ÜMMÜ’l-AHİD II

Uzm. Dr. Orcan TANYALÇIN


Çok saygıdeğer Uzm. Dr. Orcan TANYALÇIN, kıymetli eserinin bu ikinci bölümünde, okuyucularını bir üst bilinç düzeyine taşımaktadır. İslam’ın temel prensiplerinden yola çıkarak, din, akıl, can, mal ve nesil gibi aslî amaçlara güçlü bir ışık tutmakta, bu değerlerin günümüz şartlarına uygun bir şekilde yeniden yorumlanmasına katkıda bulunmaktadır. Kalemi, ilahi ilhamın rehberliğinde şekillenmekte, derinlemesine bir kavrayışla İslam’ın özünü yansıtmaya çalışmaktadır. Yazar, dini konularda sadece kendilerini yetkin gören bazı sözde ilahiyatçılar ve din adamlarının dar bakış açılarını, bir hekim titizliği ile tedavi etmektedir. Bireylerin, dini alanlarda oluşabilecek düşünce sorunlarını çözmelerine yardımcı olmaktadır. Bu çalışma, okuyucularına sadece bilgi sunmakla kalmayıp, aynı zamanda onların İslam’a dair algılarını derinleştiren, yenileyen ve zenginleştiren bir kılavuz işlevi görmektedir.

Şimdi sizleri, sayın TANYALÇIN’ın bu güzel ve kıymetli yazısı ile baş başa bırakıyoruz.

Editör: Musa Kâzım GÜLÇÜR



04 Eylül 2024 Çarşamba


İçindekiler

Ceza Hükümleri

Başörtüsü Hakkında

İslam’dan Dönenlerin Durumu

Örümcek Evi

İnsan ve Hikmet

İlk Yaratılış ve Hz. Adem (as)

Yüce İrade

Manevi Semamızın En Parlak Güneşi: Kur’an-ı Kerîm

Kur’an’ın En Büyük Yıldızı: Ümmü’l Ahid Fatiha Suresi

Fatiha Suresinin Giriş Kapısı: Besmele (Giriş Bab’ı / Ümmü’l Âyet)

Gelişme Bâb’ı, Ahid Bölümü (Elif ve Lam Ayetleri)

Lam Ayetlerinde Bildirilen Yüce Allâh’ın Sıfatları

Cehennem Mimarı

Namaz, Kur’an’ın ‘Elif Lam Mim’ Söyleminin Nefes Almasıdır

Son Söz


Ceza Hükümleri

İnsanlar araştırmalarına rağmen kararsız kaldıkları konularda, ilimde derinleştiğine inandığı kişilerden görüş talep edebilir. Ama birilerinin söylemlerini doğru kabul edip harekete geçmek yerine, kendi ayakları üzerinde durmalı, kendi aklı ile nihai karar alacak bir yapıda olmalıdır. Din Gününde Yüce Allâh’ın hükmü karşısında hüsrana uğramamak için, herkes olabildiğince yetkin olmalı, hem geçimini temin ettiği dünyevi konuyu hem de dinini yeter seviyede öğrenmelidir.

Yüce Allâh’ın dini insan içindir. Dinde, insanların dünyevi mevkileri değil ama kalpleri önemlidir. Dinde sınıf yoktur. Dinde ruhbanlık sınıfı hiç yoktur. Bu konu ayet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerle sabittir. Bir din adamının, dünyalık geçimine ancak yetecek az bir bedel karşılığında, Yüce Allâh’a ibadet için gelen kullarına layığı ile ve severek hizmet vermesi yerine, hevesinin peşinde olarak dünyevi menfaatlere kapılması ya da siyasi çıkar gruplarının kapısında dili sarkmış şekilde solumasının adı ruhbanlıktır. Bir kısım din adamları, Yüce Allâh’ın dininden dünyalık devşirmeyi kendilerine en büyük gaye edindiler. Onlar, Yüce Allâh’ın dinini, kendi dünyevi refahlarına bir basamak haline getirdiler. Hükmü verecek olan Vahid ve Kahhar Yüce Allâh’tır.

Konunun genişliği ve birçok başlık altında tek tek üzerinde durulmasının gerekliliği bakımından, ceza hükümleri konusunda düşüncelerimi ayrıntıları ile paylaşmadan önce, ülkelerin yönetim usullerine kısaca değinmek isterim.

Çoğu demokrasilerin içi, silah, mafya, ilaç ve enerji sektörleri tarafından satın alınan, millete hizmetten başka her iş için kullanışlı milletvekilleri ile boşaltılmaktadır. Günümüzde, gücünü sadece halktan almış parlamenter sistemlerin kuvvetler ayrılığı, demokrasi ve özgürlükler konusundaki çalışmaları önemsenmelidir.

Yönetimde bulunanların hakiki liyakatleri ve vizyonları ile, ülkelerin öncelikli konularının doğru saptanması, başta adalet, bireysel özgürlükler, eğitim ve sağlık olmak üzere, hizmet verecek bütün kurumların yapısal yeterlilikleri, her ferde eşit mesafede olmaları, toplumsal refahın ve barışın asgari gerekliliklerindendir. Bu kurumlardan alınacak hizmetler ücretsiz verilmeye çalışılmalıdır. Aslında ülkelerin halklarını ilgilendiren konular, seçilenlerin heveslerine terkedilmemeli, mutlaka o konulara gönül vermiş liyakat sahiplerinin görüşleri dikkate alınmalıdır. Devletlerin asli görevlerinde hatalı kararlar, yanlış adımlar ciddi maliyetlerle yönetilenlere geri döner. Yönetimde bulunacak insanların liyakati, onları seçecek insanların yasalarla belirlenmiş ehliyetleri ile mümkündür. Yönetimde kalite için, oy verecek olanların belirli bir yaşın üzerinde olmaları, ülkelerine vatandaşlık bağı ile bağlı olmaları yeterli değildir. Seçmende, zorunlu eğitimin tamamlamış olması şartı aranmalıdır.

Eğitim görmemiş, kendini ifadeden aciz, dünyadan bihaber, düşünemeyen, parmak basarak imza atan, sindirilmiş, dolayısı ile iradesi de silinmiş bir insanın, milli irade konusunda sözü olmamalıdır. Böyle bir durum, toplumla ve yasalarla uyumlu, temel hak ve özgürlüklere riayet eden, hukukun üstünlüğüne inanan, demokrasi vb. konularda bilgili, vergi üreten, düşünen, araştıran, ülkelerine katkı üreten insanlara saygısızlıktır. Diğer türlü, söz konusu ülkelerdeki seçimler seçim olmaktan çıkar. Demokrasiler, ancak liyakat zemininde yükselir.

Hayati öneme haiz olması nedeni ile, adalet mekanizmasının bütün kademelerinde görev alacakların liyakatlı olmaları, hiçbir güç odağının etkisinde kalmayıp salt toplum menfaatini gözeterek tarafsız ve adil hizmet üretmeleri elzemdir. Bu kurumlar, adalet sevdalısı, bağımsız sivil otoriteler tarafından sahiplenilmeli ve aynı zamanda denetlenmelidirler. Aksi halde millet adına hakkı teslim etmesi gereken kurumlar, iktidardakilerin emirlerini yerine getirme, yapılan yolsuzlukları ve haksızlıkları gizleme, iktidar sahiplerini koruma, muhalifleri de sindirme mekanizmalarına dönüşecektir. Hukuk karşısında bütün insanlar dünyevi varlıklarına, makamlarına, cinsiyet, ırk, dil ve dinlerine bakılmaksızın eşittir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2/256) ayetinde, zorlamanın şeytana ait bir özellik olduğu bildirilmektedir. Böylece, ibadetler dahil kişisel konularda, bir ferde ya da topluma, herhangi bir kasıt içerisinde değilse, hiçbir baskı yapılamayacağı açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, “Sen mümin olsunlar diye insanları zorlayacak mısın?” (Yunus, 10/99) ayeti de hür iradenin kararına saygının ve onun özgürlüğüne vurgunun açık bir beyanıdır. Kur’an’ın, “Sana verilen görev sadece tebliğdir. Sen onların üzerine bekçi değilsin” (Şura, 42/48) söylemi ile de Yüce Allâh’ın elçisine dahi vermediği, insanların yapıp ettiklerinin takip edilmesi ya da bekçilik görevi, hiç kimsenin ve hiçbir kurumun hakkı olamaz.

Böylece, başta ifade özgürlüğü olmak üzere, insan hakları, eğitim, çalışma hayatı, ekonomik özgürlükler ve kadın hakları üzerindeki baskılar, asla Kur’an ile değil, bir takım insanların kendi uydurdukları dini anlayışlar ile alakalıdır.

Kur’an ayetleri, belli bir kültür, belli bir coğrafya ve belli bir zaman dilimi üzerinden bütün insanlığa seslenmektedir. Bir toplumun kültürel değerlerinin ve sosyolojisinin, bugünden yarına kısa zamanda değişmeyeceği açıktır. Günümüz bakış açısı ile bazı ayetlerin anlaşılması, cahiliye dönemi Arap kavimlerinin yaşayışını incelemeden mümkün değildir. Bugün anlaşılmasında zorlanılan bazı ayetlerde, konu ile ilgili varılması istenen nihai durum değil, ama o nihai duruma iletecek ilk adımların ve hedeflerin belirlendiği söylenebilir.

Örneğin, Hz. Peygamber (sas) zamanında, kadınların ve kölelerin hakları konusunda iyileştirici adımlar atılmıştır. Eşitlik ve özgürlükler gibi, sosyal düzeni temelden sarsacak köklü değişimlere gidilmemiştir. Böyle ayetler, hitap ettiği toplumu örselemeden istikameti belirler. Ayetlerin işaret ettiği yön, arzulanan iyi ve güzel toplumsal sonuçlara suhuletle ulaşmaktır. Bu gibi konular elbette tedrici süreçlere tabidir. Önce söz konusu toplumlar olgunlaşmalı, ihtilaflı konular yapıcı tartışmalarla müzakere edilmeli, gerekli toplumsal mücadeleler kırıp dökmeden verilmelidir.

Allâh katında en değerli olanınız, O’ndan en çok sakınanınızdır. (Hucurât, 49/13)

Ayette kadın, erkek, hür, köle vb. ayrımların yapılmadığı açık bir şekilde görülmektedir. Kur’an’ın insanlık üzerine arzusu, onların erkek egemen, savaşan toplumlar değil, ama yüksek ahlâkın hakim olduğu, barış toplumları haline gelmeleridir.

Kur’an ayetleri, Arap coğrafyasına ve ataerkil bir topluluğa indirilmiştir. O dönemde, kabilelerin güçleri, bekaları ve elde etmeleri beklenen savaş ganimetleri açısından, özellikle eli kılıç tutabilecek erkek evlatlar, aileler için bir tür zenginlik olarak görülmekteydi. Fakirlik ya da savaşlarda esir edilmeleri korkusu nedeni ile, bazı kabilelerde kız çocuklarının öldürülmesi neredeyse bir adet halini almıştı. Dolayısı ile Arap yarımadasında kadın, ikinci planda, hatta bazı erkeklerin gözünde değeri olmayan, evin reisi olan erkeğe kesin itaati beklenen bir konumda idi. Yüce Allâh’ın elçisi (sas) risalet ile geldiğinde, cahiliye döneminde kız çocuklarını öldürmüş kimselerin köle azat etmelerini emretti. Tekvir Suresi’ndeki ayetler bu konuya işaret etmektedir:

Diri diri gömülen kız çocuğa, hangi günahtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman.” (Tekvir, 81/8-9)

Kur’an’da en uzun ayet olan Bakara Suresi 282’nci ayeti, borç alıp verme konusunda katiplik ve şahitlik müesseselerini getiren ayettir. Bu ayet, şahitlik konusunda, erkeklerden iki güvenilir kişinin şahit tutulmasını ister. Eğer iki erkek bulunamazsa, razı olunan kişilerden bir erkek ile, biri şaşırırsa diğeri ona hatırlatsın diye iki kadının şahitliği önerilir. İki erkek bulunamaması, erkeklerin savaşta olmaları, ticari yolculuk vb. nedenlerle kavimlerinden uzakta kalmaları sebebi ile olabilir. Bence bu ayette, kadının şaşırması ve adaletten sapması konusu, Arap kavimlerinde kadının erkek yanında ikinci planda olması ile ilgilidir. Kadının evinde yaşadığı ve itaat etmekle yükümlü olduğu erkeğin baskısı nedeni iledir. Yoksa günümüzde öyle kadınlar tanırız ki, zeka konusunda yüz kişi onun yerini alamaz da şaşakalırlar.

Nisa Suresi’ndeki üçüncü ayet-i kerime mealen şöyledir:

Aralarında adil olmak şartı ile hoşlandığınız kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Şayet adil davranamayacağınızdan korkarsanız biri ile geçinmek en uygun olanıdır.” (Nisa, 4/3)

Bence bu ayet, fuhşun olağan karşılandığı ve yaygın olduğu cahiliye toplumlarında, süregiden kabile savaşlarının da etkisi ile, kadınların sahipsiz kalmalarına mani olmaya çalışmaktadır. Günümüzde bu ayete sarılmış şaklabanlar da az değildir.

4-Nisa 11’inci ayetinde, çocuklara bırakılacak miras konusunda, erkeğe kadının iki katı pay tavsiye edilmesi, kabilenin devamı ve yegane güvencesinin, eli silah tutan erkekler olması ve bu sebeple onların maddi olarak desteklenmeleri ile ilgilidir.

4-Nisa 34’üncü ayeti, evin her türlü ihtiyacından sorumlu olması nedeni ile erkeğe hitap eder. Kadının itaatsizliği durumunda, önce konuşarak öğüt verilmesini, olmazsa yatakların ayrılmasını, yine de düzelme görülmezse, sanki boşanmış gibi misal getirilmesini, yani evden uzaklaştırarak, varılacak neticeyi kadına açık olarak göstermeyi önerir. Ayette kullanılan darp kelimesi, bir çok düşünür tarafından dövmek şeklinde anlaşılmasına karşılık, boşanma yoluna giren evlilikte, Kur’an’ın son aşamada yani üçüncü sıradaki önerisi, asla çok çirkin olan dövme eylemi değil, ama apaçık misal getirerek istenmeyen sonucun berraklaşmasıdır. İslam, barış manasına olup, ayette gidişatın gereği de budur.

Yukarıda, Arap coğrafyasında kadın ve erkeğin hakları hususunda birkaç ayet örnek olarak sunuldu. Bu ayetler, o çağlarda Arap toplumundaki sosyal yaşam ve hiyerarşi bilinmeden okunacak olursa, Kur’an’ın eril adalet saflarında olduğu izlenimi alınabilir. Kur’an cinsiyetten taraf değildir. Kur’an haktan, adaletten taraftır. Dışarıda evin geçimi için çalışıp didinen, hayatı pahasına da olsa içinde yaşadıkları kavmi koruyup kollayıcı konumundaki kişi şayet kadın olsaydı, ayetler bu defa kadından taraf olurdu. Yüce Allâh’ın kıymetini gerektiği gibi takdir edemediler.

Yukarıda sunulan birkaç örnekten anlaşılacağı üzere, Kur’an’ın bazı hüküm ayetleri bütün çağlar için geçerli, bütün toplumları bağlar nitelikte değildir. Yani değişmez değildir. O devirde toplumda huzuru sağlamıştır. Kavranması gereken, o şartlar altında yaşayan kavimlerde bu ayetlerle toplumda huzurun temin edildiğidir. Yani kavranması gereken, bu ayetlerin ruhu olmalıdır. Bu ayetleri bağlamından koparıp, bugünün toplumlarına aynen taşıma çabası, o devrin kıyafetleri ile sokaklarda dolaşmaya benzer.

Başörtüsü Hakkında

Başörtüsü bir insan hakları konusudur. Kişinin kendisi ile ilgili verdiği karardır. Şahsi görüşüm, başın örtülü olup olmamasından, yani dışından çok içinin önemli olduğudur. Karşı olduğum, ‘Allâh’ın Emridir’ diyerek siyasi istismar aracı yapılmasına göz yummak ve buradan da konunun vahşetlere taşınmasıdır. Gözünü kan bürümüş, kendini bilmezlerin insanlık dışı eylemleri karşısında bile, sözde ulemanın maalesef hemen tamamı sessiz kaldı.

Mevlana, Fîhi Mâ Fîh (Ne Varsa İçindedir) adlı eserinde şöyle söylemektedir:

“İnsanlar men edildikleri şey konusunda haris olur. Sen ne kadar kadına, ‘kendini sakla, örtün’ diye emredersen, onda kendini gösterme arzusu o kadar artar. Erkeklerde de kendini gizleyen, örtünen o kadını görme isteği artar. Şu halde sen ‘örtün’ demekle, her iki tarafın da görmek ve görünmek arzusunu kamçılıyorsun ve böylece kadını yola getirdiğini sanıyorsun. Bu yaptığın şey bozgunculuğun, fesadın ta kendisidir.”[1]

Ey Kur’an’ın geçit vermedikleri! Mevlana bu işlerden anlamaz mı diyorsunuz?

Sözün en güzeli, 7-Araf 26’ncı ayetinde, “Ey Ademoğulları! Size edep yerlerinizi örtecek giysi ve sizi hoş gösterecek elbiseyi verdik. Önemli olan içinizdeki edep örtünüzdür” diyor. Bu ayet, Hz. Adem’den (as) itibaren müminlere giyim kuşam konusunu bildiren ana ayettir.

