Musa Kâzım GÜLÇÜR
1 Rebiulahir 1446
04 Ekim 2024 Cuma
İçindekiler
A. Muhafızlık, Vekillik ve Otoriterlik Rollerine Bürünen Müslüman Mübelliğlerin Özellikleri
1. İradenin Etik Temellere Dayalı İcrası ve Önemi
2. Bireyselliğin Toplumsal Sorumluluklarla Dengelenerek Önemsenmesi
3. Özgürlüğün Başkalarının Hakları ile Dengelenerek Geliştirilmesi
4. Danışma (Şura) Düşüncesinin Karşılıklı Saygı ve İyi Niyet Temelinde Geliştirilmesi
5. Empati, Anlayış ve Şahitlik Düşüncesi
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيطَانِ الرَّجِيمِ
بِـسْـــــــــــــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ وَمَنْ تَوَلّٰى فَمَا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفٖيظًا
‘Kim Peygambere itaat ederse, muhakkak Allâh’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, seni onlara muhafız (bekçi) olarak göndermedik.’
(Nisa, 4/80)
وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ مَا اَشْرَكُوا وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفٖيظًا وَمَا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَكٖيلٍ
‘Allâh dileseydi ortak koşmazlardı. Biz seni onlara muhafız (bekçi) yapmadık. Sen, onların vekili de (Yüce Allâh’a karşı savunucusu) değilsin.’
(Enam, 6/107)
وَالَّذٖينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهٖ اَوْلِيَاءَ اللّٰهُ حَفٖيظٌ عَلَيْهِمْ وَمَا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَكٖيلٍ
‘Allâh, kendisinden başka dostlar edinenleri gözetlemektedir. Sen, onların vekili (Yüce Allâh’a karşı savunucuları) değilsin.’
(Şura, 42/6)
فَاِنْ اَعْرَضُوا فَمَا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفٖيظًا اِنْ عَلَيْكَ اِلَّا الْبَلَاغُ
‘Eğer yüz çevirirlerse, biz seni onlara muhafız (bekçi) olarak göndermedik. Sana düşen, sadece tebliğdir.’
(Şura, 42/48)
نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ وَمَا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِجَبَّارٍ فَذَكِّرْ بِالْقُرْاٰنِ مَنْ يَخَافُ وَعٖيدِ
‘Biz, onların söylediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir cebbâr (otoriter) değilsin. Öyleyse sen, Benim tehdidimden sakınanlara, Kur’an ile öğüt ver.’
(Kaf, 50/45)
والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الرَّحْمَةِ الرَّبَّانِيَةِ وَاليَاقُوتَةِ المُتَحَقِّقَةِ الحَائِطَةِ بِمَرْكَزِ الفُهُومِ والمَعَانِي، وَنُورِ الأَكْوَانِ المُتَكَوِّنَةِ الآدَمِي، صَاحِبِ الحَقِّ الرَّبَّانِي، البَرْقِ الأَسْطَعِ بِمُزُونِ الأَرْبَاحِ المَالِئَةِ لِكُلِّ مُتَعَرِّضٍ مِنَ البُحُورِ وَالأَوَانِي، وَنُورِكَ اللاَّمِعِ الذِي مَلأْتَ بِهِ كَوْنَكَ الحَائِطِ بِأَمْكِنَةِ المَكَانِي، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الحَقِّ التِي تَتَجَلَّى مِنْهَا عُرُوشُ الحَقَائِقِ عَيْنِ المَعَارِفِ الأَقْوَمِ صِرَاطِكَ التَّامِّ الأَسْقَمِ، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى طَلْعَةِ الحَقِّ بَالحَقِّ الكَـنْزِ الأَعْظَمِ إِفَاضَتِكَ مِنْكَ إِلَيْكَ إِحَاطَةِ النُّورِ المُطَلْسَمِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ صَلاَةً تُعَرِّفُنَا بِهَا إِيَّاهُ
رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي
(20/25 ، سُورَةُ طه)
Alemlerin Rabbi Allâh’a hamd olsun. Hüsn-ü âkıbet müttakiler içindir. Allâhım! Rabbânî rahmetin olan Zât’a, bütün anlayış ve manaların merkezini kuşatmış ve hakikatine erişmiş o biricik yakuta, insana ait bütün oluşumların nuruna, Rabbânî hakkın sahibine, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine yönelmiş, (akılları, kalpleri ve ruhları itibarı ile) denizler ve kaplar genişliğindeki herkesi, bol rahmet bulutlarıyla dolduracak o en parlak şimşeğe, mekân alemindeki tüm mekânları kendisiyle doldurduğun ve kuşattığın parlak nuruna salât ve selam et.
Allâhım! Hakikatlerin zirvelerinin tecelli ettiği hakikate, maarifin en olgun membaına, sırat-ı müstakîmin zirvesine, o en berrak ruh u pak-i Muhammed’e (ﷺ) salat ve selam olsun.
Allâhım! Hak ve hakikatin apaçık yüzüne, tükenmek bilmeyen hazinenin mümessiline, Sen’den Sana tılsımlı nurun Muhammed Mustafa’ya, âl ve ashabına salât et. Allâhım! Bizlere onu tanıtacağın salatlar ve selamlar eyle. Âmin…
Abstract

This article will explore the fallacy linked to Muslim preachers assuming the roles of Custodian, Deputy, and Authority. In Islam, the commands, recommendations, and prohibitions designed to prevent negative behaviors take precedence over the teachings of good morals. So, identifying elements of poor morality, eradicating them to purify the heart, spirit, and mind, and later instilling elements of good morality are two essential, interdependent processes.
The Holy Qur’an repeatedly emphasizes that the Holy Prophet (pbuh) should not assume the roles of ‘Custodian (Guardian), Deputy (Attorney), or Authority (Jabbar)’. This article examines these three key concepts as presented in the Holy Qur’an, affirming that the Holy Prophet is neither a ‘Custodian’, ‘Deputy’, nor ‘Authority’. Building on this, we propose a philosophy that believers, who regard the Holy Prophet as their exemplar, should refrain from adopting these roles, particularly in their social conduct.
In this study, we explored the historical and contemporary interpretations of the concepts ‘Custodian (Guardian), Deputy (Attorney), and Authoritarian (Jabbar)’. We then described the typical traits of individuals who assume these roles, sometimes under the guise of religion. Afterward, we endeavored to formulate a ‘the philosophy of the believers’ to discourage the adoption of such behaviors in society.
Önsöz
İslam’ın, olumsuz davranışlardan kaçılması yönündeki emir, tavsiye ve yasaklarının, güzel ahlâk konusundaki yönergelerinden daha öncelikli olduğu açıktır. ‘Güzel Ahlâk Düşüncesi ve Pratiği & Ahlâk Teorileri 1’ ve ‘Mesâvî-i Ahlâk Unsurları I’ başlıklı yazılarımızda da belirtmeye çalıştığımız üzere, tahliye ([التَّخْلِيَةُ] yani yok etme ve temizleme), mutlaka tahliyeye ([التَّحْلِيَةُ] süsleme ve güzelleştirme) başlamadan önce yapılması gereken bir faaliyettir. Bu açıdan, kötü ahlâk unsurlarının nelerden ibaret olduğunun öğrenilmesi, bunların yok edilerek öncelikle kalbî, ruhî ve aklî alanların temizlenmesi, arkasından da bu alanlarda güzel ahlâk unsurlarının tesis edilmesi, sırası ile birbirlerini gerektiren iki temel süreçtir.
Bugüne kadar, Yüce Nebi’nin (sas) güzel ahlâkı, hikmetli fiilleri ve sahabeler (r. anhüm) tarafından yapıldığını gördüğü veya kendisine haber verilmesiyle işittiği herhangi bir işi, men etmeyip, tasvip ve kabulleri ile ilgili hususlar, genel ayrıntıları ile işlenmeye çalışılmıştır.
Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de, Yüce Nebi’nin (sas) Muhafız (Bekçi), Vekil (Savunucu) ve Otorite (Cebbâr) rollerinden kaçınması ya da öyle olmaması gerektiğini beyan eden ayet-i kerimeler üzerindeki çalışmalar, neredeyse yok seviyesindedir. Bu konuda, şu ana kadar yapılmış herhangi müstakil bir çalışma bulunmamaktadır.
Yüce Nebi’nin (sas) Muhafız (Bekçi), Vekil (Savunucu) ve Otoriter (Cebbâr) rollerinden kaçınması ya da öyle olmaması gerektiğini beyan eden ayet-i kerimelerden biri hariç (Nisa, 4/80), diğer dokuzunun tamamı Mekkî’dir. Bu on ayet-i kerime, oldukça dikkat çekici bir şekilde, üç ana esası ortaya koymaktadır. Bu esaslar, Yüce Nebi’nin (sas) tebliğ vazifesinde, Muhafız (Bekçi), Vekil (Savunucu) ve Otoriter (Cebbâr) olmaması hususları ile ilgilidir.
Bazı kimseler, bu ayet-i kerimelerin birisi hariç, tamamının Mekkî oluşundan hareketle, amel açısından sanki ikinci sınıf ayetlermiş gibi vâhî ve asılsız bir düşünceye kapılabilirler. Bazıları da bu ayet-i kerimelerin nesh edildiğini iddia edebilirler. Bu tür kimselere diyeceğimiz şey şudur:
Namazların her rekatında okuduğunuz/okuduğumuz, Hz. Peygamberin (sas), ‘Kur’ân’ın en büyük suresi’ diye nitelendirdiği, ‘tekrarlanan yedi’ anlamında ‘es-Seb’u’l-Mesânî’ olarak isimlendirdiği[1], ‘Ana Kitap’ manasındaki ‘Ümmü’l-Kitap’, ‘dinin esaslarını ihtiva eden’ manasındaki ‘el-Esâs’, ana hatlarıyla İslâm’ı anlattığı için ‘el-Vâfiye’, birçok sırrı taşıdığı için ‘el-Kenz’ gibi isimlerle anılan ‘Fatiha Suresi’ Mekkî’dir. Keza, ‘el-Azîme’ (Büyük, yüce sure), ‘el-Muimme’ (dünya ve ahiret hayrını yaygınlaştıran), ‘el-Müdâfia’ (dünya ve ahiret sıkıntılarını, korkuları ve kötülükleri uzaklaştıran), ‘el-Kâdıye’ (istekleri ve ihtiyaçları gerçekleştiren) isimleri ile anılan, Hz. Peygamberin (sas), ‘Kur’an’ın kalbi YâSîn’dir’[2] buyurduğu, ‘YâSîn Suresi’ de Mekkî’dir. Yine, Hz. Peygamberin (sas), ‘Nefsim elinde olan Allâh’a yemin olsun ki, bu sure (İhlas Sûresi), Kur’an’ın üçte birine denktir’[3] buyurduğu İhlas Suresi de Mekkî’dir. Bu surelerin Mekkî oluşundan hareketle, (hâşâ) önemli olmadıkları söylenebilir mi?
Kur’ân-ı Kerîm’de, Yüce Nebi’nin (sas) Muhafız (Bekçi), Vekil (Savunucu) ve Otorite (Cebbâr) rollerinden kaçınması ya da öyle olmaması gerektiğini beyan eden ayet-i kerimeler nesh edilmiş midir? Cevabımız, kelâm, felsefe, tefsir ve usûl-i fıkıh alanlarına dair çalışmalarıyla tanınan Eş‘arî âlimimiz, büyük müfessir Fahreddin er-Razî Hazretlerinin (v. 606/1210) yetkinlikle belirttiği üzere[4], net bir şekilde ‘hayır’ olacaktır.
Şimdi öncelikle, Yüce Nebi’nin Muhafız (Bekçi), Vekil (Savunucu) ve Otoriter (Cebbâr) rollerine bürünmemesini emreden dokuzu Mekkî, biri de Medenî ayet-i kerimelerdeki üç ana kavramı analiz edecek, buradan hareketle kendisine Yüce Nebi’yi örnek alan müminlerin, bilhassa sosyal davranışları itibarı ile, Muhafız (Bekçi), Vekil (Savunucu) ve Otoriter (Cebbâr) olmamaları gerektiğine, yani tahliyeye ([التَّخَلِية] yok etmeye ve temizlemeye) yönelik bir yol ve felsefe oluşturmaya çalışacağız.
Bunun için önce, ‘Muhafız (Bekçi), Vekil (Savunucu) ve Otoriter (Cebbâr)’ kavramlarının ne şekilde anlaşıldığına dair tarihi ve modern arka planları görmeye çalışacak, sonra da din adına bu tür rollere kendilerini kaptıran kimselerin genel özelliklerine yer vereceğiz. Daha sonra ise bir ‘mümin davranış felsefesi’ geliştirmeye çalışacağız.
1. Muhafız (Bekçi)
Muhafız kelimesi, genel olarak bir şeyi veya bir yeri bekleyip korumakla görevlendirilmiş kimseyi, koruyuculuk ve gözcülük yapan kimseleri tanımlamaktadır. Muhafız, genellikle belirli bir alanı gözetlemek, olası tehditlere karşı korumak ve o alandaki insanların veya mülklerin güvenliğini ve emniyetini sağlamakla görevli kişidir. Bu rol, farklı kültürlerde ve zaman dilimlerinde, çeşitli biçimlerde var olmuştur. Muhafızlar, gözetim sorumlukları alanlarında meydana gelen faaliyetleri veya olayları, devriye gezmek, izlemek ve raporlamak gibi görevlerle vazifelidirler.
Antik uygarlıklardan Mezopotamya ve Mısır’da, muhafızlar genellikle şehirleri, tapınakları ve önemli kamusal alanları korumak için istihdam edilmişlerdi. Düzeni sağlamaktan sorumluydular ve genellikle yerel yetkililere şüpheli faaliyetleri bildirmek zorundaydılar. Örneğin Çin Seddi, istilalar veya saldırılar durumunda alarm çalmaktan sorumlu muhafızlar tarafından korunmaktaydı. Duvar boyunca bulunan gözetleme kuleleri, bu muhafızlar için istasyon görevi görüyordu.
Orta Çağ Avrupa’sında, şehirler ve kasabalar, genellikle geceleri sokaklarda devriye gezmeleri için muhafızlar çalıştırmıştır. Bazen ‘gece bekçileri’ olarak da bilinen bu kişiler, vatandaşların sokağa çıkma yasaklarına uymalarını ve toplumun suç faaliyetlerinden korunmalarını sağlamaktan sorumluydular. Günümüz Türkiyesinde ‘gece bekçiliği’ uygulamasına tekrar ihtiyaç duyulmuş, olumlu sonuçlar alınmıştır.
Feodal sistem içinde ise muhafızlar, genellikle lordun mülklerini korumak, yerel serflerin ve kiracıların dış tehditlerden korunmasını sağlamakla görevliydiler.
Sömürge ve erken modern dönemde, sömürgeleştirilmiş kolonilerde ise muhafızlar, özellikle kentsel alanlarda düzeni sağlamada önemli bir rol oynamışlardır. Bu muhafızlar, genellikle sokaklarda devriye gezen, çan çalan ve gerektiğinde alarm veren gönüllüler veya yarı zamanlı çalışanlardı.
