peygamber’in (ﷺ) bu vecîz ifadesini, dilsel, toplumsal ve çağdaş anlamlarıyla ele almaya çalışacağız.

Hadîs-i şerifte geçen ‘şekâiku’r-ricâl’ ifadesindeki ‘şekîk’ kelimesi, Arapça’da ‘aynı kökten gelen, aynı özden olan eş, ortasından ikiye bölünmüş bir şeyin, iki parçasından her biri’ anlamındadır. Bu kelime, ortak yaradılışı, değer eşitliğini ve karşılıklı tamamlayıcılığı ifade eder. Bu nedenle hadîs-i şerif, sadece biyolojik tamamlayıcılıktan değil, ontolojik eşitlikten de söz etmektedir. Kadın, erkeğin eksik hali değil, onunla birlikte bir bütünün iki eş değerdeki parçasından birisidir.

Kadını aşağılayan nüzul toplumunda, onun erkekler ile eş düzeyde görülmesi, hatta ‘aynı bütünün diğer yarısı’ ilan edilmesi, kadının yüksek onurunun ve toplumdaki kıymetli yerinin yeniden tanımlanması ve inşasıdır. Peygamberimizin (ﷺ) bu sözü, İslam’ın kadın-erkek ilişkilerini, tamamlayıcılık ve karşılıklı bağımlılık çerçevesinde kurduğunun açık göstergesidir.

Hz. Peygamber’in (ﷺ) bu sözü, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, kadının mirastan dahi mahrum bırakıldığı bir toplumda yankılanmıştır. O dönemin dünyasında kadına değer verilmezken, böyle bir deklarasyon, medeniyet devrimi niteliği taşımaktadır.

Bu hadis-i şerif, ahlâkî bakımdan ise şunları söylemiş olmaktadır:

Kadınlar da en az erkekler kadar akıl, irade, iman, sorumluluk ve erdem taşıyan varlıklardır. Erdemli bir toplum sadece erkeklerle değil, kadınlarla birlikte inşa edilebilecektir. Kadına dair küçültücü tüm yargılar ve ahlâkî dışlamalar reddedilmiştir.

Kur’an-ı Kerîm’deki şu beyan, konunun en vecîz halidir:

Sizleri tek bir nefisten yaratan O’dur. O tek bir nefisten eşini de yaratmıştır.’ (A’râf, 189)

İslam’a göre, kadın da erkek gibi akıl, irade ve iman sorumluluğuna sahiptir. Kur’an, ahlâkî niteliklerde kadın ve erkeği birlikte anmaktadır:

Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar… Allah bunlara bağışlanma ve büyük mükâfat hazırlamıştır.’ (Ahzab, 33/35)

Bu beyan, kadınların ibadet, ceza, hak, şahitlik, miras, ticarî faaliyet gibi birçok alanda tam ehliyet sahibi bireyler olduklarını vurgulamaktadır. Bu yaklaşım, kadını hem erdemin hem de ibadetin asli muhatabı kılmaktadır.

Hz. Peygamber (ﷺ) döneminde kadınlar bey’at etmiş, ticaret yapmış, şahitlikte bulunmuş, eğitim halkalarına katılmış, savaşlarda görev almıştır. Kadın, sadece ‘evin bekçisi’ değil, kamusal sorumlulukların da bir paydaşıdır.

Modern feminizm, kadının tarih boyunca dışlanmasına karşı haklı bir duruş sergilemiş, ancak kimi zaman kadın-erkek ilişkilerini rekabet zeminine taşımıştır. Oysa Hz. Peygamber’in (ﷺ) bu sözü, ne üstünlüğü, ne rekabeti önermektedir. Tam aksine, karşılıklı varoluş ortaklığını perçinlemektedir.

