Toplumsal Değişimler ve Uygarlıklar Üzerine Sosyolojik Çözümlemeler 1: İslam & Batı

Musa Kâzım GÜLÇÜR



16 / Eylül / 2023


İçindekiler

Giriş

I. Kısım: Toplumsal Değişimler ve Dönüşümler

II. Kısım: İslam, Batı Uygarlığı ve Batı Yanlılığı

Sonuç


أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيطَانِ الرَّجِيمِ

Kendilerindekini değiştirmedikçe, Allâh o toplumları (değerlerini, hasletlerini, toplumları toplum yapan temel özellikleri, vb.) kesinlikle değiştirmez. Allâh, bir topluma kötülük dilediğinde ise, o kötülüğü önleyebilecek yoktur. Onlar için, Allah’tan başka bir yardımcı da olmaz.

(Rad, 13/11)

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ ، والعاقبة للمتقين، اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تُحَلُ بِهَا العَقْدُ وَتُفُرَّجُ بِهَا الكُرَبُ وَتُشْرَحُ بِهَا الصُّدُورُ، وَتُيسَّرُ بِهَا الأُمُورُ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ تَسْلِيمَاً كَثِيرَاً

 (TâHê, 20/25-28)

Ezelden ebede kadar, bütün olmuş ve olacak hamd ve senalar, tam ve kemaliyle, âlemlerin yegâne Yaratıcısı, yöneteni ve kemale erdiricisi Yüce Allâh’ındır. Hüsn-ü âkıbet de müttakîler içindir. Allâhım, Seyyidimiz Muhammed’e, ailesine ve ashabına, kendisi ile düğümlerin çözüleceği, sıkıntıların yok olacağı, gönüllerin ferahlanacağı, dünyevî ve uhrevî işlerin kolaylaşacağı salâtlar ve selamlar ederiz.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin izni ve inayeti ile, bu ve sonraki yazılarımızda, Sosyolojinin bazı ana konularına temas etmeye çalışacağız. Şimdi öncelikle, başlıkta yer alan kelime ve kavramları tanımlayacağız.

Toplumsal değişimler” kavramı, kültürel değişimler ile birlikte insan ilişkileri ve davranış kalıplarındaki değişimleri ifade eder. “Toplumsal değişimler”, “gelişme, ilerleme, kentleşme, vb.” nispeten pozitif durumlar ile birlikte, “yabancılaşma, kuralsızlaşma, yozlaşma” gibi negatif hususları da belirtir. “Toplumsal değişimler” çoğu zaman plansız bir şekilde gerçekleşir ve yerleşik nüfus arasında çeşitli kolaylıkları ve uyuşmazlıkları da tetiklemiş olur. Bazı toplumsal değişimler çabucak sönerken, bazıları daha uzun dönemlerde etkili olur. Kültür faktörü, tek başına en önemli değişim aracıdır. Teknolojik gelişmeler de toplumsal değişimler için kültür kadar olmasa da etkili faktörlerden bir diğeridir.

Uygarlık” kelimesi, insan türünün, düşünce, sanat, bilim, teknoloji gibi maddi ve manevi bütün alanlarda ortaya koymuş olduğu ilerlemeleri ve ürünleri ifade eder. “Uygarlık”, insanların yeryüzündeki devamlılıkları, dini hayatları, yerleşim şekilleri, hükümet tarzları, sosyal sınıfları, ekonomik sistemleri, okuryazarlıkları ve kültürel diğer özelliklerini tanımlar. “Uygarlık” bazen basitçe, şehir hayatı, kentleşme ya da medeni olma durumudur. Uygarlıklar, siyaset tabanlı karar mekanizmaları, profesyonel dini kurumları, ileri seviyedeki sanatları ve mimarileri, girift eğitim yapıları, vb. ile çevrelerini etkileyen kültürler geliştirirler. “Uygarlık” kelimesinin bir diğer eş anlamlısı “medeniyet” kelimesidir.

