Musa Kâzım GÜLÇÜR
1 / Muharrem / 1445
19 / Temmuz / 2023
İçindekiler
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيطَانِ الرَّجِيمِ
بِـسْـــــــــــــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنْ مِنْهُ انْشَقَتِ الْأَسْرَارُ * وَانْـفَلَـقَتِ الْأَنْوَارُ * وَفِيْهِ ارْتَـقَتِ الْحَـقَائِقُ * وَتَـنَـزَّلَتْ عُلُـوْمُ آدَمَ فَأَعْـجَزَ الْخَـلَائِـقَ * وَلَهُ تَضَاءَلَتِ الْـفُهُوْمُ فَـلَـمْ يُدْرِكْـهُ مِنَّا سَابِقٌ وَلَا لَاحِقٌ * فَرِيَاضُ الْمَلَكُوْتِ بِـزَهْرِ جَمَالِـهِ مُوْنِـقَةٌ * وَحِيَاضُ الْجَبَرُوْتِ بِفَيْضِ أَنْوَارِهِ مُتَدَفِّـقَةٌ * وَلَا شَيْءَ إِلَّا وَهُوَ بِهِ مَنُوْطٌ * إِذْ لَوْلَا الْوَاسِطَةُ لَذَهَبَ الْمَوْسُوْطُ * صَلَاةً تَلِيْقُ بِكَ مِنْكَ إِلَيْهِ كَـمَا هُوَ أَهْلُهُ
اَللَّهُمَّ إنَّهُ سِرُّكَ الجامِعُ الدَّآلُّ عَلَيْكَ * وَحِجابُكَ الأَعْظَمُ القَآئِمُ لَكَ بَيْنَ يَدَيْكَ * اَلّلهُمَّ أَلحِقْني بِنَسَبِهِ * وَحَقِّقْني بِحَسَبِهِ * وَعَرِّفني إيَّاهُ مَعْرِفَةً أَسْلَمُ بِهَا مِنْ مَوَارِدِ الجَهلِ * وَأَكْرَعُ بَهَا مِنْ مَوَارِدِ الفَضْلِ * وَاحْمِلْني عَلَى سَبيلِهِ إلى حَضْرَتِكَ حَمْلاً مَحْفُوفَاً بنُصْرَتِكَ * وَاقْذِفْ بي عَلَى البَاطِلِ فَأَدْمَغَهُ * وَزُجَّ بِي فيِ بِحارِ الأَحَدِيَّةِ * وَانْشُلْني مِنْ أَوْحَالِ التَّوْحِيدِ * وَأَغْرِقْني فيِ عَيْنِ بَحْرِ الوَحْدَةِ حَتَّى لاَ أرَى وَلا أسْمَعَ وَلا أَجِدَ وَلاَ أُحِسَّ إِلاَّ بِها
وَاجْعَلِ الحِجَابَ الأعْظَمَ حَيَاةَ رُوحِي * ورُوحَهُ سِرَّ حَقِيقَتي * وَحَقيقَتَهُ جَامِعَ عَوَالمي * بِتَحقيقِ الحَقِّ الأوَّلِ يَاأَوَّلُ يَاآخِرُ يَاظَاهِرُ يَاباطِنُ * اِسْمَعْ نِدَآئي بِمَا سَمِعْتَ بِهِ نِدآءَ عَبْدِكَ زَكَرِيَّا * وَانْصُرْني بِكَ لَكَ، وَأَيِّدْني بِكَ لَكَ، وَاجْمَعْ بَيْنِي وَبَيْنَكَ وَحُلْ بَينيْ وَبَيْنَ غَيْرِكَ
{ اَللَّه اَللَّه اَللَّه }
رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ، وَبِهِ الْعَوْنُ
(5/54 ، سُورَةُ المائدة)
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَٰٓئِكَةِ إِنِّى خَٰلِقٌۢ بَشَرًا مِّن صَلْصَٰلٍۢ مِّنْ حَمَإٍۢ مَّسْنُونٍۢ
فَإِذَا سَوَّيْتُهُۥ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِى فَقَعُواْ لَهُۥ سَٰجِدِينَ
(15/28-29 ، سُورَةُ الحجر)
(رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي)
(20/25-28 ، سُورَةُ طه)
Ezelden ebede kadar, bütün olmuş ve olacak hamd ve senalar, tam ve kemaliyle, âlemlerin yegâne Yaratıcısı, yöneteni ve kemale erdiricisi Allâh’ındır. Ey Rabbim! Bütün sırların kendisinden zuhur ettiği, bütün nurların kendisinden saçıldığı ve bütün hakikatlerin kendisinde toplandığı, Âdemoğlunun tüm ilimlerinin kendisine indirildiği, mahlukatı âciz bırakıp idraklerin âciz kaldığı, ne geçmişte ne de gelecekte kendisi hakkıyla idrak edilemeyecek Zât’a salât et. Melekût bahçeleri, O’nun cemâlinin aydınlığı ile şenlenmiş, Ceberût havuzları O’nun nurlarının feyzi ile taşmıştır. Hiçbir şey yoktur ki ona bağlı olmasın. Zira aracı olmasaydı, mevcudiyeti aracıya bağlı olan yok olurdu. Senin şanına lâyık, onun da ehli olduğu bir salât ile ona salât et.