Hz. Peygamber’in (ﷺ), ‘Kadınlar, erkeklerin diğer yarısıdır’ sözü, bir sosyal nezaket cümlesi değil, varoluşsal gerçeğin en gür bir ses ile ilanıdır. Bu beyan, kadını insanlık dışı konumlardan çıkarır, erkekle yan yana, omuz omuza koyar, hayatı birlikte taşıyacak bir yol arkadaşı olarak tanımlar. Bugünün dünyasında bu sözü yeniden hatırlamak, yalnızca dini bir görev değil, insani bir sorumluluktur.

İslam’ın insan anlayışı, cinsiyeti bir üstünlük ölçütü olarak değil, farklılık ve çeşitlilik sebebi olarak telakki etmektedir. Hz. Peygamber’in (ﷺ) bu sözünde kadın, erkek ile aynı yaratılış, iman potansiyeli ve insani değerler içinde görülmektedir. Bu, sadece dünyevî değil, uhrevî kurtuluş açısından da eşitliği ifade etmektedir.

Ayet-i kerime oldukça açıktır:

Ben, sizlerden ister erkek isterse de kadın olsun, hiçbir çalışanın amelini zayi etmem.’ (Âli İmran, 3/195)

Hz. Peygamber’in (ﷺ), ‘Kadınlar, erkeklerin diğer yarısıdır’ sözü, cinsiyetteki farkı değil, insanlıktaki ortaklığı temel almakta, kadını yücelten bir dil kullanmaktadır. Bu hadis-i şerif, Hz. Peygamber’in kadına bakışının özüdür. Kadın ve erkek eşit değerdedir, farklı değil tamamlayıcıdır. Biri olmadan diğeri tam anlamı ile eksiktir.

Şimdi de konuyu, tarihî kadın sufîler perspektifinden açmaya çalışacağız.

VI. Tarihî Bazı Kadın Sûfîler – İlâhî Aşkın ve Tevekkülün Aydınlık Yüzleri

‘Tasavvufun ilk ve en parlak kadın yıldızıdır’ dense yeridir. Tasavvuf kaynaklarında ‘nâsikât, sâlihât, mütezehhidât’ diye anılan kadın sûfîler arasında en meşhuru Râbia el-Adeviyye’dir. Basra’da doğdu. Küçük yaşlarda yetim kaldı. Köle oldu. Daima oruç tutuyor, her gece sabahlara kadar namaz kılıyordu. Bir gece efendisi uykudan uyandı. Bir ses işitti. Dikkat edince, secde halinde bulunan Râbia’yı gördü. Şöyle diyordu:

‘İlahi! Biliyorsun ki, gönlümün arzusu, senin fermanına muvafakat etmektir. Göz aydınlığım ise, dergahında hizmet etmektir. Eğer iş elimde olsaydı, bir lahza sana hizmetten geri kalmaz, durup dinlenmeden hep sana itaat halinde olurdum. Ama sen beni bir mahlukun emri altına soktun. O sebeple sana hizmetten geri kalıyorum!’

Efendisi dikkat edince, Rabia’nın baş ucunda asılı bir kandil gördü. Kandil bir zincire bağlı olmaksızın havada asılıydı. Ev ışıkla dolmuştu. Ayağa kalktı ve kendi kendine: ‘Artık o, köle olarak tutulamaz’ dedi. Sonra Rabia’ya dönerek: ‘Seni azat ettim. Dilersen burada kal, hepimiz sana hizmet edelim. Bunu istemezsen, gönlünün dilediği yere gidebilirsin’ dedi.[26]

Rabia, destur isteyip oradan ayrıldı. Hayatını zühd, ibadet, ve özellikle ilâhî aşka adadı. Râbia’yı diğer sûfîlerden ayıran husus, onun zühd anlayışını ilâhî aşk fikriyle tamamlamasıdır. ‘Allah’ı cehennem korkusuyla değil, sırf O’nu sevdiği için seven kadın’ olarak tanındı.

Tebeu’t-tâbiîn neslinden İslam âlimi, muhaddis, fakih ve sûfî Süfyân bin Saîd es-Sevrî (v. 161/778), bazı konuları ona danışmış, hikmetlerini rivayet etmiş, öğütlerini ve dualarını istemiştir.