Daha sonraları muhafızların rolü giderek daha organize polislik biçimlerine dönüşmüştür. Örneğin İngiltere’de, 1829 tarihli Metropolitan Polis Yasası, profesyonel bir polis gücü kurmuştur. Ancak bundan önce muhafızlar, kamu düzenini sağlamanın önemli bir parçasıydılar.
Muhafızlık kurumunun felsefi temellerinin en önemlisi, ‘Toplumsal Sözleşme Teorisi’dir. ‘Muhafız’ kavramı, ‘koruma ve düzen’ karşılığında, bir toplumdaki bireylerin belirli özgürlüklerden vazgeçmelerini ve bir yönetim organının otoritesine boyun eğmelerini kabul ettiklerini varsayan ‘Toplumsal Sözleşme Teorisi’ ile uyumlu bir haldedir. Bu bağlamda muhafız, güvenliği sağlayarak, yasaları uygulayarak ve toplumsal sözleşmenin sürdürülmesini temin ederek, devletin veya toplumun bir temsilcisi gibi hareket eder.
Ahlâkî ve etik sorumluluk açısından bakacak olursak muhafız, toplumun refahından sorumlu ahlâkî bir koruyucu olarak görülebilir. Birçok kültürde muhafız düşüncesi, bir görev duygusu ve etik sorumluluk olarak görülür. Bu düşünceye göre muhafızların, kişisel risk altında olsalar bile, korudukları kişilerin en iyi çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri beklenir.
Muhafız figürünün, çeşitli felsefi ve edebi eserlerde sembolik olarak temsil edildiğini görürüz. Örneğin, Platon’un (Eflatun, m.ö. 427-347) Cumhuriyet’inde, ‘koruyucu’ veya ‘muhafız’ fikri, adil bir toplum vizyonunun merkezinde yer alır. Koruyucu sınıf yani muhafızlar, şehri korumaktan ve yöneticilerin (filozofların, kralların) etkili bir şekilde toplumlarını yönetebilmelerini sağlamaktan sorumludurlar.
Daha modern bağlamlarda muhafız fikri, ahlâkî çürümeye, yozlaşmaya veya toplumsal çöküşe karşı koruma sağlayan bireyleri veya kurumları, metaforik anlamda temsil için kullanılmıştır. Eric Arthur Blair veya daha bilinen takma adıyla George Orwell’in (ö. 1950) ‘1984’ adlı romanında da ‘gözetim’ kavramı, distopik (zorba ve baskıcı bir yönetim altında, temel hak ve özgürlükleri kısıtlanmış ya da tamamen elinden alınmış toplumları ifade eden bir kavram) anlamda kullanılmakta, kontrol ve koruma temasının merkezinde yer almaktadır.
Modern bağlam ve dünyada, muhafızların rolü büyük ölçüde resmi polislik ve güvenlik kurumları tarafından üstlenilmiştir. Ancak kavram, güvenlik görevlileri, mahalle bekçileri programları ve hatta dijital gözetim sistemleri gibi çeşitli biçimlerde, ülkemizde de varlığını sürdürmektedir. Dikkat etme ve koruma gibi temel görevler, bu rollerin merkezinde yer almaya devam etmektedir.
Muhafızların, fiziksel alanların basit bir koruyucusundan, daha geniş bir sembolik ve felsefi figüre doğru olan evrimi, insan toplumlarında güvenliğin, toplumsal hayatın ve yönetimin değişen doğasını yansıtmaktadır.
2. Vekil (Savunucu)

Vekil kelimesi, başkası adına söz söyleyen veya hareket eden kimse demektir. Vekil kelimesinin isim hali olan vekâlet ise, bir akittir ki onunla vekil, mukavele dairesinde kendisine tahmil olunan işin idaresini veya takabbül eylediği hizmetin ifasını iltizam eyler. Hukuki anlamda vekil, bir kimsenin şahsına vekâleten işlerini görmek üzere yerine bıraktığı ve bu hususta bir belge ile yetki verdiği kimsedir. Bir kimse vekil kılındı ise, ‘sen bizim adımıza gerekli irtibatları kur, aracılık yap, bizim işlerimizi üstlen’ gibi vazifelerle görevlendirilmiş olur. Vekil kelimesi, aynı zamanda ‘her iş kendisine havale edilen, her işi noksansız olarak idare eden’ anlamında esmâ-i hüsnadandır.
‘Vekil’, daha yüksek bir otoritenin yerine geçen veya yardımcısı olarak hareket eden, onların yokluğunda veya onların yönetimi altında sorumluluklar üstlenen kişidir. Örneğin, bir müdür vekili, müdürün yetkisi altında hareket eder ve gerektiğinde müdürün sorumluluklarını üstlenebilir.
‘Vekil’ kelimesi ‘temsilci’ kelimesi ile de eş anlamlıdır. Başka bir kişi, grup veya kuruluş adına hareket etmek üzere atanmış veya seçilmiş kişiler vekil ya da temsilci olarak anılırlar.
Bir milletvekili ise, genellikle yasama, örgütsel veya diplomatik bağlamda başkaları adına konuşmak veya hareket etmek üzere seçilen kişidir.
Millet vekillerinin görevleri genel olarak şu alanları kapsar:
1. Vekiller, temsil ettikleri kişilerin, ister topluluk, ister örgüt veya hükümet olsun, çıkarlarını, görüşlerini ve ihtiyaçlarını temsil etmektedirler. Bu durum, karar alma süreçlerinde toplulukların çıkarlarını savunmayı da içerir. Vekiller ya da temsilciler, seçmenlerinin ihtiyaçlarını ve endişelerini ilgili yetkililere veya karar alma organlarına etkili bir şekilde iletmelidirler. Ayrıca, kararları ve politikaları temsil ettikleri kişilere geri iletmeleri gerekir.
2. Vekiller, bir hükümet bağlamında, genellikle yasaların ve politikaların oluşturulması, değiştirilmesi ve oylanmasında yer alırlar. Kararlarının temsil ettikleri kişiler üzerindeki etkisini göz önünde bulundururlar. Örgütlerde veya işletmelerde, milletvekilleri ve temsilciler, stratejik planlamaya katılabilir, gruplarının veya departmanlarının çıkarlarının genel stratejide dikkate alınmasını sağlayabilirler.
3. Vekiller, genellikle politikaların, yasaların veya projelerin uygulanmasını izlemekten ve bunların amaçlanan hedeflerle uyumlu olduğundan ve kaynakların etkili bir şekilde kullanıldığından emin olmaktan sorumludurlar. Milletvekilleri ve temsilciler, genellikle kendilerini atayan veya seçenlere karşı sorumludurlar. Faaliyetleri, kararları ve çalışmalarının sonuçları hakkında düzenli olarak rapor vermeleri beklenir.
4. Vekiller ya da diğer bir tabir ile temsilciler, genellikle ihtilaflarda arabulucu olarak hareket eder, bir topluluk, örgüt veya diplomatik bağlamda ister devletler isterse de bireyler arasında olsun, farklı taraflar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için çalışırlar. Ayrıca müzakerelere katılabilir ve temsil ettikleri kişiler için faydalı olan anlaşmalara varmak için çalışabilirler.
5. Vekiller, birincil liderin veya temsilcinin yokluğunda, liderliğin veya operasyonların sürekliliğini sağlamakla sorumludurlar. Vekiller, müdür yardımcılığı gibi rollerde, birincil lidere ait belirli görevleri üstlenerek, günlük operasyonları yöneterek, organizasyonun veya departmanın sorunsuz bir şekilde çalışmasına yardımcı olurlar.
6. Vekiller, bağlama ait özel roller de üstlenebilirler. Parlamento, kongre veya diğer yasama organlarının üyeleri, yasa tasarıları hazırlar ve bunlar üzerinde oy kullanırlar. Seçim bölgelerini temsil eder, finans, eğitim veya sağlık gibi belirli alanları denetleyen komitelerde yer alırlar.
7. Vekillerde aranan temel nitelikler ise, temsil ettikleri kişilerin çıkarlarına güçlü bir etik anlayış ve bağlılık içerisindeki dürüstlükleri, hem temsil ettikleri kişilere hem de başkalarına, bilgileri açık ve etkili bir şekilde iletme yeteneğini ifade eden iletişimleri, farklı paydaşların ihtiyaçlarını ve çıkarlarını dengeleyen bilinçli kararlar alma yetenekleri, tüm ilgili taraflarca kabul edilebilir anlaşmalara varmak için güçlü müzakere becerileri gibi hususlardır.
Büyükelçiler ve konsoloslar gibi vekiller ise, ülkelerinin çıkarlarını yurtdışında temsil eder, antlaşmaları müzakere eder ve yabancı ülkelerdeki vatandaşlarının haklarını korurlar. Yine sendika temsilcileri, toplu pazarlık anlaşmaları gibi, işverenlerle yapılan müzakerelerde çalışan işçilerin haklarını ve çıkarlarını temsil ederler.
Avukatlar gibi yasal temsilciler ise, mahkemelerde müvekkilleri adına hareket eder, yasal haklarının korunmasını sağlar ve onlar adına davalarını savunurlar.
3. Otoriter (Cebbâr)
‘Otoriter’ (cebbâr) kelimesi, Türkçemizde ‘zor kullanan, cebreden kimse’ anlamlarına gelmekle birlikte, kuvvetine güvenerek ve güç kullanarak başkalarına hükmeden kimseleri de betimlemektedir. Bu kelime aynı zamanda, ‘dilediğini cebir yolu ile yapan, kayıtsız şartsız herkese cebredecek güçte, hiç kimse tarafından kendisine cebir olunamayan’ anlamında, Yüce Allâh’ın en güzel isimlerindendir.
Otoriter yönetim, merkezi güç ve sınırlı siyasal özgürlüklerle karakterize edilen bir hükümet veya siyasal sistem biçimidir. Otoriter yönetim, genellikle halktan asgari düzeyde girdiyle, devlet üzerinde kontrol uygulayan tek bir liderin veya küçük bir grubun elinde yoğunlaşır. Siyasal muhalefet genellikle bastırılır veya hiç rekabet edemez hale getirilir. Konuşma, toplanma ve basın özgürlüğü gibi hususlar, yönetim tarafından kısıtlanır veya ağır şekilde kontrol edilir.
Otoriterlik, antik ve modern öncesi toplumlarda, mutlak monarşiler şeklinde gerçekleşmiştir. Birçok antik ve modern öncesi devlet, doğası gereği otoriterdi. Krallar veya imparatorlar, mutlak güce sahipti. Örneğin, antik Mısır firavunları ve Çin imparatorları, otoriteleri sorgulanamayan, ilahi olarak atandıklarına inanılan yöneticilerdi.
Ortaçağ Avrupası’nda feodal senyörler, serflerden çok az girdi alarak, kendi toprakları üzerinde önemli bir kontrol gücüne sahiptiler. Bu sistem, doğası gereği hiyerarşikti ve güç en üstte yoğunlaşıyordu. 19’uncu ve 20’nci yüzyıllarda ise, otoriterliğin aşırı biçimleri olan totaliter rejimler yükselişe geçti. Bu türden rejimler, genellikle yoğun propaganda ve gözetim yoluyla, kamusal ve özel yaşamın hemen her yönünü kontrol etmeye çalıştılar.
20’nci yüzyılda bağımsızlığını kazanan birçok ülkede, özellikle Afrika, Asya ve Latin Amerika’da, otoriter yönetim dönemleri yaşanmıştır. Bu ülkelerdeki liderler, genellikle ulusal birliği ve kalkınmayı sağlamak için, güçlü bir lidere ihtiyaç olduğunu iddia ederek, otoriteye dayalı rejimlerinin haklılığını ve doğruluğunu ispat yoluna gitmişlerdir.
Otoriterliğe, felsefi temeller ve klasik siyasi düşünce açısından bakmaya çalışırsak, Antik Yunan filozofu ve bilgesi Platon’un ‘Cumhuriyet’ adlı yapıtında, ‘bilge ve adil bir yönetici’yi, herkesin yararını gözeten ‘filozof kral’ fikrini tartıştığını görürüz. Bu, modern anlamda otoriterlik olmasa da, gücün tek ve sözde aydınlanmış yönetici elinde toplanması demektir. Niccolò di Bernardo dei Machiavelli’nin (ö. 1527) çalışmaları da genellikle otoriter yönetimin meşrulaştırılmasıyla ilişkilendirilir. Machiavelli, yöneticilerin iktidarı sürdürmek ve devletin istikrarını sağlamak için, pragmatik ve bazen acımasız olmaları gerektiğini savunmuştur.
Modern politik teoriler itibarı ile baktığımızda ise, Thomas Hobbes’un (ö. 1679) ‘Leviathan’da, düzen getirecek güçlü bir egemenlik olmadan, hayatın ‘iğrenç, vahşi ve kısa’ olacağını savunduğunu görürüz. Hobbes, tiranlığı savunmasa da, güçlü merkezi otoriteyi haklı çıkarmayı önemsemiş, onun bu fikirleri otoriter yönetimleri desteklemek için kullanılmıştır. 20’nci yüzyıl politik teorisyenlerinden Carl Schmitt (ö. 1985), liberal demokrasiyi eleştirmesi, istisnai bir durum veya krizde, hızlı hareket edebilen, güçlü ve kararlı bir lidere verdiği destek ile tanınmaktadır. Schmitt’in fikirleri, özellikle Nazi Almanya’sındaki otoriter ve totaliter rejimleri etkilemiştir.
A. Muhafızlık, Vekillik ve Otoriterlik Rollerine Bürünen Müslüman Mübelliğlerin Özellikleri
Çalışmamızın bu kısmında, ‘muhafızlık (bekçilik), vekillik (savunuculuk) ve otoriterlik (ceberutluk)’ rollerine kendilerini kaptıran Müslüman mübelliğleri ele alacağız. ‘Muhafızlık (bekçilik), vekillik (savunuculuk) ve otoriterlik (ceberutluk)’ düşüncelerine ve davranışlarına kapılan Müslüman mübelliğler, genel olarak dünyanın en ahlâklı, en dindar ve en dürüst insanları oldukları ön kabulü ile hareket ederler. Bu kimseler, kendi insanlık programlarına, ‘muhafızlık (bekçilik), vekillik (savunuculuk) ve otoriterlik (ceberutluk)’ niteliklerinin, otomatik bir şekilde varsayılan olarak atanmış olduğu kanaatindedirler.
Şimdi, ‘muhafızlık (bekçilik), vekillik (savunuculuk) ve otoriterlik (ceberutluk)’ duygularının baskın olduğu Müslüman mübelliğlerdeki karakterlere ait, bir kısım özelliklere yer vermeye çalışacağız:
1. Genellemeci Davranırlar

‘Muhafızlık (bekçilik), vekillik (savunuculuk) ve otoriterlik (ceberutluk)’ rollerine bürünen Müslüman mübelliğler, ara sıra vicdanlarının da etkisi ile, ‘ben ortaya konuşuyorum, isim vermiyorum, genelleme yapmak yanlıştır!’ deseler de, genelleme yapmakta ustadırlar ve ısrar ederler.