Ey Rabbim! Muhakkak O, her şeyi içinde barındıran, sana delâlet eden sırrındır. Senin katında, senin için duran en büyük perdendir. Ey Rabbim bizi, O’nun nesebine dâhil eyle ve O’nun şerefinin hakikatine vâkıf eyle. Bize O’nu öyle bildir ki, cehalet yollarından selâmette olalım. Erdem kaynaklarından vasıtasız olarak o salavat ile susuzluğumuzu giderelim. Onun yolunda sana kulluk etmeyi bize ihsan et. Bizi üzerine göndererek bâtılı yok et, Ehadiyet denizlerinde yüzdür, tevhid konusunda bulanıklıklardan süratle çıkar ve vahdet denizinin hakikatine gark eyle. Böylece yalnız vahdeti görelim, duyalım, bulalım ve idrak edelim.
En büyük hicâbı (Resülullah’ı), ruhumuzun hayatı ve O’nun ruhunu, hakikatimizin sırrı ve Hakku’l-Evvel hakkı için O’nun hakikatini, âlemlerimizi kuşatıcı kıl. Ey Evvel! Ey Âhir! Ey Zâhir! Ey Bâtın! Kulun Zekeriya’nın duasını kabul ettiğin gibi bizlerin de dualarını kabul et. Rızanı kazanacağımız şekilde bizlere yardım et. Rızanı netice verecek şekilde bizleri destekle. Bizi seninle kıl ve senden gayrısı ile aramızı ayır. Allâh! Allâh! Allâh!
“Allâh (cc) onları sever, onlar da Allâh’ı severler.”
(Maide, 5/54)
“Rabbin, Meleklere şöyle demişti: Ben kuru çamurdan, şekillenmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Yaratılışını tamamlayıp, ruhumdan üflediğim zaman, sizler onun için hemen secdeye kapanınız.”
(Hicr, 15/28-29)
Önsöz

Âyet el-Kürsî (Bakara, 2/255)
Muhabbeti, sevgiye ulaşma yolu yapan, benlikleri kemâlâtın her çeşidini elde etmeye yönlendiren, sevgiyi sevenler için bir lütuf kılan Yüce Allâh’a, rızası ve sevgisinin sonsuzluğunca hamd ve şükürler olsun.