Süfyân es-Sevrî Râbia’ya, ‘Kulun, kendisi ile Allah’a yaklaştığı şey nedir?’ diye sorunca, Râbia ağlamış ve şöyle cevap vermiştir:

‘Bu soru benim gibi birisine soruluyor. Kulun, kendisi ile Allâh’a yaklaştığı şey, dünya ve ahirette, O’ndan başkasını sevmediğini bilmesidir. Estağfirullah’taki sıdkımın azlığından dolayı Allâh’a istiğfar ediyorum.’[27]

İlâhî aşkı’ ilk kez dile getiren Râbiatü’l-Adeviyye, kendisinden sonra gelen sûfîler için örnek teşkil etti ve tasavvufa yeni bir anlayış getirdi. İlâhî aşkı merkeze alarak, tasavvufu korku ve ödül kavramlarının ötesine taşıdı. Kadın sûfîlerin, Allah ile doğrudan ve derin bir irtibatı olabileceğini yaşantısıyla gösterdi.

Sükûtun ve sabrın bilgeliği.. Büyük ârifelerdendir. Nîsâbûr bölgesinde yaşamış, derin takvâ sahibi sûfî bir kadındır. İlhamı ve sezgisiyle takdir edilmiştir. Dönemindeki kadınlar içerisinde onun gibisi yoktu. Muhaddis, müfessir, müverrih ve Nîşâbur’un en önde gelen müellif sûfîlerinden Ebû Abdurrahman Es-Sülemî’nin (v. 412/1021), ‘Kendilerini İbadete Adayan Sûfî Kadınlar’ (Zikrü’n-Nisveti’l-Müteabbidâti’s-Sûfiyyât) adlı eserinde naklettiğine göre, Fatıma en-Neysâbûrîyye bir defasında Zünnûn’a mali açıdan yardım etmek istemiş, Zünnûn onun yardımını kabul etmeyerek, şöyle demiştir:

‘Kadınların yardımını kabul etmede rezillik ve eksiklik vardır.’

Bunu duyan Fatıma şöyle mukabelede bulunmuştur:

‘Dünyada sebep arayan sûfîden daha değersiz bir sûfî yoktur.’

Zünnûn el-Mısrî’ye soruldu:

‘Gördüklerinden en yüce kimdir?’

Şöyle cevapladı:

‘Mekke’de gördüğüm bir kadından daha yücesini görmedim. Ona Fatıma en-Neysâbûrîyye deniliyordu. Kur’ân’ın tefsiri konusunda hayrete düşürecek bir şekilde konuşuyordu. O, Allâh Azze ve Celle’nin velilerindendir. O, benim üstazemdir. Onun şöyle dediğini işittim. ‘Kim için Allâh önemli değilse, o her alanda haddi aşmıştır ve her dille konuşmuştur. Kim için Allah önemliyse, sıdk hariç her konuda susturmuş, onu haya ve ihlasa zorlamıştır. Bugün sadık ve müttakî olan, dalgalı bir denizdedir, Rabbine boğulmakta olan kimsenin duası ile yakarır, Rabbinden kurtuluş ve selamet ister. Müşahede üzere Allah için çalışan ariftir, Allâh’ın kendisini müşahedesi üzere çalışan ise, muhlistir.’[28]

Söz ile değil, hal ile anlatma geleneğinin öncülerindendir. Kadınların derin bâtınî sezgilerle hakikati kavrayabileceğini göstermiştir.