Bu tür mübelliğlere, ‘siz ne yapmak istiyorsunuz?’ diye sorsanız, ‘biz kesinlikle muslihleriz!’ (Bakara, 2/11) derler. Fakat, varlığından bir şekilde haberdar oldukları şenâ‘atleri ve kötülükleri, ‘Müslümanlar…’ diyerek müminlere genelleştirmekte oldukça ustadırlar. Aslında, ruhları ve akılları dengesini yitirmiş, yaşadıkları çeşitli sükut-u hayaller, onları hakikatlerden ve gerçekliklerden fersah fersah uzaklaştırmıştır. Bu tür kimseleri, dalmış oldukları karanlıklardan, Yüce Allâh’tan başka kurtaracak hiç kimse yoktur. Her ağızlarını açtıklarında, böylelerini bütün bir topluma kin kusarken görürsünüz. Ancak yine de şecaat ve şehametle hareket ettikleri iddiasındadırlar.
Kendi görüşlerini ve fikirlerini o kadar değerli ve önemli görmektedirler ki, vâhî ve abes düşüncelerinin herkes tarafından paylaşılması ve onanması gerektiğine inanırlar. Bu tür kimseler, çok kötü şekilde narsistik eğilimlere sahiptirler. Bu durum, herkes adına hareket etme düşüncesinde haklı olduklarını sanmalarına ve ‘vekil yanılsaması’ dediğimiz ruhsal problemleri yaşamalarına sebep olur.
Böyle kişilerin başkaları tarafından ‘onaylanma’ dürtüleri, ‘bekçilik’ rollerini, ‘vekillik’ arayışlarını ve ‘otorite’ kurma çabalarını üretir. Bu durum, ‘insanları kontrol’ ihtiyacı yüksek olan bireylerde daha çok müşahede edilir. Böyle kişiler, başkalarının düşüncelerini açık bir şekilde göz ardı eder, kendi düşüncelerini ise aşırı derecede önemserler.
Kur’an-ı Kerîm’in, gerçek İslam mübelliğlerine nasihati ise şöyledir:
وَكَذَّبَ بِهٖ قَوْمُكَ وَهُوَ الْحَقُّ قُلْ لَسْتُ عَلَيْكُمْ بِوَكٖيلٍ
‘Kur’an-ı Kerîm hak olduğu halde, kavmin onu yalanladı. Onlara şöyle de: ‘Ben, sizin vekiliniz (Yüce Allâh’a karşı savunucunuz) değilim.’ (Enam, 6/66)
2. İstikamet Çizgileri Yoktur ya da Belirsizdir

‘İstikamet’, Kur’ân’ın ve Sünnet’in temel düsturlarından olmasına rağmen, ‘muhafızlık, vekillik ve otoriterlik’ duyguları baskın hale gelmiş Müslüman mübelliğler, neredeyse bütünüyle istikamet çizgilerini yitirmiş, fersiz gözleri ile külliyetli bir nüfusu ‘helâket’ içerisinde görmüşlerdir. Düşünce dünyalarını kaplamış bu sisten ve taaffünden, nükleer radyasyondan etkilenir gibi etkilenmişlerdir.
İstikametini kaybetmiş bu tür kimselerin, Kur’ân-ı Kerîm’deki tasviri şöyledir:
‘Onlara, şu kimsenin haberini oku ki, biz kendisine ayetlerimizi vermiştik (dine vakıf, edille-i şeriye ile hareket eden, muhsin ve muslih bir insan haline getirmiştik). Ancak o kimse, bu ayetlerden sıyrıldı (Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin kendisine lütfettiği dini alanı bıraktı. Yüce Allâh’ın kitabına olan vukufiyetini terk etti. Hiçbir behresi olmadığı dünyevî ve siyasî alana yöneldi. Böylece) Şeytan, onu peşine taktı. Nihayet (doğru yoldan ve hakikatten uzaklaşarak, ona buna dili ile saldırıp hakaret eden) azgınlardan oldu. Eğer dileseydik, onu (kendisine lütfettiğimiz dini alandaki nasihatlerinde tilavet ettiği) bu ayetler ile yükseltirdik (saygın bir hale getirirdik). Fakat o, dünyaya (hiçbir deneyimi olmadığı siyasî ve dünyevî konulara) saplandı. (‘Dediğim dedik’ tavrı ile Tanrı seviyesine çıkardığı) Hevesinin peşine düştü. Böyle kimselerin benzetmesi, o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan da dilini uzatır solur, kendi haline bıraksan da dilini uzatır solur (Dili hep dışarıdadır. Devamlı şekilde başkalarının eksik ve kusurlarını, o fırıncı küreği uzunluğundaki diline dolama ile gününü gün etmektedir. Uyarılara karşı, böyle bir kimsede hiçbir tavır değişikliği de görülmez, dili hep dışarıdadır). İşte, (kendilerine lütfettiğimiz dini alandaki uyarı ve ıslah vazifesini önemsemeyen bu istikametsiz halleri ile) ayetlerimizi yalanlamış duruma düşmüş kimselerin benzetmesi budur. Bu hadiseyi anlat, belki düşünürler (belki yeniden kendilerine çeki-düzen verir, ibret alır ve doğruya ulaşabilirler).’ (Araf, 7/175-176)
Yüce Nebi (sas), böylelerini ne güzel teşhis etmektedir:
‘Bir kimse, ‘artık insanlar helak oldular’ dediği zaman, kendisi o insanların en fazla helake uğrayanıdır.’[5]
Yukarıdaki ayet-i kerime ve hadîs-i şerîfteki durum, bir kimlik krizini ve köklerden kopma durumunu tasvir etmektedir. Birey, dini ve sosyal alana dair bir hayal kırıklığı ve tatminsizlik yaşamaktadır. Bu durum, bir anlamda kişinin kendi inançlarına ve geçmişine yabancılaşmasıdır. Böyle kişiler, geçmişte ait oldukları sosyal ya da dini toplumların, artık beklentilerini karşılamadığını düşünmekte, bu da onlarda hayal kırıklıkları ve kızgınlık hislerini ortaya çıkarmaktadır.
Böyle kişiler, kendilerinde var olan içsel çatışmaları, hayal kırıklıklarını ve yetersiz hissetme duygularını, dış dünyaya yansıtmakta, sabah-akşam önlerine geleni eleştirmektedirler. Bu psikolojik mekanizma, kişilerin kendi problemlerini başkalarına yansıtmasını mümkün hale getirmektedir. Kişiler, kendileri ile ilgili olumsuz duyguları, başkalarına yönelttikleri eleştiriler ile bastırma yoluna gitmektedirler.
Bu tür kişiler, kendilerini diğer insanlardan daha kıymetli görürler. Narsistik kişilik yapısına bürünür, kendi görüşlerini mutlak kabul eder ve başkalarını sürekli eleştirme yolunda yürürler. Bu durum, onların başkalarına yönelik aşağılayıcı ve küçümseyici davranışlarını pekiştirir.
Kendi toplumları ile olan bağlarının zayıflaması sonucu, yeni bir anlam arayışına girmişlerdir. Bu arayışlarını, daha önce içinde bulundukları kendi toplumlarını, o toplumlarda yer alan müslümanları, eleştirme ve aşağılama yolu ile negatif yoldan gerçekleştirmek istemektedirler. Müslümanları bırakıp, hakikatleri kabul etmeyen müşrikleri ve putperestleri dost edinmekte, bütün izzet ve şeref Yüce Allâha ait olduğu halde, izzeti ve şerefi kafirlerin ve hakikat inkarcılarının yanlarında aramaktadırlar (Nisa, 4/139) Halbuki Yüce Allâh, müminler aleyhine olacak bir imkanı, İslamî parlak hakikatlere sırtlarını dönenlere, kafirlere ve müşriklere hiçbir zaman vermemiştir, vermeyecektir (Nisa, 4/141).
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri dileseydi, ayet-i kerimede tasvir buyurduğu kimselerin, siyasî ve dünyevî konulara dalmalarını engeller, bu kimselerin makamlarını yüceltirdi. Fakat bu kimseler, kendi seçimleri ile baş başa bırakılmışlardır. Söz konusu kimselerin, karakterleri ve şahsiyetleri, artık belirsiz ve şekilsiz bir hal almış, hayvanî seviyelere inmiştir.
Kur’an-ı Kerîm, bu tür Müslüman mübelliğlerin, şöyle bir tavır takınmalarının kendileri için daha iyi olduğunu beyan eder:
قُلْ يَا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنِ اهْتَدٰى فَاِنَّمَا يَهْتَدٖى لِنَفْسِهٖ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا اَنَا عَلَيْكُمْ بِوَكٖيلٍ
‘De ki, Ey insanlar, işte size Rabbinizden gerçek geldi. Artık doğru yola giren, kendisi için girmiş olur. Doğru yoldan sapan da, kendi zararına sapmış olur. Ben sizin vekiliniz (Yüce Allâh’a karşı savunucunuz) değilim.’ (Yunus, 10/108)
3. Ruhsal İkilemleri ve Hastalıkları Çok Derindir

‘Muhafızlık (bekçilik), vekillik (savunuculuk) ve otoriterlik (ceberutluk)’ düşüncelerine ve davranışlarına kapılan Müslüman mübelliğlerdeki ruhsal hastalıklar o kadar derindir ki, kendilerinden başka herkesi aptal ve akılsız, uykuda ve izansız olarak görürler. Mesnetsiz korkuları ve kuruntuları, mantıksız tepkileri ve yersiz düşmanlıkları, nedensiz saldırganlıkları ve boş tartışmalara düşkünlükleri, böyle kimselerin gerçekleri idrakten yoksun bir karanlığa ve paranoyaya girmelerine sebep olmuştur. Öyle ki, bütün bir aleme nizamat verdikleri sanrısını, en üst düzeyde yaşar hale gelmişlerdir. Böyle kimselerdeki ruhsal ikilem, ‘deve kuşu’ hikayesini de geride bırakmış görünmektedir. Çünkü artık ne uçabilecek ve yükselebilecek manevi kanatlara, ne de faydalı yük taşıyabilecek güce ve enerjiye sahiptirler.
İlk zamanlarda kişileri tanıdığınızı düşündüğünüzde, onların sadece belirli bir kısmıyla ilişki kurmuş olursunuz. Ancak bu kişilerin söz konusu anlarda tanıyamadığınız gerçek yüzleri ve yönleri zaten vardı ve oradaydı. Sadece farkına varmanız zaman almıştır. Sosyal veya kişisel nedenlerle negatif yönlerini gizlemiş ve maske takmışlardır. Kendilerinde ve çevrelerinde bir güven hissetmeye başladıklarında, taktıkları maskeleri düşmüş, gerçek yönleri ile görünür hale gelmişlerdir. Bu ruhsal ikilem, kişilerin kendilerini başlangıçta farklı şekilde göstermelerinin bir sonucudur.
‘Muhafızlık (bekçilik), vekillik (savunuculuk) ve otoriterlik (ceberutluk)’ düşüncelerine ve davranışlarına kapılan Müslüman mübelliğlerin, değişen davranışlarının altında, derin bir içsel savaş yatmakta, bu durum onları manen hastalıklı hale getirmektedir. Özellikle zorlayıcı bazı dışsal faktörler, bu insanların davranışlarında tuhaf değişikliklere yol açmıştır. Ancak bu durum, o kişilerin kendi ürettikleri bir gelişim sürecidir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, nefislerindeki değişime uygun bir şekilde, onları negatif yönde değiştirmiştir.
Ruhsal ikilemler ile ilgili gözden kaçırılmaması gereken diğer önemli bir sebep de, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin sonsuz hikmeti gereği, peygamberlerde (ase) olduğu gibi, Yüce Nebi’de (sas) ve bütün müminlerde görev yapan bir şeytanı takdir etmiş olmasıdır.
İmam Müslim’in rivayetine göre Annemiz Hz. Aişe (r. anhâ), ‘Bende de şeytan var mı?’ diye sorduğunda, Resülullah (sas), ‘Şeytanı olmayan kimse yoktur’ demiştir. Hz. Aişe validemiz: ‘Sende var mı?’ dediğinde ise, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
‘Evet. Ancak ona karşı (Celle celâluhu) yardımcı oldu ve o da Müslüman oldu’. [6]
İmam Müslim’in Abdullah b. Mesud’dan (ra) aktardığı benzer bir diğer rivayette ise, Resülullah (sas): ‘Sizlerden hiçbiriniz müstesna olmamak üzere, her birinizin kendisinden ayrılmayan bir cini (cinnî şeytanı) vardır’ buyurmuştur.
Bunun üzerine ashab: ‘Yâ ResülAllâh, buna sen de dahil misin?’ diye sorduklarında, Peygamberimiz (sas) şöyle cevaplamıştır:
‘Evet. Fakat Yüce Allâh ona karşı bana yardım etti, o Müslüman oldu. Artık bana, sadece hayır ve iyilikle emreder.’ [7]
Yüce Allâh, her mümini yol gösteren bir melekle desteklediği gibi, ona vesvese veren, kötülüğü süslü gösteren, münkeri teşvik eden ve fitneye çağıran bir şeytanla da sınamaktadır.
Bu hususla ilgili olarak Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:
‘Her insanın, meleklerden ve cinlerden bir arkadaşı bulunmaktadır.’ [8]
Açıkça görüldüğü üzere bu konuda, peygamberler (ase) ile müminler benzer bir muamele görmektedirler.
Kur’an-ı Kerîm, ruhsal ikileme düşmüş Müslüman mübelliğlerin, şöyle bir tavır takınmalarının kendi faydalarına olduğunu beyan eder:
اِنَّا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ لِلنَّاسِ بِالْحَقِّ فَمَنِ اهْتَدٰى فَلِنَفْسِهٖ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَكٖيلٍ
‘Biz sana, Kitab’ı (Kur’an-ı Kerîm’i) insanlar (a tebliğ etmen) için, hak olarak indirdik. Kim doğru yola girerse, kendisi için girmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların vekili (Yüce Allâh’a karşı savunucuları) değilsin.’ (Zümer, 39/41)
4. İtaate Layık Değillerdir

‘İtaat’ sözcüğü, ‘baş eğmek, emredileni yapmak, söz dinlemek’ anlamındaki ‘tav’ fiilinden türemiştir. Ancak ‘itaat’ kelimesi, daha çok ‘verilen emri yerine getirmek’ manasında kullanılmaktadır. ‘İtaat’ kavramının, ‘gönüllü olarak kabul etmek, hoşlanarak yapmak, gönüllü olarak uymak, görüşüne katılmak’ gibi anlamları ise günümüzde daha az bilinmektedir. ‘İtaat’ kavramı, ‘uyma, tâbi olma’ anlamlarındaki ‘ittiba’ kavramı ile de eş anlamlıdır. ‘İttiba’ konusu, ‘İttiba, Tabi Olma ya da Uyma’ başlıklı yazıda tahlil edilmeye çalışılmıştı.
Bu kısımda, Kur’ân-ı Kerîm’de, kendilerine itaat edilmemesi istenilen dokuz sınıftan, ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıfları (Kalem, 68/10 ve 11) söz konusu edeceğiz. Bu sınıflar sırası ile; mehîn, hemmâz ve meşşâ binemîm kimselerdir.
Şimdi bu kavramları sırası ile kısaca açmaya çalışalım.
