Musa Kâzım GÜLÇÜR
1 / Ramazan / 1445
11 / Mart / 2024
İçindekiler
Yüce Allâh’a Sığınmada Esaslar
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيطَانِ الرَّجِيمِ
بِـسْـــــــــــــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
“Bil ki, Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur.”
(Muhammed, 47/19)
اِھْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالّٖينَ
“Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna. Öfkene uğrayanların ve sapmışların yoluna değil.” (Âmîn)
(Fâtiha, 1/6-7)
Müminlerin annesi Hz. Aişe (r. anhâ) rivayeti ile Şanı Yüce Nebi (sas), gece namazında Yüce Allâh’a şöyle yakarmaktadır:
اللَّهُمَّ أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ لاَ أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ .
“Allâhım! Öfkenden rızana, cezalandırmandan affına, Senden sana sığınırım. Sana övgüleri tamamıyla sayamam. Sen, kendi Zâtını övdüğün gibisin.”
(Müslim, 486)
والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الرَّحْمَةِ الرَّبَّانِيَةِ وَاليَاقُوتَةِ المُتَحَقِّقَةِ الحَائِطَةِ بِمَرْكَزِ الفُهُومِ والمَعَانِي، وَنُورِ الأَكْوَانِ المُتَكَوِّنَةِ الآدَمِي، صَاحِبِ الحَقِّ الرَّبَّانِي، البَرْقِ الأَسْطَعِ بِمُزُونِ الأَرْبَاحِ المَالِئَةِ لِكُلِّ مُتَعَرِّضٍ مِنَ البُحُورِ وَالأَوَانِي، وَنُورِكَ اللاَّمِعِ الذِي مَلأْتَ بِهِ كَوْنَكَ الحَائِطِ بِأَمْكِنَةِ المَكَانِي، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الحَقِّ التِي تَتَجَلَّى مِنْهَا عُرُوشُ الحَقَائِقِ عَيْنِ المَعَارِفِ الأَقْوَمِ صِرَاطِكَ التَّامِّ الأَسْقَمِ، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى طَلْعَةِ الحَقِّ بَالحَقِّ الكَـنْزِ الأَعْظَمِ إِفَاضَتِكَ مِنْكَ إِلَيْكَ إِحَاطَةِ النُّورِ المُطَلْسَمِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ صَلاَةً تُعَرِّفُنَا بِهَا إِيَّاهُ
رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي
(20/25 ، سُورَةُ طه)
Alemlerin Rabbi Allâh’a hamd olsun. Hüsn-ü âkıbet müttakiler içindir. Allâhım! Rabbânî rahmetin olan Zât’a, bütün anlayış ve manaların merkezini kuşatmış ve hakikatine erişmiş o biricik yakuta, insana ait bütün oluşumların nuruna, Rabbânî hakkın sahibine, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine yönelmiş, (akılları, kalpleri ve ruhları itibarı ile) denizler ve kaplar genişliğindeki herkesi, bol rahmet bulutlarıyla dolduracak o en parlak şimşeğe, mekân alemindeki tüm mekânları kendisiyle doldurduğun ve kuşattığın o parlak nuruna salât ve selam et.
Allâhım! Hakîkatlerin zirvelerinin tecelli ettiği hakîkate, maarifin en olgun menbaına, sırat-ı müstakîmin zirvesine, o en berrak ruh u pak-i Muhammed’e (sas) salat ve selam olsun.
Allâhım! Hak ve hakikatin apaçık yüzüne, tükenmek bilmeyen hazinenin mümessiline, Sen’den Sana tılsımlı nurun Muhammed Mustafa’ya, âl ve ashabına salât et. Allâhım! Bizlere onu tanıtacağın salatlar ve selamlar eyle. Âmin…
Giriş

Bu makalemizde, Yüce Allâh’ın izni ve inayeti ile, insan aklı, ruhu ve kalbinin Hakk’a olan içsel yolculuğuna ve bu yolculuktaki asıllara ve esaslara, muhtasar bir şekilde işaret etmeye çalışacağız.
Kur’ân-ı Kerîm’e ve sünnet-i sahîhaya uymak, insanın Hakk’a ve hakikate ulaşma maksadı ile aklî, kalbî ve ruhî bir yola çıkması demektir. Yüce Allâh’a giden yol, çeşitli yükseliş mertebelerini ihtiva etmektedir. Doğru yolda ilâhî mesajı takip halinde olan ve önemli ilerlemelere mazhar kılınanlar, başta peygamberler (ase), sonra da sıddîklar, şehitler ve salihler (Nisâ, 4/69) olmak üzere dört grupta mütalaa edilebilir. İlerleme ile ilgili yargının kriteri kurb/yakınlıktır. Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde insanlar, erdemlerine ve güzel karakterlerine dayalı şekilde övülür, aksi durumda olanlar da yerilir. Bu yüksek beyanlardaki amaç, insanların kendi fiillerini değerlendirebilmeleri için mîzan/ölçü vazetmektir.
Hz. Câbir (ra) anlatıyor:
Resülullah’ın (sas) yanında oturuyorduk. Önüne bir düz çizgi çizdi ve şöyle buyurdu:
– “Bu Allâh Teâlâ’nın yoludur.”
Sonra bu çizginin sağına ve soluna ikişer çizgi daha çizdi ve:
– “Bunlar da şeytanın yollarıdır” buyurdu.