Bu mutasavvife kadın, muhtemelen ‘Vehet’e[29] nispeti sebebi ile ‘El-Vehetî’ olarak anılmıştır. Dil, ilim ve hal bakımından zamanının bir tanesiydi. Zamanının şeyhlerinin çoğunun sohbetine katılmıştır. Es-Sülemî, şöyle söylediğini aktarmaktadır:

“İlim talebinde olduğunuzu zannettiğiniz halde, meşguliyetinizin nefislerin rahatını talep uğrunda olmamasına dikkat ediniz! İlim talibi, onunla amel edendir! İlimle amel etmek, çok oruç tutmak, sadaka vermek ve namaz kılmak değildir. İlim ile amel etmek, amelin Allah için ihlasla yerine getirilmesi demektir. Sahih bir niyettir. İlmiyle amel eden, Rabbine nazar eden ve O’nu müşahede eden olmasa da, Rabbinin kendisine nazar ettiğini murakabe edendir. Mütehakkik sufinin araçlarından bazıları şunlardır: İstememek, bir şeye bakışlarını çevirmemek, itham edilmeyen bir yönden geldiği zaman keşifleri / ilhamları (fütuhat) reddetmemek, bir vakitten başka bir vakit için biriktirmek. Hakikat sahibi için, tahakkuktan sonra hallere dönmesi uygun olmaz. Bilakis bütün haller ona tabi olur. Muhabbetin hakikati, sevenin sevdiğinden başkasını konuşmaması, onun sözünden bir başka sözü dinlemeye karşı sağır olmasıdır.[30] Nebi’nin (ﷺ) dediği gibi: ‘Bir şeye olan sevgin, seni kör ve sağır eder.[31]

Osmanlı döneminde Şam’da yaşamış, en çok eser bırakan kadın sûfîlerden biridir. Aynı zamanda şair, fakîhe, müfessir ve mürşidedir.

Bākâniyyah ailesine mensuptur. Babası Yusuf b. Yusuf al‑Bā‘ūnī, Safed, Trablus, Halep ve Şam’da kadı olarak görev yapmış, Şam’da tanınmış bir şârih ve yargıçtı. Küçük yaşta Kuran’ı ezberledi. Şiir, hadis, fıkıh gibi alanlarda eğitim aldı. Hac için Mekke’ye gidip Şam’a döndüğünde sosyal ve ilmi çevresi genişledi.

Aişe el-Bâuniyye, 15. yüzyıldan önce Arapça eser yazan en üretken kadın düşünürlerden biri olarak kabul edilir. Eserlerinden bazıları şöyledir:

1. El-Bedîiyyât ve Şerhuhâ El-Fethu’l-Mübîn fî Medhi’l-Emîn: 130 beyitlik bir Bedîiyya şiiridir. Hz. Peygamber’e (ﷺ) övgü içerir ve retorik sanatları ustalıkla sergiler.[32]

2. Dîvânu Feyḍu’l‑Faḍl ve Cem’u’ş-Şeml: 300’den fazla uzun şiirden oluşan bu eser, mistik hâlleri, Allah’a ve Peygambere duyulan aşkı, tarikatına mensup şeyhleri anlatır.[33]

3. El-Müntehab fî Usuli’r-Rüteb fî İlmi’t-Tasavvuf (Tasavvuf Prensipleri, dört temel esas üzerine)[34]. Bu eserinde, sûfî felsefesi ve tasavvufî mesajlarını, tövbe, ihlas, zikir, sevgi gibi en temel dört ilke üzerinde vermiştir.

Kahire’ye göç ettiğinde hukuk eğitimi aldı, fetva verme izni aldı. Erkeklerle eşit biçimde ders verdi. Öğrenciler, onun eğitimine başvurdu. 1516’da, Halep ve Şam arasında Sultanın huzuruna kabul edildiği, olağanüstü saygı gördüğü aktarılır.

Her eylemin şuurla yapılması, nefsten özgürlük, bedenin ibadetteki rolü ve kalbin teslimiyeti gibi konular üzerinde durur. Samimi bir şekilde hatadan dönmekten başlayarak, ruhsal aşkınlık düzeylerine geçilebileceğini belirtir. Şiirlerinde mistik ‘aşk denizi, ışıltı, gözyaşı’ gibi klasik mefhumlar güçlü şekilde öne çıkar. Onun şiirleri, tarikat terminolojisi ve sembolizmiyle doludur.