1. Mehîn, ‘görüşleri, fikirleri ve tedbirleri isabetsiz, düşünüş tarzları basit ve değersiz, ileriyi göremeyen, süflî ve kalbi zayıf kimseler’ demektir. Kur’ân-ı Kerîm, bu tür kimselere itaat edilmemesini emrediyor. Böylece Müslüman şahsiyetlere, yüksek seviyede bir kişisel gelişim dersi veriyor.
2. Hemmâz ise, Kur’an’ı baştan sona kadar tefsir eden ilk müfessir Mukātil b. Süleymân’a (v. 150/767) göre, ‘kişileri arkalarından sıklıkla ayıplayan[9], bireylerin saygınlıklarını yok eden, insanları küçümseyen ve onlara kusurlar atfeden kimseler’ demektir. Mesela bu kimseler, sosyal medya hesaplarında, her gün kişileri etiketleyerek ayıplar, onlara türlü türlü kusurlar bulur, nefret dolu bir şekilde hakaretler ederler.
Bununla da yetinmez, 2,5 milyar Müslümanın ki 2070’e kadar İslam’ın dünyanın en büyük dini olacağı simüle edilmektedir, kıymetlerini ve itibarlarını tahkir ve tezyif etmekten sadistçe hislere kapılırlar. Sadizm, bir tür akıl hastalığıdır. Sadist kişi, Müslüman muhataplarına zarar vereceğini düşündüğü sözel şiddetten, kendince zevk ve heyecan duyar. Hedef aldığı kimselere acı çektirmek için, gecesini gündüzüne katarak ekstra çaba harcamaya bile razıdır. Böylece Müslüman muhataplarının, korkacaklarını ve boyun eğeceklerini varsayar.
Halbuki, İslam dünyasındaki fertlerin, Yüce Allâh katındaki değerlerini ve kıymetlerini hiç kimse asla bilmemektedir ve bilemeyecektir de.
Böylelerinin aslî görevlerinden bir tanesi, sadır olan hataların ve günahların, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine tazarrular ve tevbeler sebebi ile affedilebileceğini bildikleri sürece, hatalarından ve günahlarından dolayı başkalarını kınamamaları ve ayıplamamaları gerektiğiydi. Acaba, kendilerini Cennet’i peşinen kazanmış, Yüce Allâh’ın mekrinden de emin bir vaziyette mi tasavvur etmektedirler?
Halbuki hiç kimse, Cennet’e girmedikçe Yüce Allâh’ın mekrinden emin olamaz.
Hadis hâfızı, müfessir ve fakih İbn Ebû Hâtim (v. 327/938), Tâbiîn âlimi Zeyd b. Eslem’den (v. 136/754) konu ile ilgili şu rivayeti aktarmaktadır:
‘Yüce Allâh meleklerine, ‘Sizlere, hiç kimseye vermediğim bir derece vermeme rağmen, niçin bu kadar korkuyorsunuz?’ buyurunca, şöyle dediler:
‘Ey Rabbimiz! Senin mekrinden emin olamayız. Çünkü Senin mekrinden, sadece hüsrana uğrayanlar emin olur.’[10]
Hemmâz kimselere itaat edilmemesi hususuna, Hucurat Suresi, 49/11 ve Hümeze Suresi, 104/1 ayet-i kerimelerinde de temas edilmektedir. Bu konu, daha önce ‘Hucurât Suresinin İncelikleri 3’ başlıklı yazıda incelenmişti.
3. Meşşâ binemîm kavramı ise, ‘laf getirip götüren, dedikodu yapan, onu bunu gammazlayan, birinin yaptığı işi veya söylediği sözü, başkalarına duyuran kimseler’ demektir. Böyle kimseler, insanlar arasında bir nevi fitne ve nefret ateşi tutuştururlar. Bu kimseler, sosyal medya hesaplarında, hemen her gün kişileri etiketleyerek başkalarına laf/söz taşıyan, birinin yaptığı işi veya söylediği sözü, başkalarına duyuran, o kişiler tarafından da etiketlenmek sureti ile kendilerine laf/söz getiren kimselerdir. Hesaplarını kullanarak ona-buna laf/söz atmış, yine hesapları aracılığı ile kendilerine laf/söz getirmişlerdir. Dolayısı ile, tam da ayet-i kerimenin işaret buyurduğu, meşşâ binemîm / dedi-kodu ile yürüyenler kategorisine dahil olmuşlardır. Böyleleri, işlerinin ancak dedi-kodu ile yürüyebileceğine inanmış talihsizlerdir. Dedikodu ile yürüyenlerin bir imanı yoktur. Kötü sözleri hesaplarında zikredenlerin de bir insanlığı. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, böyle kimselere itaat edilmemesini emretmektedir.
Şimdi aktaracağımız ayet-i kerime, konuyu oldukça net hale getirmektedir:
وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِىٍّ عَدُوًّا شَيَاطٖينَ الْاِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحٖى بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ
‘Böylece biz, her Peygambere, insî ve cinnî şeytanlardan düşmanlar yaptık. (Bu insî ve cinnî şeytanlar) Aldanmışlıkla, birbirlerine süslü sözleri telkin ederler. Eğer Rabbin dileseydi (bu telkinleri) yapamazlardı. O halde, onları uydurmakta oldukları yalanları ile başbaşa bırak.’ (Enam, 6/112)
Bu ayet-i kerimedeki ‘vahiy’ kelimesi, ‘bir sözü hızlıca ulaştırmak / söylemek’ anlamındadır. ‘Zuhrufu’l-kavl’ tamlaması ise, ‘içi batıl ile dolu, dışı ise alabildiğine süslü olan kelimeler ve cümleler’ demektir. Bu şekilde, dışı süslü, içi ise bütünü ile boş ve batıl cümleler, ancak bir müzehrefat yığınıdır. İyilikler ve güzellikler Rahmânîdir, haktır ve doğrudur. Şayet bir sözün / cümlenin aslı ve bâtını fasit ve batıl, dışı da süslü ise, o söz/cümle bütünü ile ‘zuhrufu’l-kavl’ tamlaması dahilindedir ve şeytanîdir.
Ayet-i kerimedeki ‘aldanmışlık / gurur’ kelimesi ise, kişilerin aldanmasına vesile ve sebep olan, yaldızlı / süslü kelimeler ve cümlelerdir. Sosyal medya hesaplarına ışık hızı ile düşen bir takım süslü sözlere / cümlelere muhatap olan bazıları, kendilerine ‘vahiy / telkin’ yapılmış kimselerdir ve bu süslü sözlerin, Müslümanların menfaatine olduğunu sanarak ‘aldanmışlardır’. Dolayısı ile, ayet-i kerimedeki ‘aldanmışlık / gurur’ kelimesi ile, işin aslını / künhünü idrak edemeyen kimselerin cahil halleri tasvir edilmektedir. Bu duruma karşı müminlerin takınmaları gereken tavır, ayet-i kerimede açık bir şekilde emir ve tavsiye buyurulduğu üzere, böylelerini yalanları ile baş başa bırakmaktır.
Güzel ve temiz ruhlar iyilikleri tavsiye ederlerken, şerli ve kötü ruhlar ise, insanlara günahları süslü hale getirirler. Birey, şayet kötü sıfatlardan kendisini arındırıyorsa güzel ve temiz ruhlara, aksi durumda ise kötü ruhlara katılmış olur. İnsan, iyiliklere yöneldikçe, kalp ve ruhu meleklerin ilhamına açık hale gelir. Hayırlı fiiller hususunda kendisinde kudsî bir güç hisseder. Aksi durumda ise, insî ve cinnî şeytanların süslü telkinleri, verdikleri vesveseler ile, kalp ve ruhunu kötülüklere açık hale getirmiş olur.
Hz. Ebu Zer’den (ra) rivâyete göre, şöyle demiştir:
‘Mescide girdim. Rasûlullah (sas) orada idi. Yanına varıp oturunca: ‘Ey Ebu Zer! İnsan ve cin şeytanların şerrinden Allah’a sığın’ buyurdu. Ben: ‘İnsanların da şeytanı olur mu?’ dedim. ‘Evet’ buyurdular’. [11]
Mehîn, hemmâz ve meşşâ binemîm sıfatlarını üzerlerinde taşıyan sözde mübelliğler, toplumun bütün kesimlerine düşmanlıklarını alenen ilan etmekte hiçbir beis görmezler. Bu hasta ruhlara göre, toplumların tamamı dejenere olmuştur ve kurtuluşları da yoktur. Şöyle düşünürler: ‘Alemde, bir tek ben ve benim gibiler doğrudur!’ Böyle bir hezeyanın zihinde yer etmesi bile, ‘ruhsal anomali’ için yeterli bir sebep gibidir. Kur’ân-ı Kerîm, böylelerine karşı müminlere bir başka uyarıyı şöyle yapar:
‘Onları gördüğün zaman gövdeleri (kalıpları, kıyafetleri) hoşuna gider. Konuştuklarında (ne de güzel konuşuyorlar! diyerek) sözlerini dinlersin. (Halbuki) Onlar, (çubuklu ve parlak Hint ya da Yemen kumaşı) giydirilmiş (irice) kütükler gibidirler. Her sesi (toplumda konuşulan, işe yarayan veya yaramayan her konuyu) üstlerine alınırlar (kendilerine sesleniliyormuş gibi kabul eder, bu sebeple herkese laf yetiştirmeye çalışırlar). Asıl düşman onlardır. Böylelerinden sakının (uzak durun). Allâh onları kahretsin. Nasıl olup da (Hak’tan) döndürülüyorlar?’ (Münâfikûn, 63/4)
Bu ayet-i kerimede tasviri yapılan kimselerin, ürettiklerini sandıkları her fayda bir zarara, ulaştıklarını vehmettikleri her hakikat bir hamakate, elde edeceklerini umdukları her sevap da bir serapa dönüşmüştür. Elleri böğürlerinde kalakalmış, dönüşü olmayan bir yolda, Yüce Kudret tarafından defterleri dürülmüş ve mühürlenmiştir. Sû-i âkıbetten Yüce Allâh’a sığınırız.
Kur’an-ı Kerîm, uhrevi mükafat ya da mücazat konusunun Yüce İrade’ye ait bulunduğunu ihtar ile, Müslüman mübelliğlerin bilhassa inanmayan kimselerle ilgili ‘vekil’ tutumu takınmamaları gerektiği hususunu şöyle beyan eder:
رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِكُمْ اِنْ يَشَاْ يَرْحَمْكُمْ اَوْ اِنْ يَشَاْ يُعَذِّبْكُمْ وَمَا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ وَكٖيلًا
‘Rabbiniz, sizi çok daha iyi bilir. Dilerse tövbeniz sebebi ile size merhamet eder. Yahut dilerse (kötü akıbete uğramanız sebebi ile) size azap eder. Seni, onlara vekil (savunucu) olarak göndermedik.’ (İsra, 17/54)
5. Kıskançtırlar

Muhafızlık, vekillik ve otoriterlik rollerine bürünen Müslüman mübelliğler, başkalarına kıyasla dezavantajlı durumda olduklarını düşündükleri anlarda, artık kıskançlık pençesine yakalanmışlardır.
Kişilerin ve bilhassa Müslüman mübelliğlerin, ateşin adeta odunu yakarak yiyip bitirmesi gibi, salih amellerini berhava eden bu negatif ve ürkütücü duygularını tetikleyen faktörler şu şekilde sıralanabilir:
1. Muhafızlık, vekillik ve otoriterlik rollerine bürünen Müslüman mübelliğlerde gelişen kıskançlığın bir sebebi, kendilik algılarındaki ‘yetersizlik’ duygusudur. ‘Sosyal karşılaştırma’ özelliği sebebi ile insanlar, kendilerini sürekli başkaları ile karşılaştırmaktan gizli bir zevk almaktadırlar. Başkalarının sahip oldukları makamlar, başarılar, yetenekler veya kaynaklar, muhafızlık, vekillik ve otoriterlik rollerine bürünen Müslüman mübelliğlerin, kendi durumlarını bu açılardan değerlendirmelerine ve kıskançlık hissetmelerine neden olmaktadır. Bu karşılaştırmaların neticesinde, söz konusu kişilerin ‘kendilik’ algılarında, ‘yetersizlik’ duyguları kökleşmekte ve pekişmektedir.
2. Muhafızlık, vekillik ve otoriterlik rollerine bürünen Müslüman mübelliğlerde gelişen kıskançlığın bir diğer sebebi ise, bu bireylerde yerleşmiş muhtemel ‘tehdit’ algısıdır. Bu tehdit algıları, kişilerin başkalarının varlığını, kendi değerine veya statüsüne bir tehdit olarak algılamasıyla ilişkilidir. Ayrıca bu tehdit algısı, bireylerin sahip olduklarını kaybetme korkuları ile de bağlantılı olabilmektedir.
3. Muhafızlık, vekillik ve otoriterlik rollerine bürünen Müslüman mübelliğlerde gelişen kıskançlığın bir diğer sebebi ise, başkalarını ‘kontrol’ arzusudur. Bu bireyler, başkalarının hayatları üzerinde tam kontrol sahibi olma isteği ile kıvrım kıvrımdırlar. Çünkü başkalarının ‘kendi çizgilerine gelmeleri’, onlar için artık kıskançlığa bağlı bir ‘takıntı’ durumudur. Bu durum, bireylerde kontrolün eksik olduğu hissini tetiklemekte, neticede kıskançlık gibi bir heyula oluşmaktadır.
4. Muhafızlık, vekillik ve otoriterlik rollerine bürünen Müslüman mübelliğlerde gelişen kıskançlığın bir diğer sebebi ise, ‘özgüven eksikliği’dir. Böyleleri, hep kendilerini daha donanımlı birisinin geçebileceği hezeyanı ile yaşarlar. Kendilerini yeterli görmediklerinde veya sevgiye değer olmadıklarını hissettiklerinde, başkalarındaki iyiliklere ve güzelliklere karşı histerik bir kıskançlık duygusunun etkisine girerler. Bu durum onlarda, kendilik değerlerini ‘dışsal faktörler’ ile ölçmeye çalıştıkları bir ruh hali meydana getirir.
5. Günümüzde bilhassa sosyal medya, kıskançlık duygusunu tetikleyen önemli bir faktördür. Muhafızlık, vekillik ve otoriterlik rollerine bürünen Müslüman mübelliğler, sürekli olarak başkalarını ‘eleştirerek’ ya da hiç hak etmeyen kimseleri ‘zirvelerde görüp / göstererek’ kendi hayatlarında zihinsel karmaşa yaşamakta, gece-gündüz başkaları ile ilgili sosyal karşılaştırmalar yapmaları neticesinde, kıskançlık duyguları daha da pekişmektedir.
Ruhsal düzlemde bu kişiler, kendi iç dünyalarında yeterince huzurlu ve mutlu olamaz, devamlı bir şekilde ve gizlice başkalarının sahip olduklarını arzularlar. Dolayısı ile de kıskançlık hissederler. Böyle bireylerin içsel huzura ve esenliğe ulaşamamasının temel nedeni, büyük ölçüde ‘dışsal faktörleri’ kendilerine göre tasarlama istekleri ve bunu yeterince başaramadıklarını düşünmeleridir.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, kıskançlığın ruhsal dengeyi bozabilen güçlü bir duygu olduğunu görürüz. Böyle bir kıskançlık hali, muhafızlık, vekillik ve otoriterlik rollerine bürünmüş kimselerin içsel dünyalarında, onulmaz derin yaralar açar ve silinmez izler bırakır. Muhafızlık, vekillik ve otoriterlik rollerine bürünen kimselerde oluşan bu kıskançlık, onların ruhsal süreçlerinde tepkimelere sebep olur. Gönül dünyalarında derin izler bırakır ve hayatları üzerinde önemli negatif etkiler üretir.