Daha sonra mübarek ellerini ortadaki çizginin üzerine koydu ve şu âyet-i kerîmeyi tilavet buyurdu:
وَاَنَّ هٰذَا صِرَاطٖى مُسْتَقٖيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبٖيلِهٖ ذٰلِكُمْ وَصّٰیكُمْ بِهٖ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte Allâh, bunları size sakınasınız diye emretti.” (Enâm 6/153)[1]
Bu yol, saadet ehli için alabildiğince açık ve geniş bir yol iken, şekâvet ehli için ise alabildiğince gizli ve görünmezdir.
Âşinalar da bîgâneler de başlangıçta bu yola girerler. Ancak daha ötede ve perdeler arkasında, izn-i ilâhî ile Ezel ve Ebed Sultanı’nın kurbunda kendilerine yer tahsis edilen mukarrebler de olacaktır. Dolayısı ile bu yolculuğun başlangıcının düzgün ve istikametli olması, şu üç temel husus ile doğrudan ilişkilidir:
1. Yüce Allâh’ın mekrinden hakiki bir korku ve lütuflarından hiç azalmayan bir umut içerisinde olma, diğer bütün kapılardan yüz çevirme,
2. Dinin emir ve yasaklarına samimi bir şekilde inanma (iman), şeâire yüksek seviyede saygılı davranma (takva ve haşyet), kulluğu içtenlikle îfa etme (İslâm ve ihsan),
3. Lütfedilmiş en kıymetli unsurlardan birisi olan zamanın boşa harcanmasına sebep olacak her şeyden ve kalbi fitneye düşürecek herkesten azami derecede sakınma (temkin ve teyakkuz).
Zamanı boşa harcama, bireyi eksiklik çukuruna düşürür ve murakebe nurundan mahrum bırakır. Tevhîd nuru, bî gurûb tulû, bî küsûf küşûf, iştiyak makamından yayılan işrak olduğu için, (hafazanAllâh) söz konusu durum çok büyük bir mahrumiyet olur. Ferâset ile birlikte keşif nuruna, istikamet ile birlikte müşahede nuruna, tevhîd ile birlikte indiyet yoluna koyulmak isteyenler, zamanlarını mutlaka üns billâh yaygısına giden yolda geçirmelidirler.
Şimdi, rûhanî yolculukta göz önünde tutulmasının yararlı olduğunu düşündüğümüz bazı asıllara, daha sonra da Yüce Allâh’a sığınma ile ilgili esaslara kısaca temas etmeye çalışacağız.
Rûhâni Yolculukta Asıllar

İslam’dan imana, imandan ihsân’a içsel yolculuk, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin insana bahşettiği donanımlar ve latîfeler vasıtası ile gerçekleşir. Dünyevî fenâ’dan, Yüce Allâh’ın bekâ’sına, nefisten kalbe, kalpten sırra, sırdan ahfâ’ya ve ruh’a uzanan bu yolculuğun en nihaî amacı tevhîd’dir. Yüce Allâh’ın (cc) Zat’ı, Yüksek Sıfatları, Güzel İsimleri ve Hikmetli Fiilleri dahil, her yönüyle birliğini ifade eden tevhîd umdesi, İslam’ın özü ve temelidir. Yüce Allâh (cc) tarafından gönderilen tüm peygamberlerin (ase) ana mesajı tevhîddir. Tevhîd, “ibadete, itaate ve nihai teslimiyete layık yalnızca O’dur (cc)” demektir. Tevhîd, Yüce Allâh’ın (cc) varlığına ve birliğine kalbin derununda inanmak, hayatın her alanında O’nun (cc) mutlak otoritesini ve hakimiyetini tanımak, O’nun (cc) rızası ve hoşnutluğu için çalışmak demektir.
Nefis donanımı İslam’a, kalp imana, sır marifete, ahfâ ihsân’a, ruh da tevhîd’e rasat halindedir. Yüce Allâh’ı irade eden ve tek arzusu Mevlâ’sı olan mürîd, Hakk’ın inayeti ile tecerrüd durağına ulaşır. Tevhîd durağına vardığında ise, bütün bağlar ve sebepler hükümsüz hale gelir. Ehadiyetin cemâli, azamet sıfatı ile ezel meydanında göz kamaştıran ışığını yansıttığında, mürîd ilahî bir inayet ile tefrika vadisinden cem durağına götürülür ve murâd olur. Şurası açıktır ki kendi gelen, hiçbir zaman alınıp getirilen gibi değildir. Çünkü gelmekte olan henüz gelmediği için neredeyse yok hükmündedir. Getirilen ise, Getiren’den bir an bile ayrı kalmamış ve hep var olmuştur.