Kur’an’ın, ‘Başınızı örtün’ diye bir emri yoktur. Arap coğrafyasında erkekler de çevre koşulları ve örfleri nedeni ile başlarını örtmektedir. Dillerine yapışmış 24-Nur Suresi 31’inci ayetinin, “Örtülerini yakalarının üstüne koysunlar” söylemi, o dönem Arap kadınların, başlarındaki örtüye rağmen, göğüs ve sırtlarını genişçe açıkta bırakmaları ve bu konuda umursamaz tutumları ile ilgilidir. Yani Araf suresinin, “Sizi güzel gösterecek elbise..” söylemini, ‘elbisede dekolte olamayacağını’ bildirerek tamamlayan ayettir. 24-Nur Suresi 31’inci ayetindeki, “humur” (tekil hali hımâr) kelimesini, “başörtüleri” olarak anlasanız dahi, “Yakalarının üzerine koysunlar..” ifadesi, sanki ‘Başınızı örtüyorsunuz da sırtınız ve göğsünüz açıkta. Bu uyumlu mu?’ der gibidir.

Yine bu ayette belirtilen “zînetler” ifadesi de hanımların takılarını değil, ama beden ziynetlerini söz konusu etmektedir. Takıların haram kılınmadığı, 7-Araf suresi 32’nci ayetinde açıkça belirtilmiştir. Nur Suresi 31’inci ayette, “Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar” ifadesi, çoğu düşünürün bildirdiğinin aksine, halhal vb. takıların çıkardığı seslerle dikkat çekme olayı değildir. Ayetin bu söylemi, kadının yürürken beden ziynetlerini hoplatarak belli etmesini yasaklar. Böylece Nur Suresi 31’inci ayeti, mümin bir hanımın, giyim kuşamı yanı sıra, onun hal ve davranışları ile de vakar sahibi ve örnek olmasını istemektedir.

Nur Suresi 30 ve 31’inci ayetleri, bakışların kontrolunu ve ırzın korunmasını bildiren, böylece zinaya gidecek yolu kesen ayetlerdir. Kadının simasını göstermesine izin veren Nur Suresi 31’inci ayet, kadının saçlarını, onun yüzünden daha çekici bulmuş da erkeklerden saklanması kanısına mı varmıştır?

Çoğu, Kur’an’dan açık delil getiremez de hadislere sığınır. ‘Bu ayet gelince Ayşe annemiz ve beraberindeki mümin kadınlar şöyle yaptılar..’ ya da ‘Peygamber Efendimiz (sas), Esma annemize dedi ki..’ gibi. Arabîler, Kitab’ın bütün zamanları, bütün coğrafyaları ve bütün insanları kucakladığını göremediler mi?

‘Arapça bilmiyorsan yaklaşma’ derler. Zalimler de Arapça şakır bilmezler mi? İlahi kavrama yetisi Yüce Allah’tandır. Arapça’nın da her değerin de üzerindedir. Onlar Arapça’ları ile dinden kendilerine makam derdinde, geçim peşinde. Yüce Allâh’ın izni olmaksızın iman olamaz. Çirkef, akıl yetiremeyenleredir.

Nihayetinde, birkaç satır halinde toparladığı giyim kuşam konusu ile, insanlara huzuru ve barışı sunan Kur’an’a rağmen, bayrak edip altında toplaştıkları başörtüsünün katliam boyutuna bile itiraz etmeyenlerin, ak ile kara, hak ile batıl kadar ayrı düştüklerini düşünüyorum.

İlgili ayetleri okuyanlar, nasıl anlıyorlarsa, nasıl huzur bulacaklarsa öyle davransınlar. Başörtüsü kullanmak istemeyen hanımlar da İslam’ın orta yol olduğunu, dozu gözetmeleri gereğini unutmasınlar. Saç modelleri ve saç boyalarında aşırılıktan sakınsınlar. Örtü ile ilgili ayet-i kerimelerdeki ana konu, onların zannı olan başörtüsü değil, fakat zinaya giden yolların kapanmasıdır. Kur’an’ın hedefi, başlardaki örtüden ziyade, kafalarda dolaşan tilkilerdir. Kur’an’da varılmak istenen ana sonuç, ırzın ve aile yapısının muhafazasıdır.

Anlayış ve görüş farklılıkları olabileceği unutulmamalıdır. Değişik düşünceler, tartışmalar olağandır. ‘İlla da böyledir’ demek yerine, yapılmış çalışmalara, söylemlere saygılı yaklaşılmalıdır. Yanlış olan, hatada ısrar etmek ve cepheleşmektir. Tali konularla merkezden uzaklaşmak, fırkalara ayrılmak, dinden çıkmak gibidir. Nur Suresi 31’inci ayetin son cümlesi bununla ilgili diye düşünürüm:

Ey müminler! Hep birlikte Yüce Allâh’a tövbe edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 24/31)

Batı ülkeleri, özgürlük adına teşhirciliği normalleştirmeye çalışırlarken, doğunun sözde ulemaları da hanımları iyice kapayıp, onları toplumdan soyutlamayı benimsediler. Bu işlerin bir ortası, makul olanı yok mudur?

7-Araf Suresi 16’ncı ayetinde, İblis, “Senin doğru yolunun üstüne oturacağım” demektedir. Şeytanın bu doğru yol üzerine oturuşu, insanlar üzerinde Yüce Allâh’ın dininden bir zulüm rejimi üretmeye çalışmaktır.

Uydurdukları hadislerle, sözde fıkıhları ile, zorlama felsefeleri ile, çeşitli cemaatler ve tarikatlar ile, bir zümrenin saltanatına yürüyen faaliyetlerin tamamı şeytana aittir. Kendi özlerini tahrif etmiş zevatın dinleri de dini faaliyetleri de salt gösteriştir. Yüce Allâh katında yok hükmündedir. Tövbe edip dosdoğru olmayı başaramayanlar, yokluğa mahkum edilmişlerdir.

Halbuki insan, ‘Ben ne yapıyorum?’ demelidir. İnsan aklını kullanmakla yükümlüdür. Her konuda dozunda olmak şartı ile şüphe de aklın gereğidir. Apaçık olduğu ve korunduğu bildirilen, kolaylaştırılmış ayetlere karşın aklı evvellerin haksızlıkları, o şüphesiz ve kaçınılmaz olan sonun hazırlayıcısıdır ve onun vukuundan da vahimdir. Akıl yoksa insan nedir? Batı ülkeleri onları çepeçevre kuşatıp, sömürü planları yaparlarken, bak şu meczupların hallerine!

İslam’dan Dönenlerin Durumu

İslam’dan dönenler hakkında, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar ölüm cezası yaygın olarak uygulandı. Dinden dönen kişinin durumunu itiraf etmesi veya iki güvenilir Müslümanın o kişinin söz veya fiilleri ile dinden çıktığı yolundaki şahitlikleri ve verilen süre içinde sanığın tövbe etmemesi halinde, dinden çıktığı sabit bulunan kişi ölüm ile cezalandırıldı. Uygulamalar batıdan yükselen insan hakları ile ilgili tartışmaların da etkisi ile, İslam ülkelerinde kamu otoriteleri tarafından kısmen terkedilmiş olsa da halen çoğu fıkıhçı bu görüştedir.

İslam dininden çıkan kişiler hakkında verilecek ceza konusunda, Kur’an’da hiçbir dayanak yoktur. Ölüm cezası, uydurulmuş hadis ve uygulamalardan kaynak alır. Kanaatimce, inancını terk ettiği için değil ama, karşı safa katılıp Peygambere karşı savaşması nedeni ile ya da casusluk yaptığı için Hz. Peygamber tarafından verilmiş bir emir olabilir. Yani savaşta, ihanete karşı verilmiş bir cezadır diye düşünüyorum.

Konuları daha iyi anlamak için bence şu noktalar önemlidir:

Dinini terk etmiş bir kimsenin, başka kişiye dokunmuş, ona maddi veya manevi zarar vermiş bir fiili ortada yoktur. Kişinin inancı, sadece kendisini ilgilendiren bir konudur. Bu gibi kişiler, ancak kendilerine benzerleri etkilerler. Toplumun gerçek imanlıları üzerinde onların zerrece etkileri olamaz.

Suç ve o suça yüklenecek ceza arasında oran yoktur. Tam aksi, kabul edilemez bir ölçüsüzlük söz konusudur.

Cezanın Kur’an’da dayanağı olmadığı gibi, aksi yönde birçok ayet-i kerime mevcuttur. Dinde zorlama yoktur. Peygambere verilen görevin sadece tebliğ olduğu ve Peygamberin insanlar üzerine bir bekçi olmadığı, insanları değerlendirecek olanın Yüce Allâh olduğunu bildiren ayetler yanında, Yüce Allâh’a karşı yalan uyduranların en zalim oldukları gibi ayetlerle de Kitap ve Peygamber korunmuştur. Sapıtanlar, sosyal düzen ve huzurun devamı diyerek, şahsi yükümlülükler olan dini vecibeleri bahane edip, gözetleme yapmakta ve topluma ayar verme huylarından vazgeçmemektedirler.

Dini vecibelere uygunluk konusunda insanların takip edilmesi, rahatsız edilmesi ancak düşkün kafaların meşgaleleridir.

Böyle bir hükmün uygulandığı coğrafyada, dinden çıktığı takdirde alacağı cezanın ağırlığından korkanlar, durumlarını gizlemeye çalışacaklardır. Bir insanın canını kaybetme endişesi ile düşüncelerini özgürce ifade edememesi, Kur’an ile taban tabana zıttır. Kur’an, zulmü de ikiyüzlülüğü de şiddetle kınamaktadır. Böyle bir hüküm karşısında kişinin tövbesi, vicdani rahatsızlık duygusu ile yapılmış bir tövbe değildir. Canını kurtarmak için tövbe etmiştir ama, özü değişmemiştir. Pişmanlıkla ve Yüce Allâh’a yönelerek tövbe ile değil de, otoriteye boyun eğerek varlığını koruma çabasına girmiştir. Bu zulüm sahiplerinin de görmek istediği, aslında karşılarında kendilerine secde etmiş insanlardır.

Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. (Maide, 5/32)

Şimdi bu ayet hakkında biraz durup düşünelim. Bilindiği gibi yeryüzünde adalet için, öldürme ve yaralama olaylarında, Kur’an-ı Kerim kısası önermektedir (Kısas ayetleri için bkz: Bakara, 2/178, Maide, 5/45). 5-Maide suresi 32’nci ayetinde ise, haksız yere öldürmenin Yüce Allâh katındaki ağır sonucu açıklanmıştır. Yüce Allâh katında, haksız yere bir insanı öldürmenin bedeli, bütün insanlığın katledilmesi derecesindedir. Ayet, bir nefsi haksız yere öldürmekten söz ederken, failin ve maktulün hangi dinden olduğundan bahsetmemektedir.

Bir insanı öldürmemiş, toplumun düzen ve dirliğine kastı olmamış bir kişinin, suçu ne olursa olsun, işlediği söz konusu suça karşılık cezası ölüm olamayacağı gibi, verilecek ceza ile onun inancının bir bağlantısı olmadığı da apaçıktır. Adalet mekanizmasının vereceği ölüm cezası hükmü, yalnızca kasten bir ya da birkaç masumu katletmiş, devletin ya da toplumun düzenini ve dengesini temelden sarsacak terör faaliyetlerinin mensuplarına uygulanmalıdır.

İslam dini, cinayetin ve terör faaliyetlerinin şiddetle karşısındadır. Bu eylemler asla İslam ile bağdaştırılamaz.

Dinden dönenler hakkındaki uygulamada, zaman içinde yumuşamalar olmuştur. Ancak yine de çoğu fakih tarafından kabul görmüş ölüm hükmüne karşılık, 5-Maide Suresi 32’nci ayeti, bu tür görüşe sahip zevatı, ‘fesat çıkaranlar’ hükmüne tabi kılmaktadır. Onlar Yüce Allâh adı ile yeryüzünde fesat çıkarmaktadırlar. Dolayısıyla da 2-Bakara Suresi 11’inci ayet kapsamındadırlar:

Onlara ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’ dendiği zaman, ‘Biz sadece düzelticileriz’ derler.

Yani ayete göre, yaptıklarının farkında değillerdir. 2-Bakara Suresinin 11’inci ayetini takip eden ayetlerde, bunların özellikleri açıkça belirtilmiştir. Kendilerini akıllı, hitap ettikleri insanları da aptal sanırlar. İşleri fesatçılık yapmaktır. Kur’an üzere inanmak yerine, toplumu kendi istedikleri yönde şekillendirecek şeytanlıkların peşindedirler. Amenna diyen münafıklar, iblisin taifesidirler.

Cehennem ehli demek, farkında olmamak demektir. Makamları ile menfaatleri ile o kadar doludurlar ki, Yüce Allâh’ı unuturlar. Bazı Müslüman müsveddelerinin en ciddi rahatsızlıkları, Yüce Allâh’ı tanıyamamaları ile ilgilidir. O’nu gereği gibi bilemezler. Müslümanlık, kişinin kendi özünü ve kitabı anlama potansiyeli ile ilgilidir. Rahle ile cübbe ile ilgisi yoktur.

Yüce Allâh’a ve O’nun dini İslam’a karşı, ancak bu kadar haksızlık ve fesatlık yapılabilirdi. Yaratıcının kullarına, inançları konusunda tercihleri olgunlaşsın, apaçık hale gelsin diye bir yaşam bahşetmiş olduğunu da göremediler. O hayatlar, sanki kendileri tarafından yaratılmış gibi, kendi dar kavrayışları ile hüküm verdiler. Onlardan sonra gelenler de onlar gibiydi. Aralarından, ‘Bu nedir?’ diyen çıkmadı. Sorgulayan yoktu.

Devletler güvenilir olmalıdır. Şeffaf, hesap verebilir, liyakat sahipleri tarafından idare edilen, çalışkan, geçmişten ders alan, geleceği planlayan, öngören, tedbir alan devletler. Kıvırmayan, tamah etmeyen, baskılamayan, şefkatli, şahsi menfaatlere kapalı, algı operasyonlarına tenezzül etmeyen devletler. Devletin en baş görevi ekonomide dürüst olmak, teraziyi doğru kullanmaktır. Adil vergi sistemi, sosyal adaletin tesisi, çağdaş eğitim ve sağlık hizmetlerinden her bireyin eşit faydalanması devletin asli görevleridir. Yönetenler başarısızlıklarını hamasi nutuklarla örtmemelidirler. Eğer devlet, adalet sahibi değilse, kanaatimce o ülkede işlenen her suçun zemini ve ortağıdır. Devletin dini dürüstlük olmalıdır. Kur’an şeriatı bihakkın anlaşılmış olsaydı, dinin demokrasi ve temel insan hakları ile asla çelişmediği görülürdü. Onlar Yüce Allâh’ın şeriatını, kendi saltanatlarına basamak yaptılar.

Saltanata ve zorbalığa karşı başkaldırarak özgürlüklerini kazanan batı toplumları, ifade özgürlüğü ve uygulamaları ile giderek daha medeni toplumlar haline evrilirlerken, doğuda tam aksine baskı altına alınmış insanlar, bir türlü saltanat zulmünü kıramamış ve Kur’an’ın ışığına rağmen medeni toplumlar seviyesine yükselememiştir. Yüce Allâh’ın dini, saltanat sahiplerinin emrinde, haksızlıklara örtü olmuş ve toplumlar üzerine uyuşturucu olarak kullanılmıştır.

Kur’an’ın ceza hükümleri ile ilgili ayetleri birkaç yüz kadar olup sınırlı sayıdadır. Bu ayetler hakkını vererek okunduğu takdirde, insanın vizyonunu yükseltir. Bu ayetleri ile Yüce Allâh, Peygamberini yalnız bırakmamış ve onun en doğru kararları almasını sağlamıştır. Hz. Muhammed’in (sas) dönemi eşsizdir ve bu benzersizlik de ilahi bir delildir. Daha sonraki devirlerde, insanları o dönemden taşıdıkları misallerle aldatarak, tesisine çalıştıkları sözde İslami yönetimlerin bütün faaliyetleri ucubedir, safsatadır, dalalettir.

Kitabın ceza hükümleri, indirildiği o küçük toplumda, on yıl kadar kısa bir sürede yaşanan olaylarla sınırlı olduğu halde, insanın düşün gücünü Yaratıcıya yaklaştırması bakımından, diğer ayetler gibi yüksek değerdedir. Önemli olan o ayetlerin ruhunu kavramaktır. Hangi topluma, hangi şartlar altında indirilmiştir? Yani ayetlerin bağlamı, en az ilgili ayetler kadar mühimdir.

Kur’an’ın ruhunu ne kadar doğru kavrayabilirsek, günümüzün sosyolojisini de dikkate alarak yapılacak düzenlemelerle, toplumu o kadar huzura taşıyabiliriz. Kur’an’ı anlama çabaları, asla Kur’an’ın güncellenmesi şeklinde yorumlanmamalıdır. Bin yıldır ihmal edilen kitapla, sil baştan hemhal olma, ondaki ruhu yakalayabilme gayretidir. Kur’an’ın yüksek ruhunun yeter seviyede kavranmamış olması ya da dikkate alınmaması, sonraki dönemlerde zulüm uygulamalarını getirdi. Bu yüksek ruhu kavrayamamış her düşünce sapıktır. Zaman içinde kalabalıklaşan ve her yönden gelişen toplumlarda, çeşitlenen olayların gerektirdiği kanunların yürürlüğü, insanın aklına ödev olarak bırakılmıştır.

Kur’an’ın mücadelesi, toplumdan cehaleti söküp atmak ve yerine hakkı tesis etmektir. Hz. Peygamber (sas) zamanında bu mücadele, kafirlere ve münafıklara karşı yapıldı. Hz. Peygamberin (sas) dâr-ı bekâya irtihalinden sonra onun yaşamı, yani hadis-i şerifleri (kıymetli sözleri) ve fiilî sünneti (yüksek anlamlı eylemleri) korunmaya çalışıldı. Böylece ortaya çıkan çeşitli problemler karşısında alınan kararlar, Kur’an ve Hz. Peygamberin (sas) uygulamalarından kaynak buldu.