Sosyoloji” kelimesi, toplumsal kurum ve kuruluşların, toplumsal eylemlerin ve fenomenlerin, daha öz şekilde söylersek insan topluluklarının, sistematik şekilde ele alınmasıdır. Sosyoloji, toplumsal katmanlardan ayrı düşünülemeyen bireylerin, geniş bir perspektif içerisinde, bilhassa da sosyal davranışları yönü ile incelenmesidir. Sosyoloji, katı gerçeklerle yüz yüze gelme, aynı olmayan dünyalar arasında pencereler açmadır. Sosyoloji, devletler, uygarlıklar, ekonomik toplumsal yapılar ve kuruluşlar gibi makro düzeyler, diğer taraftan düşünceler, eylemler ve karşılıklı etkileşimler gibi mikro düzeyler ve bunlar arasındaki ilişkilere ışık tutmadır. Bireyler ve bireylerin oluşturduğu kendine has nitelikleri olan toplumlar arasındaki karşılıklı bağımlılıklar, sosyolojinin odak noktalarıdır.

Bu yazı, iki kısım halinde tasarlandı. İlk kısımda, toplumsal etkileşim, üretim ve değişim, fikirlerin gücü ve kültürel etki, toplumsal yapılar ve insanlar arasındaki ilişki, üretim ve nesneleştirme, emek ve değer, toplumların bilimsel incelenebilirliği, toplumsal karmaşıklık ve bağımlılık, ahlâkın özerkliği ve değişimdeki rolü, deneysel süreçlerin incelenmesi, otorite ve otoriter yapılar, rasyonellik ve grup yaşamı konuları üzerinde kısaca duruldu.

İkinci kısımda, Batı kültürüne karşı duyulan hayranlık ve Batı’nın üstünlüğüne verilen önem eleştirilerek, kültürel kimliklerin ve farklılıkların değeri vurgulandı. İslam uygarlığının evrensel ve zaman üstü nitelik taşıdığı, etik normlara, hakikat bilgisine, toplumsal sorunları çözme yeteneğine sahip olduğu ve barışı hedeflediği belirtildi. Sosyolojik açıdan, önemli düşünceler ve değerler üzerine odaklanan bir bakış açısı sunulmaya çalışıldı.

Tarımsal toplumdan endüstriyel topluma geçiş, düşük ücretler için uzun saatler çalışan çoğunluk, büyük kazançlar sağlayan azınlık, şehirlerin gelişmesi, nüfus artışı, kirlilik, gürültü, trafik karmaşası ve kent sorunları gibi daha pek çok husus, toplumların gelişimlerinde önemli dönüm noktaları oldu. Artan uzmanlaşmalar, kültürel dünyanın çeşitli bileşenlerini üretmeye yönelik, nispeten gelişmiş yetenekleri ortaya çıkardı. Ancak, bu son derece uzmanlaşmış bireyler, kültürün bütünü hakkındaki perspektiflerini yitirdi. Entelektüel alan çok büyüdüğü için, giderek az sayıda birey “entelektüel” etiketini hak eder hale geldi.

Dünya elbette, statik yapılardan değil, çeşitli süreçler, ilişkiler, hareketler, çatışmalar ve çelişkilerden oluşmaktadır. Devinimlilik ve hareketlilik, fikirler gibi manevi alanlar ile birlikte, ekonomi gibi maddi alanlarda da meydana gelmektedir. Zihinsel süreçler ve üretilen fikirler, bir anlamda toplumların ruhlarını yansıtmaktadır. İnsanlar, daha önceleri dünyayı genel anlamda, duyusal ve fiziksel olarak anlamaya önem vermişlerken, sonraki zamanlarda ise kendilerini anlamaya ve bilmeye de odaklandılar. Böylece, bir şekilde olduklarından daha fazlasına ulaşabileceklerini düşündüler.

İnsanların ne oldukları ile ne olabilecekleri arasındaki çelişkilerin çözülmesi, toplumların daha büyük olan ruhu içerisinde, bireylerin kendi yerlerinin farkına varmaları ile mümkündür. İnsanlar, dünyayı ve maddeyi değiştirebilmekte, onları terkiplerle yeniden üretebilmekte, böylece günlük hayattaki gereksinimlerini giderebilmektedirler. Üretim dürtüsü, toplumlarda hayata geçtiğinde, müşterek çalışmalar kendisine yer bulur. Değişimler daha çok, eyleyenlerin denetiminin ötesinde meydana gelir.

Ancak bu süreç, tarih içerisinde çeşitli maddi yapılar tarafından bozulmuş ya da dejenere edilmiş, insanlar yabancılaşma, yani ürettikleri şeyler ve toplumları arasındaki ilişkilerin bozulduğu, ürünlerin insanları adeta kontrol etmesi ile ifade edilebilen bir fenomen ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu anlamda yabancılaşma, insanlarla ürettikleri ürünler arasındaki normal sürecin bozulması, azınlık için üretme faaliyetinin, bir nevi içselleştirilmesi ve normal görülmesi durumudur.