Yüce Allâh, keremen ve lütfen kendi ruhundan bizlere sırlı bir şekilde üfledi de, kulaklarımızı, gözlerimizi ve gönüllerimizi yarattı (Nahl, 16/78; Secde, 32/9; Mülk, 67/23). İnsanı, varlık dünyası içerisinde, Rahman’ın meleklerinin secdesi derecesine ulaştıran, bu büyük ve latîf sır değil miydi? Bu sır, (قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى) “De ki: Ruh Rabbimin emrindendir.” (İsra, 17/85) perdesinde gizlenmiş bir sırdı ve Adem’in (as) kalbinin sultanına aitti. Adem’in (as) zatı, gaybın sırlarının mahalli oldu. Güvenilir (emîn) bir elçi olan Cebrâîl’den (as), makamında karar ve nüfuz sahibi (mekîn) Mîkâîl’den (as) ve daima bir makam üzere olan (sâhib-i temkîn) İsrâfîl’den (as) hürmet ve saygı gördü. Diğer hiçbir varlık türü ile ilgili böyle bir durum söz konusu olmadı. Taşımakta olduğu bu yüce ve ilahi nefes (Hicr, 15/29; Secde, 32/9), insanı sürekli bir şekilde onurlandıran konumda tutmaktadır.
Ebeveynlerin çocukları ile aralarındaki ilişki, daima çocuklarının menfaatini düşünen, sevgi, şefkat ve merhametin en üst seviyede yaşandığı bir ilişkidir. Hiç şüphesiz Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin insanla olan ilişkisi, ebeveynleri ve çocukları arasındaki ilişkiye nazaran, kıyasa gelmeyecek derecede yüksek ve neredeyse sınırsız bir seviyededir. Bu ilişki, hiç yok iken insanları yaratan, onlara kendi ruhundan üfleyen (Hicr, 15/29; Secde, 32/9) Yüce Rab ve insan ilişkisidir. Yüce Nebi’nin (sas) beyanları ile, (اللَّهُ أَرْحَمُ بِعِبَادِهِ مِنْ هَذِهِ بِوَلَدِهَا) “Allâh (cc), kullarına karşı, bir annenin çocuğuna olan şefkatinden, çok daha yüksek seviyede şefkatli / merhametlidir.”[1]
İnsanı gerçekten de keremli kılan hususlardan birisi, kerim, masum ve kesintisiz tesbih halindeki meleklerin, insanın Yüce Allâh katındaki konumunu öğrendiklerinde, ibadetlerinin önemli bir bölümünü insanlara dua için ayırmalarıdır. Yüce Allâh’tan bir sevgi ve dostluk lütfedilmiş insanlara dua etmeleri, meleklerin Yüce Allâh’a yakınlıklarının önemli bir vesilesidir.
Genel olarak, İslam müellifleri, vâizleri ve nâsihleri, Yüce Allâh’a yönelik sevgi ve Yüce Allâh’ın aşkınlığı üzerinde daha fazla durmuş, O’nun (cc) sevgideki içkinliği ve derinliği hususunu ise alabildiğine ihmal etmişlerdir. Bu tutum, Yüce Allâh’ın insana çok önemli seviyedeki sevgisinin ve ilgisinin, alacakaranlık kuşağında kalmasına sebep olmuştur. Haricî ve benzeri zihniyetteki kimseler de devamlı şekilde “korku” konusunu işleyip, Yüce Allâh’ın insana sevgisinin önemi ile ilgili doğru perspektifi kaçırmışlardır.
Halbuki Yüce Allâh, her daim insan ile birlikte ve beraberdir (Hadîd, 57/4). Bu beraberlik öyle yüksek bir seviyededir ki, insan hasta olduğunda bile, Rab Teâlâ hemen o kimsenin yanı başında bulunmaktadır. Bir kudsî hadîs, bu keyfiyeti şöyle beyan eder:
Rab Teâlâ: “Ey âdemoğlu! Ben hasta oldum, beni ziyaret etmedin!”
Kul: “Ey Rabbim, Sen alemlerin Rabbi iken, ben Seni nasıl ziyaret ederim?”
Rab Teâlâ: “Bilir misin, falan kulum hastalandı. Fakat sen onu ziyaret etmedin. Bilmiyor musun, eğer ziyaret etseydin, beni onun yanında bulacaktın!”[2]
Kudsî sevginin iki yönü vardır. Birincisi, Rabbin kuluna sevgisi, ikincisi ise kulun Rabbine olan sevgisidir. Rabbin, kullarına olan sevgisi, hem sonsuz üstünlüğü hem de önceliği olan bir sevgidir. Biz de bu yazımızda daha çok, sevenin sevdiği, ama aynı zamanda sevilenin de seveni sevmesi yönlerinden ilkine, yani Yüce Allâh’ın insana yönelik ilahî sevgisine ve onun sonsuzluğu hususuna odaklanmaya çalışacağız.