Hz. Peygamberden (sas) sonra onun aydınlığı üç dört asır daha sürdü. Bu dönemde İslam düşünürleri, Kur’an, Hz Peygamberin (sas) özgün uygulamaları ve kendi özgür düşünceleri ile İslam’ı ihya etti. Günümüzde şehirlerin çok büyümesi, nüfusun ve sosyal olayların çeşitlenerek artması, insan hakları konusundaki gelişmeler, bilim ve teknolojide baş döndürücü ilerlemeler karşısında, bunlara paralel olarak dini konularda zamanı kavramış başarılı çalışmalar bir türlü gerçekleşemedi.

Taklitçiler, günümüzde bile toplumun sorunlarına eski dönemlerden aktarmalarla çözümler üretme çaresizliğindedirler. Nakilcilerin birçok konuda yanlış yorumları, zaman içinde daha belirgin hale gelen yetmezlikleri sonucu ortaya çıkan derin bunalım karşısında, toplumun bilhassa eğitimli olan gençleri, kendilerine dayatılan İsrailiyat ile tatmin olmayıp dinden uzaklaştılar.

Avam ise, sözde din adamlarının ve onların sapmış yorumlarından, uydurdukları hadislerden, hurafelerden ve batıllardan etkilendi. Bu yanlış yorumlardan vücut bulmuş cemaatler, tarikatlar ve radikal gruplar içinde toplaştılar. Halbuki Hz. Peygamber (sas), yaşamı ile, uygulamaları ile ve birçok sahabeyi yetiştirerek, Kur’an’ın yanlış anlaşılmasına geçit vermemişti.

Şüphesiz sonraki devirlerde yaşayanların görevi, o bilgiyi muhafaza etmekti. Hz. Peygamber (sas) zamanında kafirler ve münafıklara karşı yürütülen mücadele, günümüzde kendilerini Müslüman olarak tanımlayan fakat kendi dogmalarından başka doğru tanımayan, hür düşünceye sımsıkı kapanmış, Kur’an ile mana bakımından zıt kutuplarda yer alan cemaatlere karşı yapılmalıdır. Hz. Peygamber (sas) döneminde, Kur’an’a arkasını dönen cahillerin yerini, bugün elinde Kur’an sallayan zalimler almıştır.

Yukarıdaki bilgiler ışığında, mezhepler ve fıkıh konusunda, ilk birkaç yüzyıl Yüce Allâh’ın rızası dışında menfaat beklemeksizin, her bedeli göze alıp şaşaaya mesafeli duran, sadece Kur’an’ı, Hz. Peygamberin sünnetini ve aklı önceleyen değerli çalışmalara ve gayretlere saygılı olunmalıdır. Bugün yaşadığımız çağda kanaatim, Kur’an’da kalmak, ayetlerde derinleşmeye çalışmak, çağdaş hukuk normlarını ve sosyolojiyi de dikkate alarak, Kur’an ile uyuşmayan geçmişin fıkhına tamah etmemektir.

Aksi durumda varılan nokta, hizipleşmeler, fırkalara ayrılmalar, saltanat mücadeleleri ve en önemlisi de İslam coğrafyasının içler acısı görünümüdür. Halbuki Kur’an’ın öncelikli reddi, bu acizlik tablolarıdır, dolayısı ile böyle bir tablonun mümessillerinin tamamının içtihatları da yok hükmündedir. Fakih oldukları iddiasındakiler, ne kendilerinin ne de durumun farkında değillerdir. Nas, Yüce Allâh’ın ve O’nun kutlu elçisinin (sas) sözleridir. Yani Nas, Kur’an’ı Kerim’dir. Kur’an’da gayret gösteren, zamanın ruhunu kavramış ve Yüce Allâh’tan başkasını dikkate almayan kişilerin kanaatleri (reyleri) ile varılacak hükümler doğru olacaktır.

Hz. Muhammed’in (sas) söylemi de eylemi de ancak Kur’an’ı Kerim’dir. Hz. Muhammed (sas), bağlamından koparılarak kötülüklere dayanak yapılan ve sahihlik iddiası taşıyan yakıştırmalardan münezzehtir. Farz edelim ki delil olarak getirilen hadislerin hepsi doğru olsun. Amaç, Kur’an’da derinleşmek olduğuna göre, hadislerin yardımı ancak Kur’an’ın anlaşılması konusunda harcanacak süreyi kısaltacaktır. Getirilen deliller ya hatalı ise? Hatalar varsa, İslam Peygamberine yamanmaya çalışılan ve uydurulmuş bilgilerle bina edilen yapı Yüce Allâh’ın dini zannedilecektir. Halbuki Kur’an’ın, “Allâh’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?” (Hud, 11/18) uyarısı, hiç şüphesiz onun kutlu elçisini (sas) de kapsamaktadır.

Mümin hatasını görür ve hatada ısrar etmez. Fıkıh konusunda yapılan çalışmaların temel dayanağı, başlangıçta Yüce Allâh’ın ayetlerinin doğru şekilde anlaşılması içindi. Keşke orada kalınsaydı. Zamanla, sözde bir takım din adamları, kendi söylediklerinden ibaret bir külliyatta boğuldular ve üstelik onu da din sandılar. Fakih oldukları iddiasındaki bazı zavallılar, sözde toplumun hukukunu korumak adına, insanların özel yaşamlarına nüfuz gayretine kapıldılar.

Çağımızın bilgileri ile geçmişin bakışını eleştirmekten ziyade asıl itirazım, günümüzde içinde yaşadıkları toplumun sosyolojisini kavrayamamış, bilimi yok sayıp, insanlığın bilim konusunda ortaya koyduğu değerler ile Kur’an ayetleri arasındaki uyumu anlayamamış, hala geçmişten naklettikleri ile yetinerek, geçmişi ve o geçmiş ile kendilerini parlatma çabasında olan çağdışı güruhadır.

Bunlar, Kur’an’ın bilime davet eden ayetlerinin ve tarihte İslam filozoflarının yaşadıkları dönemlerde hemen her konuya olan hakimiyetlerinin de farkındadırlar. Kur’an da ilim de Yüce Allah’tandır, O’na aittir. Muhatap insandır. Yüce Allâh’ın ilmi, varlık aleminin sebebidir. Kur’an ve ilim, insanın yolunu aydınlatan ışıklardır. Bunlardan biri eksikse, ışık yoktur, karanlıktır.

Yüce Allâh’ın kitabında ve doğada apaçık sergilediği ayetler, hep insan aklı içindir, onun huzur içinde yaşaması içindir. Bilim, insanın doğayı anlama gayretidir. Bir süreçtir. İnsanın zaman içinde bilimde katettiği aşamalar, onun dünya yaşamını kolaylaştırmaktadır. Kur’an’ın aydınlığı ise, sırf dünya ile sınırlı değildir. Kur’an, bilimin insanlık yönünde kullanılmasını sağlar. Bilimin yıkıcı yönüne mani olur. Kur’an, yaşam için esasları sunar, ahiretinize de ışık tutar. Kur’an anlaşılamamış ise, dünyanız da ahiretiniz de kayıptır ve karanlıktır.

Teknolojideki aşamalara bakarak, bilimi insanoğlu için yeterli görenler, lütfen dünyanın havasına, suyuna, toprağına, iklimine ve insan davranışlarına bir baksınlar. Bunlar artık geri dönülemez şekilde hırpalanmış değerlerimizdir. Kur’an ve insanın hür aklının ortaya koyduğu bilimsel gerçekler, karşılaşılacak her problemi aşmaya yeter güçte olurdu diye düşünüyorum. Kur’an ayetleri, insanın aklı, vicdanı ve bilimsel gerçekler ile asla çelişmez.

Örümcek Evi

Kendilerine okunan kitabı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için bunda bir rahmet ve hatırlatma vardır. De ki, benimle sizin aranızda şahit olarak Yüce Allâh yeter. O göklerde ve yerde olanları bilir. Batıla inanıp Yüce Allâh’a karşı nankörlük edenler, işte ziyana uğrayacak olanlar onlardır. (Ankebut [Örümcek], 29/51-52)

Açıklama:

Ankebut Suresi, Elif Lam Mim(Yüce Allâh’tan Muhammed’e İslam) ayeti ile açılır. ikinci ayeti,“İnandık dediler de salıverileceklerini mi sandılar?”(Ankebut [Örümcek], 29/2) söylemi ile, sırf ‘inandım’ demenin yeterli olmadığını beyan eder. Aynı surenin yirminci ayetinde, “Yeryüzünde dolaşın da yaratmaya nasıl başladığını anlayın”(Ankebut [Örümcek], 29/20) söylemi ile, yaradılış konusunun, biyoloji, canlıların çeşitliliği, coğrafi dağılımlar ve fosillerin incelenmesi gibi konularda gayret gösterilmesi ile ancak mümkün olduğunu anlatır.

 “O’ndan başka veliler (evliya, otorite) edinenler, evlerin en çürüğünü yapan örümceğe benzerler” (Ankebut [Örümcek], 29/41)

Bu ayet üzerinde düşünmek gerekmektedir. İnsan, fikri hür vicdanı hür yaratıldığı gibi bu özgürlüklerin muhafazası da insanlığın olmazsa olmazıdır. Yüce Allâh’ın ayetlerini kullanarak dünyevi güç peşinde olanların söylemlerine takılanlar, kendi akıl ve vicdanlarını terk edenler, aslında insanlıklarını terk etmiş olurlar. Ankebut, 41’inci ayetinde benzetmesi yapılan örümcek gibi olurlar. Bilindiği üzere örümceklerin beyinleri yoktur. Doğru dürüst bir kafaları bile yoktur. Örümceklerin tapınakları, geometrik şekillerde ördükleri ağlarıdır. Müritleri de bu ağlara yapışıp kalanlardır. Örümcekler birbirlerine bile saldıran etoburlardır. Ağızdaki iki zehir çengeli ile, avının içini eritir, emer ve onu boş bir kabuğa çevirirler. Avamlar, şeytanlarla alışverişten mutludur. Ayetlere aldırmaz, Kur’an’ın neyi niçin lanetlediğini akıl edemezler. Hurafe ağlarından imal yurtlarında, rant devşirme peşindedirler. İnsan neyin peşinde ise, odur.

Ankebut Suresi, 51 ve 52’nci ayetleri, indirilen kitap ile yetinmeyip, göklerden mucize bekleyenlere sesleniyor. Yüce Allâh istese herkes inanırdı. Yüce Allâh, kullarına inanç konusunda yeterli delilleri sunmuştur. Yüce Allâh’ın mucizesi, kitabı Kur’an’ı Kerim’dir. Kur’an ayetleri, aklını kullananları, cehalette direnenlerden ayırıcı güçtedir. Ankebut Suresi, 51’inci ayette Yüce Allâh, kafirlerin mucize isteğini reddetmiştir. Daha sonraki dönemlerde inandıklarını söyleyen, ama bilimden yoksun, çağ dışı örümcek kafalılar, öncekilerin mucize isteklerinin yerine, kendi uydurdukları akıl ve bilim dışı masalları günümüze kadar taşımışlardır.

Yüce Allâh, dinde taşkınlığı da Yüce Allâh hakkında gerçek olmayan şeylerin söylenmesini de yasaklamıştır. Yüce Allâh’a, indirmiş olduğu dini ve yaratılışı öğretmeye kalktılar. Cahiller için, bilim de din de faydasızdır. Böyle kimseler, hurafeleri ile, batılları ile azap yolcularıdırlar. Onlar asla hakikat çabasında olmadılar. Dogmaları ile şen şakrak ve mutludurlar.

İnsan ve Hikmet

Ey Musa! Ben çok güçlü, hüküm ve hikmet sahibi Allâh’ım.” (Neml, 27/9)

Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmiş ise ona pek çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl edenler anlar. (Bakara, 2/269)

Musa olgunluk çağına ulaşınca, Biz ona hüküm ve ilim verdik. Güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.” (Kasas, 28/14)

Açıklama:

Sapıtanlar, Hz. Musa’ya (as) hikmetin asadan geldiğini sanır. Halbuki o, bildikleri bir odun parçasıdır. Kimi de hikmet Hz. Musa’nın (as) kendisindedir diye düşünür. Hikmet, tastamam Yüce Allâh’ındır. İnsan, yalnızca iradesi yönünde çalıştığı kadar insandır. İnsanın bu irade ve gayreti ne değerde ise, Yüce Allâh’ın hikmeti onda o derecede görünür olur. Yani değer olan her ne varsa, O’ndan bize, bizden O’na bir işleyiş üzeredir. Bu durum yağmurlara benzer. Bereketli topraklar o rahmetle uyanırlar. Yani yalnızca bizden olan, bize ait bir değer söz konusu değildir. Bütün yüksek değerler O’nundur ve O’ndandır.

Bu bakımdan insan bir aynaya benzetilebilir. Aynanın kirden pastan arınması, sadece insanın okuması, düşünmesi, gözlemesi, iradesini kullanması, çalışması, üretmesi ile mümkündür. Nihayetinde insan, hem kendisinde olgunlaşan insani değerlerin ve hem de ona sunulmuş olan nimetlerin, ilahi sevgiden kaynaklandığını anlar. İnsan, yeryüzünde duyuları ve yaşam süresi ile sınırlandırılmıştır. Onun bu sınırlılığı, mahiyetini tam olarak kavrayamasa da ilahi yücelik konusundaki farkındalığına ve o sınırsız ilahi sevgiye yönelişine mani olmaz. İnsanın bu yönelişi, onda tevazu, doğruluk kapılarını aralar, ona çeki düzen verir, onu güzelleştirir.

İnsandaki sınırlılık, onun için bir gerekliliktir. İnsan, önündeki ilk basamağı çıkmakla yükümlüdür. Yoksa tökezler. Yüceler Yücesi eyler. O’nun eylemi olabileceğin en güzelidir. Çoğu, bakar anlamaz, sızlanır ve eleştirir. Bu konu, insanın bilgi düzeyi, aklın işleyişi, vizyonu ve onun teslimiyeti ile ilgilidir. İnsanın akıl melekelerinin açılması ve ona ruh yüklenmesi, Yaratıcının onu ilahi hakikate davetidir. Ölüm, insanın gerçeğidir. O’ndan başka sığınılacak bir liman da yoktur.

Beni şaşırtanlar, ellerinin altındaki ilahi mucize olan Kur’an’a rağmen sapıtanlardır. Ayet-i kerimede, “Kur’an üstün hikmettir. Ama uyarılar faydasızdır” (Kamer, 54/5) buyurulur. Hz. Musa’nın (as) anlaması için, ona bir odun parçası yetmişti. Hz. Musa’ya (as) tabi olarak Kızıldeniz’i geçen ve firavunun zulmünden kurtulanların çoğu, maalesef onun apaçık mucizelerinden gereken dersleri alamadılar.

Hoşlarına gitmese de Allâh nurunu tamamlayacaktır.” (Tevbe, 9/32; Saf, 61/8)

 O Gün Bu Gün

 Bir eski sahaf dükkânında

 Arkada tozlu raflarında

 Örümcek ağları altında

 Terkedilmiş bir kitap gördüm

 Okunmamış, anlaşılmamış

 Kavranamamış, yaşanmamış

 Gelmeyecek bir bahar gibi

 Gizli bir ab-ı hayat sanki

 Her soruya cevabı olan

 Hiç doğmamış bir âlim gibi

 Her yer yeşil, her yer bağ bahçe

 Hiç yağmamış bir rahmet sanki

 Sahaf arkamda gözü yaşlı

 ‘Gören yok ki’ dedi telaşlı

 ‘Soran da mı olmadı?’ dedim

 ‘Bari bir tozunu alaydın’

 Derin bir yastayım, hastayım

 O gün bu gündür sahaftayım

 O sudan bir yudum alayım

 O rahmetlerle ıslanayım

İlk Yaratılış ve Hz. Adem (as)

İnsanın ‘ilk yaradılışı’ ve ‘Hz. Adem’ konusunda Kur’an ne diyor? Gökten mucize bekleyenler, yerdeki mucizelere körler.

İnsanın bilim konusundaki gayretleri, ancak yaratmanın her türlüsünü bihakkın bilen ve hakkıyla alîm Yüce Yaratıcının eserlerini anlama gayretinden başka bir şey değildir.

İnkar edenler, gökler ve yer bir bütün iken bizim onu ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? İnanmıyorlar mı?” (Enbiya, 21/30)

Bu ayet-i kerime, hayatın başlangıcının su olduğunu açık bir şekilde beyan ediyor.

Ant olsun ki Biz, insanı çamurdan (salsal), şekillenmiş bir balçıktan (hamein mesnun) yarattık.” (Hicr, 15/26)

İnsanı pişmiş gibi bir çamurdan (salsalin kelfehhâr) yarattı.” (Rahman, 55/14)

Açıklama:

Ayetler, insanın tek hücreden yaratıldığını anlatmaktadır. Ayetlerde kullanılan ‘salsal’ kelimesi ile, kuru yani susuz ve sertleşmiş bir maddeden (DNA) bahsolunuyor. ‘Salsal’ kelimesi, ‘silsile’ kelimesi ile aynı kökten olup, bu kelime ile hücrenin genetik materyali ima edilmektedir. Bu genetik materyalin, şekillenmiş bir balçık içinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Balçık, hücrenin akışkan maddesi yani plazması, ona şeklini veren de hücre çeperidir.

Canlılık, içinde bulunduğu ortamdan farklılaşan moleküllerin, yapıyı koruma güdüsü (genetik özellik kazanımı) ortaya koyacak şekilde bir arada bulunduğu organik komplekstir. Canlı yapının maruz kalacağı dış etkiler ve bu etkilere karşı kendi yapısını muhafaza güdüsü, yani onun genetik yapısı, onun evriminin nedenidir. İlk yaratılışta, benzer hücreler arası genetik alışverişlerle, birkaç milyar yıl kadar uzun sürmüş olan prokaryot hücreler dönemi, bugün insan bedeninden de onun ana karnındaki yaradılışından da tamamen silinmiştir.

İnsana dönüşecek bu ilk hücre ile ilgili beyan (Hicr, 15/26), aynı surenin 28 ve 33’üncü ayetlerinde de aynı şekilde kullanılmıştır.