Fikirler, dünyayı derinden etkileme potansiyeline sahip özerk güçlerdir. İnsanlar, amaçlarına en uygun rasyonel araçları arayarak, hız ve verimliliği bir arada kullanarak yeni çözümler üretirler. Büyük kültürler ve onların çeşitli bileşenlerinin etkisi arttıkça, bireye ait önem azalır.

İlk dönemlerde, toplumların arkadaşlık ve gönüllü işbirliği anlayışları, rahat bir şekilde güçlü ve ortak moral anlayışlara evrilebiliyor, toplumlar uyum ve ahenge dayalı müşterek faaliyetlerde çok büyük sorunlarla karşılaşmıyorlardı. Ancak tarihsel değişim ve buna bağlı dönüşümler, çelişkileri çözme çabalarımıza esaslı darbeler vurdu. Oluşan yeni ve büyük çelişkiler, toplumsal hayatta yeni yönelimleri meydana getirdi. Olgular ve değerler kaçınılmaz şekilde iç içe olduğundan, toplumsal devinimler de değer yüklü hale dönüştüler.

Toplumsal etkiler, asla basit bir şekle ya da tek yönlü işleyişe sahip değillerdir. Toplumsal katmanlardan birinin diğerine etkisi ve nedensellik, bütüncül bir bakışla ancak kavranabilir. Toplumlar, sürekli hareket halinde oldukları için, basit ya da belirlenimci bir modele uymazlar. Eyleyenler ile toplumsal yapılar arasında da devamlı değişen hareketli ilişkiler bulunur.

Bilhassa büyük ölçekli yapılar, insanların kendilerini geliştirmelerine yardımcı olabilirlerken, diğer taraftan insanlığa yönelik ciddi tehlikeleri de temsil ederler. Hırslar ve şiddete yönelik eğilimler, toplumsal değişimlerin yaşanmasının ve gerçekleşmesinin temel amilleri durumundadırlar. Dolayısı ile, türsel varlığımızla ilgili asli verilere ulaşmadıkça, toplumsal değişimlerle ilgili gerçekliklere ulaşmamız da o derece zor olacaktır.

Üretimlerimiz, amaçlarımızı yansıtmakta, bu sürecin sonunda da nesneleştirme diyebileceğimiz bir safha meydana gelmektedir. Daha farklı bir deyişle gereksinimlerimiz, bakış açılarımızı ve benliklerimizi çeşitli dönüşümlere uğratmaktadır. Mesela bir sanat eseri, sanatçının düşüncesinin nesneleşmesidir. Ancak sanatı nesneleştirme süreci, yeni fikirleri ve bakış açıları edinen sanatçının da dönüşümüne ve değişimine sebep olmaktadır. Gereksinimlerimizin emek yolu ile karşılanması, yeni gereksinimleri üretmektedir.

Söz konusu keyfiyet, tıpkı insanlık tarihinin motor mekanizması gibidir. Bir şeyin değeri, emeğin onu üretmesi ve diğerlerinin ona gereksinim duyması ile bağlantılı haldedir. İçtiğiniz bir fincan kahve ile ilgili basit alışverişte dahi, yüzlerce başkaları ile irtibatlı hale gelirsiniz. Servis yapan kişi, kafe çalışanları, ithalatçı firma görevlileri, taşıyıcı tır şoförleri, liman işçileri, kahve çekirdeklerini toplayan ırgatlar, bahçe-tarla sahipleri, vb. gibi. Dolayısı ile, insanların maddi gereksinimlerini sağlama biçimleri, birbirleri ile olan ilişkilerini, en nihayetinde toplumsal kurumları ve bunların dayandığı fikirleri biçimlendirmektedir.

Toplumlar, bilimsel olarak incelenebilirler. Irkçılık, hava kirliliği, ekonomik buhranlar ve çevrenin bozulması gibi, hemen bütün toplumsal sorunlar neticede birey kaynaklıdır. Dolayısı ile toplumlar, bilimsel olarak incelenemeyecek amorf yapılar değillerdir. Toplumları şekillendiren ortak inançlar, paylaşılan anlayışlar, normlar ve duygular bulunmaktadır. Bireyler, bu toplumsal etkileşime bilhassa taklit yolu ile katılırlar. Ancak yine de bu toplumsal billurlaşmaya karşı olan akımlar da söz konusu olabilir. Hatta bu akımlar, bazen en güçlü kurumları dahi etkileyebilecek seviyeye gelebilirler.