Yeryüzü ve gökler ile bu ikisi arasındakiler, sevgi ile var edilmişlerdir. Sevgi, ulvî ve süflî bütün alemlerdeki her türlü hareketin esasıdır. Bilindiği üzere hareketten hararet, hararetten incizap, incizaptan da muhabbet / sevgi meydana gelir. Bu açıdan, bütün hareketlerin faili ve gâî illeti (varılmak istenen sonuç) sevgidir.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, hem yere hem de semaya, “İsteyerek ya da istemeyerek gelin” dedi. İkisi de, ‘İsteyerek geldik!’ dediler.” (Fussilet, 41/11) Bu iki devasa varlık, İlahî emanet, yani “kabul ya da ret hürriyeti / sorumluluğu” kendilerine teklif edildiğinde ise, bu sorumluluğu almaktan çekindiler. Ancak insan, “kabul ya da ret hürriyetini / sorumluluğunu” üstlendi. Dolayısı ile, “sevgiyi ya da sevgisizliği seçme hürriyetine” de “evet” demiş oldu.
Bu açıdan yolculuktaki insan, Yüce Allâh’a doğru yol almak için aydınlık bir şehrahta hareket ettiğinde, ilahî sevginin muhatabı olmaya önemli bir namzet haline gelir. HafazanAllâh, aksi istikamette yol almak için harekete geçtiğinde ise, ona dünya ve içindekiler cazip gösterilir. Dünyayı seven, dünyalıklara tapan birisi haline gelir.
Hoşlanılan bir şey, ancak daha güzel bir şey için terk edilebilirken, nefret edilen bir şeye de ancak daha güzel bir şey için katlanılabilir. Dolayısı ile bütün terkler ve katlanmalar, kaçınma ve korunma açısından var oluşsal niteliklerdir. Bir şeye sevgi ne kadar kuvvetli ise, onun zıttı için nefret de o kadar güçlüdür.
Bera b. Azib’ten gelen şu rivayet, konuya derinlik kazandırmaktadır:
“Bir gün, Resülullah’ın (sas) yanında oturuyorduk. Resülullah (sas): “Hangi İslam bağı daha kuvvetlidir?” diye sordu. Oradakiler, “Namazdır” karşılığını verince, Resülullah (sas); “Güzel, ama o değil” buyurdular. Oradakiler, “Zekâttır” deyince, Hz. Peygamber (sas); “Güzel, ama o da değil” buyurdular. Onlar, “Ramazan Orucudur” deyince, Resülullah (sas): “Güzel, ama o da değil” karşılığını verdiler. Onlar, “Hacdır” deyince, Resülullah (sas); “Güzel, ama o da değil” dediler. Oradakiler, “Cihattır” dediler. Resülullah (sas) şöyle buyurdular:
“Güzel, ama o da değil. İmanın en güçlü bağı, Allâh için sevmeniz ve Allâh için nefret etmenizdir.”[3]
Giriş

Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayeti ile, Yüce Nebi (sas) şöyle haber vermişlerdir:
“Rahmân’a sevgili, dile hafif, mîzanda ise ağır olan iki kelime vardır ki bunlar, SübhânAllâhi ve bi hamdihi, SübhanAllâhi’l-Azîm’dir.” (Buhari, 7563)
Erken dönem Arapça dini ve tasavvufi metinlerde, “sevgi” kelimesine karşılık, genelde Kur’ân-ı Kerîm’deki şekli ile “hub” veya “mehabbe” kelimeleri kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de “mehabbe” kelimesi bir ayette (TâHê, 20/39), “hub” kelimesi ise dokuz ayette geçmekte, yetmiş iki yerde aynı kökten isim ve fiiller yer almaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “seveni kendisinden geçirecek derecede coşkulu sevgi” anlamına gelebilecek isim-fiiller olarak ise “vüd” kelimesi sekiz defa, “meveddet” kelimesi sekiz defa, esmâ-i hüsnâdan “Vedûd” güzel ismi ise iki defa yer almaktadır (Hud, 11/90; Büruc, 85/14). Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de, “gerçek şekilde seven, dost” anlamında “halîl, veli” ve “evliya” kelimeleri de, sevgiye ait farklı tezahürleri beyan etmektedir.
(يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ) “Allâh (cc) onları sever, onlar da Allâh’ı severler” (Maide, 5/54) ayet-i kerimesi, bir vâhidin, aynı hakikatin iki yüzüdür ve ilahi sevgi ile ilgili kaziyeyi net olarak ispat eder. Yüce Allâh’ı sevme ve O’na (cc) itaat, elbette çok önemli konulardır. Fakat, Yüce Allâh’ın sevgisi her şeyden daha önemlidir. Ayet-i kerime açık şekilde, Yüce Allâh’ın insanı sevmesi konusunu birinci seviyede, insanın Yüce Allâh’ı sevmesi konusunu ise ikinci seviyede zikretmektedir. Ayet-i kerimelerde, bir hususun daha önce zikredilmesi, o konunun ehemmiyetini gösterir. İbn Abbas (ra) hazretleri, bu hususu şu şekilde vurgulamaktadır:
“Bu ihtiyar yaşıma gelene dek, yaya olarak hacca gitmediğime üzüldüğüm kadar, başka bir şeye üzülmüş değilim. Çünkü Yüce Allâh, (يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلَىٰ كُلِّ ضَامِرٍۢ) “Gerek yaya gerekse de yorgun develer üzerinde sana gelsinler..” (Hac, 22/27) buyurmuş ve yürümeyi, binitle gelmekten önce zikretmiştir.”[4]
(يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ) “Allâh (cc) onları sever, onlar da Allâh’ı severler” (Maide, 5/54) ayet-i kerimesi, insanın henüz O’nu (cc) sevmeden önce, O’nun (cc) insanı ezeli ve ebedi bir şekilde sevmekte olduğunu beyan etmektedir. Evet, sen O’nu (cc) talep etmeden önce, O (cc) seni ezeli ve ebedi şekilde talep etti. Sen, O’nu (cc) zikretmeden etmeden önce, O (cc) seni ezeli ve ebedi şekilde zikretti. Sen, O’ndan (cc) bağışlanma talep etmeden önce, O (cc) seni ezelî ve ebedî bağışlaması ile bağışladı.
Ömer b. Abise rivayeti ile gelen bir hadis-i şerifte, Yüce Nebi (sas) bu gerçekliği, bir kudsî hadis nakli ile şöyle beyan etmektedir:
:كتاب كتبه الله قبل أن يخلق خلقه بألفي عام، ثم وضعه على عرشه، ثم نادى
يا أمة محمد، سبقت رحمتي غضبي، أعطيتكم قبل أن تسألوني، وغفرت لكم قبل أن تستغفروني، فمن لقيني منكم يشهد أن لا إله إلا الله، وأن محمدا عبدي ورسولي صادقا أدخلته الجنة .