Böyle yıkıcı bir kıskançlık duygusu ile başa çıkmak, ancak bu gerçeği yadsımamak ve rahatsızlığı düzeltmeye çalışmakla mümkündür. Söz konusu kişilerin, kendi süreçlerine odaklanmaları, iç tamirlerini başlatmalarına vesile olacaktır. Bu içsel dönüşüm, hem onlardaki manevi huzuru inşa edecek, hem de sosyal ilişkilerini daha sağlıklı hale getirecektir.
Bu konu daha önce, kıskançlıktan ve hasetten kurtulma yollarının da ayrıntılandırılmış olduğu ‘Çekememezlik ve Kıskançlık: Haset’ başlıklı yazıda incelenmeye çalışılmıştı.
Kur’an-ı Kerîm, kıskançlık vb. ruhsal problemlere sebebiyet veren ‘vekil’ tutumuna girilmemesi gereğini, yüksek bir üslup ile şöyle ihtar eder:
اَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰیهُ اَفَاَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكٖيلًا
‘Hevâsını (isteklerini ve tutkularını) ilah edineni gördün mü? Şimdi sen, onun vekili mi (savunucusu mu) olacaksın?’ (Furkan, 25/43)
‘Muhafızlık (bekçilik), vekillik (savunuculuk) ve otoriterlik (ceberutluk)’ rollerine bürünen kimselerdeki düşünce sorunlarının psikolojik ve sosyolojik saiklerine, inşâAllâh yazının sonuç kısmında yer vereceğiz.
B. Mümin Davranış Felsefesi

Şu ana kadar, Yüce Nebi’nin (sas) ve dolayısı ile müminlerin, muhafızlık, vekillik ve otoriterlik rollerine bürünmemeleri gerektiğini belirten hususlar üzerinde durmuş olduk. Ayrıca konu ile ilgili nasların, mümin bireylerdeki tahliyeye [التَّخْلِيَةُ] yani ‘yok etmeye ve temizlemeye’ yönelik işaretçiler olduğunu da açıklamaya çalıştık.
Şimdi ise, tahliye [التَّحْلِيَةُ] yani ‘süsleme ve güzelleştirme’ için, ne tür bir düşünce ve davranış şekli benimsemenin daha doğru olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. Bu ameliyeye de ‘mümin davranış felsefesi’ diyeceğiz.
Enam Suresi, 6/107’de Yüce Nebi’ye (sas) yöneltilen birinci direktif, ‘Eğer Allah dileseydi onlar (böyle Allaha) ortak koşamazlardı. (Fakat) Biz seni onların başına bir muhafız (bekçi) yapmadık. (Ayrıca) Sen onların vekîli de değilsin’ şeklindedir. Muhafızlık, vekillik ve otoriterlik rollerine bürünmeme ile ilgili bu direktif, onun (sas) davranış sınırlarını çizmiş, daha sonra da Müslüman bütün muhsinler ve muslihlerin bu ilk direktife dayalı misyonlarını belirlemiştir.
Buna göre, Müslüman muhsinler ve muslihler, kalplerini, ruhlarını ve akıllarını, imana kapatmış kimselerin reaksiyonları ile meşgul etmemelidirler. İlgilerini bu tür kimselerden uzaklaştırmalı, uğraşlarını ve gayretlerini hakikate aşina olanlara teksif etmelidirler. Bu açık bir Kur’ânî emirdir.
Müslüman bireylerin yaratılışlarına ilişkin aslî düşünceleri, ahlâkî duruşları ve hayat tarzları, bu direktife bağlı inanç temeline dayanmalıdır. Davet ve tebliğe rağmen, inançsızlıkta diretenlere yönelik takınılacak tavır ise, onları oldukları halde bırakmak ve yüz çevirmektir. Zamanı geldiğinde, Yüce Allâh hakkı batılın üzerine salacak, hak da batılı parça parça edecektir (Enbiya, 21/18).
Müşriklerden yüz çevrilmesine ilişkin bu direktifin arkasından, müminlere yakışır edep, ahlâk ve vakar öngören ikinci direktif yer almaktadır. Bilhassa müşrik bireyleri Yüce Allâh’a düşmanlığa zorlamamak için, onların tanrı seviyesinde gördükleri ister ideolojilerine isterse de putlarına hakaret edilmemesi emredilmektedir (Enam, 6/108).
Ayet-i kerime mantukunca müşrikler, kendilerine süslü gösterilmiş ideolojileri ve putları sebebi ile, Yüce Allâh’ın vahdaniyetini, uyarıcı ve müjdeleyici peygamberler göndermesini, incelikli meşîetini, hassas adaletini, zâtî, sübûtî ve fiilî yüksek sıfatlarını kavrayamamaktadırlar. Bu sebeple muhsin ve muslih müminlere yönelik ikinci direktifte (Enam, 6/108), müşriklerin değersiz, aşağılık ve zavallı taptıkları nesnelere ya da ideolojilere hakaret edilmemesi emredilmiştir.
Gerçek dindar, kendi dininin hak, doğru ve gerçek olduğuna dair delillere sahip olduğu için, dinine hakiki anlamda yardım eden kimsedir. Ama, insanlar nazarında şan ve şöhret elde etmek, rıza-i ilâhîye ulaşma düşüncesi ve amacı olmaksızın rakiplerine galip gelmeyi hedeflemek ve daha görünür olmak için dinine yardım etme çabasında olanlar ise, aslında sadece dünyaları için dinlerine yardım etmiş kimselerdir. Böylesi bir su-i akıbetten Yüce Allâh’a sığınırız.
Yüce Allâh’ın izni ile, muhafızlık, vekillik ve otoriterlik düşünceleri ve davranışlarının yer almayacağı bir ‘mümin davranış felsefesi’ oluşturma ve gerçekleştirme mümkündür. Böyle bir ‘müminin davranış felsefesi’ portresinde, muhtemelen diğer özelliklerin yanı sıra, şu temel ilkeler öncelik ve önem kazanacaktır:
1. İradenin etik temellere dayalı icrası ve önemi,
2. Bireyciliğin toplumsal sorumluluklarla dengelenerek önemsenmesi,
3. Özgürlüğün, başkalarının hakları ile dengelenerek geliştirilmesi,
4. Danışma (şura) düşüncesinin karşılıklı saygı ve iyi niyet temelinde geliştirilmesi,
5. Empati, anlayış ve şahitlik düşüncesi.
Şimdi, bu beş öze dayalı mümin davranış felsefesine ait temelleri açmaya çalışacağız:
1. İradenin Etik Temellere Dayalı İcrası ve Önemi
‘İrade’ kelimesini, bir kişinin bilinçli olarak bir hedefe ulaşma kararlılığı ve gücü olarak tanımlayabiliriz. Diğer yandan irade, insanın içindeki isteme, karar verme ve bu kararları eyleme dönüştürme yetisi olarak da tarif edilebilir. İrade, kişinin özgürlüğünün ve kişisel gücünün temel unsurlarından biridir. Ancak bu gücün nasıl kullanıldığı, yani hangi etik temellere dayanarak harekete geçirildiği, insan gelişimi ve toplum açısından büyük bir önem taşır. Kaynaklarımızda, ‘ihtiyar, meşîet, şevk, kast, azim’ kelimeleri de iradeye yakın veya eş anlamlı kelimeler olarak kullanılmaktadır.
‘İrade’, bilhassa zihnî faaliyetlerde ve davranışlarda temel bir unsurdur. İrade, kişiyi davranışlarının sonuçlarından sorumlu hale getiren ahlâkî bir ilkedir. İrade, müminin rıza-i ilahiye muvafık isteklerine, hedeflerine ve değerlerine sadık kalmasını sağlarken, zorluklarla karşılaştığında ise vazgeçmemesini ve direnç göstermesini mümkün kılar. Bu açıdan irade, ‘müminin istemiş olduğu ve kaçınmak istediği eylemlerindeki bilinçli hal veya yetenek’ olarak da tarif edilebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de irade kavramı, hem Yüce Allah’a hem de insana nisbet edilerek 139 yerde geçmektedir.
Güçlü bir irade geliştirmek ve icrasını önemsemek, müminin çevresindekilere de ilham kaynağı olur. Bu fikir, müminlerin hayatlarını etkileyen kararlarda, diğerleri ile eşit söz hakkına sahip olması gerektiği inancına dayanır. ‘İradenin etik temellere dayalı icrası ve önemi’ düşüncesi, bilhassa mümin bireyi ilgilendiren hususlarda, tercih edilecek seçimlerin sorumluluğunun doğrudan kişiye ait olmasını kabul eder. Böyle bir düşüncede ve felsefede, kararlar mümin bireyin bizzat kendisi tarafından uygulamaya alınır. Bu, bireysel özerkliğin önemininin kavranması, kişinin kendisini ilgilendiren kararları bizzat kendisinin alması demektir. Sağlıklı düşünebildiği halde irade gücünden mahrum kişiler, ancak ‘köle tabiatlı’ bireylerdir.
‘Etik’ kelimesi ise, ‘doğru ve yanlışın ne olduğunu belirleyen kurallar ve değerler bütünü’ olarak tanımlanabilir. Bir kişinin iradesini kullanırken, bu eylemin sadece kişisel çıkarlarla değil, toplumsal ve ahlâkî değerlerle uyumlu olup olmadığı konusu, etik temelleri oluşturur. İnsani eylemlerin adalet, doğruluk, sorumluluk, empati ve başkalarına zarar vermeme gibi ilkelere dayandırılmasını sağlar.
Kişi, eylemlerinin sadece kendisini değil, çevresindeki insanları ve toplumu nasıl etkileyeceğini de düşünmelidir. Bu açıdan iradi bir eylem, başkalarına zarar vermemeyi, onların haklarını ihlal etmemeyi gözetmelidir.
İradeli eylemler, adil olmalı ve başkalarının haklarını önemsemelidir. Özgürce karar almak ve icra etmek kişilerin hakkı olabilir. Ancak alınan kararların adil olup olmadığını tartmak önemlidir. Bu, bireysel özgürlük ile toplumsal denge arasındaki hassas ilişkiyi korur.
İrade, aynı zamanda kişinin kendi içinde de bir kontrol mekanizması kurmasını gerektirir. Bu mekanizma, bireyin arzularını, dürtülerini ve anlık isteklerini etik süzgeçten geçirerek daha bilinçli ve dengeli hareket etmesini sağlar. Kişinin içsel disiplinini etik değerlere dayandırarak kendisini yönetmesi, gerçek anlamda özgür ve sorumlu bir birey olmasını sağlar.
Etik temellere dayalı irade, kısa vadeli bireysel çıkarlar yerine, uzun vadeli ve daha geniş çaplı bir iyiliği hedefler. Bu, hem kişinin kendisi hem de toplumu için, daha sürdürülebilir bir gelişim sağlar.
İradenin etik temellere dayalı icrası, bireyi içsel olarak güçlendirdiği gibi, toplumsal ilişkileri ve güveni de artırır. İnsan ilişkilerinde güven ve saygı, bireylerin iradelerini etik çerçevede kullanmalarıyla oluşur. Ayrıca bu, hem kişisel tatmini hem de toplumun huzurunu destekler. İradesini etik temellere dayalı olarak kullanan bir insan, sadece kendisine değil, çevresine de fayda sağlar.
Dolayısı ile, iradenin etik temellere dayalı icrası, hem bireysel gelişim için bir anahtar, hem de sağlıklı bir toplumun oluşması için vazgeçilmez bir unsurdur. İrade, sadece isteklerimizin gerçekleştirilmesi değil, bu isteklerin insanî değerlere uygun olarak yönlendirilmesidir.
2. Bireyselliğin Toplumsal Sorumluluklarla Dengelenerek Önemsenmesi
‘Bireysellik’, kişinin kendine özgü düşüncelerini, hislerini, tercihlerini ve davranışlarını ifade edebilme özgürlüğüdür. Bireysellik, kişinin hayatının, faaliyetlerinin ve temel davranışlarının örüntüsünü homojenleştiren biçimlerden, içsel ve dışsal olarak kurtulmuş olmasıdır. Bireysellik, fertlerin hem fiziksel hem de ruhsal benzersizliklerini ifade eder. Bireysel farkındalık, kendini tanıma, kendine has değerler ve inançlar oluşturma sürecidir. Bu süreç, kişinin bağımsız olarak kimlik inşa etmesini ve kendine has bir yol seçmesini sağlar. Bireysellik, insanın kendisini gerçekleştirmesi için gereklidir. Ancak bu, kişinin sadece kendi dünyasına kapanması anlamına gelmemektedir.
‘Bireysellik’, bir kişiyi benzerlerinden ayıran özelliklerin tümüne, bireyin biricik ve kendine özgü oluşuna verilen bir isimdir. Bireysellik, insanın kendi kişiliğini inşa etmesi ve topluluk kimliğinden farklı bir kimlik edinmesidir. Bireysellik düşüncesinden yoksunluk, kişileri adeta bir araç seviyesine düşürür. Belli bir topluluğun üyeleri, ayrı ayrı bireyselliklere sahip olmadıkça, paylaştıkları kökensel tasarının tümelliğinden doğan tek bir ses ve irade ile tutum alır ve hareket ederler.
Bireysellik düşüncesinin önemsenmesi ise, kişinin kendi fikirlerini, inançlarını ve değerlerini oluşturması demektir. Bu süreç, kişinin İslamî kimliğini, Yüce Rabbe duyduğu derin sevgiyi ve güveni, hayatındaki seçimleri ve istikametini doğrudan etkileyecektir. Müminde, gücü Yüce Allâh’tan başka otoritelerde aramama, kendini Rab Teâlâ’dan aldığı yetkinlikle yöneten birey haline getirme düşüncesi, rıza-i ilahi yolundaki amaçlarının daha faydalı bir şekilde gerçekleşmesini netice verecektir.
‘Toplumsal sorumluluk’ ise, bireylerin içinde bulundukları toplumun kurallarına, normlarına ve ihtiyaçlarına karşı duyarlılık geliştirmesi ve bu doğrultuda hareket etmesi demektir. Birey, sadece kendisine karşı değil, topluma karşı da sorumludur. Bu, toplumsal faydayı artıracak davranışlar geliştirmeyi, başkalarına zarar vermemeyi ve dayanışmayı teşvik etmeyi içerir. Toplumsal sorumluluk, bireylerin toplumla uyum içinde yaşamasını ve ortak bir iyiliğin peşinden gitmesini sağlar.
Bireyselliğin toplumsal sorumluluklarla dengelenmesi, kişinin hem kendini ifade etme özgürlüğünü hem de toplumun ihtiyaçlarına duyarlı olmasını kapsayan bir dengeyi ifade eder. Bu denge, insan gelişimi ve sağlıklı bir toplum için hayati öneme sahiptir.