Bireyler arasındaki etkileşimlerin karmaşıklığı ve yoğunluğu, kolayca açıklanamayacak yeni gerçeklikler düzeyinin ortaya çıkışına sebep olur. Sonuçta toplumu bir arada tutan, temelde aynı şeyleri yapan insanlar arasındaki benzerlikler değildir. Bunun yerine, insanları birbirlerine bağımlı olmaya zorlayan, işbölümüne dayalı toplumsal yapıdır. Toplumsal açıdan bütünlük, mekanik bir yapı olmaktan daha ziyade, organik bir özellik göstermektedir. Bu da bir toplumdaki bireylerin tümünün farklı görevler ve sorumluluklar taşıdığını gösterir. Marketçiler, fırıncılar, kasaplar, araba tamircileri, öğretmenler, memurlar vb. gibi.

Ancak cemaat gibi topluluklarda daha çok mekanik yapı hakimdir. Böyle bir topluluktaki ayırt edici özellikler, baskıcı bakış açılarıdır. Bu tür yapılarda, normları ihlal edici herhangi bir eylem, katı bir şekilde karşılık görür. Organik dayanışmanın olduğu toplumlarda ise, daha az rekabet ve daha az farklılaşma vardır. Bu durum, artan işbölümleri ve işbirlikleri ile birlikte, daha fazla verimlilik anlamına gelir. Böyle bir toplumda bireysellik bilhassa öne çıkmıştır. Bu bireysellik, toplumsal bağların karşıtı değil, reddedilmez bir gerekliliktir.

İnsanî anlama için temel kategoriler, toplumsal yaşamın ritimlerinden ortaya çıkan zaman ile, toplum tarafından oluşturulan işgaller neticesinde meydana gelen mekan algısıdır. Birey, cemaat ve grup çıkarları aynı olmadığından, hatta söz konusu çıkarlar çatışma üretebileceğinden ötürü, bencil dürtülere karşı direnebilecek yegane iç otorite ahlâk duygusudur. Bu, bir anlamda bireylerin ve toplulukların, huzurlu ve mutlu olmalarını temin eden üst disiplindir. Ahlâk, dayatılan bir görev değil, istenilen ve arzu edilen ruhsal ve zihinsel bir bağlılıktır.

Bu tür bir bağlılık, bireylerin ya da toplulukların, zekayı ve düşünceyi yok saydığı, kör ve anlamsız bağlılığı gerektiren bir yapı değildir. Bilakis ahlâkî özerklik, bireyleri ve toplulukları yenileştiren, değiştiren ve dönüştüren tutarlı çabalar bütünüdür. Bu anlamda, bireylerin toplumda işlev sahibi olmalarını sağlayan fiziksel, entelektüel ve ahlâkî nosyonlar, ancak bir eğitim süreci sonunda ortaya çıkabilirler.

Böyle bir eğitim, bilhassa da gençlerin topluma yönelik müspet tutumlarının geliştirilmesine önemli bir vesile hükmündedir. Yine böyle bir eğitim, bireyleri olumsuz davranışların girdabına sürükleyen negatif tutkuları dizginler, istendik müspet davranışların hür irade tarafından gerçekleştirilmesini temin eder. Bunun aksi bir vaziyet, bilhassa çocukların ve gençlerin, aşağılık bir ahlâka maruz bırakılmaları anlamına gelir.

Deneysel süreçlerin tipik aşamalarını ve genelleşmiş tekdüzeliklerini formüle etmeye, nedensel çözümlemeye ve kültürel öneme sahip eylemleri, yapıları ve kişilikleri açıklamaya ihtiyaç bulunmaktadır. Toplumsal eylemlerin süreçlerinin nasıl geliştikleri ve sonuçlarının nedensel açıklamaları, bizlere eylemlerdeki aklîliği ya da insiyakîliği gösterir. Bu açıdan, eylemler ile tepkisel süreçlerin birbirlerinden ayrı tutulmaları mümkün hale gelir. Çünkü, bilinçli birey tarafından eylenen etik, estetik ya da ahlâkî fiiller ile alışkanlıklara bağlı ve göreneklere dayalı edimler birbirlerinden farklıdırlar.