Sizi bir tek nefisten (nefesli candan) yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkek ve dişi üreten Rabbinizden korkun.” (Nisa, 4/1)

Sizi bir tek nefisten yarattı. Sonra ondan eşini var etti. Faydalanmanız için eşli sekiz hayvan verildi. Sizi annelerinizin karnında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa sevk eder. İşte Rabbiniz Yüce Allâh O’dur. Eser O’nundur. O’ndan başka tanrı yoktur. Nasıl döndürülüyorsunuz.” (Zümer, 39/6)

Açıklama:

İlgili ayetlerde, ökaryot hücrelerden organize olmuş ve cinsiyet kazanımına evrilen bir canlıdan bahsedilmektedir. Hicr, 15/26’ncı ayet-i kerimede, prokaryot hücre yapısı ile başlayan yaşam serüveninin, uzun bir süreçten sonra Nisa, 4/1 ve Zümer, 39/6 ayet-i kerimelerinde çok hücreli, organize, metabolizmasında oksijen kullanan ve cinsiyet kazanacak bir canlıya dönüşümden bahsedilmektedir. Ayetler, biyoloji, genetik, embriyolojinin ilgi alanıdır. Ayetler, insana araştırması gereken çeşitli yönleri işaret etmektedir.

Kur’an’ın Enam, 6/143 ve 144’üncü ayetlerinde açıkça belirtildiği üzere, sekiz çift hayvan, ağıl hayvanları veya kurbanlık hayvanlar olup, erkek ve dişi olmak üzere koyundan iki, keçiden iki, sığırdan iki, deveden de ikidir. Zümer, 39/6’ncı ayetinde belirtilen bu hayvanlardan sağlanan proteinler, doğada en kaliteli olanlardır.

Gerek insanın ilk yaratılışı gerekse de anne karnındaki süreç, kabaca bir protein üretimi ve inşasıdır. Ayette, insanın iki farklı yaratılış süreci (doğada ve anne karnında) ile ilgili cümleler arasında kurbanlık hayvanlardan bahisle, proteinlerin önemine dikkat çekilmiştir.

Zümer, 39/6’ncı ayette beyan edilen “anne karnındaki üç karanlık”, annenin batın duvarı, rahim duvarı ve amniyon zarı olabileceği gibi, embriyo öncesi dönem, embriyo devresi ve fetüs dönemi de olabilir. Ayet-i kerimede kullanılan “üç karanlık” ifadesi bence, bebeği kuşatan duvarları ve bunların içerisinde geçirilen zamanları beraberce ifade etmektedir.

İnsanın doğada yaratılışı sürecinde, Nisa, 4/1 ve Zümer, 39/6’da bahsedilen, yaklaşık yarım milyar yıl sürecek, tek nefisten başlayarak cinsiyet kazanacak ve organları eksiksiz bir canlıya ulaşacak dönem, anne karnındaki yaratılışın 1. Trimesteri ile uyumludur.

İnsanoğlu bu maddi süreçlerden geçerek, karanlıklardan aydınlığa çıkarılmıştır. Her yeni doğan, dört harfli bir genetik alfabe ile, esere özel bir yazılım olup, eser Yüce Allâh’ındır. İnsanın manevi nura kavuşması ise, Kur’an’ı Kerim iledir.

O sizi aşama aşama (evreler halinde) yarattı.” (Nuh, 71/14)

İnsan üzerine uzun bir süre gelip geçti ki o anılmaya değer bir şey değildi.” (İnsan, 76/1)

Sizi topraktan yaratmış olması O’nun ayetlerindendir. Sonra yeryüzüne yayılan bir beşer olursunuz.” (Rum, 30/20)

Açıklama:

Yaratılış, halden hale evrilerek, daha üstün özellikler yüklenerek, aşamalar halinde ve sayısız basamaklardan oluşmuş uzun bir süreçtir. İnsanı insan kılan değerler yani onun aklî melekeleri ve vicdanı, Hz. Adem’de (as) hayat bulmadan önce, insanoğlu anılmaya değer bir varlık değildi. Rum, 30/20’nci ayette, ilk yaratıldıkları coğrafi konumda çoğalan ve insanı andıran beşerler haline ulaşan topluluk, değişik coğrafi bölgelere göçler gerçekleştirdi. Böylece farklı yaşam çevrelerinde, farklı genetik özellikler yüklendi. Bu farklı türlerin ilişkileri ile, günümüz insan genomunun üstün bir niteliğe taşınması, yani genomun yüksek stabilite kazanması ve nesillerin sürdürülebilir olması mümkün hale geldi.

Ant olsun biz insanı bir çamur süzüntüsünden yarattık. Sonra onu emniyetli bir durakta (rahim) bir nutfe (tohum-zigot) yaptık. Sonra bu nutfeden bir alaka (asılı duran bir nesne, donuk bir kan pıhtısı gibi) yaptık. Alakayı da mudga (bir çiğnem et parçası) haline soktuk. Mudgayı kemiklere çevirdik, bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Yüce Allâh’ın şanı ne yücedir.” (Müminun, 23/12-14)

Açıklama:

Yukarıdaki ayet-i kerimelerde, insanın çamur süzüntüsünden yani meninin içindeki bir hücreden (morfoloji ve hareketlilik bakımından öne çıkan sperm hücresinden) ana rahmindeki bir tohum haline getirildiği, sonra bu tohumun, rahimde asılı gibi duran, donmuş bir kan pıhtısı görünümünü aldığı, bunun da bir çiğnemlik bir et parçası haline evrildiği ve nihayet kemiklerin oluştuğu anlatılmaktadır.

İnsan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan (meniden) yaratıldı. Bel ve kaburga kemikleri arasından çıkar. O, elbette onu tekrar diriltmeye kadirdir.” (Tarık, 86/5-8)

Açıklama:

Tarık suresinin ilgili ayetlerinde, altı haftalık bir embriyoda, genital sistemin konumu belirtilmiştir. İlgili ayetlerde, insanın meniden yaratıldığı hatırlatılmaktadır. Birkaç milimetre boyutunda bir embriyoda, erişkin erkekte meninin üretiminden sorumlu organların ilk belirdiği bölgeye atıfta bulunulmaktadır.

Hz. Adem (as) konusu, Kur’an’da ayrıca Bakara, 2/31-39, Araf, 7/11-27, Taha, 20/115-123 ayet-i kerimelerinden de okunmalıdır.

Allâh, Adem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu, İmran ailesini, birbirini takip eden nesiller olarak seçip insanlara üstün kıldı. Yüce Allâh işitendir, bilendir.” (Ali İmran, 3/33-34)

Allâh, Adem’e (varlıklara ait) bütün isimleri öğretti. Sonra (varlıklara ait) o isimleri meleklere sorup, ‘Eğer sözünüzde sebat ediyor iseniz, Bana bunların (varlıkların) isimlerini söyleyin’ dedi.” (Bakara, 2/31)

Ona (insana) beyanı (düşünüp ifade edebilmeyi) öğretti.” (Rahman, 55/4)

Ona biçim verdiğimde ve ona Ruhumdan üflediğimde, hemen ona (Hz. Adem’e) secde edin.” (Hicr, 15/29)

Açıklama:

Bugün yeryüzünde yaşayan insanların ataları üç yüz elli bin yıl önce ortaya çıktı. Günümüzden yaklaşık yirmi-otuz bin yıl kadar önce Yüce Allâh, Hz. Adem’i (as) insanların arasından seçti. Yüce Allâh, Hz. Adem’in (as) akıl melekesini, düşün yollarını açtı. Yüce Allâh ruhundan üfleyerek onda vicdanı, merhameti harekete geçirdi. Yüce Allâh’ın sözü Kur’an hitabı, insanın bu aklî ve vicdanî yetileri üzerinedir. Hz. Adem’in (as), düşün dünyasının ve iç aleminin kapılarını açarak onu insan yaptı.

Yüce İrade

Tevafuk ve tesadüf arasında bir teslimiyet bilinci vardır (Mevlana). Tesadüf kendi kendine olmak demekse, tevafuk (denk gelme, uyum içinde olma, ahenk) Yüce Allâh tarafından olandır. Ancak teslim olmuşlar bunu anlar.

Yaratılışın tesadüflerle izahı biraz safça gibi. Doğanın, bilimsel ve sanatsal yönden, üstün ahenk sergileyen eserleri, insan aklını zorlamakta. Bunların birer sanatsal yapıt olduğunu göz ardı ederek, varoluşlarını yalnızca doğa kanunları, tesadüfler dizisi ve milyonlarca yıl sürecek ortama uyum sağlama (adaptasyon) potansiyelleri ile izaha çalışmak, olayın bilimsel yönünde bocalamak (takılmak) gibi. Doğa kanunlarının, bilim ve sanat şaheserlerini ortaya çıkarmak üzere hareketleri konusunda insanoğlunun anlama çabaları, bunların ardındaki yegane neden olan İlahi İradeyi görmesine mani olmamalı. Maddecilerin bizi iknaya çalıştıkları ‘tabiat kanunları’ ve ‘olasılık’ söylemleri, doğal güzellikleri ve ondaki mizanı izaha yeterli değil. O’nun (cc) mizanı, imkansız ihtimaller zincirlerinden, hayranlık uyandıracak eserlere ulaşılmasının nedenidir. Akılları madde ile sınırlı olanların yaptıkları hesaplamaların bile kökeninde, Yüce Allâh’ın içimize koyduğu adalet, doğruluk duyguları vardır.

Süregiden doğal faaliyetler, büyük bir planı kuşatmış Yüce İrade’yi işaret etmektedir. Bu Yüce İrade’yi göz ardı ederek, olabileceğin en uygunu olan insan bedeninin, diğer canlıların ve onların sanat eserlerine konu olan estetik yapılarının tesadüfler ile izahına kalkışmaya karşı, ‘Yaratıcı İrade’ye ancak bu kadar haksızlık yapılabilir’ diye düşünürüm. Keşke görebilseler! İnsanoğlu bir yapıtı ve o yapıtın sahibini anlama / anlamlandırma yeteneği ile yaratılmıştır. İnsan hiçbir şeyin boş yere yaratılmadığını ve rastgele olmadığını anladığı zaman, insan olmanın hakkını da vermiş olur. Anlamaya çalışmak hoş da, ana nedeni görmezden gelip, sonsuz sebep ve sonuç zincirlerinde bir ömür kendine tanrısal paye derdine düşmüşlere yazık. Beyni olmayanların dogmatizmine karşılık, kendilerini beş duyusu ile sınırlayanların durumları da böyle.

İçinde yaşadığımız evrende, uzay zamanda geriye sıfır noktasına hareketle, varlıktan yokluk haline ulaşılır. Yani varlığın aslı yokluktur. Sıfır noktasında, yoktan kendiliğinden bir şey olamayacağına, yani yokluk bir etkisizlik olduğuna göre, varlığa sebep olacak o kusursuz ilk etki ve onun sahibi kimdir?

Yegane varlık, Mutlak Varlık Yüce Allâh’tır. O, zamandan ve zeminden münezzehtir. Zamana, mekana tabi değildir. Her zamanda ve her yerdedir. Zamansızdır, mekânsızdır. Bizim varlık dediklerimiz ise, ancak belli bir zamanda ve zeminde vardır. Varlık dediklerimizin zerrelerine kadar onların her haline ait bilgi, onlar varlık alemine yani bir zamana ve mekana kavuşmadan önce, Mutlak Varlık olan Yüce Allâh’ın Zatındadır. Yani bizim varlık olarak bildiklerimiz, ancak belli bir zaman ve belli bir mekan dahilinde olup, sanaldır. Mutlak Olan, sanal varlıkların belli bir süreliğine işlemesine izin vermektedir. İnsan, mikro ve makro kozmosu izleyebilir bir düzeydedir ve Mutlak Hakikati algılayabilir bir konumdadır. Dilerim, üzerinize olan bu rahmeti anlarsınız ve onu hikmete dönüştürürsünüz. Dilerim, nefsin çıkmazlarında yaşamınızı heba etmezsiniz.

 Mahkûm

 İnsan yapan, ‘neden?’ diye sormaktır

 Çağdaşlık, o nedeni kavramaktır

 Marifetse, manaya ulaşmaktır

 Gerçekler yalnız, görünendir sanır

 Görünen gölgedir, manadan gelir

 Sözler gölgedir, ruhundan yükselir

 Eserler şu topraktan yaratılır

 Topraktır vasattır, hesap ne gezer

 Ne düşünce ne merhametten eser

 Ne o toprak muktedir yaratmaya

 Ne ondan biten yetti anlamaya

 Muhtacız o kitabı kavramaya

Allâh, bir sivrisineği hatta ondan da ötesini misal vermekten çekinmez.” (Bakara, 2/26)

Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilah yoktur. O Azîz’dir, (Üstündür) Hakîm’dir (Hüküm, Hikmet Sahibidir).” (Alî İmran, 3/6)

Açıklama:

Bu ayet-i kerimede, insanı en güzel şekilde yaratan Yüce Yüce Allâh, Hakîm olduğunu söylüyor. Hakîm Allâh, yedi kat göklerin, yerin, bunların içindekilerin ve imanın yasalarını koyandır. Bu yasaların, ilahi hikmeti ortaya koymak üzere yürütülmesi de, O çok Üstün, çok Yüce ve Hakkı ile Alim olan Allah’tandır.

Allâh, onların ağızlarından saçılan hilelerine karşı, “düzen kuranların en hayırlısıdır.” (Ali İmran, 3/54; Enfal, 8/30)

İnsanoğlunun pek azı aradıklarına, yalnızca Kur’an’a yüz sürerek ulaştı. Onların aradıkları dünyada yoktu. Ne şarkta vardı ne de garpta.

Manevi Semamızın En Parlak Güneşi: Kur’an-ı Kerîm

İnen yıldıza ant olsun. Muhammed sapmadı ve azmadı. O kendinden konuşmuyor. Onun söylemi, vahyolunan Kur’an’dır.” (Necm, 53/1-4)

Açıklama:

İnen yıldız, doğru yolun aydınlığı olan Kur’an’dır. Hz. Muhammed (sas), yalnızca kendisine vahyolunanı bildirdi. Ne ondan zerrece saptı ne de ona kendinden zerrece kattı. Ayetler, çağımızda dinde yapılan sapkınlıklara ve taşkınlıklara bakınca daha anlamlı.

Kur’an’ın En Büyük Yıldızı: Ümmü’l Ahid Fatiha Suresi

Ant olsun sana ikililerden yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı verdik.” (Hicr ,15/87)

Açıklama:

Hicr Suresi 87’nci ayetinde beyan edilen yedi ayet ile kast olunan Fatiha Suresidir. İkililerden yedi ayetin ve yüce Kur’an’ın Rabbi O’dur. Fatiha Suresi kapsamında altı kelime ikişer defa kullanılmıştır. Fatiha Suresinin bu tekrarlanan kelimelerini bir manaya taşırsak,

Rahman ve Rahim Allah’tan, insanlara, O’na yol.

Hz. Muhammed (sas), bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:

Fatiha Suresi, Ümmü’l-Kur’an (Kur’an’ın Esası), Ümmü’l-Kitab (Kitabın Temeli), Es-Sebu’l-Mesânî (İkililerden Yedili) ve Yüce Kur’an’dır.[2]

Açıklama:

Hadis-i şerifte Hz. Peygamber (sas) kısaca, ‘Fatiha Suresi, Yüce Kur’an’dır’ diyor. Yani, bütün Kur’an ayetleri Fatiha Suresi’nin yedi ayetinden kaynak bulmuştur. Hz. Peygamber de (sas) Hz. Kur’an da müminleri daim tefekküre davet etmektedir. Fatiha Suresi, ‘Yüce Allâh’tan İslam’ manasına, ‘Elif Lam’ ile simgelenir. İslam, Yüce Allah’tandır, yani Lam Elif’tendir, Elif’ten kaynak bulur. Yüce Kur’an’ın sembolü, o tek harftir.

Hz. Muhammed (sas), bir başka hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmaktadır:

İlimde hazineler gibi gizlenmiş sırlar vardır ki, onu ancak Yüce Allâh’ı bilenler bilir. Şayet Yüce Allâh’ı bilenler onları söyleyecek olsalar, gaflette olanlar bu sözleri kabul etmezler.[3]

Hz. Ali (ra) ise şöyle söylemektedir:

Her kitabın bir özü vardır. Bu kitabın özü de kesik okunan hece harfleridir.[4]

Hz. Mevlana da şöyle söyler:

“Bu ‘Elif, Lâm, Mîm’ ve ‘Hâ, Mîm’ gibi (huruf-u mukattaa) harfler, tıpkı Musa’nın asasına benzer. (Diğer) Harfler de görünüşte bu harflere benzerler. Fakat bunların (huruf-u mukattaaların) vasıflarından değillerdir. Babacığım, bu ‘Elif, Lâm, Mîm’ ve ‘Hâ, Mîm’ insanların sahibi Tanrı’dan gelmiştir. Her elif lâm buna nereden benzeyecek? Canın varsa bunlara o gözle bakma.”[5]

Açıklama:

Fatiha Suresi sadece Kur’an’ın girişini yapmakla kalmaz, aynı zamanda Kur’an’ın ana surelerinin girişini yapan ve kesik okunan heca harflerinin kökenini de oluşturur.

Kur’an Surelerini aydınlatan, onun en büyük ve parlak yıldızı Fatiha Suresidir. Kur’an’ın açılışı da mizanı da Fatiha yani Ahid Suresi üzeredir. Hz. Adem’den (as) itibaren bütün Ademoğullarını sorumlu kılan, kıyamete dek korunacak yegane ve hak “Ümmü’l-Ahid” de odur.