Kul, Hakk’a yakınlık ve likâ yolculuğunda, çeşitli duraklara uğrar ve derecelerle yükseltilir. Yolculuktaki bazı kişiler, anayoldan ayrıldıklarında, Bâkî’ye değil fâni varlıklara yönelmiş olurlar. Halbuki, sadece kendisine yönelinmiş fânîler değil, aynı zamanda hakları olmadığı halde kendisine tapınılmış şahsiyetler ve melekler dahi, Hakk’a yakınlık amacı ile yolculuk halinde olmuş, bu amaçla yoğun çaba göstermişlerdir. Şimdi aktaracağımız ayet-i kerîme, kendisine tapınılmış önemli şahsiyetlerin ve Yüce Allâh’a daimî ibadet halindeki meleklerin, bu yolculuk hallerini beyan eder:
اُولٰئِكَ الَّذٖينَ يَدْعُونَ يَبْتَغُونَ اِلٰى رَبِّهِمُ الْوَسٖيلَةَ اَيُّهُمْ اَقْرَبُ وَيَرْجُونَ رَحْمَتَهُ وَيَخَافُونَ عَذَابَهُ اِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ كَانَ مَحْذُورًا
“Aslında, onların yalvardıkları (Hz. İsa, Hz. Meryem, Hz. Üzeyir, Melekler ve ruhaniler gibi azizleştirilen ve tanrılaştırılan) kimseler, O’na (bir diğerinden) daha yakın olabilmek için sebep aramakta, O’nun rahmetini ummakta, azabından korkmaktadırlar. Çünkü, O’nun azabından kesinlikle korkulması gerekir.” (İsra, 17/57)
Ayet-i kerimede, kendisine tapınılmış olan ancak kendileri Yüce Allâh’a yolculuk halindeki varlıkların/şahsiyetlerin üç hali nazara verilmektedir. Rabbe yakınlık amacı ile (الْوَسٖيلَة) sebep aramaları, (يَرْجُون) umut ve (يَخَافُون) korku halinde olmaları (beyne’l-havfi ve’r-recâ). Ayet-i kerimedeki (يَدْعُونَ) “yalvarmaktadırlar” fiili, Hz. İsa (as), Hz. Meryem (r. anhâ), Hz. Üzeyir (as), Melekler ve ruhaniler gibi azizleştirilen ve tanrılaştırılan şahsiyetlere ibadet eden kişileri işaret etmekte, (يَبْتَغُونَ) “aramaktadırlar” fiili ise, kendisine ibadet edilen şahsiyetlerin ve ruhani varlıkların, ilâhî yolculuktaki çabalarını betimlemektedir.
Bu varlıklardaki mecâzî güçlere aldananlar ise, Rab yerine onlara ibadet haline bürünmüşlerdir. Halbuki ister melek isterse de başka türde bir canlı olsun, mecâzî güce sahip bütün varlıklar neticede fânîdirler. Bu varlıklardan herhangi birisi, kendisine bahşedilen güce güvenerek, (اِنّٖى اِلٰهٌ مِنْ دُونِهٖ) “Ben, O’ndan başka bir ilâhım” (Enbiya, 21/29) şeklinde bir iddiada bulunsa, Cehennem ile cezalandırılacaktır.
Yolculuk için en başta, Yüce Allâh için ayağa kalkmak, gaflet uykusundan uyanmak, ihmalkârlık vartasından sıyrılmak gerekmektedir. Arkasından, tevbe, sabır, zühd, nefis muhasebesi gibi unsurlarla hazırlık yapılır. Yolculuk esnasında ise;
1. İlahî emirlere samimi bir şekilde tutunma (i’tisam),
2. Lütfedilen nimetlerin, sınanmak için kurulan bir düzen (mekir) olması ihtimalini/korkusunu hatırdan çıkarmama (teyakkuz),
3. Vaki hata ve kusurlardan dolayı daimî bir özür ve pişmanlık duyma (tevbe),
4. İlahi taksîmi gönülden kabul (rıza),
5. Yaratılmışlara şefkat hali üzere bulunma (merhamet) asli esaslardandır.
Yolculuğun semereleri, ilahi aşk, şevk, tevekkül ve nihayetinde sırf tevhîd olarak gerçekleşir. Bu yolculuk süresince ve yolculuk tamamlandığında bile, hamd ve Yüce Allâh’ı sena/övgü, daimî bir haldir (Yunus, 10/10; Zümer, 39/74).
1. Yolculuktaki İlk Asıl

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine giden yoldaki ilk asıl, bireyin kendisinde müşahede ettiği kötü karakter özelliklerini ortadan kaldırması ve dini sorumluluklarının farkında olmasıdır. Bunun arkasından gelen ikinci asıl ise ortadan kaldırılan kötü karakter özelliklerinin yerine, yeni ve güzel olanları ikame etmesidir. Üçüncü asıl ise en önemlisidir ve bu adımda benliğin ötesine geçme, ilahî isim ve sıfatlarla bezenme ve donanma söz konusudur. İlk asıl, tevhid rüknünü ifade eden cümlenin nefiy kısmı, yani “lâ ilâhe/hiçbir ilah yoktur” ile ilgilidir. İkinci ve üçüncü asıllar ise, tevhid cümlesinin ispat kısmı yani, “illAllâh/sadece Allâh vardır” ile ilgilidir. Bu yol kısaca, tezkiye ([التَّزْكِيَةُ] manevî temizlik), tahliye ([التَّحْلِيةُ] manevî süsleme) ve tecliye ([التَّجْلِيَةُ] ruhsal mükemmelliğe ulaşma) neticesinde ilhama hazır hale gelme olarak isimlendirilebilir.
Yolculuktaki ilk asılda, yani temizlenmesi gereken unsurların bulunduğu ilk safhada, mesâvi-i ahlâktan cimrilik, riyakarlık, kin, tamahkarlık, hırs, günahlarda ısrar, gaflet, umutsuzluk, öfke ve açgözlülük gibi birtakım kötü karakterler yer alır. Şayet bir kimse benliğinde, bu kötü karakter unsurlarından mesela hırsa yol verse, kendisini dünya sevgisi çepeçevre sarar. Riyaya yol verme, kişiyi nifak derelerine yuvarlar. Günahlarda ısrar, şekâvete, hüsrâna ve helâkete götürür. Nefse hâkimiyet tesis edememenin neticesi olarak meydana gelen günahlardan daha kötüsü ve ağırı ise, iradenin kasten kötüyü seçmesi ile işlenen suçlardır. Böyle bir kimsenin beğendiği her taati aleyhinedir. Başkasında görüp ayıpladığı her günahı da bir gün mutlaka işleyecektir. Gaflet, tamah ve kibir halleri, kişinin pişmanlıklar kuşağındaki mesâvîleridir ve cezalandırılmaya müstahak hale gelmesi demektir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bireyin şayet varsa ve farkına varıyorsa, kendisini mesâvî-i ahlâktan temizlemesi, yolculuktaki ilk asıldır. (يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ) “Yüce Allâh, dilediğini siler/temizler, dilediğini de (yerinde) bırakır” (Rad, 13/39) ayet-i kerimesi, işarî olarak yolculuktaki arınmayı ya da yerinde bırakılmayı betimler. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kendisine yönelenlerin kalplerinden mesela cimrilik ve riyakarlığı alır (mahv), yerine cömertliği ve yakîni koyar (ispat). Tamahkarlığı ve hırsı alır, yerine kanaati ve zühdü koyar. Günahlarda ısrarı ve gafleti alır, takvayı ve şuur halini koyar.