Otoriter yapılar, hemen her toplumda var olagelmektedir. Otoriteler, kurallar gereğince otorite durumundaki kişilerin icra yetkilerine veya geleneğin hakimiyetine dayalı yönetimlerin meşruluğuna yönelik inanca ya da örnek karaktere dayalı normatif düzene adanmalara dayalı şekillerde ortaya çıkar. İnanç umdelerinde sapıklığa ve yanlışa götüren görüş ve uygulamalar dışındaki tüm konularda, otoriteye itaat asla suç değildir. İlkeli şiddet, inancın korunmasında önemli bir araçtır. Yeryüzünde adaleti gerçekleştirmek isteyen bir inanç, şiddeti bünyesinde barındıran bir aygıta mutlak anlamda ihtiyaç duyacaktır. Çünkü ahlâkî nedenlere dayalı şiddet özelliği taşımayan herhangi bir aygıt, kesinlikle iş göremez.

Geleneksel otorite, liderin ya da yönetim erkinin yüceliğini kabule dayanır. Böyle bir sistem içinde lider, yönetici durumundaki kişidir. İdari kadrolardaki kimselerin bağlılıkları, yönetici ile ilişkilerinin derecesini belirleyen husustur. Bu yapıda geleneksel kadro, açıkça tanımlanmış yeterlik alanları olan görevlilerden yoksundur. Üst ve alt ilişkileri rasyonel düzlemde değildir ve belirli bir hiyerarşiden uzaktır. Atamalar ya da yükselmeler, özgür sözleşmeler çerçevesinde gerçekleşmez. Kabiliyetler, yetenekler ya da eğitim düzeyleri, konum elde etmek için olağan gereklilikler değildir. Genel olarak, daha yaşlıların hakimiyeti söz konusudur. Geleneksel otorite yapısı, rasyonelliğin gelişmesine engel teşkil eder.

Karizmatik otoritede ise taraftarlar, gerçekte herhangi bir üstün özelliği olmamasına rağmen, bir lideri karizmatik olarak tanımlar ve etrafında toplanırlar. Taraftarlarının nazarında doğaüstü, insanüstü veya en azından istisnaî güçlere ve niteliklere sahipmiş gibi kabul edilir. Karizmatik önder kendi düşüncesi doğrultusunda bir işe el atar ve salt taşıdığı misyona dayanarak yandaşlarından itaat bekler. Beklentisinin realizesi ise başarısı ile doğru orantılıdır. Mutlak bir kural olmamakla birlikte, karizmatik kişi para ve gelir sahibi olmaktan iradi şekilde kaçınır. Sadece lider değil, tilmizleri ve takipçileri de misyonlarını icra edebilmek için dünyalık peşinde koşmama kuralına bağlı kalmaya çalışırlar.

Karizmatik sistem, doğası gereği kırılgandır. Bu sistemde kadro, liderden sonra varlığını devam ettirebilmek için, sistemin devam edebileceği bir ortamı meydana getirmeye çalışır. Böyle bir mücadele, doğası gereği istikrarsızdır. Karizmatik sistem, saf biçimi ile, sadece lider yaşadığı sürece varlığını devam ettirebilir. Meydana çıkabilecek yeni lider de bir önceki ile aynı haleye sahip olamaz. Gurubun gelecekteki lideri için bir dizi kural oluşturulsa bile, bu kurallar hızlıca geleneksel modellere evrilir. Başkaca stratejiler oluşturulduğunda dahi, bu çabalar başarısızlıkla sonuçlanır, grup hareketliliği ve nitelikleri sürdürülemez.

Grup yaşamında rasyonelliği hayata geçiren insanlar, verili gerçeklikleri kabul ederler ve zorlukların üstesinden gelebilmenin en uygun biçimlerini oluşturmaya çalışırlar. Büyü bağlarının çözülüşü ile ortaya çıkan rasyonel sosyalleşme, rutini tehdit eden hususların başında yer alır. Artan soyut kavramlar aracılığı ile, gerçekliğe hükmetmeye yönelik bilişsel bir çaba görünmeye başlar. Ancak bu entelektüel rasyonelliğin, eylemler ve edimler üzerindeki etkisi sınırlı olur ve sadece bilişsel süreçleri kapsar.