Fatiha Suresi mushafta ilk suredir. İniş sırasına göre beşinci sıradadır. Ancak inmeye başlayan diğer sureler tamamlanmadan, Fatiha’nın tamamı bir kerede indirilmiştir. Böylece inişte en önce tamamlanmış ilk sure olmuştur. ‘Fatiha’ kelimesi, açılış, açan şey, başlamak, başlangıç ve giriş gibi anlamlara gelmektedir. Yüce Allâh, Sözün en güzelini (Kur’an), insanların en güzeline (Hz. Muhammed) söyletti. Ve onlar, sözlerin en güzeli (Fatiha) ile açıldılar. Kur’an’ı Kerim için, ‘Bundan bin dört yüzyıl önce, ümmi birinin, her konuda insanlığa ufuk açacak değerde sözleri vardı’ mı diyorsunuz? Ne diyeyim, size aynen katılırım?

Fatiha Suresinin Giriş Kapısı: Besmele (Giriş Bab’ı / Ümmü’l Âyet)

O büyük yıldızın merkezinde, Bismillahirrahmanirrahim vardır. Alemlerde ne varsa her şey ancak O’nun Adı ile hayat bulur. Fatiha Suresinin ve Yüce Kur’an’ın ilk ayeti, Yüce Allâh’ın İsmi Ayeti, Ana Delil (Ümmü’l Âyet), Başlangıç Ayeti, Her şeyin Başı Ayeti’dir. Yüce Allâh, varlık aleminin yegane sebebidir ve Allâh’ın adı, O’nun ilmini, İradesini ve Kudretini temsil etmektedir. O’nun İlmi, İradesi ve Kudreti ile var kılınan alemlerde, O’nun Rahmeti, Hikmetleri ve koyduğu mizan insan aklına görünür kılınmıştır.

Besmele, çoğu düşünür tarafından Fatiha Suresinin birinci ayeti olarak kabul edilmektedir. Benim düşünceme göre de bu ayet, Fatiha suresinin ve Yüce Kur’an’ın ve dolayısı ile onun surelerinin ilk ayetidir. Fakat numaralamak hatadır. Her şey ancak Rahman ve Rahim Allâh adıyla başladığı, onunla vücut bulduğu için, Kur’an ayetleri ve sıra numaraları da ondandır. Böylece Fatiha Suresinde, Besmele ilk ayet olurken, onun ‘Hamd Ayeti’ de yaraşır şekilde birinci ayet olacaktır. İkinci ayet, besmelenin de kapsamında bulunan ‘Rahmet Ayeti’ ve üçüncü ayet ise ‘Din Gününün Sahibi’ yani O’nun insanlığa uyarısı, ‘Hüküm Ayeti’ olur.

Anlaşılma bakımından Fatiha Suresinde, besmeleyi birinci ayetmiş gibi yazarak genel kabul içerisinde kalacağım. (Keşke tek kusurumuz bu olsa.)

Bilindiği gibi Fatiha Suresinin açılışı Besmele iledir. Fatiha’nın ilk ayeti, Bismillahirrahmanirrahim sözü, bu ayeti takip eden iki ayetin yani Fatiha Suresinin Hamd ve Rahmet ayetlerinin anlamlarını beraberce kuşatan, kapsayan bir ifadedir.

Bismillah deyişi, Besmelenin girişidir ve ‘Allâh’ın Adıyla’ anlamındadır. Esası, “Bi İsmi Allah”dır. Baştaki ‘Be’ edatı, Besmelenin başlangıcı, ilk harfi olup onun girişini yapar. ‘Sığınma, yardım dileme’ manasınadır. O’nun ‘Allâh adı, Yaratıcının özel ismidir. Bismillah söylemindeki ilk ‘Be’ edatı ile sondaki Allâh özel ismini bağlayan adıifadesindeki mana, Besmeleden sonra gelen Hamd Ayetinde olabilecek en güzel ve en özlü şekilde açıklanmaktadır. Hamdin yegane Sahibidir ve alemlerin Rabb’idir.

Fatiha’nın Hamd ayetinde, O’nun erişilmez yüceliğini ifade eden Hamîd adı yer alır. Bu yücelik şüphesiz, O’nu ifade eden bütün isimleri için söz konusudur. O’nun Hamîd adı, O’nun Allâh adı gibi bütün isimlerini kuşatır. O’nun Esmasına sınır konulamaz, daha üstünü olamaz, erişilmez bir yüksekliği ve yüceliği ifade eder. Hamîd ifadesi, gerçekliğin temelidir, esasıdır. Çünkü en üstün gerçektir. Bu gerçeklik O’nun Zat’ındandır, yani bizzat Kendisindendir ve yalnız O’na aittir. Her şeyden bağımsız, hiç bağlantısız ve değişmez olarak her şart altında, daima ve sadece O’na aittir. Külli İrade ve O’nun sınırsız Kudreti ile, zahirde hür irade yaratıldı. O’nun Hamîd ismi ile yaratılan hür iradeye de bu en yüce gerçeklik sunulmaktadır.

Kalben hamd etmek, Yüce Allâh’ın her değerin üzerinde ve en yüce olduğu gerçekliğinin, O’nun sınırsızlığının hür irade tarafından idrak edildiğinin, içselleştirildiğinin ifadesidir. Kurtuluşa erecek olanlar da ancak bu idrak sahipleridir.

Hamîd adının, sırf övgüler ya da yüceltme şeklinde kabulü hatadır. Hata şudur: Söyleminiz ne olursa olsun, Yüce Allâh’ı gereği gibi övemezsiniz. Kitapta bu kelime, insan anlayışına sunulmuştur. Fakat insanların birbirleri için kullandığı övgü sözleri, genellikle abartılıdır, anlatımı vurgulamak içindir, kişilerin üzerine çıkar. Buna karşın hiçbir övgü sözü, ilahi yüceliğe ulaşamaz, onu yakalayamaz. O’nun yüceliği, insanın düşün gücünün, tahayyüllerin, kavrayışların ve insan ifadelerinin çok üzerindedir. O her şeyden bağımsız olarak Hamîd’dir.

Yüce Allâh’ın Zatına ait olan bu ismin, Hz. Muhammed’de (sas) vücut bulması ve onu daha en baştan, isminden itibaren övgüye değer kılması üzerinde de düşünülmesi gerekir. ‘Muhammed’ (sas) adında bulunan anlam, övgü ile ilgilidir. Yüce Allâh’ın elçisine, O’nun övgüsü.

Yüce Allâh’ın Hamîd ismi ile anlatılan bu sınırlanamaz yüceliğinin delili, yani bu yüceliği apaçık, görünür kılan da, O’nun alemlerin Rabb’i olmasıdır. Büyük Arş’ın, yani yedi kat gökler, yer ve bu varlıkların kapsamında bulunan ne varsa, yaratılışlarından itibaren olgunlaşmaları, devamları ve sonlarına kadar bütün düzenin ve mizanın yegane Nedeni, Sahibi ve Hakîmi O’dur. O’nun bu yüceliği, insan aklına, Kur’an’la apaçık olarak bildirilmektedir.

Sonuç olarak, Bismillah yani ‘Allâh adı ile’ sözünde yer alan ‘adı’ kelimesi ile, O’nun Hamîd ve hamde delil olarak da Alemlerin Rabbi olduğu ifade edilir. Bismillah demek, Bihamdillah manasındadır. ‘O’nun adı’ cümlesi, O’nun Hamîd ismi ve Alemlerin Rabbi ifadelerinden daha iyi açıklanamaz. Besmele, Fatiha Suresinin girişi olmakla beraber Kur’an’ın da girişidir ve Kur’an, bütün varlık aleminde ne varsa her konudan bahseder.

Böylece Allâh, Bismillah sözündeki, ‘adı’ kelimesinin ne anlama geldiğini, yani ‘adı’ sözünün kapsamını, Besmeleyi takip eden ayeti ile açıklamış olmaktadır. Besmelenin bu açılımı ile, onun kapsamında olduğu anlaşılan ‘âlemler’ kelimesi, geniş manada olup bütün varlık âlemi ile ilgilidir. Varlık aleminin Yaratıcısı ve Meliki Yüce Allâh’tır. Besmeleyi takip eden Hamd ayetinde ise, ‘âlemler’ deyişi ile, insanlar ifade edilmektedir. Çünkü bu sözleşme, Yaratıcı ile insan arasındadır. Yani Fatiha Suresinin muhatabı, insandır.

Âlem’ kelimesi, ‘işaret eden, bildiren’ anlamlarına gelmektedir. Yaratılmış olan her şey ‘âlem’dir. Aynı kökten ‘âlim’ kelimesi ise ‘ilim sahibi’ manasındadır. Yüce Allâh, Zatı ile Alîm’dir. ‘Alemlerin Rabbi’ deyimi, Alîm Allâh’ın yaratıkları ile ilgili sıfatıdır. Alemlerin varlık nedeni ve orada süregiden bütün faaliyetler, ancak O’nun ilmi ile mümkündür. Hem bütün varlık alemi için hem de bütün insanlar için Kur’an’ın aynı ‘âlem’ kelimesini kullanması, Alîm Kudretin, hür iradeye sevgisi ve adeta ‘Gel! Her şeyi senin için yarattım’ deyişidir. Dünya süslerine olan doyumsuzluğu, hür iradenin yani insanın o yüce sevgiye körlük sebebidir.

Hem Besmelenin Bismillah girişinin hem de Besmeleyi takip eden ‘Hamd, alemlerin Rabb’i Yüce Allâh’ındır’ ayetinin, O’nun Rahmet sıfatları ile devam etmesi, yaratışın merhamet üzere olduğunun delilidir. Şüphesiz Hamd ayetinden sonra gelen O’nun Rahmet ayeti, kulların kurtuluşuna olan arzusunun delilidir. Ondan sonra gelen, ‘Din Gününün Sahibi’ yani ‘Hüküm Ayeti’ ise, O’nun insanlığa dikkatli olunması konusundaki uyarısıdır. Yüce Kur’an’da bildirilen Esma-i Hüsna’nın kaynağı da Fatiha Suresi Ayetleridir.

Sonuç olarak, hem Fatiha Suresi Giriş Ayeti olan Besmele kapsamında ve hem de Besmeleyi takip eden Fatiha Suresinin iki ayetinde, yani Hamd ve Rahmet ayetlerinde, Yaratıcının Zatını ifade eden O’nun Hamîd ve Rahmân isimleri ile O’nun bu Zâtî isimlerinin, insan aklına görünür kılınan ‘Alemlerin Rabbi’ ve ‘Rahîm’ faaliyet (zahiri) sıfatları yinelenmiştir.

Hadi toplaşın, yardımlaşın da benzeri bir ayet yapın. ‘Bismillahirrahmanirrahim!

‘Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı ile beraberdi ve Söz Tanrı’ydı. Her şey O’nunla hayat buldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı.’[6]

İncil’in bahsettiği o söz, Kur’an’ın öğretisi, Yüce Allâh’ın Ol! (Bakara, 2/117; Ali İmran, 3/47, 59; Enam, 6/73; Nahl, 16/40; Meryem, 19/35; YâSîn, 36/82; Mümin, 40/68) emridir.

Kutsal kitaplarda bu ifadelerle anlatılmaya çalışılan, İlahi İradedir.

Gökleri ve yeri yoktan ve örneği olmadan Yaratan, Yoktan Var Kılandır. Bir işe hükmettiği zaman, ona yalnızca ‘Ol!’ der, o olmaya başlamıştır. (Bakara, 2/117)

Açıklama:

Varlıkların görünür aleme çıkışlarında, olduran yani Yaratıcı tarafında, Kur’an’ın bildirdiği O’nun ‘Ol!’ emri vardır. O’nun ‘Ol!’ emri, O’nun İradesini, İlmini, Kudretini işaret etmektedir. Yaratılanlar tarafında ise bunun karşılığı, emre mutlak itaattir, yani mutlak teslimiyet halidir. Var kılınanlar, henüz yokluk ile varlık alemi arasında iken, yani ne var ne yok denebilecek halde iken, henüz zerre bile değilken, İlahi Kuvvet ve İlahi İradeye hiç dirençsiz, tam teslimiyetle oluşmaya başlarlar. Sadece hür irade yani insan bu mutlak teslimiyetten muaf bırakılmıştır.

Yaratıcı İradenin ‘Ol!’ emrine mutlak itaat ile, yokluktan varlığa geçen her şeyin o ilk oluş hallerindeki teslimiyetlerinin insan kavramasına çevirisi, onların Bismillah halidir. Varlığın her hali Yüce Allâh’ın Adı iledir.

Allâh katında kabul edilmiş ve umduğuna ulaşan bilinç, hür iradesi ile amenü ve her eylemi Allâh Adı ile olandır. Onlar imanlarına halel getirecek bir iş yapmazlar. Onlar beniâdemin halifeleridir. Ademoğullarının yıldızları onlardır ki, kendilerinde var olan ve kendilerine ulaşan sayısız nimetleri görmüş, düşünmüş, ölçüp tartmışlardır. Vardıkları hakikatler onları imana taşımıştır. Sakınarak yaşamış, eriştikleri hakikatlerin yanında dünya onlara sönük kalmıştır. Onlar Yüce Allâh’ın yeryüzünde O’nun adı ile işleyen halifeleri olmuşlardır.

Diğerleri, haklarında inecek hükmü beklemektedir. Gerçeklerden mahrum olmasına karşılık, insanın kendini hoş hissetmesi onun boş avuntusudur. Çoğunun mutluluk sandığı, nefislerini eğlemektir. Halbuki insanı hayvandan da aşağı çeken, onun doymak bilmez nefsidir.

Şu ayet-i kerimeden de anlaşıldığı gibi, her şey var olduğu sürece O’nu (cc) tesbihe devam etmektedir.

Yedi gök, yer ve oradakiler, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. O Halîm (Yumuşak Davranan) ve Gafûr’dur (Bağışlayandır)” (İsrâ, 17/44)

Göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez Yüce Allâh’a secde ederler. (Rad, 13/15)

Açıklama:

Başlangıçta yalnızca O vardı. O’ndan başka hiçbir şey yoktu. Henüz var olmamış olanların bu hali, onların ‘yokluk hali’dir. Yani onlar ölülerdir. Onların her hali ile ilgili bilgi, tastamam olarak ve ezelden beri Yaratıcıda mevcuttur. Bu yokluk halini, ‘araf hali’ izler. Yokluk ile varlık arasında olanlar, bu halin ardından atıl olarak varlık alemine çıkarlar. Yani etkileri yoktur. Varlık aleminde bir işlevi yerine getirmek üzere tertip edilirler. Bu düzenlenmeler sonucu bütün alemde, O’nun koyduğu mizan üzere faaliyetler süregider. Her bir varlık, belirlenmiş bir plan dahilinde ve belli bir süreye kadar seyreder.

O’nun ‘Ol!’ emrinden kasıt, O’nun İradesi, Kudreti, İlmi, Rahmeti ve O’nun Mizanıdır. Böylece yaratılan bütün varlıklarda ve onların eylemlerinde, O’nun ‘Ol!’ emrinin emareleri izlenebilir kılınmıştır. Yani Yüce Allâh varlıkları, onların en baştaki yokluk halinden, varlık alemindeki faaliyet haline yükseltir. Yaratıcı İradeye, varlığın kusursuz uyum ile faaliyet hali, onların ‘tesbih hali’dir. Varlığın tesbih hali, onun zerrelerinde, hatta zerrelerin de ötesindeki yapı malzemelerinde mevcuttur. Bütün faaliyetler Külli İrade dahilindedir. Varlık aleminde ne varsa onların bu faaliyetleri, yani onların tesbih halleri, aslında hür iradeyi yani insanı davettir. Bu daveti ile Yüce Allâh, insanın varlıkları incelemesini, böylece insanda Kendisi ile ilgili farkındalığın yükselmesini dilemektedir. Çünkü O’ndan mahrum kalacak her şey, yok olmaya mahkumdur. Varlık aleminin yaratılması ile o en yüce Giz, görünür kılınmıştır. Bu büyük bir rahmettir. Fakat hür irade, kendinden başkasını tanımamakta ısrarcıdır. Hür iradeye son davet Kur’an ile apaçık hale getirilmiştir.

Göklerde ve yerde olanların hepsi Allâh’ı tesbih ederler. O Aziz’dir (Güçlüdür), Hakîm’dir (Hüküm Sahibidir). Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Diriltir, öldürür. O Kâdir’dir (Her şeye gücü yeter). O Evvel’dir (İlk’tir), Âhir’dir (Son’dur), Zâhir’dir (En Açık’tır), Bâtın’dır (En Gizli’dir), O her şeye Alîm’dir (Her şeyi en iyi Bilen’dir).” (Hadîd, 57/1-3)

 Hadîd (57/12-13)

 Nefisler ‘Neden ben?’ der, ağlar

 Doğruluğa eren anlar

 Kötülükte pişe pişe

‘O nerede?’ deyip durur

 Allâh kuluna dokunur

 Kul nefsini örte örte

 Arzuları tekrar doğuş

 Cennet güler, açar aguş

 Nefs kalplere değe değe

 Dünya sade hüzün verdi

 Allâh canlara dokundu

 Kederlere perde oldu

 Canlar emre sakin sessiz

 Sahnelenir nur yağmuru

 Kapılıdır rahmet suru

 Lütfedilen huzur yurdu

 Nurlar saf saf secde secde

O gün müminleri, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. ‘Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan Cennetlerdir. Bu büyük bir kurtuluştur.’ O gün münafıklar, iman edenlere, ‘Bizi bekleyin, bize dönün de sizin nurunuzdan faydalanalım’ derler. Onlara, ‘Dönün de geçmişinizde nur arayın’ denir. Aralarına kapısı olan bir sur çekilir ki onun içinde rahmet, dışında ise azap kalır.” (Hadîd, 57/12-13)

Açıklama:

Sağlarını aydınlatan nur, dünyada yaptıkları iyilikleri nedeni ile kazandıkları nurdur. Bu konuda ihtilaf yoktur. Önlerini aydınlatan ve Cennet yoluna ışık olan nur ise, Yüce Allâh’ın içimize kendi ruhundan üflediği ve müminlerin de onu yaşamlarında rehber edindikleri nurdur. O nur, her şart altında müminlere doğru yolu ilham etmişti. Şimdi de Cennet yolunu aydınlatıyor. İnsanın bu iç sesi, onun yaşayarak öğrendiği değerlerden farklıdır. Cennet’e hareket halindeki müminlerin, “Rabbimiz, nurumuzu tamamla..” (Tahrim, 66/8) duaları, onlara Cennetlerdeki yaşamları ile bahşedilecektir. Ayette maddi alem (evren) ile nurani alemi birbirinden ayıran surda bir kapı olduğunun belirtilmesi, ahiret hayatında iki alem arasında geçişler olacağının delilidir. Şüphesiz Yüce Allâh, gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilendir. Fakat geciktirir. İçlerinde saklıyor oldukları, eyleme dönüşüp de ortaya dökülmedikçe hükmünü bildirmez.