2. Yolculuktaki İkinci Asıl

Yolculukta, mesâvî-i ahlâktan temizlenen bireysel alanın; Yüce Allâh’tan havf, doğruluk, cömertlik, tevekkül, kanaat, sabır, umut, zühd ve marifet gibi erdemlerle süslenmesi, mehâsîn-i ahlâk ile güzelleştirilmesi, diğer bir tabirle tahliyesi ikinci asıldır. İç mücahede ve riyazet neticesinde oluşan Yüce Allâh’tan havf durumu, kişinin selamette olmasını sağlar. Çünkü bu korku, vaîdden (ilâhî ceza, azap) ve akıbeti düşünmekten kaynaklanmaktadır. Bu korkudaki daha üst bir seviye ise, Hakk’ın celâlinden kaynaklanır. Yolculuğun bu ilk aslında, korkana “kork”, umut edene “aramayı sürdür”, aşığa da “yanmaya devam et” denir. Çünkü, yolculuğun en nihayetinde korkanlara (لَا تَخَافُوا) “(Artık) Kormayınız” (Fussilet, 41/30), umut halini canlı tutanlara da (لَا تَحْزَنُوا) “(Artık) Mahzun olmayınız” (Fussilet, 41/30) denilecektir.
Yolculuğun bu aslında umut, Yüce Allâh’tan rıza ile tamamlanır. Bu durum bizlere, yukarıdaki ayet-i kerimede (İsra, 17/57) yer alan “vesile, umut ve korku” ögelerinin büyük önemini gösterir. Bir kimse umut halini daimî şekilde korumalı, diğer taraftan bilhassa zamanını boşa harcama halinden ve böyle bir durumun üreteceği tefrika halinden de korkmalıdır. Daimî umut halinin kişiyi Hak’tan perdelememesi, korku halinin de uzaklaştırmaması için, fıtrata uygun davranmak, himmeti geniş tutmak, hoşgörülü ve mütevazı olmak gerekmektedir. Neticede kişi, korku halinden kabz meydanına, umut halinden de bast sahasına, sürurdan da ruhun salâtı olan müşâhede derecesine yükseltilir.
Ebu Hüreyre’nin (ra) Yüce Nebi’den (sas) aktardığı bir kudsî hadiste Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:
وعِزَّتِي لا أجمعُ على عَبدي خَوفيْنِ وأَمنيْنِ ، إذا خافَني في الدُّنيا أمَّنْتُه يومَ القيامةِ ، وإذا أمِنَني في الدُّنيا أَخَفْتُه يوم القيامة
“İzzetime ve Celalime yemin ederim ki, kuluma iki emniyeti ve iki korkuyu beraber vermem. Eğer kulum dünyada iken benden korkarsa, kıyamet günü onu emin kılarım. Eğer dünyada iken benden emin olursa, kıyamet günü onu korkuturum.”[2]
Bireylerdeki umut halinin canlı olması, ilâhî cezadan emin olmama kaydı ile onları sahil-i selamete götürür. Korku hali de umutsuzluğa götürmemesi kaydı ile kişiyi kurb menziline ulaştırır. Umut halinden kaynaklı olarak bireyde gevşemenin meydana gelmesi tehlikesine karşı, bilhassa dünyevî nimetlerle aldanmamaya, hem ayet-i kerimelerde yer alan hem de Yüce Nebi’den (sas) gelen ahirette incelikli bir şekilde görülecek hesaba yönelik uyarıları göz önünde bulundurmaya, böylece korku halini canlı tutmaya ihtiyaç bulunmaktadır.
3. Yolculuktaki Üçüncü Asıl

Yolculuktaki üçüncü asıl, delillerle doğrulanmış, hakikatlerle sabit olmuş, bütün şirki nefyeden ve kalbe ferahlık veren açık bir tevhide ulaşmaktır. Birey, bu rûhâni yolda ilerledikçe, Bir’in daimî varlığından gelen muhteşem iç huzurunun farkına varır. Tevhîde varmanın verdiği huzur ve mutluluk benzersizdir. Bu yüce dinin mensupları, diğer din mensuplarından bu parlak tevhîd umdesi ile ayrılmışlardır.
Tevhidin üç yönü vardır:
1. İşaret ve delillerle ortaya konulan avama ait tevhîd. Bu tevhîd, Yüce Allâh’ın Ehad ve Samed vasıfları ile birlikte, doğurmadığına, doğmadığına ve hiçbir denginin bulunmadığına (İhlâs, 112/3-4) yönelik alenî, açık ve şirki nefyeden tevhîddir.
2. Hakikatlerle pekiştirilmiş havâssa ait tevhid. Bu tevhîdde, zahirî sebepler, aklî çıkarımlar ve delillere tutunma bulunmamaktadır. Bu tevhîdde, sonsuz ilmi, eşyayı yerli yerine koyuşu, onları zaman ile irtibatlandırışı ve izlerini gizleyişi ile Hakk’ın Ezelîyyeti müşahede edilmektedir. Bu seviyedeki bir kul, illetleri ve hudûsu terk yoluna girmiş, fenâ mertebesine ulaşmış, cem hali ile saflık kazanmıştır.