Eserleri İngilizceye çevrilmiş, akademik makalelerde ‘tasavvufun kadın sesi’ ve ‘muhabbetin yaşayan ifadesi’ ile anılmıştır.

Hem edebî hem de ruhsal düzeyde, kadının ilim ve hikmetteki yüksekliğini ispatlamış, Allah aşkını şiirle yazıya döken bir gönül ehli olmuştur.

Bu kadın sûfîler, kadınların da hakikat yolunun şahidleri olduklarını, kadın olmanın, ruhun hakikati aramasına engel olmadığını, kalbî keşiflerin sadece erkek evliyalara mahsus bulunmadığını göstermektedir.

Kadın sûfîler, Kur’an’daki iman örneklerinin çağlar boyunca yaşayan izdüşümleri olmuşlardır. Bu örnekler, tarih boyunca kadının ilim, ahlâk ve hikmet alanlarında manevî öncü olabildiğini göstermektedir.

VII. İslam’da Kadın Bilgeliği: Geçmiş, Bugün ve Gelecek

Kur’an’da adı anılan, tasavvufun yollarında yürüyen ve tarihi şekillendiren kadınlar, yalnızca birer hatıra değil, aynı zamanda günümüzün ve geleceğin çağrısıdırlar. Günümüz İslam toplumlarında, bu çağrıya kulak veren kadınlar çoğalmakta, ancak ruhsal yolculukları çeşitli engellerle karşılaşabilmektedir.

Modern dünya, kadın bilgeliğinin yeniden yükseldiği bir zemine sahiptir. Dini alanda kadın akademisyenler, öğreticiler ve yorumcular artmakta, manevî danışmanlık, sosyal hizmet ve zikir halkaları gibi alanlarda, kadın rehberlerin varlığı yükselmektedir.

Sosyal medya ve yazın alanı, kadınların manevi düşüncelerini ifade edebildikleri yeni mecralar haline gelmekte, ancak bu yükseliş, ataerkil baskılar, sosyal önyargılar ve kadının kendi özgüven sorunları gibi engellerle karşılaşmaya devam etmektedir.

Bu sebeple, kadınların kulluk güzergahında erkeklerle eşit oldukları vurgusu güçlendirilmeli, kadın öğretici ve rehberlere daha özgür şekilde çalışabilecekleri alanlar açılmalıdır. Kadınlar kendi aralarında manevi dayanışma toplulukları kurabilmeli, yazmalı, konuşmalı, örnek olmalı ve öğretmelidirler.

Kur’an-ı Kerîm’in ve hadîs-i şeriflerin kadına sunduğu temel bakış açısında büyük bir devrim vardır. ‘Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirinin koruyucularıdır’ (Tevbe, 9/71) ayet-i kerimesi, kadın ile erkeğin manevî ve toplumsal düzeyde eşit sorumluluğa sahip olduklarını beyan etmektedir. İslam, iman, takva, sıdk, sabır, hayır üretme gibi tüm değerler hem kadın hem erkek için aynıdır (Ahzab, 33/35). Dolayısıyla kadın bilgeliği, ilâhî sistemin doğal ve meşru bir parçasıdır.

Kadınlar sadece camilerde değil, sosyal medyada, okullarda, vakıflarda ve yayınevleri gibi alanlarda ahlâkî öncülük yapabilmektedirler. Her dönüşüm sancılıdır. Kadın bilgeliğinin yükselişi de bazı engellerle karşılaşabilmektedir. Kadını hâlâ, sadece ‘eş’ ve ‘anne’ kimliğine indirgeyen bakış açıları, onun özne olarak varlığını görmezden gelebilmektedir. Oysa Kur’an’daki örnek kadınlar, birey olarak Allah’a yönelmişlerdir.