Gelişme Bâb’ı, Ahid Bölümü (Elif ve Lam Ayetleri)

Fatiha Yıldızının üç yüksek kolu, Yüce Allâh katından, Yüce Allâh’ın alemler üzerine, Elif Ayetleri’dir.

Fatiha Suresi 2, 3 ve 4’üncü Elif ayetleri sırası ile, Hamd ayeti, Rahmet ayeti, Hüküm ayetidir.

Elif ayetlerinin birincisi ve onların anası Hamd ayetidir.

O’nun Hamîd adı, övgülerin, idraklerin üzerinde olma halini anlatır. O, bütün varlık alemini, İlmi ve Rahmeti ile kuşatıp kapsayan yüceliktir. Varlık alemine, Fatiha Suresinin 2, 3 ve 4’üncü ayetleri dikkate alınarak bakıldığında, Allâh’ın yüceliği, yarattığı her şeyde, apaçık olan rahmeti ve mizanı ile görünür kılınmıştır. Var olmuş her şey, o bir zerre bile olsa her daim hamd ile tesbih halindedir. Kişiye ulaşan nimetler söz konusu olduğunda insanın hamd etmesi, O’na şükretmesi mahiyetindedir.

Muhammed (Mîm: Kelime kökeni; İşaret Edilen, Belirlenen) ismi de Yüce Allâh’ın El-Hamîd isminden kaynak alıp, övgüye değer manasınadır. Alemlerin Hükümdarı, elçisini, insanlığa rahmet olarak göndermiştir.

Elif Ayetlerinin Ademoğulları üzerine olan nûru, Fatiha suresinin son üç ayeti, yani 5, 6 ve 7’nci ayetleridir. Bunlar Lâm Ayetleri olup (Lâm, Kitapta İslam’ı simgeler) kullarından mümin olanları seçici özelliktedir. Müminleri işaretler. Bu üç ayet, ‘Din Günü Ayeti’nden sonra sıralanmıştır. İnsanlığa kuvvetli bir uyarı ile bildirilmektedir.

Her yerde ve her şeyde apaçıktır ama Fatiha Suresinin, aşağıda açıklanacak Lâm ayetlerinde, Alemlerin Rabbinin koyduğu Mizanı, insanlık üzerine Rahmetini ve Hikmetini nasıl tesis ettiğini görmeye çalışalım. Kalp gözü ile lütfen. Çünkü gayrısı topraktır, toprağa mahkumdur.

3’üncü ayeti, Rahmet sıfatlarının, yerdeki kullar üzerine tesiri, onlarda 5’inci ayetin (Hanîf Ayeti) zuhur nedenidir. Yüce Allâh’ın Rahmân (Zatî İsim) ve Rahîm (Zahiri İsim) isimleri üzerlerine olan kullar, ortak koşmayı kayıtsız şartsız dışarıda bırakmıştır. Şirk tam olarak dışlanmamış ise, gerçek bir yönelişten söz edilemez. Bu ayet, Fatiha Suresinin Lam ayetlerinden birincisi, giriş ayetidir. Onu takip eden 6 ve 7’nci ayetler, ancak bu 5’inci ayet temelinde yükselebilir. İnsanın Yaratıcı’ya olan farkındalığıdır. Bu ayet, Doğru Yolun başıdır. Fatiha’nın 5’inci ayeti, İnsanın Uyanış (Farkındalık) Kapısıdır.

Fatiha’nın 2’nci ayetinin, yani Hamd Ayetinin kulda tezahürü, onda 6’ncı ayetin (Sin Ayetinin) belirmesidir. Kul, Yaratıcının Yüceler Yücesi ve Süphan olduğunun, ama buna karşılık kendi limitlerinin ve uhrevi noksanlığının farkındadır. Yönelişi ve talebi de ancak O’nadır ve O’ndandır. İnsan için, doğru yol isteğinden daha yüce bir talep düşünülemez. İslam, onu Yüce Allâh’a taşıyacak tek yoldur. Bizi doğru yola ilet ayeti, İnsanın Bilinç Kapısıdır. Yüce Allâh’ın karşılıksız bırakmayacağı bu doğru yol talebi, O’nun ihsanıdır ve O’ndan derecelerdir. Lakin onların çoğu dünyalık arzusundaki nankörlerdir. Bu doğru yol arzusunun bastırılması, kişinin kendisini aşmasına mani olur. İnsan kendisi ile sınırlı kalır. Kendisini aşamayanların doğruları, yalnızca kendi yaptıklarıdır. Kendilerini ilahlaştırırlar. Benlik savunmaları had safhadadır. Halbuki her şey kendini bilmekle başlar. Siz siz olun, ‘Doğru yol üzereyim’ demeyin. Hüküm Yüce Allâh’ındır. Niyazınız daima, ‘Bizi doğru yola ilet’ olsun. (Sin: Sıratı Müstakimin, Doğru Yolun simgesidir) Doğru Yolun ilk adımları akılla alınır. Doğru yol kalb ile tamamlanır.

Kur’an’da Yüce Allâh ile yaptığı konuşmalardan anlaşılacağı üzere, İblis akıl sahibi idi. 53-Necm Suresi 5 ve 6’ncı ayetlerden anladığımız üzere, Hz. Cebrail (as) üstün bir yaratılıştadır, üstün kuvvet ve üstün akıl sahibidir. Kur’an, Hz. Cebrail’e (as) aynı zamanda ‘Ruh’ (Nahl, 16/2; Meryem, 19/17; Mümin, 40/15) diye hitap etmektedir. Öyleyse Hz. Cebrail’in (as) üstün gücünün ve aklının sebebi, onun Yüce Allâh’tan Ruh olmasıdır. Gerçek güç ve akıl, ancak ruh iledir. Ruh, aracısız olarak Yüce Allah’tandır. Yani yaratılmış olan bir şeyden başlayarak, onun tekamülü ile oluşmaz. Direkt Yüce Allâh’ın emrindendir. Dolayısı ile her kim, kendisine bahşedilen ruha erişebilmişse ve onunla hemhal olmuşsa, o artık alemlere üstün kılınmıştır. Demem o ki, Ey insanlar, aklınıza çok güvenmeyin, onun sağlamasını ihmal etmeyin, kalbinize de danışın.

Fatiha Suresinde, 4’üncü ayetin kulda karşılığı, surenin 7’nci ayetidir. Fatiha Suresinin bu son ayeti (Sad Ayeti), kulun önceki ayetleri idrak ettiğinin delilidir. Kul samimidir, vizyonu yükselmiştir. Hüküm günü’nü idrak etmiştir. Yazık ki, insanların çoğu ‘inandık’ der de, yaşamlarında hesap gününü hesaba katmazlar. Hüküm gününe hazırlananlar, hesaba kitaba dikkat ederler. Onlar teraziyi doğru tutarlar, tamah etmezler. Onlar kurtuluşun ve gazabın farkındadırlar. Yüce Allâh’ın rızasını kazanmak arzusundadırlar. Haram kıldıklarından sakınarak, O’na ‘Dosdoğru’ kavuşmayı dilerler. Böylece kul, artık ilahi şeriat üzeredir. Fatiha Suresinin bu yedinci ayeti, İnsanın İlim Kapısıdır. (Sad: Doğru Yol Üzere Olanlar, Dosdoğrular.)

İnsan, ilahi farkındalığı, bilinç hali ve ona ulaşmış ilahi ilim ile, nur üstüne nurdur. Mümin, maddi alemde Yüce Allâh’ın nuru, O’nun halifesidir.

Başta zorbalık, baskıcı davranışlar olmak üzere, insanın en yaygın ve birçok ruhsal hastalığının temeli onun kibridir. İnsanın bu büyüklenme duyguları, Lâm Ayetlerinin onda gelişmesine manidir! Dini inanç veya dünyevi güç ne düzeyde olursa olsun, diğerlerine üstün olduğunu zannedenler, bütün üstünlüğün Yüce Allâh’ın olduğunu, O’ndan kaynak bulduğunu ve Yüce Allâh’ın huzuruna taşınacaklarını unutmasınlar. Huzurda, zerrece kibre izin olmaz.

Yeryüzünde böbürlenerek yürüme!” (İsra, 17/37)

İnsanı diğerlerine üstün kılan, yalnızca O’nu ne kadar tanıyabildiğidir, gerisi lafügüzaftır. O en Merhametli olanın Elçilerinin, Kitaplarının, Eserlerinin sebebi, O’nun insanoğlunu yüceltme isteği ile ilgilidir. O’nu anlamak, insanın kendisine faydadır, anlayabildiğince erdem sahibi olur. Yeryüzünde işlenen her kötülüğün sebebi, O’nu gereği gibi bilmemekle ilgilidir.

Şüphe yok ki, Ümmü’l Ayet, Ümmü’l Ahid, Yüce Kur’an ve Kitabı Hafîz’in (Kâf) Rabbi Yüce Allâh’tır!

Ya Rabb’el Alemin, bağışlayanların en hayırlısı, Ümmü’l Ahid’inde farkındalık bağışla.

Yaratıcı, Fatiha Suresini sanki kulu söylüyor gibi, onun ağzından, onun yerine söyledi. O bütün kulları için kurtuluşu diler. Fatiha Suresi, onu idrak edenler için büyük bir kolaylıktır. Yalnızca Fatiha suresi ayetlerinde sebat edilerek, kendi vicdani değerleri ile doğruluk üzere bir hayat çabası bile, kişinin ahireti için kafidir. Fatiha Suresi, insanı Kur’an okumaya yönlendirecektir. Yüce Kur’an’da da derinleşilirse, Fatiha suresinin Elif Ayetlerinde bildirilen ilahi sıfatlar kişide tecelli etmeye başlar. Erdem, Merhamet ve Adalet üzere bir insan olmak! Onlar, akıllarını ve kalplerini Yüce Allâh’a adamışlardır. Cennetler adanmışların ana yurtlarıdır.

Onlar ki, Yüce Allâh’ın ahdini yerine getirirler ve misakı bozmazlar.” (Ra’d, 13/20)

Açıklama:

Yüce Allâh’ın Fatiha ayetleri, yani O’nun Ahid ayetleri ile bütünleşmiş yaşamlara karşılık, sözlerinden dönen ve böylece Yüce Allâh’ın lanetini kazanan kibirlilerin hali şöyledir: Boşa çıkacak olanı, menfaati sanıp ona tamah ve böylece onu ebedi olandan alıkoyacak büyük yanılgı! Dünya ihtiraslarının ahirete tercihi ile varılacak büyük yenilgi! Cennet’e karşılık Cehennem’in alevleri! Yüce Allâh’a karşılık İblis!

Rahmanın has kulları, yeryüzünde tevazu ve vakarla yürürler. Haddini bilmez cahiller onlara lafla bulaştığında ‘selametle’ der geçerler. (Furkan, 25/63)

Lam Ayetlerinde Bildirilen Yüce Allâh’ın Sıfatları

Yüce Allâh’ın Lam Sıfatları:

1. Kendisinden başka kulluk edilecek olmayan!

Tanrı’nız tek bir Tanrı’dır. O’ndan başka tanrı yoktur.” (Bakara, 2/163)

Bana, dini yalnız Allâh’a halis kılarak O’na kulluk etmem emrolundu.” (Zümer, 39/11)

Ben sadece bir uyarıcıyım. Tek ve Kahhar Allâh’tan başka otorite yoktur.” (Sad, 38/65)

2. Kendisinden başka yardım dilenecek olmayan!

Sizlere ulaşan her iyilik Allah’tandır, her kötülük ise kendi nefislerinizdendir.” (Nisa, 4/79)

 Düşüncem: Zahirde birilerinden yardım görüyor olsanız da onun menşei Yüce Allâh’tır.

3. Kendisinden başka doğru yola iletecek olmayan!

İşte bu, Benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. Onun dışındaki yollara uymayın. Sizleri Allâh yolundan saptırmasınlar.” (Enam, 6/153)

Allâh’ın izni olmadan hiç kimsenin iman etmesi mümkün değildir. Allâh, belayı aklını kullanmayanların üzerine yağdırır.” (Yunus, 10/100)

Düşüncem:

Kur’an ayetlerinin, mümin üzerine olan etkisi, anahtar ve kilidin uyumu, yağan rahmetin bereketli topraklarla buluşması gibidir. Müminler böylece işaretlenirler. Münafıklara ise okumaları fayda sağlamaz. Onların akılları dünyadadır. Haramiler öyle cahildir ki, ellerindeki Kur’an, onların sadece kibirlerini ve sapkınlıklarını artırır.

4. Kendisinden başka nimete erdirecek olmayan!

Size ulaşan her nimet Allah’tandır.” (Nahl, 16/53)

5. El Kahhar!

Biz insanlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.” (Hud, 11/101)

 Yüce Allâh’ın emri geldiği zaman, kendilerini Yüce Allâh’tan alıkoyup peşine düştükleri unsurlar, onlara hiçbir bir fayda sağlamadı ve hüsranlarını artırmaktan başka da bir işe yaramadı.

 Not:

Onlara öğüt almalarına yetecek süre verilmişti. Helake sürüklenmeden önce defalarca uyarıldılar. O’nun Rahman ismi, bütün isimlerini kuşattığı gibi, Kahhar ismini de kuşatmıştır ve O’nun kahredici kudretinin önündedir.

Giriş ayeti Bismillahirrahmanirrahim olan Fatiha Suresi, yukarıda belirtilen açıklamalardan anlaşılacağı üzere, Elif Ayetleri (2, 3, 4) ve Lâm Ayetlerinden (5, 6, 7) müteşekkil ikili bir sistemdir. Fatiha Suresi Hakkın ve hakikatin giriş kapısıdır. Onun Elif Ayetleri, Yüce Allâh’ı tanımaya giden yolun kapısıdır. Lam Ayetleri ise kişinin, gerçek benliğine ulaşacağı yolun başıdır.

Kur’an’ın on üç suresinin girişi, Hurufu Mukatta’dan “Elif Lam” harfleri iledir.

Bu sureler; Bakara, 2/1; Ali İmran, 3/1; Araf, 7/1; Yunus, 10/1; Hud, 11/1; Yusuf, 12/1; Rad, 13/1; İbrahim, 14/1; Hicr, 15/1; Ankebut, 29/1; Rum, 30/1; Lokman, 31/1 ve Secde, 32/1’dir.

Yüce Allah’tan, elçisi Hz. Muhammed’e (sas) indirilen Kur’an’ı Kerim’in on üç ana suresinin açılışı, Elif Lam sembolleri, yani Fatiha Suresi iledir. İnsanlığın dikkati, Kur’an’a ve onun en büyük yıldızı Fatiha Suresi’ne çekildi ki, kalplerin açılışı onun aydınlığı ile olur. Yüce Kur’an’ın bütün surelerinde onun izleri görülür. Fatiha kalbe inmedi ise Kur’an okunmamış olur. Fatiha’nın aydınlığı, Kur’an’a kılavuzdur. Razı olunanların yaşamı, Fatiha Suresidir. O’nun öğüdü olan Kur’an’ı Kerim, gazaptan önceki son apaçık uyarı idi!

Cehennem Mimarı

Alîm olan Allâh’ın varlıkta emsalsiz bilgisi

O bilginin görüneni, gizli olanın gölgesi

Akıl durmuş, pür nur olmuş can, sarmış rahmet deryası

Göklerde ve yerde ne varsa, bundandır hamd etmesi

 Hiçbir şey yokken, saklıydı bu kainatın yazgısı

 Alemler doğmadan, ezelden apaçık her safhası

 Her sayfanın yüklendiği, bir sonrakinin yazısı

 Şaşmazdır, bilgeler bilgesi, her anı her zerresi

Yeryüzünde belirirken tanecikleri yaşamın

Yazılıydı zerrelerinde bugünü insanlığın

Karanlığına yüklenen bilgileri rahimlerin

Müjdeledi verilen halifeliğini insanın

Kulu sarsan bir sesleniş, alemlerdeki sessizlik

Ne varsa O’ndan işaretler, selamlanır insanlık

Bu ilahi selamla sonlanır, o derin dalgınlık

Hamde çağırmaktadır, özde uyanan farkındalık

İnsan öğrensin diye gözle, kulakla donatılan

Geldi peygamberi, kitabı yaşamıyla anlatan

Kendini bir şey zannetti de sapıttı, çıktı yoldan

Körden kör, sağırdan sağır, karanlıkta atıl vicdan

Sorup duruyordun, “Nerede bu Cehennem, ne zaman?”

Sarmış sarmalamış seni, ruhunu sildiğin zaman

Dünyaya aldandı, Cehennemi ihya etti insan

Çıkarına sandı, Cehenneme mimar oldu insan

Namaz, Kur’an’ın ‘Elif Lam Mim’ Söyleminin Nefes Almasıdır

Namaz, kulun egosunu, dünyevi güçlerini bir kenara bırakarak, onun Yüce Allâh’a yönelişidir. Bu yöneliş, onun bedeni, bilinci ve ruhu ile yapılır. Esası, Fatiha Suresinin yani Yaratıcı ile olan sözleşmenin, kişinin benliğine nakşolmasıdır. Namazdan önce abdest almak ve Hz. İbrahim’in (as) hanîf dini olan İslam’ı simgeleyen makamına yönelmek ve kalben niyet etmek gerekir. Gözlenen en büyük kusur, namazda aceleci davranışlardır. Namaz, insanın Yüce Allâh’a yönelerek özünü arındırması, iç temizliği yapmasıdır. Kişi hal ve hareketlerinde tevazu ve vakar sahibi olmuşsa, o namazdır, çok değerlidir ve doğru yoldaki altın standarttır.