3. Ebedî, kalıcı, kıdem ile kâim, havâssu’l-havâssa ait tevhid. Bu tevhîd, Hakk’ın kendisine tahsis ettiği, yüceliğine uygun gördüğü tevhîddir. Bu tevhîd, seçkinlerin sırrında tarif ve ifşâ edilemez şekilde parlar. İşareten söylersek, ebediyyetin ispatı, hudûsun ise iptalidir. Aslında bu işaret de bir kusurdur ve tevhîdin sıhhati açısından terk edilmesi gerekir. Bu, kendisinde işaretlerin yok olduğu, dillerin lâl kesildiği bir aynü’l-cem’ halidir. Karîb’in müşahedesi, cem’in mütalaasıdır. Coşku içinde aşk ateşi ile yanma, hayrete gark olmadır. Çünkü O’nun (cc) tevhîdi, (شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ) “Allâh, kendisinden başka hiç bir Tanrı olmadığına şahitlik etmiştir” (Ali İmran, 3/18) buyruğunda net şekilde beyan ettiği gibi, yine bizzat O’nun (cc) kendisini tevhîdidir. O’nun (cc), azametinin kıymeti ve güzelliği hiçbir işarete ihtiyaç bırakmamaktadır.
Kul, kalbinin tasdik ettiği doğru bir şahitlikle, her türlü şüphe ve kuşkudan emin bir şekilde, “illAllâh/sadece Allâh vardır” cümlesini söylediğinde, biiznillâh tecliye ([التَجْلِيَةُ] ruhsal mükemmelliğe ulaşma) mertebesine, bir anlamda ilahî ilhama hazır hale gelme aşamasına ulaşır. Bu seviyede kul, manevi bir gelişimle kavranıp kabul edilmeye hazır olunacak ilahî sevgiye erer. Beşerî mîzaca ait alışkanlıkların yakılıp yok edilmesi ile ünsiyet rüzgârı eser. Bu ilahî sevgiyi fark hali, doğru yola girmenin, farklı ilgilerden, dünyevi aldatıcılardan ve günahlardan uzaklaşmanın aslî bir amili olur. Böylece kendisinden izn-i ilâhî ile hikmet, adalet, tefekkür, mahlukata şefkat ve kemâle erme halleri tezahür eder.
Bu dengede yol alan ve marifet deryasına dalan yolcular, biiznillâh üns billâh ufkuna erer, heybet, kabz ve kalak hallerinden Hakk’a tâzim, kurb ve zühd haline ulaşırlar. Üns billâh, Yüce Allâh’ın cemâl-i bâ kemâl-i rabbâniyesini müşahede ile kalbin ferahlanıp sevinmesidir. Her bir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayan Yüce Allâh, diğer sıfât-ı ulâsı ile birlikte sonsuz ve mükemmel güzelliğin sahibi olduğu için, bu müşâhede neticesinde birey benlikten ve mâsivânın tamamından uzaklaşmış olur.
Züht halini önemsemek, şüpheli şeylerden ve haramlardan uzaklaşmak, vaktini kıymetlendirerek her anı ganimet bilmek, hakikat ufkunda kalarak “yaptım!, ettim!” gibi nahoş düşünceleri terk etmek demektir. Diğer ahlâk-ı âliyenin önemsenmesi ve pratiğe dökülmesi ile de kişi, coşku ve vecd içinde tevhîde tutunur, müşahede kıyısına vasıl olur.
Bütün alemde O’ndan (cc) başka fâil yoktur. O (cc), ezelden ebede en büyük ve en yüce Rab’dir. Zâtı ve sıfatları yönüyle müteâldir. Zamandan öncedir, kendisinden sonra hiçbir şey bulunmayandır. Tevhîd konusunda temel şart O’na (cc) teslim olmaktır. Tevhîdi yorumlamak da O’nu (cc) zikretmektir.
Yüce Allâh’a Sığınmada Esaslar

Şimdi, makale başında zikrettiğimiz hadîs-i şerîfe[3] dayanarak, Yüce Nebi’nin (sas) secdede zikrettiği Yüce Allâh’a sığınma esaslarına ve Hak Teâlâ’yı “övgü” hususundaki temkînine kısaca temas etmeye çalışacağız:
1. Birinci Esas
. اللَّهُمَّ أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ
“Allâhım! Öfkenden rızana, cezalandırmandan affına, Senden sana sığınırım.”
Bu cümlede, oldukça incelikli anlamlar yer almaktadır. Çünkü şanı yüce Nebî (sas), Yüce Allâh’ın gazabından rızasına, cezalandırmasından afiyetine, Yüce Allâh’ın kendisinden yine kendisine sığınmış, himayesine almasını dilemiştir. “Rıza”, Yüce Allâh’ın takdirine itiraz etmemedir. Kul, kalbini Allâh’tan razı bir vaziyette gördüğü zaman, Rabb’inin de kendisinden razı olduğunu müşahede eder. Rıza ve gazap birbirine zıt hallerdir. Aynı şekilde “affetme” ve “cezalandırma” halleri de böyledir. Bu haller, inanmış gönüllerde, “umut” ve “korku” şeklinde yansır. Affı görmek umuda, cezayı görmek de korkuya sebep olur.