Bazı çevrelerde, kadının ilim öğrenmesi, topluluk önünde konuşması hâlâ hoş karşılanmamakta, kadınların akıl ve irfanla donanması teşebbüsleri geciktirilmektedir. Bu durum, kadınların potansiyelini ketleyen zihinsel bir daralmadır.

Kimi kadınlar ise, içlerindeki bilgeliği keşfetmeden önce, onu başkalarından onay alma yoluyla inşa etmeye çalışmaktadırlar. Dolayısı ile bu kadınlar, kendi inisiyatiflerini geliştirmekte güçlükle karşılaşabilmektedirler. Oysa gerçek irfan, dışarıdan değil, içeriden doğmaktadır.

Tüm olumsuzluklara rağmen, kadın bilgeliğinin geleceğine dair umutlar giderek daha da güçlenmektedir. Kadınlar, artık yazın alanında da faaliyet göstermekte, tefsir halkaları düzenleyebilmekte, hadîs-i şerifleri şerh edebilmektedirler.

Şimdi, ‘kadınların manevî liderlikte daha etkin ve görünür olabilmeleri’ için, pratik adımlar ve ilkesel öneriler üzerine eğilmeye çalışacağız.

Bu konu, sadece kadınların görünürlüğünü artırmakla değil, aynı zamanda Kur’an’ın sunduğu ahlâkî özün hayatta karşılık bulması ile ilgilidir. Çünkü manevî liderlik, cinsiyetten daha ziyade irade, teslimiyet, ilim, hikmet ve ahlâkla kazanılabilecek hasletlerdir.

Kadınların liderliği konusunda hâlâ süregelen geleneksel direnç, Kur’an’ın ruhuna aykırıdır. Bu açıdan, kadınlara manevî eğitim alanları açılmalı, zikir meclisleri, tasavvuf ders halkaları, manevî danışmanlık süreçlerinde, kadınların yetişmeleri desteklenmelidir. Tarihî kadın mürşideler gibi, bugün de duruşu, ilmi ve irfanıyla rehberlik eden kadınlar öne çıkarılmalıdır. ‘Kadınlar rehberlik edemez’ önyargısı, Kur’an ve tasavvuf tarihinde yeri olmayan bir kabuldür.

Kadınlar arasında manevî kardeşlik ağları kurulmalı, kadınlar, birbirlerine bilgi ilham ve destek sağlayabilen ruhsal topluluklar oluşturabilmelidirler. Böylece modern çağın, insanı yalnızlığa iten bireyciliğine karşı, ortak yürüyen ruhsal topluluklar inşa edilmiş olacaktır.

Kadınların kaleminden maneviyat yaygınlaştırılmalı, kadın sûfîler, derledikleri dualar, telif ettikleri kitaplar, kurdukları bloglar, ürettikleri sosyal medya içerikleri aracılığıyla, ruha dokunan anlatılar oluşturabilmelidirler. Çünkü manevî liderlik, sadece sözle değil, ‘hal’ ve aynı zamanda ‘kalem’ ile de yapılabilmektedir.

Erkekler ise, kadınların görünür olmalarını bir tehdit değil, bir zenginlik olarak görmeli, Peygamberimiz’in (ﷺ) Hz. Aişe’ye (r. anhâ) nasıl danıştığı hatırlanmalıdır. Gerçek manevî liderlik, yekdiğerinin ışığını söndürerek değil, bilakis parlamasına izin vererek gerçekleşir.

Sonuç

Kur’an-ı Kerîm’de kadın, direniştir, imandır, ışıktır. Kadın, inanan özne olarak, zalim bir sisteme karşı direnen Hz. Âsiye’dir. İnzivada vahyi yüklenen Hz. Meryem’dir. İlhamla hareket eden bir annedir. Strateji geliştirebilen bir abladır, kız kardeştir. Bu temsiller, kadınların aktif ve dönüştürücü figürler olabildiğinin açık görünümleridir.