Her namaz rekatı, kıyam, rüku ve secde olmak üzere üç kısımdır. Bu bölümlerin hepsine ‘Allâhu Ekber’ diyerek Tekbir ile, bütün büyüklük, üstünlük, yücelik Yüce Allâh’a teslim edilerek girilir. Hepsinde Yüce Allâh’ın Sübhan (Noksansız, Eksiksiz, Yüce) olduğu tekrarlanır. Kıyamda iken, ayrıca Fatiha Suresi okunur. Namazın esası, kıyamda okunan Fatiha Suresi’dir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmaktadır:

Kim, Ümmü’l-Kur’an’ı / Fatiha Sure-i şerifesini okumaksızın bir namaz kılarsa o namaz noksandır, tamam değildir.[7]

Kıyamdan sonra rükua, rükudan sonra da secdeye gidilir. Rüku, kulun kıyamda yaptığı sözleşmeyi onaylayarak kabul ettiğini simgelemektedir. Böylece Yüce Allâh ile kulu arasındaki misak, rükular ve secdelerle birlikte, gün boyunca belli vakitlerde defalarca yinelenmiş ve içselleştirilmiş olur. Bunu hakkını vererek başarmış bir insan, artık Yüce Allâh ile beraberlik derecesine (maiyet-i ilahiye) ulaşmıştır. Sırasıyla kıyam, rüku ve secde evreleri, mümini O’na (cc) taşıyan aşamalardır. Bu kıyam, rüku ve secdeler, hür iradenin Yüce Allah ile arasındaki sözleşmeyi, bütün benliğinde idrakinin, sözleşmeye olan sadakatinin, Külli İradeye olan minnetinin, O’nu her şeyin üzerinde bilmesinin ve O’na gönülden teslimiyetinin ifadeleridir.

Secde et ve yaklaş” (Alak, 96/19) ayetine paralel olarak, Hz. Muhammed (sas) secdeyi, “Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secdede bulunduğu haldir[8] şeklinde nitelemektedir. Dolayısı ile secde konusu üzerinde biraz durmamız gerekmektedir.

 Emanet

Ben, dünyada Ben’i dikkate alanı var kılacağım.” (Bakara, 2/30)

Ruhumdan ona üflediğimde derhal secdeye varın.” (Hicr, 15/29)

İblis görür topraktan şekillenenin zaaflarını

Nefsin uzmanı, önünde rahat bir çalışma alanı

Yaratılmışın kusurları, kalkışmanın tam zamanı

Bilmediği, Allâh Cennette de seyrediyor insanı

Şeytan sana dünyayı fısıldar, daha ötesi yok der

Aklet, onunla hareket et, emanet Allâh’a döner

Allâh özlere hitap eder, şeytan şekilde kal ister

Allâh’ın özlere son sözü Kur’an’dır, okur müminler

Yerin son şeytanlarıdır, Kur’an’ı Kur’an’la örtenler

Emanet Şiiri ile İlgili Düşüncelerim:

Yüce Allâh’tan başkasına secde olamayacağına göre, Hicr Suresi 15/29 ve benzeri bazı ayetlerde bildirilen, “Adem için secde..” ifadesi ile, Hz. Adem’in (as) ilk temsilcisi olduğu insanlık ağacının, yücelten değeri olan peygamberlik dalı ile, insanoğlunun çamur ve kan aleminden nurani aleme miracının Mimarı olan Yüce Allâh’a, eseri olan Hz. Adem (as) için meleklerin secdesi belirtilmektedir. Eserin sahibine saygının temelini, eserinin idraki teşkil eder. Melekler Yüce Allâh’a secde ederek eserini idrak ettiklerini O’na göstermiştir.

Anlaşılabilmesi yönünden ve kavranabilirliği bakımından, Kur’an’da kişinin özünü ortaya çıkarma gibi bir hâssa/özellik vardır. Son dizedeki, “Kur’an’ı Kur’an’la örtmek” sözüne de değinmek isterim. Yeryüzünde Tanrının vekili iddiasındaki firavunların tek hedefi vardır, Saltanat. Yüce Allâh’ın gerçek halifeleri, boş dünyevi ihtiraslarından sıyrılmış, O’nun kelamından başka hiçbir şeye biat etmeyen ve O’nun dosdoğru yolunda sebat eden kullarıdır.

Yüce Kur’an’da meleklerin, Hz. Adem için Yüce Allâh’a secdesini bildiren birçok ayet mevcuttur. Bu ayet-i kerimelerden bir kısmının sure ve ayet referansları şöyledir: Bakara, 2/34; Araf, 7/11; Hicr, 15/29; İsra, 17/61; Kehf, 18/50; TâHê, 20/116.

Meramımı anlatma bakımından ben bu ayetlerden, Bakara Suresi ve Hicr Suresinde bildirilenler üzerinde durmak isterim.

Bir zamanlar Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife kılacağım’ demişti. ‘Biz Seni överek yüceltiyor ve takdis ediyoruz. Orada bozgunculuk yapan, kan döken birini mi halife yapacaksın?’ dediler. Yüce Allâh, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ dedi.” (Bakara, 2/30)

Açıklama:

Bakara Suresi’nin 30’uncu ayetinde, Yüce Allâh yeryüzünde işleri, O’nun istediği şekilde düzene koyacak birini halife kılacağını bildirmiştir. Buna karşılık melekler, yeryüzünde avcı-toplayıcı, ilkel bir yaşam sürmekte olan küçük beşer topluluklarında, sadece başıbozukluk ve kan dökücülüğü gözlediklerini ve bunların halife kılınmasının mümkün olmadığını bildirmişlerdir. Günümüzde bile insanoğlu, savaşçı ve bozguncu yönleri ile dikkat çekmektedir.

Melekler nurani varlıklardır. Varlık aleminde onlara yüklenen değişik görevlerle ilgili bilgi ve donanımdadırlar. Yani akıllıdırlar ve meleke sahibidirler. İnsanda olduğu gibi nefisleri yoktur. Bu nurani varlıkların tabiatları, daima ilahi iradenin yanında ve o iradeye mutlak itaat halindedir.

Allâh, Adem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere sunup, ‘Eğer sözünüzde sebat ediyor iseniz, Bana onların isimlerini bildirin’ dedi.” (Bakara, 2/31)

Açıklama:

Bakara Suresi’nin 31’inci ayetinde, “Adem’e, bütün isimleri öğretti” ifadesinden anladığım, insanoğlunun kuracağı medeniyetlerin ilk adımı olan, onun yerleşik hayatına yardımcı ilahi öğretilerdir. Doğadan elde edilen malzemelerin işlevlerini, eşyanın tabiatını, görünenin içyüzünü, onlardan yararlanma yollarını öğrendi. Böylece kendi ayakları üzerinde durdu ve kendi kendine yetebildi. Bu gelişme, devamlı hareketi gerektiren ve asalak denebilecek bir hayatın aksine, üretime dönük, yerleşik, daha kontrollü ve rahat bir yaşama taşınmanın ilk adımlarıdır. Ayetten anlaşılacağı üzere, Hz. Adem’de (as) var olan öğrenme potansiyeli, insanoğlunun ileri medeniyetler kurabilmesinin sebebidir.

Melekler, ‘Yücesin, noksanlığın yoktur. Bize öğrettiğin dışında bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen, Alîmsin, Hakîmsin’ dediler. Allâh, ‘Ey Adem meleklere onların isimlerini söyle’ dedi. Adem, onları isimleri ile söyleyince, ‘Ben sizlere, göklerin ve yerin sırlarını bilirim, sizin açığa vurduğunuzu da içinizde tuttuğunuzu da bilirim demedim mi?’ buyurdu. Ve Biz, o zaman meleklere, ‘Adem için -Allâh’a- secde edin’ demiştik. İblis dışında hepsi secde etti. O kaçındı, kibirlendi ve kafirlerden oldu.” (Bakara, 2/32)

Açıklama:

Bakara Suresi, 2/31’inci ayetinde, “Allâh, Adem’e bütün isimleri öğretti” cümlesi ile, Rahman Suresi 55/4’üncü ayetinde, “Allâh, ona beyanı öğretti” ifadeleri benzerdir. Bu ayetlerden, Hz. Adem’in (as) üzerinde yaşadığı ve tabi olduğu doğa kanunları karşısında, kendisine yüklenmiş öğrenme yeteneği ile, gördüğü her şeyi isimlendirmesi, onlar üzerinde düşünmesi, çevresinden nasıl yararlanacağı konuları, böylece de kendini ifade eder hale kavuşması hususları anlaşılabilir.

Onu düzenleyip, ona Ruhumdan üflediğimde, onun için -Bana- secdeye kapanın.” (Hicr, 15/29)

Açıklama:

Hicr Suresi, 15/29’uncu ayeti de, Hz. Adem’in (as) aklî melekeleri yanında, ona ruhun da bahşedildiği, yani onun vicdani melekelerinin harekete geçirildiği bildirilmektedir. Böylece Hz. Adem’in (as) aklı, onun nefsinin itici gücü ile tamah etmesin, hırslarına yenilerek arzulanmayan sonuçlara düşmesin ve orta yolu bulsun diye, ona yüklenen merhamet duyguları sayesinde kontrol altına alınmıştır. İnsanın bu içsel çatışması, onu değerler arayışına sürükler. İnsan, doğru olanı aramaya programlıdır. İnsanın bu programının sebebi, Yaratıcı Kudretin insana sevgisidir. Sonuç olarak, Hz. Adem (as), akıl ve ruhla donatılmış, Yüce Allâh’ın bu hikmetleri nedeni ile meleklerden de Kendisine secde etmeleri istenmiştir.

Ben, yeryüzünde bir halife kılacağım..” cümlesi ile başlayan Bakara suresinin yukarıda sıralanan beş ayetinden anladığım, Hz. Adem’in (as) kendi akıl ve çalışma gücü ile, tabiatta ona sunulan nimetlerden insanca yararlanır bir hale yükseltilmesi, bunun yanında, ona yüklenen ruh ile de iyiliğe yönlendirilmesidir. Böylece Hz. Adem (as), onda açılan akıl melekeleri ile ve ona yüklenen ruh ile, asalak bir yaşamdan alınıp insan haline yükseltilmiştir. Hz. Adem (as), artık bugünün insanı gibi akıl ve ruh sahibidir. Bu özelliklerin gerçek kıymetini yakalaması, insanoğlunun imanı ile olur. Yüce Kur’an’ın, halife olarak bildirdiği insan ile ilgili mesajı çok açıktır. O’nun dünyevi bilgi ve beceriye sahip, kendi kendine yeten, yani rızkını kazanır bir kişi olması ve şükrederek Allâh’a yönelmesidir ki onun bu yönelişi, onu her işinde mizana taşıyacaktır. Yani insanoğlunun halifeliği, onun alın teri, el emeği ve onun Allâh’a yönelişidir.

Günümüzde çoğu insan, sürdürdüğü paraziter yaşamlarına Yüce Allâh’ın rıza göstereceğini sanmaktadır. İçgüdüleri ile sınırlı, aklını sözüm ona kurnazlık dışında kullanamayan, önünde duran işi hakkını vererek yapmaktan sakınanlar, maalesef ancak asalaklardır. Böylelerinin halife anlayışı ile Kur’an’ın anlatımı, tamamen zıt kutuplardadır. Yüce Allâh’a karşı ve O’nun dinine karşı yapılabilecek en büyük zulüm, dinin doğru anlaşılmasına gösterilen direnç ve dinden bir nevi beşer ideolojisi türetme gayretleridir. Dini anlama ve demokrasiyi özümseme zaafı olanların saltanat yürüyüşleri, cahil kitleler üzerine hitabet ile, onlarda ikna kapılarını aralamaktır. Bunların ibadetleri gösterişten ibarettir. Dilleri Yüce Allâh der de, biatları ancak liderlerinedir. Yüce Allâh’ın dini geri plana itilmiş, kitleler üzerinde müsekkin olarak kullanılmaktadır. Toplum sindirilmiştir. Otorite, Yüce Allâh adı kullanılarak her fenalığa ve adaletsizliğe kendince meşruiyet kazandırmıştır. Onlar Yüce Allâh’a arkasını dönen dinsizlerden de berbat bir durumdadırlar.

Büyük halife Hz. Ömer’in (ra) anlatımı ile ifade edersek, “ada­letin emareleri ve müjdeleri vardır. Emareleri, haya, cömertlik, yumuşak huyluluk ve nezaketli olmaktır. Adaletin müjdesi ise merhametli olmaktır. Cenâb-ı Allah, her iş için bir kapı yapmış, her kapı için de bir anahtar hazırlamıştır. Adaletin kapısı ibret almak, anahtarı ise zahid olmaktır. İbret almak da ölümü anmak ve salih ameller ile hazırlık yapmaktır. Zahid olmak ise, kişinin hakkı bulunan herkese hakkını vermesi ve kendi­sine yetecek rızıkla kanaat etmesidir. Eğer kendisine yetecek rızıkla kanaat etmezse, onu hiçbir şey zengin etmeyecektir.”[9] Adalet, kamu vicdanıdır. Adaletin ilkeleri aynı olmakla beraber, uygulamaları zamana, toplumlara ve sistemlere göre değişir.

Ant olsun İblis, onlarla ilgili zannında haklı çıktı. İnanan bir azınlık dışında hepsi ona biat etti.” (Sebe, 34/20)

İnsanı insan kılan, o ilahi dokunuştur. Alemlerde ne varsa her şey O’nu anlatır. Bu anlatımın en açık tezahürü ise insandır. Yaratılmışların en şerlileri de en hayırlıları da insanlar arasındadır. Mevlana, ‘Bu yolda yüz binlerce insan yüzlü iblis var; Böylece de sakın, her insan yüzlüyü insan sayma’ der.[10] Alemlerin Rabbi Rahman’ın bunca rahmetine karşılık, O’na düşmanlık ederek sahte mutluluklarla eyleşenlere yazık. Bunlara karşılık, ilahi dokunuşun onu taşıdığı şeriat (Kur’anî iman üzere en güzel şekilde işlemek ve namazı kılmak ve zekatı vermek) ile huzur bulanlara ne mutlu. “Ateş değmese bile, o nurdur”(Nur, 24/35) ayetinin delaleti ile, henüz İlahi bilgiler ona ulaşmamış olsa da insanın, Yüce Allâh’ın emanetini taşımakta olduğu anlaşılmaktadır.

Nasıl ki insanlar birbirinden farklı farklı görünümlerdedir, öyle de onlar üzerine ilahi dokunuşlar da farklı farklıdır. İnsanın sorumluluğu, o dokunuşun bedelini sahibine teslim etmektir. Peygamberlerin (ase) sorumlulukları vardır, alimlerin kendilerine göre sorumlulukları vardır. Bir garibanın da kendine göre farklı sorumluluğu vardır. “Allâh, kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.”(Bakara, 2/286)

Rahman, insana beyanı öğretti.” (Rahman, 55/1-2) Yüce Allâh’ın bu öğretisinin bedeli olarak insandan talebi, onun sağ duyusudur. Namaz rekatlarındaki birinci secdeler, onu akıl yetisi ile donatan ve iman ile şereflendirerek akl-ı selime taşıyan Yüce Allâh’a, kulun bu büyük nimete farkındalığı ile şükrünü, teslimiyetini ve onun dünyevi hayatını temsil etmektedir.

İlk secdeyi takiben gidilen ikinci secde ise, Külli İrade’ye artık akıl olarak biat etmiş olan hür iradenin, kalbî secdesi ile şükranını ve teslimiyetini simgeler. “Ona, Ruhundan üfledi” (Secde, 32/9) ayetinde bildirilen ilahi üflemenin mümindeki gereği, onun vicdan sahibi olmasıdır. Namazlarda ilk secdeyi takiben yapılan ikinci secdeler, müminin özünü, duygusal derinliğini, onun uhrevi yönünü simgeler. Böylece insanlar, secdelerle kendilerinde düşün yollarını açan ve içlerine merhamet duygularını yerleştiren Yüce Allâh’a, şükürle teslim olarak kibirden arınmaktadır.

Onun şeklini tamamladı. Ona, ruhundan üfledi. Onda işitme, görme ve idraki, sezgiyi var kıldı. Pek azı şükreder.” (Secde, 32/9)

Açıklama:

Bildiğimiz insandan bir adım önceki varlığa, Kur’an beşer demekte. Bunlar avcı toplayıcı idi. Görünüm olarak bugünün insanına benzemekteydiler. Yeryüzünde dolaşan diğer hayvan topluluklarından, beden ve zeka yönünden daha gelişmiş olmakla beraber, yaşantıları ve doğadaki davranışları onlar gibiydi. İnsanlık son otuz bin yıllık bir süreçtir. Bundan önceki üç yüz bin yıl boyunca, bu avcı toplayıcı küçük beşer toplulukları hüküm sürmüştü. Ayette geçen, “Onun şeklini tamamladı” (Secde, 32/9) ifadesi, onun akıl melekeleri ile bildiğimiz insan seviyesine yükseltilmesidir. Yüce Allâh, onun algı yollarını, yani aklını yükseltmiş, ona ruhundan üflemiş ve onu insan yapmıştır. Yüce Allâh’ın ruhundan üflemesinin manası, insana Kendisini ilham edecek özellikler bahşetmesi ile ilgilidir. Ruh ilahidir, maddi yönü yoktur. Uyku ve ölüm halinde bedenle ilişkisi kesilir. Yüce Allâh, insanın ölümünde ve uyku halinde ruhlarını aldığını bildirmektedir (Zümer, 39/42).