“Affetme” ve “cezalandırma” iki sübhânî fiildir ve neticeleri de Cennet ve Cehennem’dir. Bu durumda “ilâhî rıza” neşeyi ve lütfu , “ilâhî öfke” de yakıcı olanı gösterir. Yüce Nebi (sas), duasının bu kısmında, Cennet’in “ilâhî rıza” ile, Cehennem’in de “ilâhî öfke” ile kâim olduğuna işaret etmektedir. Bu vaad (ilâhî iyilik, güzellik) ve vaîde (ilâhî ceza, azap) bakarak “korku” ve “umut” arasında amel edenler, “mürîd” adını almaya layık hale gelirler.
Yüce Nebi (sas), ilâhî “rıza” ve “öfke” sıfatlarının neticelerinin (Cennet ya da Cehennem’in) işi gerçekleştirdiğine işaret ile, zıddı ve benzeri bulunmayan şanı Yüce Allâh’tan, yine O’na (cc) sığınmıştır. Böyle bir sığınmanın görünen ilk sebebi, insanların Yüce Allâh’a ibadetlerinde ve övgülerinde, tam bir gerçekliğe ulaşmalarının imkansızlığını göstermesi, bu sebeple de Yüce Allâh’tan af ve mağfiret dileme halinde olmalarının temel önemini hatırlatmasıdır.
2. İkinci Esas
. لاَ أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ
“Sana övgüleri bütünüyle sayamam.”
‘Buna gücüm yetmez, bunu yapmam imkân haricindedir’ demektir. ‘Ben senin nimetlerini, ihsanlarını ve bunlar dolayısıyla sana övgülerimi ifade etmeye çalışsam, seni övme yolunda bütün gayretimi ve çabamı ortaya koysam dahi, seni tam olarak övemem, bunu gerçekleştiremem’ anlamındadır. Sonsuz Dost’u sena etmeyi ve övmeyi, herkes Yüce Nebi’den (sas) öğrenmişken, O (sas) bu husustaki aczini kabul ve teslim ile, ilâhî huzurun eşiğinde “Sana övgüleri tamamıyla sayamam..” demektedir. Bu durum bir anlamda, “Ben insanlarla beraberken, onların ilmi benim yanımda cehalettir. Onlara susmak, bana ise konuşmak düşer. Ama Yüce Dost’un ilmi karşısında, benim sınırımı bilmem ve susmam gerekir” demek gibidir.
Yüce Allâh’a sığınma duasında yer alan bu cümlenin, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde geçen, bırakınız tek tek, icmâlen dahi nimetlerin sayılamayacağını beyan eden ayet-i kerîmeye işaret ettiğini düşünmek de mümkündür: (وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا) “Eğer, Allâh’ın nimetini (tek tek) saymak isteseniz, (icmâlen dahi) sayamazsınız!” (İbrahim, 14/34; Nahl, 16/18)
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, İbrahim Suresi 32 ve 33’üncü ayet-i kerimelerde; insana çok yüksek seviyede önem verdiğine işareten, yeryüzünün ve göklerin insan için yaratıldığını, gökten indirdiği tatlı su ile hayati önemdeki sebzeleri ve meyveleri insan için çıkardığını, denizlerdeki ve nehirlerdeki sularda meydana getirdiği kaldırma kuvveti ile gemiler içerisinde seyahati mümkün hale getirdiğini, güneşi ve dünyanın uydusu ayı insanların emrine verdiğini, yine insana verdiği ehemmiyet sebebi ile aslında şuurlu varlıklar olan gece ve gündüzü insanlara hizmete amade kıldığını, insanlara istedikleri her şeyi verdiğini beyan etmektedir.
İbrahim Suresi 34’üncü ayet-i kerîme, verilen bütün bu nimetlere karşılık, insanın çok haksızlıklar yaptığını (zalûm) ve çok nankör (keffâr) olduğunu beyan ile sonlandırılmıştır. İbrahim Suresi 34’üncü ayet-i kerîmesi, Nahl, 16/18’de de tekrar etmekte, fakat (اِنَّ اللّٰهَ لَغَفُورٌ رَحٖيمٌ) “Şüphesiz Allâh, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” şeklinde sona ermektedir. Ayet-i kerîme, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, (غَفُورٌ) “çok bağışlayandır” ve (رَحٖيمٌ) “çok merhamet edendir” iki güzel ismi ve yüksek sıfatı ile tamamlanmaktadır. Böylece, insanlarda yaygın bir şekilde yer alan zalûm ve keffâr gibi iki olumsuz sıfata, esmâ-i hüsnâdan iki güzel isimle mukabelede bulunulmuştur.
Bu tevcihe göre, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri sanki, “Sen zalûm (çok haksızlık yapan) olsan da ben Gafûr’um, sen keffâr (çokça nankör) olsan da ben Rahîm’im. Senin acziyet içerisinde olduğunu ve kusurlar işleyeceğini biliyorum. Senin çokça kusurlarına, sınırsız bağışlamam ile, çokça nankörlüklerine de engin merhametim ve şefkatimle karşılık veririm” demek istemiş gibidir.
3. Üçüncü Esas
. أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ
“Sen, kendi Zâtını övdüğün gibisin.”
Bu cümle, övgüyü teferruatlı bir şekilde yapmaktan, kişinin tam bir acziyette olduğunu itiraf etmesidir. Kişinin, Yüce Yaratıcı’yı gerçek anlamı ile övgüye gücünün yetmeyeceğini bilmesi ve idrak etmesidir. Herhangi bir belirleyicilik veya sınır söz konusu olmaksızın, bütün övgülerin genel anlamda Yüce Yaratıcı’ya ait olduğunun, sözel bir şekilde ifadesidir. “Sayamam..” sözü tecrid, “Sen, kendi Zâtını övdüğün gibisin..” sözü de tefrîddir. Kul, Hakk’ın gayrısından ayrılıp mücerred hale gelmedikçe, kendisini Hakk’a verip tefrîde ulaşamaz, müferridûn’dan yani mütemâyizlerden olamaz.