Kadınlar, Kur’an’da, tasavvufta, tarihte ve gelecekte birer ‘iman şahidi’, ‘hakikat yolcusu’ ve ‘bilgelik önderi’dir. Onlar, isimleriyle değil halleri ile, mevkileri ile değil ruhları ile parlamışlardır. Bugün kadın bilgeliği, sadece gecmişin hatırası değil, geleceğin inşasıdır. İslam düşüncesi, kadının sesiyle zenginleşir, kalbiyle derinleşir, hikmetiyle taçlanır.

Peygamberimizin sünnetinde kadın, rahmetle kuşatılmış bir ışıktır. Kadının manevî yükselişi, toplum ruhunun dirilişidir. Bu çağın kadını, yalnızca geçmişin hatırası değil, geleceğin manevî öznesidir. O, tıpkı Hz. Meryem gibi, toplumdan uzaklaşarak Rabb’ine yönelir. Ama vakti gelince, İlâhî hakikati dünyaya taşır.

Kadınlar güçlü birer rehberdirler. Çünkü kalpleri Rabbe açıktır. Kadınlar öncüdürler. Çünkü sabrı ve hikmeti yoğurmuşlardır. Kadınlar anlatıcıdırlar. Çünkü sözleri rahmetle sarmalanmıştır.

Yüce Nebi’nin (sas) güzel sözleri hitam-ı misk nevinden olsun:

(فَلَوْ كُنْتُ مُفَضِّلا أَحَدًا لَفَضَّلْتُ النِّسَاءَ)

Şayet ben birisini üstün tutacak olsaydım, kadınları daha üstün tutardım.[35]

Allâhım! Hak ve hakikatin apaçık yüzü, senin sonsuz kudret ve celalinle en güzel ahlak-ı hamideye sahip, tükenmek bilmeyen hazinenin mümessili, gizli aşikâr nur timsali Muhammed Mustafa’ya, al ve ashabına, o müstesna insanı tanıyabileceğimiz şekilde salat ü selamlar eyle. Âmin.


[1] Tertullian, De Cultu Feminarum, (https://www.tertullian.org/anf/anf04/anf04-06.htm.)

[2] Thomas Aquinas, Summa Theologiae,

(https://monumenta.ch/latein/text.php?nf=1&rumpfid=Thomas+de+Aquino%2C+Summa+Theologiae%2C+1%2C+++92%2C++++1&tabelle=Thomas_de_Aquino&utm)

[3] Susan C Karant-Nunn and Merry E. Wiesner-Hanks (Edited and Translated), Luther on Women: A Sourcebook, p. 91, Cambridge University Press, United Kingdom, 2003.

[4] Ibid., p. 231.

[5] Jean Calvin, Commentary on Timothy,

(https://www.ccel.org/c/calvin/comment2/v1.0/harry/comm_vol43/htm/iii.iv.iv.htm)

[6] Joseph Sandler, Ethel Spector Person, and Peter Fonagy, Freud’sOn Narcissism: An Introduction’, pp. 88-89, Karnac Books Ltd., London, 2012.

[7] Ebû Müslim Muhammed el-İsfahânî, s. 96, Câmiu’t-Te’vîl li Muhkemi’t-Tenzîl, trsz.

[8] Amina Wadud-Muhsin, Kur’ân ve Kadın, s. 50, İz Yayıncılık, İstanbul-2000.

[9] Râgıb el-Isfahânî, El-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân.

[10] Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb b. Alî en-Nesâî, Es-Sünenü’l-Kübrâ, 11341.

[11] Amina Wadud-Muhsin, Kur’ân ve Kadın, s. 60.

[12] Ae, s. 21, 63.

[13] Ae, s. 64.

[14] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/293, 316; Taberanî, Mu’cemu’l-Kebîr, C. 23, s. 7 (Hadis no: 1, 2, 3); Hâkim, Müstedrek, 3893.

[15] Buhari, Sahih, 3411; Müslim, Sahih, 2431.