“Yüce Allâh, hiçbir şeyi yaratmadan iki bin yıl önce bir kitap yazdı ve onu Arş’ına yükseltti. Sonra şöyle nida buyurdu:
‘Ey Muhammed ümmeti! Rahmetim gazabımı geçmiştir. Sizler, benden istemezden önce, sizlere verdim. Sizler istiğfar etmezden önce, sizleri bağışladım. Sizlerden her kim, Allâh’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in kulum ve elçim olduğuna, samimi şahitlik ederek bana kavuşursa, onu Cennet’ime alırım.”[5]
Kudsî Söyleşi

“Allâh (cc) onları sever, onlar da Allâh’ı severler” (Maide, 5/54)
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, elest bezminde yaptığı ahitle, bizim işimizi yoluna koydu ve onu tamamladı. Soruyu soran da, cevabı keremen ve lütfen telkin eden de O (cc) idi. Farz-ı muhal, “Ben kimim?” diye sorsaydı, herkesin dili tutulur, cevap verilemezdi. İnsanlar hayretlere düşer, akılları başlarından giderdi. Ezeli ve ebedi lütfundan dolayı, soruyu sorarken, cevabını da içine derç etti. Böylece sözün yarısı soru gibi iken, diğer yarısı da cevabı göstermekteydi:
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنۢ بَنِىٓ ءَادَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَىٰٓ أَنفُسِهِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ ۖ قَالُواْ بَلَىٰ ۛ شَهِدْنَآ ۛ أَن تَقُولُواْ يَوْمَ ٱلْقِيَٰمَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَٰذَا غَٰفِلِينَ
“Hatırla ki Rabbin, Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp, onları benliklerine karşı şahid tutmuş, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye buyurmuştu. Onlar da, ‘Evet, Sen Rabbimizsin, şahid olduk’ demişlerdi. Bu şahid tutuşumuzun sebebi, kıyamet günü, ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ dememeniz içindir.” (Araf, 7/172)
Bu kutsi söyleşinin, ezelde insanların ruhları yaratılınca, topluca bir soru ve cevap neticesinde vuku bulduğu genel kanaattir. Bu söyleşi, ezeli ve ebedi dostluğun temellerinin atıldığı bir zaman dilimidir. Aziz ve bereketli bir vakittir. Dost ile kavuşma vaktine müştak olanlar, kıblelerini daima muhafaza etmiş, ahitlerini unutmamışlardır. Bu misak gününde, O (cc), izzetinin celali ve lütfunun kerameti ile kalplerde tecelli etmiştir. İzzet ve celale muhatap olanlar, heybet deryasında dehşet dalgalarında boğulmuş, üzerlerine mahrumiyet damgası vurulmuştur. Dolayısı ile onlar, “Hayvanlar gibidirler, hatta onlardan daha şaşkındırlar. Gafil olanlar da işte bunlardır.” (Araf, 7/179) Lütuf ve kereme muhatap olanlar ise, özel bir sevgi ve dostluk ile ayrıcalıklı kılınmışlardır. “İşte bunlar, doğru yolda olanların ta kendileridir.” (Hucurat, 49/7)
Kudsî Sevgi

“Allâh (cc) onları sever, onlar da Allâh’ı severler” (Maide, 5/54)
“Kutsal Sevgi” ile ilgili olarak, İmam Buhari’nin naklettiği kudsî hadis şöyledir:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
:إِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ قَالَ
مَنْ عَادَى لِي وَلِيًّا، فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ، وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ، وَمَا يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ، فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ، كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ، وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ، وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بِهَا، وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا، وَإِنْ سَأَلَنِي لَأُعْطِيَنَّهُ، وَلَئِنْ اسْتَعَاذَنِي لَأُعِيذَنَّهُ، وَمَا تَرَدَّدْتُ عَنْ شَيْءٍ أَنَا فَاعِلُهُ تَرَدُّدِي عَنْ نَفْسِ عَبْدِي الْمُؤْمِنِ، يَكْرَهُ الْمَوْتَ وَأَنَا أَكْرَهُ مَسَاءَتَهُ .
Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor. “Resülullah (sas) buyurdular ki:
“Allâh Teâlâ Hazretleri şöyle buyurdu:
“Kim benim veli bir kuluma düşmanlık ederse, ben de ona harp ilan ederim. Kulumu Bana yaklaştıran en sevimli şeyler farzlardır. Ancak kulum, Bana nafile ibadetlerle de yaklaşır. Neticede, Ben onu severim. Ben kulumu sevince, artık onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Her ne isterse, istediğini kesinlikle veririm. Bana sığınmak isterse, onu muhakkak korurum. Ben yaptığım şeylerde, mümin kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar tereddüt etmedim. O ölümü sevmez, onun sevmediği şeyi Ben de sevmem.”[6]
Hadîs-i şerîfte dikkati çeken nokta, “seven” ve “sevilenin” artık bir olmasıdır. Bu birliğin sebeplerinden birisi, Yüce Allâh’ın, insanlara sevgisinin öncesi ya da sonunun olmamasıdır. Hadîs-i kudsîdeki “be” harfi, “birliktelik” anlamı verir. Bu, eşi ve benzeri olmayan birlikteliktir. Diğer bir tabir ile bu sevgi, Ezelî ve Ebedî’dir. Çünkü, Yüce Allâh’ın insanlara sevgisi, zamansal varoluşa bağlı değildir. Yüce Allâh, insanları ezelde sevmiş, sevgisi ebede de şamil olmuştur. Literatürde bu durum “kurb, maiyet” vb. kelimeler ile de ifade edilmiştir.