Birey, kendi yeteneklerini, potansiyelini ve kimliğini keşfetmek ve geliştirmek için özgür olmalıdır. Ancak bu özgürlük, toplumun diğer üyelerinin haklarını ve çıkarlarını gözeten bir bilinçle sınırlandırılmalıdır. Bireysellik toplumsal sorumlulukla dengelendiğinde, kişi hem kendini gerçekleştirmiş hem de toplumun refahına katkıda bulunmuş olur.
Bireyler olarak, ifade özgürlüğü, hareket özgürlüğü gibi, bizlere terettüp eden temel bir takım haklarımız bulunmaktadır. Ancak bu hakların yanında sorumluluklarımız da vardır. Bireylerin özgürlükleri, başkalarının haklarına saygı gösterme ile doğru orantılıdır. Özgürlük ve sorumluluk arasında sağlanan böyle bir denge ile, bireysel özgürlüklerin toplumsal düzeni bozmasının önüne geçilmiş olur.
Bireyler özgür olduklarında, daha yaratıcı ve yenilikçi olabilirler. Ancak bireysel özgürlük, toplumun genel çıkarlarına zarar vermeden kullanılmalıdır. Bu hususta dengeli olma, kişinin bireyselliğini toplumsal normlarla uyumlu bir şekilde ifade etmesini sağlayacaktır.
Toplumsal sorumluluk, bireyin toplumla ve diğer insanlarla dayanışma içinde olmasını gerektirmektedir. Kişi, bireysel kimliğini korurken, başkalarının ihtiyaçlarına, acılarına ve zorluklarına empati gösteren bir yaklaşım geliştirebilmelidir. Bu, bireyselliğin toplumla uyumlu bir şekilde var olmasını gerçekleştirecektir.
Bireylerin, elbette kendilerine özgü yetenekleri ve perspektifleri vardır. Bu bireysel farklılıklar, toplumun ilerlemesine katkıda bulunabilir. Ancak bu katkı, bireyselliğin toplumsal sorumluluklarla dengelendiği sürece anlamlıdır. Kişi sadece kendi çıkarları doğrultusunda değil, aynı zamanda toplumun genel iyiliği için de hareket ettiğinde, dengeli bir bireysellik ile topluma fayda sağlayacaktır.
Bu denge, bireyin hem kendi potansiyelini gerçekleştirmesine hem de toplumun sağlıklı bir şekilde işlemesine imkan tanır. Çünkü aşırı bireysellik, toplumsal bağları zayıflatabilir. Diğer taraftan aşırı toplumsal baskı ise, bireylerin özgürlüklerini kısıtlayabilir ve kişisel gelişimlerini engelleyebilir.
Dolayısıyla, bireysel özgürlüğün ve toplumsal sorumluluğun dengelenmesi, hem bireysel hem de toplumsal gelişim için vazgeçilmezdir. Bireyselliğin toplumsal sorumluluklarla dengelenmesi, bireylerin hem kendilerini ifade edebilme hem de topluma katkı sağlama dengesini kurmalarıdır. Bu denge, bir yandan bireyin içsel özgürlüğünü ve kişisel gelişimini korurken, diğer yandan toplumsal uyum ve dayanışmayı güçlendirir. Toplumun bir parçası olarak var olabilmek, bireyin ancak toplumsal sorumluluklarını kabul etmesiyle mümkündür. Birey olarak var olabilmek ise, bu sorumlulukları yerine getirirken kendi özgünlüğünü korumakla gerçekleşecektir.
Böyle bir felsefi bakış açısında güç, doğrudan Yüce Allâh’tan bireylere lütfedilen bir özelliktir. Bireyselliğin önemsenmesi düşüncesi ve felsefesi, Rab Teâlâ’dan insanlara lütfedilen kişisel özgürlük donanımının en temel yapı taşlarından birisidir. Kişi, bireysel düşüncenin önemi yönündeki düşüncelerini geliştirdikçe, bir yandan nasûtî dış baskılardan bağımsız olarak karar verebilme gücüne, diğer yandan da Yüce Allâh’ın dilemesi ve izni ile lâhûtî aleme ait inceliklere vakıf olma yeteneğine ulaştırılacaktır.
Bu İslâmî bakış açısı ve felsefesi, bireyin kendisi dışında otoriteler aramamasını, vesayete bilinçli bir karşı çıkışı netice verecektir. Bu özelliğe ulaştırılan müminler, toplumsal normlara ya da otoriteye körü körüne itaat etmeden, bilinçli tercihler yapabilir hale getirilmiş olacaklardır. Tarih boyunca büyük bilimsel keşiflerin ve sanatsal yapıtların, bireysel düşüncenin önemsenmesi sonucu meydana geldiği açık bir realitedir.
Bireysellik konusu daha önce, ‘Bireycilik, Yalnızlık ve Uzlet’ başlığı altında incelenmeye çalışılmıştı.
3. Özgürlüğün Başkalarının Hakları ile Dengelenerek Geliştirilmesi
‘Özgürlük’, soyluluktur ve nefiste yer alan tutkuların esaretinden kurtuluştur. ‘Özgürlük’, bireyin iradesine dayalı olarak istediği gibi hareket edebilme, seçimler yapabilme ve kendi yaşamını yönetebilme yetisidir. Özgürlük, insanın kendini gerçekleştirmesi ve potansiyelini ortaya koyması için temel bir değerdir. Ancak bu değer, sınırsız değildir. Diğer insanların hakları ile dengelenmesi sayesinde gerçek anlamda şekillenir. ‘Özgürlük’, insanın iyilik yolunda yürümesi, kendisini iyiliklere adamasıdır. Özgürlüğün ölçüsü, iyilik yolunda yarışmaktır. İyiliklere yönelemeyen bireyler özgür değillerdir. Daha da temelde özgürlük, ‘kibirlenme’ ve ‘alçalma’ şeklindeki iki aşırılığın ortasında yer alan, parlak bir erdemdir.
‘Başkalarının hakları’ ise, her bireyin doğuştan sahip olduğu ve toplum içinde korunması gereken temel özgürlükler, haklar ve değerlerdir. Başkalarının yaşamlarına, mülkiyetlerine, özgürlüklerine ve onurlarına saygı göstermeyi içerir. Her birey, kendi özgürlüğünü kullanırken, başkalarının da benzer haklara sahip olduğunu kabul etmek zorundadır.
Yüce Allâh’tan başka hiçbir gücün baskısı altında bulunmamaya, ‘bağımsızlık, hürriyet, özgürlük’ diyoruz. Özgür düşünceli bir mümin, kendi hayatı hakkında seçim yapma hakkını, öncelikle kendisinde görür. Yeter ki bu seçimler başkalarına zarar vermesin. Müminin bu düşünceyi gerçekleştirmesi, kendi asli özgürlüğünü korumakla mümkündür. Müminin bireysel özgürlüğü, Müslüman kimliğini ve benliğini inşa edebilmesinin ön koşuludur.
Özgürlüğün, başkalarının haklarını ihlal etmeyecek şekilde sınırlandırılması ve dengelenmesi, hem bireyin hem de toplumun refahı için önemlidir. Bireylerin özgürlükleri sınırsız olsaydı, bu durum toplumsal kaosa yol açar, zayıf olanların hakları ihlal edilir ve toplumsal düzen bozulurdu. Bu yüzden, özgürlüğün başkalarının hakları ile dengelenmesi, bireyin sorumluluk sahibi olmasını ve toplumsal yaşamın devam edebilmesini sağlar.
Bir kişinin özgürce hareket etmesi, aynı zamanda bu özgürlüğün sınırlarını belirleme sorumluluğunu taşımasını da gerektirir. Kendi özgürlüğünü kullanırken başkalarının özgürlüğünü ihlal etmek, bireyler arasında çatışmalara ve adaletsizliklere yol açar. Bu nedenle özgürlük, başkalarının haklarına saygı göstererek uygulanmalıdır. Bu denge, bireyleri daha bilinçli ve sorumlu kılar.
Adaletin temel prensiplerinden biri, herkesin eşit haklara sahip olmasıdır. Özgürlüğün adil bir şekilde uygulanabilmesi için, başkalarının da aynı haklardan yararlanması gerektiği göz önünde bulundurulmalıdır. Bir kişinin ifade özgürlüğü, başkalarına hakaret etme ya da onları incitme hakkını vermez. Bu denge, adaletin özgürlüğün yanında yer aldığını gösterir.
Bir toplumda herkesin özgür olabilmesi, bireylerin birbirlerinin haklarına saygı göstermesiyle mümkündür. Özgürlüğün sadece bireysel bir kavram olmadığını, aynı zamanda kolektif bir değer olduğunu anlamak önemlidir. Birey, kendi özgürlüğünü sonuna kadar kullanırken, diğer bireylerin özgürlüklerini sınırladığında, o toplumda gerçek bir özgürlükten söz edilemez. Toplumsal dengeyi korumak için bireyler, özgürlüklerini başkalarının haklarına zarar vermeyecek şekilde kullanmalıdır.
Özgürlüğün sadece bireysel bir hak değil, aynı zamanda bir sorumluluk olduğunu unutmamak gerekir. Bir birey kendi özgürlüğünü ahlâkî ve etik değerlerle uyumlu bir şekilde kullanmalıdır. Özgürlüğün ahlâkî temeli, başkalarına zarar vermemek ve onların haklarına saygı göstermek üzerine kuruludur. Bu, bireyin kendi özgürlüğünü en üst seviyede yaşarken, başkalarının özgürlüklerine de aynı değeri verdiğini gösterir.
Özgürlüğün dengelenmiş ve sorumlu bir şekilde uygulanması, toplumu daha adil bir hale getirir. Özgürlük, bireyin gelişimi için elzemdir. Ancak bu özgürlüğün, başkalarının hakları ile dengelenerek geliştirilmesi, sadece bireysel değil, toplumsal ilerlemenin de anahtarıdır.
Birey, özgürlüğünü kullandıkça sorumluluk bilincini geliştirir ve başkalarının haklarına saygı göstermeyi öğrenir. Bu, bireyi hem daha olgun hem de toplumsal bağlamda daha duyarlı kılar. Özgürlüğün bu dengeli kullanımı, toplumsal düzenin korunmasını sağlar ve bireyler arası uyumu destekler. Böyle bir toplum, bireylerin özgürce kendilerini ifade edebildikleri, ancak başkalarına zarar vermeden hareket ettikleri sağlıklı bir yapıya sahip olur.
Özgürlüğün başkalarının hakları ile dengelenerek geliştirilmesi, özgürlüğün sorumsuzca ve sınırsız bir hak olarak görülmesinin önüne geçer. Gerçek özgürlük, başkalarının da özgürlüğünü güvence altına almakla mümkündür. Bireylerin kendilerine tanınan özgürlüğü kullanırken, başkalarının haklarına saygı göstererek hareket etmeleri, hem bireysel huzur hem de toplumsal denge için zorunludur.
Özgür mümin bireyler, daha bilinçli ve sorumlu davranır. Hem kendileri hem de toplumları için daha faydalı faaliyetlere odaklanır. Mümin bireyler, ancak özgür olmakla yeni fikirler üretebilir ve bu fikirlerini hayata geçirme yeteneklerini icra edebilirler. Müminlerdeki özgür düşünce, toplumlarının daha iyiye ulaşması, müspet anlamda gelişmesi ve medeniyet yolunda ilerleyebilmesi için kritik bir faktördür. Müminlerdeki özgür düşünce, farklı düşünce ve yaşam biçimlerini saygılı bir üslup ile kritize edebilmeyi beraberinde getirir. Böylece toplumlardaki çatışmalar azalır ve daha ahenkli bir hayatın kurulması mümkün hale gelir.
4. Danışma (Şura) Düşüncesinin Karşılıklı Saygı ve İyi Niyet Temelinde Geliştirilmesi
Danışma, ‘ehil kimselerden herhangi bir konu hakkında fikir edinme, düşüncelerine güvenilen kimselerin görüşlerini alma, onların tavsiyelerini öğrenme’ demektir. Danışma, mümin bireyin bir grup insan ile belirli bir konuda fikir alışverişinde bulunması, farklı bakış açılarına aklını ve zihnini açık tutması sürecidir. Danışma fiilinin üreteceği uzlaşma ise, farklı görüşlere sahip bireylere veya gruplara karşı, istemlerinde gerekirse fedakarlıkta bulunma düşüncesi ile ‘orta yol’ arayışının adıdır. Danışma ve uzlaşma sürecinin adımları, dinleme, müzakere etme ve uygulanabilir bir karara ulaşmadır.
‘Danışma’ kelimesinin eş anlamlılarından ‘şura’ kelimesi ise, ‘görüş alışverişinde bulunma, danışan kimseye fikrini söyleyip, onu doğruya ve hakikate yönlendirme’ gibi anlamlara gelmektedir. Şura, herhangi bir konuda isabetli kararlara varabilme amacı ile, bireylerin faydalı fikirlerinin açığa çıkmasını sağlayan bir süreçtir. ‘Meşveret, müşavere ve istişare’ kelimeleri de ‘şura’ kelimesi ile benzer anlamlara sahiptir. ‘Şura’ düşüncesi, mümin bireyler ve gruplar arasındaki işbirliğini güçlendiren, ortak hedeflere ulaşmayı kolaylaştıran önemli bir bakış açısıdır.
‘Danışma’ veya ‘şura’, karar verme süreçlerinde farklı fikirlerin, deneyimlerin ve bakış açılarının paylaşılmasını içeren bir süreçtir. Bireylerin bir araya gelerek ortak bir amaç doğrultusunda en iyi kararı alabilmek için görüş alışverişinde bulunmalarıdır.
‘Danışma, uzlaşma ve şura’, bireylerin görüşlerini rahatça ifade ettikleri, farklı bakış açılarını, artıları ve eksileri açısından sükunetle değerlendirdikleri, ortak bir çözüm hususunda kararları uzlaşmaya dayalı bir şekilde almaları gerektiği düşüncesidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlam, Bakara Suresi, 2/233’te yer alır. Aynı zamanda şura ahlâkı, Yüce Nebi (sas) şahsında, bütün müminlere verilmiş bir görevdir (Ali İmran, 3/159). Hadis-i şerîflerde, iyi idarecilere sahip olma ve cömertlik gibi diğer hususların yanı sıra, toplumsal sulh ve sükun açısından şuranın çok önemli bir öge olduğuna işaret edilmektedir.[12]
‘Şura’ düşüncesi, kişinin ‘hemen anlama, çabuk kavrama, zihin uyanıklığı, iz‘an ve sezgi’ anlamlarındaki ‘firaset’ gücünü arttırarak ileriyi görmesi felsefesidir. Bu felsefenin ihmal edilmesi, zayıf fikirliliği ve dar bakışı doğuracaktır.
Şura düşüncesi ve felsefesi, teoride bireyin özgür iradesini yansıtabildiği kararlarının icrasını, böylece de saygı görmesini sağlamayı amaçlar. Pratikte ise, mümin bireyin kararlarının önemsendiğini, icra edilebildiğini gördüğü geniş mutabakat zeminlerinin tesis edilmesi anlamına gelir.