Hakk’ın sıfatı sonsuz kudret, mahlukun sıfatı ise sonsuz acziyettir. Dolayısı ile birey, övgüleri mutlak hali ile düşünerek, bütün övgülerin aslının, özünün ve gerçeğinin, her şeyi kuşatan Şanı Yüce Allâh’a ait olduğunu beyan etmektedir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin yüce sıfatlarının ve güzel isimlerinin sonu olmadığı gibi, O’na olan senânın da sonu yoktur. Çünkü övgü, övülen kişiye ait özelliklerin gerçek anlamı ile ifade edilmesidir. Halbuki Yüce Allâh’a yapılacak bütün övgüler, ne kadar çok ve uzun olsalar, ne kadar mübalağalı şekilde ifade edilseler bile, Şanı Yüce Allâh’ın sonsuzluğunu, saltanatının büyüklüğünü, yüksek sıfatlarını, sayılamayacak seviyedeki lütuf ve ihsanlarını gerçek anlamı ile ifade edemeyecektir.
Yüce Rabbimiz ile ilgili inançlarımızın sınırlarını, nereye kadar yükseltebiliriz? Bugüne kadar öğrendiğimiz, kendimizi adadığımız ve dini açıdan emin olduğumuz Yüce Yaratıcı konseptimizi, gönüllü bir şekilde bırakıp daha yükseklere taşıma cesaretini gösterebilir miyiz?
Bu soruların amacı, Yüce Yaratıcı ile ilgili düşünce ve inancımızı, daha zengin bir seviyeye taşıyabileceğimizi göstermektir. Bu üçüncü esas açısından kendimizi Tanrı düşüncesine adadığımızda, benliğimiz/kişiliğimiz muhtemelen ne yaptığımızı kavrayamayacaktır. Benliğimiz/kişiliğimiz, en azından tanıdığı ve bildiği bir Yüce Yaratıcı konsepti ile yola devam etmekte ısrarcı olacaktır. Çünkü, merhametli, şefkatli ve dost bir Tanrıya aşinayızdır. Bunların hepsi güzel ve yerindedir. Ama şu hususun da bilinmesi gerekmektedir. Yüce Tanrı, hiçbir zaman aşina olduğumuz Tanrı düşüncesine benzemek mecburiyetinde değildir. Yüce Yaratıcı, aklımıza gelebilecek her türlü düşünce seviyesinin ötesindedir. Bu hakikati teyid eden bir hadîs-i şerîfte, Yüce Nebi (sas) şöyle buyururlar:
يَجْمَعُ اللَّهُ النَّاسَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَيَقُولُ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ شَيْئًا فَلْيَتَّبِعْهُ . فَيَتَّبِعُ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ الشَّمْسَ الشَّمْسَ وَيَتَّبِعُ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ الْقَمَرَ الْقَمَرَ وَيَتَّبِعُ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ الطَّوَاغِيتَ الطَّوَاغِيتَ وَتَبْقَى هَذِهِ الأُمَّةُ فِيهَا مُنَافِقُوهَا فَيَأْتِيهِمُ اللَّهُ – تَبَارَكَ وَتَعَالَى – فِي صُورَةٍ غَيْرِ صُورَتِهِ الَّتِي يَعْرِفُونَ فَيَقُولُ أَنَا رَبُّكُمْ . فَيَقُولُونَ نَعُوذُ بِاللَّهِ مِنْكَ هَذَا مَكَانُنَا حَتَّى يَأْتِيَنَا رَبُّنَا فَإِذَا جَاءَ رَبُّنَا عَرَفْنَاهُ . فَيَأْتِيهِمُ اللَّهُ تَعَالَى فِي صُورَتِهِ الَّتِي يَعْرِفُونَ فَيَقُولُ أَنَا رَبُّكُمْ . فَيَقُولُونَ أَنْتَ رَبُّنَا . فَيَتَّبِعُونَهُ
“Allâh, kıyamet gününde (bütün) insanları toplayıp, bir araya getirerek şöyle buyuracaktır: “Kim (dünyada iken Allâh’tan başka) neye ibadet ettiyse, onun arkasından gitsin.” (Dünyada iken) Güneşe ibadet edenler güneşin arkasından, aya ibadet edenler ayın arkasından, tağutlara ibadet edenler de tağutların peşinden gidecektir. Geriye, aralarında münafıkları da bulunduğu halde bu ümmet kalacaktır. Allâh Tebâreke ve Teâlâ, onlara kendisini tanıdıkları suretten başka bir surette gelerek, “Ben Rabbinizim” diyecektir. Onlar, “Senden Allah’a sığınırız. Rabbimiz yanımıza gelinceye kadar buradan ayrılmayacağız. Rabbimiz gelirse biz onu tanırız” diyeceklerdir. Sonra Allâh Teâlâ, tanıdıkları surette gelecek, “Ben Rabbinizim” diyecektir. Onlar da, “Sen Rabbimizsin” diyecekler ve onun arkasından gideceklerdir.”[4]
Asla tam olarak bilinemeyen, önceliğinden daha başka bir öncelik, sonralığından daha başka bir sonralık olmayan, açıklığının daha ötesinde başka bir açıklık, gizliliğinin daha derûnunda başka bir gizlilik bulunmayan Yüce Allâh’a tam bir sadakate odaklanarak ve bu sadakatten de ne umduğumuzu belirleyerek, Yüce Rabbimizin kendisine olan yolculuğumuzda işleri bizim için kolaylaştırmasını dilememiz gerekmektedir.
Konu ile ilgili ek okuma olarak, sitedeki “ALLÂH’a (cc) Sığınma: İstiâze” başlıklı yazı mütalaa edilebilir.