[16] İbn Hazm el-Endelüsî, El-Faṣl fi’l-Milel ve’l-Ehvâʾ ve’n-Niḥal (Dinler ve Mezhepler Tarihi), ss. 3/644-650, (Çev.: H. İ. Bulut), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul-2017.

[17] Buhari, Sahih, 3411; Müslim, Sahih, 2431.

[18] Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî (v. 671/1273), el-Câmiʿ li-Aḥkâmi’l-Ḳurʾân, 4/83, (Thk. Ahmed el-Berduni ve İbrâhim Atfiş), Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye, Kahire-1964.

[19] Takıyyüddîn es-Sübkî, Ḳażâʾü’l-Ereb fî Esʾileti Ḥaleb, s. 231, el-Mektebetü’t-Ticariye, Mekke-1988.

[20] Şihâbüddîn Mahmûd el-Âlûsî, Rûḥu’l-Meʿânî fî Tefsîri’l-Ḳurʾâni’l-ʿAẓîm ve’s-Sebʿi’l-Mes̱ânî, 2/149, (Tah. Alî Abdülbârî Atiyye), Dâru’l Kütübü’l İlmiyye, Beyrut-1994.

[21] Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliya, s. 123, (Haz. Süleyman Uludağ), İlim ve Kültür Yayınları, İstanbul-1984.

[22] Ömer bin Vâkıd el-Eslemî, Kitâbu’l-Meğâzî, 1/271, (Thk. Marsden Jones), Âlemü’l-Kütüb, Beyrut-1984.

[23] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 19117.

[24] Müslim, Sahih, 332c.

[25] Ebu Davud, Sünen, 236; Tirmizî, Sünen, 113.

[26] Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliya, s. 112.

[27] Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Kendilerini İbadete Adayan Sûfî Kadınlar, ss. 29-34, (Terc. Ali Akay), Harf Yayınevi, İstanbul-2012.

[28] Ae, ss. 67-69.

[29] ‘El-Vehtu’ kelimesi, ‘üzüm bağları çok olan yer’ anlamına gelmektedir (Murtazâ ez-Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, 20/189). Bu durumda kelime, muhtemelen köy ya da kasaba gibi bir yerleşim bölgesini ifade etmektedir.

[30] Ae, ss. 119-120.

[31] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 22036; Ebu Davud, Sünen, 5130.

[32] Aişe el-Bâuniyye, El-Bedîiyyât ve Şerhuhâ El-Fethu’l-Mübîn fî Medhi’l-Emîn, Daru Kenan, Dımaşk-2009.

[33] Aişe el-Bâuniyye, Dîvânu Feyḍu’l‑Faḍl ve Cem’u’ş-Şeml, (Tahk. Mehdi Esad), Birzeit Üniversitesi, Filistin, trsz.

[34] Aişe el-Bâuniyye, El-Müntehab fî Usuli’r-Rüteb fî İlmi’t-Tasavvuf, (Tahk. Emil Homerin) El-Mektebetü’l-Arabî, trsz.

[35] Taberânî, Kebîr, 11997; İbn Hacer El-Askalânî, el-Meṭâlibü’l-ʿÂliye bi-Zevâʾidi’l-Mesânîdi’s̱-s̱emâniye, 1497. (el-Meṭâlibü’l-ʿÂliye; Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî, Müsedded b. Müserhed, Ebû Bekir b. Ebû Şeybe, İbn Ebû Ömer, Ahmed b. Menî‘, Abd b. Humeyd, Hâris b. Ebû Üsâme, İshak b. Râhûye ve Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî’nin el-Müsned’lerinde bulunduğu halde, Kütüb-ü Sitte ile Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’inde yer almayan 4702 hadis-i şerîfin konularına göre düzenlendiği bir eserdir.)

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com sayfalarındaki yazı, resim, fotoğraf, grafik, çizim, vs. her türlü görüntü malzemesinin elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması kesinlikle yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.