Böyle bir yaklaşım, ‘danışma, uzlaşma ve şura’ kültürünü teşvik ile, karşılıklı saygı zeminin oluşmasına yardım eder. Bu süreçlerin doğru yönetilmesi, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde gelişmişliği artıracaktır.
‘Karşılıklı saygı’, bireylerin fikirlerine, duygularına ve varoluşlarına değer verilmesi anlamına gelir. Bir danışma sürecinde, her bireyin düşüncelerinin önemli olduğu kabul edilmelidir. Saygı, kişinin farklı görüşlere açık olmasını, yargılayıcı bir tutumdan uzaklaşmasını ve başkalarının değerli katkılarını anlamaya çalışmasını içerir. Bu yaklaşım, danışmanın yapıcı ve verimli bir şekilde ilerlemesini sağlar.
‘İyi niyet’, bireylerin başkaları ile olan irtibatlarında samimi ve olumlu bir yaklaşım sergilemeleridir. İyi niyet, kişisel çıkarların ve hırsların yerine, ortak bir çözüm arayışının gerçekleştirilmesini netice verir. İyi niyetin temelleri, şeffaflık ve dürüstlüktür. Şeffaflık, güveni artırır ve karar alma sürecinde daha sağlam bir zemin sağlar.
Danışma süreci, farklı düşünce ve bakış açılarını bir araya getirir. Her bireyin deneyimleri ve perspektifleri farklı olsa da bu çeşitlilik, danışma sürecinin zenginleşmesini sağlar. Karşılıklı saygı neticesinde, hemen her fikir belirli bir ölçüde değer kazanmış olur.
Danışma, bireysel çıkarların ön plana çıkmadığı, ortak iyiliğin hedeflendiği bir süreçtir. İyi niyet, bu ortak amaçlara ulaşmak için kritik bir rol oynar, iş birliği ve dayanışma ruhunu pekiştirir.
Karşılıklı saygı, yalnızca farklı görüşleri kabul etmekle sınırlı değildir. Bireylerin, aynı zamanda eleştiriye de açık olmalarını gerektirir. Yapıcı eleştiriler, danışma sürecini daha verimli hale getirir ve daha iyi kararların alınmasını sağlar. Danışma sürecinde, karşılıklı saygının en önemli göstergelerinden biri, her bireyin görüşünün değer görmesidir.
Karşılıklı saygı ve iyi niyetin en önemli destekçilerinden biri, biraz sonra ayrıntılandıracağımız üzere empati yeteneğidir. Empati, danışma sürecinde çatışmaların önlenmesine ve daha uyumlu kararlar alınmasına katkıda bulunur. Duygusal zekâ, bireylerin kendilerini ve başkalarını daha iyi anlamalarını sağlar ve süreci daha olgun bir seviyeye taşır.
Karşılıklı saygı ve iyi niyetle gerçekleştirilen bir danışma süreci, daha kaliteli ve kalıcı çözümler üretir. Karşılıklı saygı ve iyi niyet, danışma sürecinde güvenin oluşmasını sağlar. Güven, bireylerin daha açık ve samimi olmasına, çekinmeden fikirlerini paylaşmasına olanak tanır.
Farklı bakış açılarının saygı ve iyi niyetle birleştirilmesi, daha kapsamlı ve dengeli kararlar alınmasını sağlar. Bu da hem bireysel hem de toplumsal gelişime katkıda bulunur. Karşılıklı saygı ve iyi niyetle gelişen danışma süreçleri, toplumsal barışı ve uyumu destekler. Çatışmaların yerini yapıcı diyalog ve ortak çözümler alır.
Danışma (şura) düşüncesinin karşılıklı saygı ve iyi niyet temelinde geliştirilmesi, bireylerin fikirlerini özgürce paylaşabildiği, birbirlerine saygı ve empati gösterdiği, toplumsal barış ve dayanışmanın desteklendiği bir ortam meydana getirir. Bu süreç, bireysel çıkarların ötesine geçip ortak iyiliği hedefleyen kararlar alınmasını sağlar. Danışma, sadece bilgi paylaşımı değil, aynı zamanda saygı ve iyi niyet temelinde gelişen toplumsal bir mekanizmadır.
Bu konu, biraz daha farklı yönleri ile ‘İnsanda Akıl Gücü ile Denge, Aşırılık ve Eksiklik Durumları I’ başlığı altında tahlil edilmeye çalışılmıştı.
5. Empati, Anlayış ve Şahitlik Düşüncesi
‘Empati’, başkalarının duygularını, düşüncelerini ve içinde bulundukları durumu anlayabilme yetisidir. Empati, sadece kişilerin yaşadıkları duyguları hissetmek değil, onların bakış açılarını içselleştirerek, kendini o kişilerin yerine koyabilmektir. Bu, bireyler arası anlayışın ve sağlıklı iletişimin temelini oluşturur.
Duygusal empati, biraz daha farklıdır ve başkalarının duygularını hissedebilme yetisidir. Bir kişinin üzgün olduğunu gördüğünüzde, onun yaşadığı acının anlaşılması ve sizin de belli bir ölçüde bu duyguyu hissetmenizdir.
Bilişsel empati ise, başkalarının bakış açılarını sezebilme ve anlama yeteneğidir. Bu yeteneğin gelişmesi, ancak başkalarının düşüncelerini ve değerlendirme tarzlarını daha iyi anlayabilmek için belirli bir zihinsel çaba göstermeyi gerektirir.
Bir de şefkatli empati vardır ki, bu empati türünde başkalarının duyguları hissedilmekle kalmaz, aynı zamanda bu duygulara uygun bir şekilde tepki verilir veya yardım edilir.
‘Anlayış’ ise, empatiyi destekleyen bir yeti olup, bireylerin düşüncelerini, hislerini ve davranışlarını derinlemesine kavramak demektir. Bir kişinin ne düşündüğünü, neden bu şekilde davrandığını veya belirli bir duyguya nasıl kapıldığını anlamak, insan ilişkilerinde derin bir bağ kurmayı sağlar. Anlayış, bireyin başkalarına karşı daha hoşgörülü olmasını sağlar.
Empati ve anlayış, toplumsal uyumu güçlendiren iki önemli ögedir. Bu iki değer, sadece kişisel ilişkilerde değil, toplumsal hayatın hemen her alanında gereklidir. Empati ve anlayışın geliştirilmesi, insanları birbirine daha yaklaştırır, çatışmaları azaltır. Bireylerin daha barışçıl ve uyumlu bir şekilde yaşamalarını sağlar.
Empati ve anlayış, farklı bakış açılarına sükunet ve vakar ile yaklaşmayı gerektirir. Çünkü her birey, kendi deneyimleri doğrultusunda farklı dünya görüşleri ve bakış açıları geliştirmiştir. Bu bakış açılarının çeşitliliğine sükunet ve vakar ile yaklaşma, empati ve anlayışın temel felsefesini oluşturur.
Empati ve anlayışın gelişmesi için, bireylerin temelsiz önyargılardan uzaklaşmaları gerekir. Temelsiz önyargılar, diğer insanları anlamamızı ve empati kurmamızı engelleyen bariyerlerdir. Bireylerin veya grupların kimliklerine dayalı peşin hükümlere kapılmak yerine, onları kendi bireysel gerçeklikleri içinde değerlendirmek, empatiyi mümkün kılar.
Empati ve anlayışın temelinde etkin dinleme yatmaktadır. Başkalarını anlamak için, onların söylediklerini samimi bir şekilde dinlemek, empati kurmanın en önemli yollarından biridir. Bu dinleme şekli, yalnızca söylenen kelimelere odaklanma değil, aynı zamanda söylenmeyen duygulara ve düşüncelere de ulaşma çabasıdır. Bu dinleme şeklini öğrenmek, empatiyi geliştirmenin en etkin yoludur.
Empati ve anlayış, güçlü bir duygusal zekâ gerektirmektedir. Duygusal zekâ, bireylerin hem kendi duygularını hem de başkalarının duygularını tanıma, anlama ve yönetme yeteneğidir. Duygusal zekâsı yüksek olan bireyler, başkalarının hislerini daha kolay anlayabilir ve bu duygulara uygun tepki verebilirler.
Empati ve anlayışın gelişmesi, aynı zamanda hoşgörü ve sabır gerektirir. Herkesin yaşadığı zorluklar ve deneyimler farklıdır. Bir bireyi tam anlamıyla anlamak, sabırla onun hikayesini dinlemek ve ona karşı hoşgörülü olmakla ancak mümkündür. Empati kurmak, anlık bir süreç değil, derin bir anlayış gerektirir. Bu anlayışı geliştirmek için sabırlı ve açık fikirli olmak şarttır.
Empati ve anlayış, kişinin kendisini tanımasıyla da ilgilidir. Kendi duygularını ve tepkilerini anlamadan, başkalarını anlamak zordur. Kendi iç dünyasını tanımak, başkalarının iç dünyalarını daha derinlemesine kavramaya yardımcı olur.
Empati ve anlayışın gelişimi, sadece bireyler arası ilişkilerde değil, toplumsal ölçekte de büyük bir öneme sahiptir. Farklı inançlara, düşüncelere ve kültürlere sahip bireyler, toplumlar içerisinde yer alırlar. Empati, kültürel ve toplumsal farklılıkların üretebileceği çatışma tehlikesini azaltır. Bireylerin birbirlerini anlamalarına yardımcı olur ve toplumsal barışın korunmasına katkıda bulunur.
Empati ve anlayış, toplumsal barışın en önemli yapı taşlarındandır. Empati kurabilen bireyler, toplumsal düzeyde daha uyumlu bir yaşam sürdürebilirler. Farklılıkları köpürtmeme ve karşılıklı anlayış, toplumların birlikte barış içinde yaşamasını sağlar. Toplumdaki zayıf ve dezavantajlı bireylerin durumlarını anlamak, onların haklarını savunmak, empati ve anlayışa dayalı bir yaklaşımı gerektirir.
Empati ve anlayışın geliştirilmesi düşüncesi, insan ilişkilerinde derin bağlar kurmayı, toplumsal barışa katkıda bulunmayı ve bireyler arası uyumu güçlendirmeyi amaçlar. Empati ve anlayış geliştikçe, insanlar birbirlerinin zorluklarını, sevinçlerini ve acılarını daha iyi anlarlar. Bu ise daha barışçıl ve adil bir dünya için zemin hazırlar. Empati ve anlayış, bireysel ve toplumsal refahın en önemli unsurlarından biridir.
Yüce Nebi (sas), bir hadis-i şerîflerinde empatiyi en üst seviyede yansıtacak şekilde şöyle buyururlar:
“Sizden birisi, kendisi için istediğini (din) kardeşi veya komşusu için de istemedikçe (kamil anlamda) iman etmiş olmaz.”[13]
Böyle bir empati, selim kalpli kimseler için kolaydır. Bu ahlâk ile bezenmek, bozuk kalpli kimselere ise güç gelecektir. Kâmil bir iman sahibi, kendisi için istediği şeyleri din kardeşleri için de isteyebilmelidir. Benzer şekilde, kendisi için kötü gördüğü şeyleri, din kardeşleri için de kötü görebilmelidir.
‘Şahitlik’ düşüncesi ise bir müminde, ‘İnsanlar için (İslâmî ve imânî hakikatlere yönelik) şahitler olasınız..’ (Bakara, 2/143) ayet-i kerimesinden hareketle gelişir. Şahitlik, mutlaka Yüce Allâh için ikame edilir (Talak, 65/2). Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, şahitliğin nirengi noktasına dikkatleri çekerek müminlere şöyle emir buyurur:
‘Ey (bütün) iman edenler! Kendileriniz, anneleriniz-babalarınız ve akrabalarınız aleyhine bile olsa, adaleti titizlikle uygulayınız. Şahitliklerinizi Allâh (hoşnutluğu / rızasını kazanmak) için yapınız. (Şahitlik ettikleriniz) Zengin veya fakir bile olsalar (adaletten ayrılmayınız). Allâh, (faydalarını ve maslahatlarını gözetme açısından) her iki kesime (zenginlere de fakirlere de sizlerden) daha yakındır. Öyle ise, adaleti yerine getirmede nefsânî arzularınıza / isteklerinize uymayınız. Eğer (şahitlik ederken gerçekleri) çarpıtırsanız veya (doğrular ile ilgili şahitliklerden) yüz çevirirseniz, (biliniz ki) Allâh, yaptıklarınızın tamamından kesinlikle haberdardır.’ (Nisa, 4/135)
Adalete sıkı bağlılıkla icra edilecek şahitlik düşüncesi, en az iki yönlüdür:
1. Sözlü şahitlik. Bu şahitlik türünde mümin birey, dinin temel dayanakları olan ilkelerin gerçekliğine, iman ve İslam esaslarına sözlü şekilde şahitlik yapar. Ayrıca yine, İslam medeniyetini ve ahlâkını oluşturan değerleri ve ilkeleri onadığına, bu ilkelere ters düşen kavramları ve düşünceleri reddettiğine dair sözlü şahitlik yapar.
2. Uygulamada / davranışta şahitlik. Bu şahitlik türünde ise mümin birey, sözlü şahitlik yaptığı hususları, aynı zamanda nefsinde uygulamakla yaşar ve başkalarına da göstermiş olur. Dolayısı ile böyle bir müminin hayatı, ‘dedi-kodu, onu-bunu çekiştirip gıybet yapma vb.’ kötü dediği şeylerden uzaktır. Kişiliği, iyi ve mükemmel olarak adlandırdığı davranışları yansıtmaktadır. ‘Doğru ve sevap’ dediklerini önce kendisi uygulamaktadır. ‘Yanlış ve günah’ dediklerinden, en fazla kendisi kaçınmaktadır. Karakteri ve davranışları, sözlü ifadelerinin uygulamaya aktarılması ile ne kadar samimi olduğuna şahitlik etmektedir.
Şahitlik yapabilmenin en temel şartlarından birisi, yukarıda temas etmeye çalıştığımız özgürlük düşüncesinin varlığıdır. Modern gönüllü kölelerin ve kendilerini herhangi bir topluluğun normlarına angaje etmiş kimselerin şahitlikleri geçersizdir. Mürüvvet (mürûet de denir), insana yaraşır davranış sahibi olma, şahitlik için temel bir ögedir. Ayrıca, yalancı şahitlik yapmama, Kur’ân-ı Kerîm’de iyi insanların özellikleri arasında zikredilmektedir (Furkān, 25/72). Yüce Nebi (sas), hadis-i şerîflerinde ‘yalancı şahitliği’, en büyük günahlar arasında saymaktadır.[14]
‘Şahitlik’ konusu, daha önce ‘Ümmet-i Vasat ve Özellikleri’ başlıklı yazıda incelenmeye çalışılmıştı.
İrade, bireysellik, özgürlük, danışma (şura) ve şahitlik düşüncesinin geliştirilmesi ve benzer ilkeler üzerine inşa edilmiş bir mümin felsefesi, bazı Müslüman mübelliğlerde müşahede edilen muhafız, vekil ve otorite rollerine dayanan çarpık modellerden bütünüyle farklı olacaktır.