Araçlar ve amaçlar arasındaki anlamlı ilişkiyi kurabilme, ancak evrensel kurallar ve düzenlemelere yönelmekle mümkün olur. Bireyler ve gruplar, çoğu zaman amaçları ile çelişen sonuçlara ulaşırlar. Toplumsal yaşamın sağlam temelleri, ancak çeşitli amaçlar ve çıkarlar için birbirleri ile etkileşen bilinçli bireyler ya da gruplar ile oluşturulabilir. Dolayısı ile tabakalı bir sistemde, üstte yer alanlar ile altta yer alanlar, yabancılaşmanın artmaması için birbirleri ile müspet anlamda etkileşimlerini devam ettirmek zorundadırlar.

İslam, dünya halkları arasında kıyamete kadar hüküm sürecek, bu da İslam’ın ya gönüllü bir şekilde ya da manevi bir şevkle kabulü ya da fetihleri yolu ile gerçekleşecektir. Bu vizyon ve misyon, elbette coğrafi sınırları dikkate almayacaktır. Batı’nın, ne Müslümanlardan ne de İslam’dan, kendi dinlerini kabul etmedikçe razı olmaları söz konusu bile değildir (Bakara, 2/120). Halbuki Yüce Allah’ın, sosyal ve toplumsal hayatları kendisine göre belirlememizi istediği İslâm, eşsiz bir dinî değerler sistemidir (Ali İmran, 3/19). Diğer din ya da sistemlerin hiçbirisi İslâm ile eş düzeyde değildir. Batı devletlerinin, İslam uygarlığına ve Müslümanlara karşı savaşma konusunda birbirlerinin dostları oldukları gayet açıktır (Maide, 5/51; Enfal, 8/73; Câsiye, 45/19). İçlerinde gizledikleri öfke ve kin, ağızlarında gevelediklerinden çok daha büyüktür (Ali İmran, 3/118). Kur’ân-ı Kerîm, Müslümanların dostluklarını, ancak Yüce Allah’a, Şanlı Nebi’ye (sas) ve iman edenlere tahsis etmektedir (Maide, 5/55). Galipler ise, Batı ideolojisi karşısında mahmurluktan yere yığılanlar değil, hiç şüphesiz Yüce Allâh’a ve dostlarına taraftarlıkla izzetli bir şekilde ayakta duranlardır (Maide, 5/56).

Günümüzde, Batı’ya adeta aşıkçasına bakışların, Batı yanlılığı ve Batı’nın gelişmişliğine yüklenen “üstünlük” etiketlerinin etkisi altında, niçin daha önce Batı’ya yerleşmediğini sayıklayan anlamsız ve saçma telehhüflerle karşılaşıyoruz. Bu şekildeki Batı hayranlığının sebebi nedir? Niçin Afrika hayranlığı değil de Batı hayranlığı? Bu hayranlık Batı’nın ahlâkına mıdır? Yoksa Batı’nın maddesine midir? Her iki durumda da bu hayran kitlesinin tapındığı ve inandığı, Batının putperestliği ile yozlaşmış ahlâkı değil midir? Bu sarhoşçasına hayran kitlesinin amacı, Yüce Allâh’ın rızası olabilir mi? Asla.

Bu şaşkın kitleler, Müslüman toplumların ve coğrafyaların, Batı’ya benzemeleri dışında bir seçenekleri olmadığı fikrini aşılamaya çalışmaktadırlar. Maalesef bu kakafoniye, bazı aklı başında zannedilen Müslümanlar dahil olmakta, böylece açık bir şekilde Batı’nın işine yarayacak olan kültürel emperyalizme ve onun istenmeyen sonuçlarına, herkese uydurulmak istenen tek tipleştirmeye bilinçsizce “evet” demiş olmaktadırlar. Söz konusu Müslümanların, İslam ve Batı kültürleri arasındaki farklılıkları, İslam kültürü lehine kullanmaları doğru ve anlamlı bir hedef iken, İslam kültürünü Batı kültürüne yanlış ve mantıksız mukayeselerle, geri kalmış ve yetersiz göstermeleri tam bir aymazlıktır.