Uyku durumunda da insanlar canlıdırlar. İnsan ruhunun, bedende canlılığın sebebi olduğu düşüncesi hatalıdır. Biyolojik olarak, canlılık da ölüm de beden yani nefis ile ilgilidir. Hükme tabi tutulacak olan, insanın nefsidir. İnsanın nefsinden kasıt onun aklıdır. Hayvanlar, insan gibi ruh sahibi değildir, sadece nefis sahibidir. Nefislerinin güdüsü ile doğadan faydalanırlar. Üflenen ruh, insana ilahi olanı telkin eder. İnsan nefsi, ihtiras sahibidir. Bu hal, çoğu için maddenin cazibesini ve ona yönelişi getirir. Pek az insan ölümlü olduğunu hatırda tutar. Onların dünyalığı, ihtiyaçları kadardır. Onlar ruhlarından yükselen iç sesle, ilahi bir dengede yaşarlar.

Varlık aleminde her şey, Yaratıcıya ister istemez secde halindedir. İnsan da secdeleri ile varlık aleminin secde saflarında, iman etmiş hür irade olarak yerini almış ve Alemlerin Rabbine teslim olmuştur. Her rekatın iki secdesi, insanı insan yapan insan aklının ve onu insan kılan ruhunun, onların Sahibine ve O’nun razı olacağı şekilde teslimini simgeleyen ritüellerdir. Mümin, namazda yaptığı secdelerle, alemlerin Rabbine teslim olduğunu bildirmektedir. Bu teslimiyeti de O’nun mizanını yaşamlarında hakkı ile esas alan, şükür ve tövbeleri yerli yerince olan, farkındalık ve gayret sahipleri başarabilir. Onlar zaten her ahvalde teslim olmuşlardır.

Melekler, Hz. Adem (as) için Yüce Allâh’a secde ettikleri gibi, insanlar da kendilerine bahşedilmiş akıl ve vicdani derinlikler nedeniyle O’na secdeyle yönelmelidir. Yüce Kitapta namaz insana farz kılınmıştır (Bkz: Bakara, 2/238; Nisa, 4/103; Nur, 24/56 vb.) Yani insanlardan da, meleklerde olduğu gibi Yüce Allâh’a secde etmeleri istenmiştir. Buradan anladığımız, bir müminde namazın şart olduğu, ama daha önemlisi, onda aklın gereği olan adalet ve doğruluk ile, vicdanın gereği olan merhamet ve yardımlaşma konularının geliştirilmesi ve yaşama katılmış olmasıdır. O yaşamlar zaten ibadettir.

İki rekatlı namazların ikinci rekatından sonraki, dört rekatlı namazların da son secdesini müteakip oturumlarda (ka’de-i âhire) Yüce Allâh’ın Elçisi Hz. Muhammed’e (sas) salat ve selam ile namaz tamamlanmış olur. Namaz kısaca, ‘Elif Lam Mim’dir diye tanımlanabilir. Namaz, Yüce Allâh’ın elçisi Hz. Peygambere (sas) biat, İslam’ın bahtiyarlığı ve Yüce Allâh’ı her değerin üzerinde tanımaktır. (Günümüzde namazın teorisi).

Kendi hayat tecrübemden dolayı eminim ki, hür iradenin iman olmaksızın felahı mümkün değildir. Ve şundan da eminim ki, iman ettiğini söyleyenlerin çoğu ateştedir. Sakın aklınızdan çıkmasın. Hüküm gününde kurtuluşa erenler, ancak ilahi ahde vefa gösterenlerdir.

Kim namaz kılar ancak kıldığı namaz kendisini açık ve gizli kötülükten alıkoymazsa o namaz, sahibini Yüce Allâh’tan uzaklaştırır.[11] (Günümüzde namazın pratiği).

Açıklama:

Namaz, müminin arınması, onun yönelişidir. Yukarıda bildirilen hadis-i şerîfe farklı bir açıdan bakarsak, Hz. Peygamber (sas) hakkını vererek kılınan namaz ile, müminin kendini bir iyilik haline taşıyacağını söylemektedir. Namaz, zekat vermek dışında, İslam’ın şartları diye bilinen ritüelleri de sembolik olarak temsil eder. Zekât, müminin kendinden vermesi yani çevredekilere kayıtsız kalmamasıdır. Fatiha Suresinin Lam ayetlerinde, Yüce Allâh’a çoğul ifadelerle yöneliş, müminlerin hemhal yapısı nedeni iledir. Müminin namaz ile kazandığı iyilik hali, onun sözleri ile, yardımcı davranışları ile onun örnek alınacak nitelikleridir. Namaz ile kazanılmış bireysel iyilik halinden zekâta hareket ile arzu edilen, müminin toplumsal eylem haline ulaşmasıdır. Zekat müessesesi, toplumda yardımlaşma ve güvenin tesisi bakımından en güçlü bağdır. Müminin namazı onun zekâtına kapıdır. Zekatın kelime anlamı, arınmak, çoğalmaktır. Dolayısı ile müminin zekâtı da onun kurtuluş kapısıdır. İslam’ın nihai hedefi, bütün insanlığın kucaklanmasıdır. Resulullah (sas) şöyle buyurmaktadırlar:

Namaz dinin direğidir.[12]

İn aşağı! Orada kibir olmaz! Terk et orayı!” (Araf, 7/13)

Huzur-u ilahîden kovulmanın gerekçesi, Yüce Allâh’ın indinde büyüklenmektir. Dilerim, İblisin durumuna düşmezsiniz.

Son Söz

Ey arka plandakiler !

Kur’an insanîdir, insan içindir, sırf Arabî değildir. Kur’an, insan haklarıdır. Kur’an, ifade özgürlüğüdür. Şeriat, zorbalık düzenleri kurmak, insanı insan yapan temel hak ve özgürlükleri yok etmek değildir. Kur’an, insanı fazilet sahibi kılmak içindir.

Haramiler için her şey zarurettir. Onlar, Yüce Allâh’ın kendilerine hazırladığına karşılık, bir pirinç tanesinden deve maketi işleyip, o minyatüre de bir iğne deliği uyduranlardır. Zaruret, hayat ile ilgilidir, yani hayatidir. Zaruret, emaneten alınmış olan makamlardan menfaat temini değildir. Hayat şayet pamuk ipliği ise, zaruret odur, gerisi en’âmî bir davranıştır. Bütün dertleri ümükten ibaret olan dar düşünceliler, muztar olduklarını söylemektedirler. Yüce Allâh’a karşı yalan dizenler, ancak zalimlerdir. O (cc), dininde asla taviz vermez.

Kitab’ın, insanoğlunun yaşamına getirdiği düşünme, araştırma ve geliştirme alanlarına rağmen, dini hayatın kendilerinden öncekileri taklitte olduğunu düşünerek takılıp kalanların parlama çabaları, menfaat labirentlerinde bitap düşüp, yüzlerce yıldır uyumaları, olacak şey değildir. Kibirden doğan ihtiras ve hırs, insanın insanlığını harap eder. Paraya tamah ve siyasetten güç devşirme, kişiye arzuladığı hayatı yaşatabilir. Fakat insanın hakikati, onun arınmasıdır. İnsanın cehaleti ve insanın kötülüğü, insanın gerçeği görmesine mani olur. Yapıyorum sanır da, görüşü kıt insan bir şaşkından farksızdır. Hedefler büyümüş, ancak bazı insanlar küçülmüştür. Buna muhazî bir şekilde meslekler de çürümüştür. Yüce Allâh, dönüşü olmayan dünya yolculuğuna Cenneti sunmuş, onlar ise çoktan yoldan çıkmışlardır.

Yaratıcının yüceliği, içinde bulunduğumuz evrende nereye bakılsa, orada tecelli etmiştir. O’nun dini olan İslam’ın yüceliği, hangi coğrafyada hangi diyarda tecelli etti? Var da ben mi göremiyorum? O gece, Hz. Cebrail (as), Kitab-ı Hafîz’den (Kâf) yanlış bir bölümü mü aldı? Yoksa, ‘Muhammed’de (sas) bazı problemler vardı’ mı dersiniz? İlahi planda bir şeyler ters gidiyordu da Yüce Allâh, ‘Belki böylesi daha iyidir’ deyip, gidişatı oluruna mı bıraktı?

Öyleyse kusur nerede? Yüce Allâh, elçisi Hz. Muhammed’e (sas) ve onun da insanlığa emanet ettiği ve her sözün üstünde kılarak tamamlayacağını bildirdiği nurunun, bâtıl ile sümen altı edilmesine razı olur mu? Yüce Allâh’ın, insana dinde yüklediği sorumluluklar yerine, nefislerinin rahatını tercih ederek dünyaya aldananlar, Yüce Allâh’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı olamayacağını göremediler. Kendi vasat kanıları yeter sandılar. O faşizan vasatlıkları ile toplumları tasarıma kalkıştılar. Yüce Allâh’ı gereği gibi takdir edemediler. Ey sapıklıkları nedeni ile helake sürüklenenler! Ne yapsanız boş. Kur’an, Yüce Allâh’ın insanlığa sözüdür. O’nun sözü şüphesiz bütün sözlerin de üzerindedir. Böylece Yüce Allâh, ‘Yapacağınızı yapın’ (Fussilet, 41/40) der.

O’nun ile araya mesafe koyanlar, Yüce Allâh’tan değil de insanların sözlerinden ürkmektedirler. Yüce Allâh’ın dinini, saltanatlarına vasıta yapmışlardır. Bu sebeple, akıllarının yetmediği yerde zorbalıklarını devreye almışlardır. Despotluklarının sebebi, özlerindeki cehaleti kavrayamamalarıdır. Hastalıklarının sebebi ise, kendilerini tastamam görmelerinde saklıdır. Nihayet kendini dinin sahibi, ulema zümresinde ve Yüce Allâh’ın sevgili kulları olarak gören, ama gerçekte hiçbir işten anlamayan, hiçbir becerisi olmayan bu zavallı güruh, uydurduklarını düren birisi ile mutlaka karşılaşırlar. Kur’an’ı tekellerinde sananlar, bari onu gereği gibi kavramış olsalardı. Dini dosdoğru tutmamanın dünyada bedeli nedir? Hüküm Günü, böyle bir cürmün bedeli nedir?

Cennetler, dünyada sabredenleri beklemektedir. Kalplerinde, Yüce Allâh’tan başkasına yer vermeyenler, öyleyse az daha sabır gösteriniz. O Azizler Azizi ile aramızda, şu müflislere edilecek bir söz daha kaldı:

Görünüşleri hoşuna gider. Konuştukları zaman dinlersin. Onlar dayalı kütükler gibidir. Her yüksek sesi kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar İslam’ın düşmanlarıdır. Allâh, o döndürülmüşleri katledecektir.” (Münâfikûn, 63/4)

Kolayca hazmettikleri fenalıkları ile huzurludurlar. Kötülükleri, iliklerine kadar nüfuz etmiştir. Onları, konuşmalarını ayetler ile süslerken, gösteriş cemaatlerinde saf tutup secde ederken seyredersin de Müslüman sanırsın. Onlar, gerçek hallerini kendilerinden bile sakladıkları gizli münafıklardır. Bunların yegane dertleri dünyadır. Dünyalık konusunda doyumsuzdurlar. Yalan dolanla, vaatlerle ya da zorbalıkla ele geçirdikleri dünyevî zenginlik, kibirlerini artırmaktan, görgüsüzlüklerini sergilemekten başka bir işe yaramaz. ‘Müslümanız’ derler de, onlar Yüce Allâh’ın doğru yolu üzerine oturmuş şeytanlardır.

Yüce Kur’an’ı gerektiği şekilde anlamamak demek, Yüce Kur’an’ı terkedilmiş olarak bırakmak, Yüce Allâh’ı gereği gibi anlamamak ve Yüce Allâh’ın kadrini layıkıyla takdir edememek demektir. Her kötülüğün temeli, Kur’an’ı gereği gibi anlamamaktır.

İnsanın kalben imanı, Yaratıcıya tutulacak yegane yoldur. İnsanın müjdesi ve kurtuluşudur. İman, kişinin kendi özüne olan inancının da üzerinde, onu aşan bir değerdir. Taşıyıcıdır. Onu Yüce Allâh’a taşır. Kur’an, insanın aklı içindir. İlahi hakikati dikkate almayanlar, aslında kendi varlık nedenlerini, hatta kendi özlerini bile inkar etmektedirler. Şayet akıl kalbe yol bulamıyor ve insan kalbî hale gelemiyor ise, o akıl değildir, yaşamlar da manasızdır. Kalbinizin anahtarı, aklınızdır. Göklerin anahtarı ise, kalbinizdir. Dilerim anahtarlarınıza sahip çıkarsınız. Yaşamak, O’nu anlamaktır, O’nunla yaşamak ise ebediliktir!

Kalpler aldanmaz

Konuşur diller, diller yanılır

Görmekte gözler, gözler yanılır

Hesap tamam der, akıl yanılır

Kalpler aldanmaz, her şey aldanır

Bilgi ışıktır yol arayana

Alır götürür derin sırlara

Huzur dolu rahmet diyarlara

İman aldanmaz, her şey aldanır

Dile gelir, duyan şifa bulur

Gözde gönülde ışığı kalır

Buzlar erir, bet bereket gelir

Bir umut, bir sevinç, Bayram olur

Dünyada ne varsa topraktandır

Topraktan gelen toprağa düşer

Emanetler O’nun emrindendir

Kalpler ölmez, ölen bedenlerdir

Ey Arayış Sahibi!

Onlara bakıp da yanılgıya düşme. Onlar İslam’ı işlerine geldiği gibi anladılar. Şimdi hüsran içindeler. Yüce Allâh’ın insanlar üzerine irşadını ararken, daralan zamanda sanırım bu notlar yardımcın olacaktır. Yüce Allâh’a emanet ol !

İslam Karşısında Kurgu, Yıkılmaya Mahkûmdur. (İsra, 17/81)

İslam, Allâh’tan başka tanımamaktır

Allâh Hakk’tır, İslam hakkı haykırmaktır

Hüner O’nu görür gibi yaşamaksa

O’ndan yoksun hayat, hiç yaşamamaktır

Dünyada yaşam, müminin çilesidir

Mezara konur, müminin ölüsüdür

Kanatlanıp uçan, müminin özüdür

Ne O’ndan gayrı tanır ne O’nsuz durur

Açılmış göklere eller, medet bekler

“Ya Rab! İlmimi artır” zikrinde diller

İman ilimsiz, ilim imansız olmaz

Akıl görür, Allâh gözlerden muaftır

Can O’nu bilip de kafeste çok durmaz

Öldü gitti derler de, müminler ölmez

Allâh ehlidir, özüne ölüm değmez

Beden ölür, özler ölümden muaftır

Yüce Allâh nurunu tamamlayacaktır! Ağızlarıyla o nuru söndürme gafletindeki kafirler hoş karşılamasalar da!” (Saf, 61/8)

Hahamlar, ‘Müslümanlar ve Hristiyanlar Cehennemdedir’ dedi. İmamlar da, ‘Cehennem, Yahudiler ve Hristiyanlar içindir’ dediler. Anlamamak! Problemlerin giderek karmaşık hale taşınması, baş edilemez boyutlara ulaşması, en nihayetinde dünyanın beklenen sona erişmesinin sebebi de insanın etinin onun aklına üstün gelmesidir. Yüklenen yaşam emanettir ve insandan beklenen de onun dosdoğru olmasıdır. Dilerim hakikat sizi kuşatıp çaresiz koymadan önce, onu kavramış olursunuz. Hür kılınmış insan, Yaratıcı İrade’yi dışlamış veya gereği gibi kavrayamamış ise, yaşamı dünya ile sınırlıdır. Onların ahireti Cehennemdir.

Alemlerin Rabbi, alemlerin Mizanıdır. Mizanı Yüce Allâh olmayan her nefis Cehennemdedir. Yaşamınız nasıl geçerse geçsin, kavramınız Kur’an’ı Kerim, ahiretiniz Cennet olsun.

Kalemin yazdıkları, Yüce Allâh’ın elçisi, insanlığa rahmeti Hz. Muhammed’e (sas) ithaf olundu. Bu satırlar, gökten indirilenin, yerden bitirilene liyakatin, yeterliğin delilidir.

Hamd Yüce Allâh’a! Yüce Kur’an’ın Rabb’i! Merhametin Sahibi! Mahcup etme. Ashab-ı Yemin içinde tut. Adaletin Rabb’i!

Kaynakça: Ümmü’l Ahid Bâbeyni ile Yüce Kur’an.


[1] Mevlana Celaleddin-i Rûmi, Fîhi Mâ Fîh, s. 82 (Ter. Ahmed Avni Konuk, Haz. Selçuk Eraydın), İz Yayıncılık, İstanbul-1994.

[2] Ebu Davud, Sünen, 1457; Buhari, Sahih, 4474, 5006.

[3] Deylemî, Firdevsü’l-Ahbar, 799; Ali Muttakî, Kenzü’l-Ummal, 28942.

[4] Râzî, Tefsîru’l-Kebîr Mefâtîhu’l-Ğayb, 2/3.

[5] Mevlana, Mesnevî-i Şerif Tercümesi, (Çeviren: Veled Çelebi İzbudak), C. 5, Beyitler: 1315, 1320.

[6] İncil, Yuhanna, 1:1-4.

[7] Müslim, Sahih, Salât, 395; Tirmizi, Sünen, Tefsir, 2953.

[8] Müslim, Sahih, Salat, 215; Ebu Dâvud, Sünen, Salat, 875.

[9] İbn Kesîr, El-Bidaye ve’n-Nihaye, IX/615.

[10] Mevlana Celaleddin Rumi, Mektuplar, s. 48, Mektup: XXX, (Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbaki Gölpınarlı), İstanbul-1963.

[11] Münavî, Feyzü’l-Kadir, VI/221; Es-Suyutî, Ed-Dürrü’l-Mensur, VI/465; Deylemî, Firdevs, III/622.

[12] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, 4/300.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları yazarlarına ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.