Sonuç

Amelsiz ilim sakîm, ilimsiz amel akîmdir. Amelle birlikte ilim ise, bir sedefte tek olarak meydana gelen büyük ve iri, çok makbul dürr-i yetîm (inci) gibidir. Amelsiz ilim divanelik, ilimsiz amel bîganeliktir. Himmetleri yüksek kimseler, tevhid kılıcı ile O’ndan (cc) başka her şeyden alakayı kesmiş ve yalnızca Bir’e (cc) odaklanmışlardır. Kalpleri ilâhî aşkın esiri olanların ruhları ayâna garkolmuş, kurbiyetin nuru ile de mamur olmuşlardır. Kuru laflardan ve dedikodulardan uzakta, vahdet ikliminin baş döndürücü müşahedesinde, hakîki matlûba ulaşmışlardır. Yüce Rabbimizin nimetlerinin hazine dairesi lütuflarla doludur ve taliplerini beklemektedir.
Yolu gören herkes yolcu değildir ve her yolcu da maksada ulaşamaz. Yolculuğunda Yüce Allâh’tan muvaffakiyet üzere olanlar, salih amel işleyenler, müttakîler, nefislerini kötülüklerden uzak tutmuş kimseler, sabırlılar ve tevbekârlardır. Onların fenâ bulmuş nefisleri, muhabbete teşne kalpleri, aşkla aydınlanmış sırları ve umutla dolu ruhları vardır. Kul, bu manaları ve vasıfları elde etmeye çalıştığı müddetçe yolda demektir. Maksada ulaşamayanlar ve şehrahtan sapanlar ise, haddi aşanlar, haksızlık yapanlar, günahkârlar, kibirliler, cimriler ve başkalarının hatalarından mutluluk duyanlardır.
Kişinin, kendisine ârız olan negatif halleri, kendisi gibi fanîlere aktarmasının adı “şikâyet”tir. Ancak kişi, kendisini hiç yoktan yaratan Yüce Allâh’a yönelerek halini arz ediyorsa, bunun adı “şikâyet” değildir. Çünkü şikâyet, dosttan başkalarına dert yanmaktır. Sonsuz Dost’a yönelerek, dertlerini saygılı bir eda ve biraz da örtük şekilde açmak ise bizzat “tevhid”dir. Bu tür yakınmaların zahiri de şikâyet gibidir. Ancak bâtını ise, “şükür” ve “minnet” renklidir.
Üsve-i hasene İbrâhim Peygamberin (as) torunu, İsrâiloğulları’nın atası ve manevi rütbesi pek yüksek Yakub Peygamber (as), uzun yıllar yaşadığı sıkıntı ve zorluklara mukabil, etrafına ve yakınlarına herhangi bir şikayet aktarmamıştı. Kendisine yapılabilecek iyilik görünümlü önerilere karşı da (اِنَّمَا اَشْكُوا بَثّٖى وَحُزْنٖى اِلَى اللّٰهِ) “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim” (Yusuf, 12/86) diyerek tavır almış ve sadece Yüce Dost’a yönelmişti.
Hz. Eyyûb’un (as), şikâyeti de bu türdendi. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bu hususu şöyle beyan eder:
(وَاَيُّوبَ اِذْ نَادٰى رَبَّهُ اَنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ) “Eyyûb’u da (an). Hani o Rabbine, “Bana hastalık/zarar dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye seslenmişti.” (Enbiya, 21/83)
Allâh Teâlâ, Hz. Yakub’u (as) sınadığı gibi, Hz. Eyyûb’un (as) bütün malını, çocuklarını ve sağlığını, çeşitli vesileleri ve vasıtaları kullanarak yıllarca elinden almış, onu da sınamıştı. Ancak ne Hz. Yakub (as), ne Hz. Eyyûb (as) ne de diğer peygamberân-ı izâm (ase), “Ey insanlar, bana dertler ve sıkıntılar ârız oldu!” demediler. Çünkü, Sonsuz Dost’tan başkalarına dert anlatmak asıl şikayetti. Durumunu, “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim” ya da “Rabbim, bana hastalık/zarar dokundu” şeklinde Sonsuz Dost’a aktarmak ise, sonsuz kuvvet sahibine aczini ve fakirliğini teslim etmekti. Tek (Ehad) ve hiçbir şeye muhtaç olmayana (Samed) kendi zilletini göstermekti. Bunun adı “şikâyet” değil, “şükür” ve “minnet”ti.
Yüce Allâh, doğrusunu en iyi bilendir.
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ
“(Ey Rabbimiz) Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Hiç şüphesiz, en iyi bilen Sensin, tam hüküm ve hikmet sahibisin.”
(Bakara, 2/32)
اللهمّ أحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي الأُمُورِ كُلِّهَا، وَأجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الآخِرَةِ وَصَلَّى اللهُ عَلَى رَسُولِهِ وَالأَئِمَّةِ المَيامِينَ مِنْ آلِهِ وَسَلَّمَ تَسْلِيْمَاً كَثِيْرَاً
“Allâhım, bütün işlerde akıbetimizi güzel kıl. Bizleri dünyada aşağılanmaktan, âhirette de azaptan koru.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, [17778]; Taberani, Kebîr, [1198]) Allâh’ın rahmeti ve sonsuz selamı, Şanlı Elçisine ve âlinden gelen uğurlu imamlara olsun.
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/397 (Hadis no: 15351); İbn Mace, Mukaddime, 11.
[2] İbn Hibban, Sahih, 2/406 (Hadis no: 640).
[3] Müslim (Hadis no: 486).
[4] Müslim (Hadis no: 182).
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.