Elan dünyanın yeniden biçimlenişinin muharrik unsuru, değişimlerin ve dönüşümlerin kültürel farklılıklara dayanmakta oluşudur. İslam uygarlığı ile Batı uygarlığı arasında, önemli farklılıklar bulunmaktadır. Müslümanlara burada düşen en temel görev, Batı’ya öykünmeleri değil, İslam ve Batı arasındaki derin farklılıkların, tarihsel düşmanlıkları üreten tehlikeli durumlara dönüştürülmemesi adına, bilimsel çabalar üretmeleridir. Köklü ve sağlam İslam uygarlığının, kendisine has çok kıymetli değerleri, toplumsal ilişkileri, gelenek ve görenekleri bulunmaktadır. İslam uygarlığı, en kalıcı insan birliktelikleri, en geniş kültürel kimliği, bütünlüklü yapısı ve felsefesi ile, nesnelerin gerçekliklerini, bireylerin de duygu, düşünüş ve sezilerini önemseyen, özneye önem veren bir kimliğin en geniş kaynağıdır.

Şurası açıktır ki Batı, yavaş bir şekilde de olsa İslam uygarlığı karşısında gerilemekte, düz bir çizgi halinde gerçekleşmemekle birlikte, maddi ve manevi kaynakları azalmaktadır. İslam uygarlığının, Batı uygarlığı karşısındaki canlanışı, yükselişinin amilleri ve güçlenmesinin asli kökleri, daha çok çarpıcı nüfus artışında ve bu nüfusun mobilize olmasında yer almaktadır. İslam uygarlığı, Batı’nın dünyanın geri kalan coğrafyalarını tek tipleştirme politikalarını, “tehlikeli emperyalist emeller” olarak işaretlemektedir. Batı emperyalizmi, İslam uygarlığını hedef almakla, uygarlıklar arası antlaşma ve dostluklara zarar vermiş, uygarlıklar arası fay hatlarını daha da derinleştirmiştir.

İslam uygarlığının, coğrafi ya da bölgesel ve hatta zamansal bir sınırı yoktur. İslam uygarlığı, dünyanın hemen her noktasına kadar işlemiş, siyaset, düşünce, eylem ve etkileşim gibi toplumsal temelleri itibarı ile, hem insan doğasını hem de toplulukları etkisi altına almıştır. İslam siyaseti ve uygarlığı, etik normlara ve hakikat bilgisine sahip olma sayesinde, insani sorunlarla başa çıkma, toplumlar arası uyumu garanti altına alma ve barışı hedefleme gibi temel motivasyonları, sağlam bir şekilde bünyesinde barındırmaktadır. İslam siyaseti ve kültürü, insan eylemleri üzerinde doğrudan etkisi olan, düzenleyici mantığı bulunan, kendi içinde güç taşıyan fenomenlerdir.

Siyasal kurumlarda görev alan Müslümanları güç ve şiddete bulaşmış, dolayısıyla şeytanlar ile antlaşma yapmış kimseler olarak görme, bilhassa ilk Hristiyanlara ait eksik, hatalı ve yanlış bakış açısıdır. Günümüzde, hala bu kusurlu ve arkaik düşünceye sahip çıkan kimselere rastlamak mümkündür. Geniş düşünemeyen, etkinlikleri sınırlı, dini ve kültürel değerlerine karşı yavaş da olsa ecnebî ve baskın kültürlerce yabancılaştırılmış, kendilerini de söz konusu baskıcı yapı içerisinde konumlandırılmış bulan bu tür kimselerin, İslam uygarlığı ile ilgili gerçekçi bir perspektife ulaşmaları imkansızdır.

İslam uygarlığı, uzun süren zaman çizgisinde, çeşitli kültürel ürünlerden özü itibarı ile farklı, bütünü ile orijinal, özgün bir düşünme ve eylem biçimine sahip, toplumsal dünya ile ilgili kurtuluşu kavramlaştırmış bir şekli kapsamaktadır. Önceden olduğu gibi, modern ve post modern toplumlarda da rasyonel çözümlere sahip, yoksulluk, cehalet ve ayrımcılıkla savaşan, bu tür sorunların üstesinden gelebilmek için geniş ve kapsayıcı programlar önerebilen, gerçek hürriyeti ve çok değerli ilerlemeleri beraberinde getiren ve geliştirebilen bir uygarlıktır.