Böyle bir bakış açısını ve felsefesini önceleyen mümin bireyler, iradenin gerçekten kendi ellerinde olduğu şuuru ile hareket edeceklerdir. Bireyselliği en üst seviyede içselleştirecek, özgürlüğün yüksek kıymetini tam anlamıyla kavrayacaklardır. Danışmanın icrasını önemseyecek ve yüksek akla dayanan şahitliği gerçekleştirmeyi kendilerine temel hedef olarak belirleyeceklerdir. Bu yaklaşım idealisttir ve önemli pratik zorluklarla karşı karşıya kalabilecektir. Ancak daha saygın, iradeli, özgür ve bireysel bir mümin vizyonunu temsil etmektedir.
Sonuç

Buraya kadar, muhafız (bekçi), vekil (savunucu) ve otoriter (cebbâr) tutum takınmanın, bir mümin için seçenek olamayacağına dair, dinî, aklî ve felsefî temellere işaret etmiş olduk. Ayrıca, ‘müminin davranış felsefesi’ konusunu bazı ana unsurları itibarı ile açmaya çalıştık.
Şimdi, makaleye girişte naklettiğimiz ayet-i kerimelere ve bu ayet-i kerimeleri daha iyi anlamak için serdettiğimiz aklî ve felsefî bilgilere dayanarak, muhafız (bekçi), vekil (savunucu) ve otoriter (cebbâr) tutum takınan kimselerin, sosyolojik ve psikolojik arka planlarını analize tabi tutacak, konuyu sonlandırmış olacağız.
***
1. Muhafız (bekçi) tutumu takınan bireylerin, sosyolojik ve psikolojik arka planlarını bütünü ile tespit güç olsa da şu hususlar kuvvetle muhtemeldir:
Muhafız (bekçi) tutumu takınan bireylerde, güç ve kontrol ihtiyacının yüksek seviyede olduğu müşahede edilir. Böyle kişiler, başkalarının davranışlarını denetleme ihtiyacı duyarlar. Başkalarını denetleyerek, kendi yaşamlarındaki belirsizlikleri kontrol altında tutmaya çalışmaktadırlar.
Muhafız (bekçi) tutumu takınan bireyler, tutum ve davranışlarına yansıyacak derecede yüksek ahlâkî değerlere sahip olamadıkları için, anlamsız bir şekilde kendilerini diğerlerinden üstün görme eğilimine girmişlerdir. Böyle bir tutum, genelde narsistik eğilimlerle bağlantılıdır. Kendilerini ahlâken en kâmil, başkalarını ise erdemsizlik çukurunda görürler. Yeterince tanımadıkları kimseleri, yargılama yetkisine sahip olduklarını vehmederler.
Muhafız (bekçi) tutumu takınan bireylerde, kimlik ve anlam arayışı hakimdir. Dolayısı ile bir nevi ahlâk bekçiliği yaparak, kendilerine bir kimlik ve toplulukta bir yer kazanma peşindedirler. Topluluk içerisinde kabul görmek ve saygı görmek için, ahlâk bekçiliği rolünü seve seve üstlenirler.
Muhafız (bekçi) tutumu takınan bireyler, anksiyete ve güvensizlik ruh halleri içerisindedirler. Bu kişiler, kaygı ve güvensizlik duygularının tetiklemesi ile, anlamsız bir şekilde başkalarının hayatına dil uzatır, kendilerindeki negatif hususları başkalarında görmeye çalışır, herkesi güvensiz, kaygılı ve hasta görme ruh haleti sergilerler.
Muhafız (bekçi) tutumu takınan bireyler, psikolojik projeksiyon olarak da adlandırılan yansıtma hali yaşarlar. İçsel çatışmalarını başkalarına yansıtarak rahatlama ahlâkını, kendilerine yol olarak seçerler. Kendi kusurlarını tamir yerine, devamlı ve ısrarlı bir şekilde, başkalarının eksikleri ve kusurları ile meşgul olarak günlerini gün ederler.
Muhafız (bekçi) tutumu takınan bireyler, çoğunlukla içinde bulundukları topluluğun maddi ve manevi baskılarına maruz kalan kimselerdir. Topluluğun kuralları ve gelenekleri, onların başkalarında kusur arama davranışlarını teşvik etmekte, hatta bu davranışlarını ödüllendirmektedir. Bu kişilerde müşahede edilen ahlâk bekçiliğinin sebeplerinden birisi, sosyal anlamda bu ödüllendirilmeleri halidir.
Bu tür kişilerin davranışları, yukarıda sıraladığımız toplumsal dinamiklerin ve bireysel psikolojik süreçlerin bir sentezi de olabilir. Ahlâk bekçiliği rolüne bürünenler ile ilgili yaptığımız bu sosyolojik ve psikolojik analiz, söz konusu bireylerin neden böylesi davranışlar sergilediklerini anlamaya yönelik sınırlı bir çerçeve sunmaktadır.
***
2. Vekil (savunucu) tutumu takınan, ahlâkî anlamda kendilerini başkalarının vekili olarak görüp, onlar adına konuşmayı görev bilen kişilerin, bazı sosyolojik ve psikolojik motivasyonları şu şekilde tasavvur edilebilir:
Ahlâkî anlamda, kendilerini başkalarının vekili olarak görüp, onlar adına konuşmayı görev bilen kişiler, çoğunlukla kendi görüşlerini dayatma ihtiyacı içerisindeki kimselerdir. Bu kişiler, indî görüşlerinin devamlı şekilde başkaları tarafından kabulünü beklerler. Düşünce tarzlarını mutlak doğrular olarak kabul eder, bu doğruların herkes tarafından benimsenmesi gerektiğine inanırlar. Kendi bakış açıları, onlara göre en doğrusudur. Bu, bir tür narsistik eğilimdir.
Vekil (savunucu) tutumu takınan kişiler, önemli ölçüde empati eksikliği yaşarlar. Başkalarının duyguları, düşünceleri ve deneyimleri, onlar açısından bütünüyle anlamsızdır. Bu nedenle, devamlı surette, sadece kendi dar çevreleri adına düşünmeleri ve konuşmaları gerektiği kanaatindedirler.
Böyle kişiler, onay bağımlısıdırlar. Ait olduklarını düşündükleri gurupta sivrilme arzuları, onların içinde bir fırın gibi yanmaktadır. Gurupta üst seviyede onay ve kabul görme ve bir otorite figürü olarak tanınma için, vekillik almış gibi konuşur ve kabul sağlamaya çalışırlar. Bu davranış, derinlerde yatan ve doygunluğa ulaşmamış bir onaylanma ihtiyacını açığa çıkarmaktadır.
Vekil (savunucu) tutumu takınan kimseler, güç ve kontrol arzusu peşindedirler. Kendi hayatlarında kontrolünü kuramadıkları ya da kontrol açısından güçsüz kaldıkları alanları telafi etmek için, başkalarının yaşamları üzerinde vekillik tutumu takınarak söz sahibi olmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu şekilde daha güçlü ve etkili olabilecekleri kanaatindedirler.
Vekil (savunucu) tutumu takınan kimseler, kendi içsel çatışmalarını ve eksikliklerini başkalarına yansıtarak, bir topluluk adına konuşma ihtiyacı hissetmektedirler. Bu, kendi ahlâki güçsüzlüklerini veya yetersizliklerini örtmek için, bir nevi savunma mekanizmasıdır.
Vekil (savunucu) tutumu takınan kimseler, belirli bir toplulukta önemli bir statüye sahip olduklarını varsayarak, savunucu bir role bürünür, başkaları üzerinde etkili olmaya çalışırlar. Bir topluluğun sesi, pîri ya da vekili olduklarını farz etmeleri, onlarda önemli bir kimliğe ve yüksek bir kıymete sahip olabilecekleri yanılsamasını üretir.
Vekil (savunucu) tutumu takınan kimseler, bir tür fanatizm yaşarlar. Bu fanatik kişiler, yanlışlığı ve çürüklüğü açık bile olsa, savunmaya çalıştıkları sözde normların, mutlak doğrular olduğunu kabul ederler. Bu durum, onları devamlı bir şekilde başkaları adına konuşmaya iter.
Bu tür bireylerin başkaları adına konuşmayı ya da vekillik üstlenmeyi bir marifet olarak görmeleri, aslında kendi içsel çatışmalarıyla bir nevi başa çıkma biçimleridir.
***
3. Otoriter tutum takınan bireylerin, davranışlarının arkasında yatan bazı temel sosyolojik ve psikolojik faktörlere bakmak istediğimizde, şu hususlar ihtimal dahilindedir:
Otoriter (cebbâr) tutum takınan bireylerde, genellikle narsisizm ve büyüklenme duygusunun hakim olduğu görülür. Kendilerini ahlâkî otorite olarak gören kişiler, narsistik eğilimler sergilerler. Yanlış değerlendirmelerini ve dar bakış açılarını, sanki evrensel doğrularmış gibi kabul eder, üstelik sözde bu doğruların herkes için geçerli olması gerektiğini düşünürler. Bu şekilde bir tavır takınarak, kendilerinde bir ayrıcalık hissi yaşarlar.
Otoriter (cebbâr) tutum takınan bireyler, aslında neredeyse kendilerinin bile kontrol edemediği derin bir güç ve kontrol açlığı yaşarlar. Ahlâkî otorite rolü üstlenen kişiler, başkalarının yaşamlarını kontrol etme arzusu ile dolup taşar, kendi vâhî değerlerini başkalarına dayatarak, bir tür güç devşirirler. Bu psikolojik hal, aslında kendi hayatlarında bile kontrol edemedikleri zayıflıklarını, güce dönüştürme isteğinden kaynaklanmaktadır.
Otoriter (cebbâr) tutum takınan bireyler, kimlik ve anlam arayışı içerisindedirler. Ahlâkî bir otorite olmanın, kendilerine güçlü bir kimlik ve anlam duygusu kazandıracağını düşünmektedirler. Dolayısı ile sabah-akşam ona-buna hakaret ederler. Hemcinsleri için kullandıkları sözel saldırıların katmerlisini, karşıt cinsteki muhatapları için sarf ederler. Çarpılmış ve pörsümüş sözde ahlâkî standartlarını otoriter bir surette koruma ve yayma dürtülerinin, toplumda kendilerini önemli ve saygıdeğer bir konuma ulaştıracağına inanırlar.
Otoriter (cebbâr) tutum takınan bireyler, aşırı yargılayıcı ve eleştireldirler. Bu vaziyetleri ile, diğer insanların davranışlarını ve ahlâkî tutumlarını, kendi şaşı bakış açılarına dayanarak, anlamsız bir şekilde eleştirme eğilimine girerler. Onlara göre kendi görüşleri ve standartları mutlaktır. Bu standartlardan sapmayı asla kabul etmezler. Dolayısı ile başkalarını sert ve haşin bir şekilde yargılama, onların en doğal hakları gibidir.
Ahlâkî otorite tutumuna bürünen kişiler, genellikle estetik anlayıştan ve esneklikten yoksun, dar bir bakış açısına sahip, katı kalpli kimselerdir. Bu huşunet ve dogmatik tutum, kendilerinin başkaları üzerinde ahlâkî otorite olduklarına dair kuruntulara kapılmalarına yol açar. Bu sebeple, farklı görüşleri bir çırpıda yok saymakta çok acûldürler.
Kendi içsel çatışmalarını ve zayıflıklarını kabul etmekte zorlanan ve ahlâkî otorite rolüne bürünen bireyler, başkalarına karşı sert ve eleştirel davranarak, kendi içsel çatışmalarını ve ruhsal zayıflıklarını örtbas etmeye çalışırlar. Bu durum, bir tür iç savunma mekanizmasının harekete geçmesi halidir.
Ahlâkî otorite rolünü üstlenen kişiler, kendilerini bağlı hissettikleri topluluk üyelerinin onayları hülyası ile yaşarlar. Ahlâkî otorite rolüne bürünmenin, toplulukta kendilerine statü sağlayacağı beklentisindedirler. Topluluğun ahlâkî değerleri ile ilgili bir otorite olarak kabul edilirlerse, onların gözünde bu durum bir tür sosyal ödül olacaktır. Toplulukta ahlâkî otorite rolünü üstlenmeleri, kendilerini daha değerli, güçlü ve etkili hissetmelerine yardım etmektedir.
Fanatik derecede tarafgirlik üzerine inşa edilen ve insanların nefislerine süslü gelen, ‘muhafızlık (bekçilik), vekillik (savunuculuk) ve otoriterlik (ceberutluk)’ rollerine bürünme neticesinde, nice kıymetli insanlarla köprüler atılmış, insî ve cinnî şeytanların yardımı ile bireyler arası nefret, neredeyse tamir edilemeyecek derecede büyütülmüştür. Bu duruma paralel bir şekilde, Müslümanların ‘kardeş’ olduğu düşüncesi yabana atılmış, düşmanlıklar merğub bir meta‘ haline getirilmiştir. ‘Muhafız (Bekçi), Vekil (Savunucu) ve Otoriter (Cebbâr)’ vaziyetlerinden tevbe etmedikleri müddetçe, böyle kimselerin halleri, onların amel defterlerinde kara bir leke olarak kalmaya devam edecektir.
Burada noktalarken, konu üzerinde kısa sürede bir çözüme ulaşmanın mümkün olmadığını düşünüyoruz. ‘Muhafız (Bekçi), Vekil (Savunucu) ve Otoriter (Cebbâr)’ rollerini içselleştirmiş kimseler, zebraların aslanlardan ürkerek son sürat firar etmeleri gibi, hakikatlerden hızlıca kaçacaklardır (Müddessir, 74/50-51). ‘Öyleyse bu uyarı çabalarınızdaki motivasyonunuz nedir?’ diye sorulacak olursa, ‘Rabbimize bir mazeret olsun için’ (Araf, 7/164) diyoruz.
اللهمّ أحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي الأُمُورِ كُلِّهَا، وَأجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الآخِرَةِ وَصَلَّى اللهُ عَلَى رَسُولِهِ وَالأَئِمَّةِ المَيامِينَ مِنْ آلِهِ وَسَلَّمَ تَسْلِيْمَاً كَثِيْرَاً
Allâhım, bütün işlerde akıbetimizi güzel kıl. Bizleri dünyada aşağılanmaktan, âhirette de azaptan koru. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, [17778]; Taberani, Kebîr, [1198]) Allâh’ın rahmeti ve sonsuz selamı, Şanlı Elçisine ve âlinden gelen uğurlu imamlara olsun.
[1] Buhari, 4474; Ahmed b. Hanbel, 18005.
[2] Tirmizî, 2887; Dârimî, 3321.
[3] Buhari, 6643; Müslim, 811.
[4] Fahreddin er-Râzî, Tefsîru’l-Kebîr Mefâtîhu’l-Ğayb, 25/13, Dâru’l-Fikr-1981.
[5] Müslim, 2623; Muvatta, 4155; Ebû Davud, 4983.
[6] Müslim, 2815.
[7] Müslim, 2814a.
[8] Müslim, 2814b.
[9] Ebû Abdillah el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, (Thk. Abdülmuhsin et-Türkî), 21/149, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-2006.
[10] İbn Ebû Hâtim, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿAẓîm Müsneden ʿani’r-Resûl ve’ṣ-Saḥâbe ve’t-Tâbiʿîn, 5/1529 (8772).
[11] Nesai, 5507.
[12] Tirmizi, 2266.
[13] Müslim, 45a.
[14] Buhârî, 6871; İbn Mâce, 2372.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.