Yüzeysel kalan, derinliği olmayan ve sahte bir mutluluk öneren Batı uygarlığı ile onun kültürel ürünleri, herhangi bir orijinalitesi olmayan, duygu ve heyecandan yoksun, umutsuzluğun ve yabancılaşmanın neredeyse somut bir resmidir. Batı uygarlığı, yüzer gezerdir ve özgün değildir. Tarihi temelleri olmayan, çelişkili ve karmaşık fikirlerle beslenen, pastişler üretmekle geçmiş ve şimdi arasında bağlantı kurmaya çalışan bir sapaklıktır. Göstergeler ve gerçekler arasındaki uyumsuzluk, şiddetli bir şekilde içe çöküşü haber vermektedir.

Batı uygarlığında pazarlanan sahtelikler ve çarpıtmalar, gerçekliklerden mutlaka daha fazla olmaktadır. Gerçeği sahteden ayırt etmek neredeyse imkansız hale gelmiştir. Bu, sonu felaketle sonuçlanacak olan, edilgenleşmiş, zaten az olan anlamını büsbütün yitirmiş, faydalı iletişim ve enformasyonu sönümlendirmiş, kitleleri şaşkın hale getirmiş bir kara delik uygarlığıdır. Kayıtsızlık, umursamazlık ve eylemsizlik, bu uygarlığın ana bileşenleridir. Bu uygarlıkta kitleler, sosyal medya hastalığına kapılmışlardır. Yüce Yaratıcıyı terk etmiş, gecelerini ve gündüzlerini tapınma seviyesinde sosyal medyaya adamış, dedi-kodu kazanına ve şirke düşmüşlerdir. Bu kimseler, sosyal medyanın saçmalıklar ve akıl dışılıklar ile, kendi yörüngesindekileri erdemler dairesi dışına atıp sürükleyen karanlık bir girdap olduğunu fark edemeyecek kadar kör, şaşkın ve akılsız hale gelmiş, yalanların içine ve zihinlerinin çoktan ölmüşlüğü anına tepe taklak gitmişlerdir.

Batı uygarlığını bir ideoloji olarak kabul edenleri gördüğümüz zaman ise, artık bu kimselerin fikirlerinin doğru olup olmadığı değil, bu fikirlere inanıp inanmadıkları asıl sorun haline gelmiştir. Batı uygarlığını bir ideoloji seviyesine getirenlerin, kendi fikir ve inançlarının daha iyi olduğunu ileri sürebilecekleri temelleri büsbütün yok olmuştur. Bu kimselerin bilhassa İslam uygarlığı ve toplumları ile ilgili eleştirileri ise, tamamıyla sorgulanabilir bir hüviyete bürünmüştür. Çünkü yargıları, normatif temellerden uzaklaşmış, toplumların ne olmaları gerektiği ile ilgili misyonları ve vizyonları bulanıklaşmış, kilit sorunlarla ilgili çözüm önerileri de göz ardı edilir hale gelmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm, toplumlarla ilgili geçerli kanunu şu şekilde beyan eder:

Toplumlar, kendilerinde bulunanları değiştirmedikçe, Allâh o toplumlara verdiği nimetleri kesinlikle değiştirmemektedir. Kuşkusuz Allâh, sonsuz işiten, sonsuz bilendir.” (Enfal, 8/53)

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu ayet-i kerimede, toplumlarda yerleştirmiş olduğu önemli bir kanuna işaret buyurmaktadır. Bu kanun, imanları ve salih amelleri sebebiyle sıhhat ve afiyet içinde olan toplumlara, onlar durumlarını değiştirmedikçe, bahşettiği huzur ve güven gibi çok temel nimetlerini geri almaması kanunudur. Yüce Allah’ın koyduğu sınırları aşmak sureti ile, toplum katmanlarının yanlış yollara girmeleri ya da çeşitli fitne ve vesveseler ile, toplumların sağlam yapılarının içten içe tahrip edilmesi, söz konusu toplumların kendilerini değiştirmeleri anlamına gelmektedir. Bu toplumlar, Yüce Allah’a itaati isyan ile, O’na (cc) şükrü küfür ile ve O’nun (cc) hoşnutluğunu, gazap sebepleri ile değiştirmişlerdir. Bu durumun sonucu ise, o toplumların çöküşleri ya da dağılmalarıdır.

Yüce Allâh, doğrusunu en iyi bilendir.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

(Ey Rabbimiz) Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Hiç şüphesiz, en iyi bilen Sensin, tam hüküm ve hikmet sahibisin.

(Bakara, 2/32)

İnşâAllâh, devam etmeye çalışacağız.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.