Bu kudsî yakınlığı beyan eden iki ayet-i kerime ise şöyledir:
(وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ)
“Her nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir. Allâh, yaptıklarınızı (tamamı ile) görendir.” (Hadid, 57/4)
(وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ ٱلْوَرِيدِ)
“Biz, ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16)
Ezelî İhsan

Esmâü’l-Hüsnâ
Yüce Allâh, “Azîm” (Tevbe, 9/129; Müminun, 23/86; Neml, 27/26) ve “Kerîm” (Müminun, 23/116) şeklinde vasıflandırdığı Arş’ını yaratmış, ama ona bir müjdeci göndermemiştir. Kürsî ki, büyüklüğünü insan havsalası almamaktadır, ama ona da bir elçi göndermemiştir. Yüce Allâh’ın kullarına karşı sevgisi ve ilgisi ne büyüktür. O (cc), kullarına elçilerini göndermekte ve kitaplarını indirmektedir. Koruyup gözetecek melekler tahsis etmekte ve kalplerine aşkın ateşini koymaktadır. Yüksek sıfatları ve güzel isimleri ile kendisini onlara tanıtmaktadır. Lütfettiği zahir ve batın sayısız nimetleri ile, çok yüksek seviyede önemsediğini açık bir şekilde göstermektedir. Sadece bu lütufları ile de kullarını kendi başlarına bırakmamakta, her gece ama her gece, dünya semasına nüzul buyurup, kullarının kendisinden maddi ya da manevi herhangi bir istekleri olup olmadığını sormakta, ihtiyaçlarını arz etmelerini istemektedir.[7]
O (cc), kulu daha istemeden, onun düşündüğünden daha fazlasını verendir. İstenenlerin çokluğundan asla rahatsız olmamaktadır. İnsan ile yaptığı işi, daha başka yarattığı varlıklar ile yapmamaktadır. Bir kulunu dinlemesi, diğerlerini dinlemesine mani değildir. Israrla isteyenleri sevmektedir. Kendisinden istenmesinden hoşlanmaktadır. Halbuki, insana olan muamelesi gibi bir işlem yapmak isteseydi, hepsi de hizmet ve itaat için hazır, masumiyet ve saygı gömleklerini giymiş, ışıktan ve güçlü varlıkları vardı. Böyle yapmadı. Çünkü, O’nu (cc) görme hedefli yaratılmamış varlıklar, O’nu (cc) görme hedefli yaratılmış insanlar gibi değildi. Bütün bir yeryüzünü ve gökleri, kendisini görme şerefine ulaştıracağı varlık olan insanın emrine amade kıldı (Lokman, 31/20; Câsiye, 45/13). Beyaz tenli kulu olan gündüzü, siyah yüzlü kölesi olan geceyi, insanların emrine verdi (İbrahim, 14/33; Nahl, 16/12).
Ezelî ihsanından dolayı, çamurdan iki eli ile yoğurduğu (Sad, 38/75) insan için, “Rahmetim, gazabımı geçmiştir..”[8] hükmünü verdi. Ebedîlik hatırına, “Rabbiniz, kendisi üzerine rahmeti farz kıldı” (Enam, 6/12, 54) kaziyesini beyan etti. Latîf sanatının perde arkasında, balçığa Yüce Kudret’in sonsuz ilmi ve nuru yansıdı. Mananın yakuttan hakikatleri ve sevginin göz alıcı incileri, Adem’in ruhuna ve kalbine yerleştirildi. Adem, artık toprak değildi. Çapaladığın toprakta gül yetiştirebiliyor, o güle sevgi ile yüzünü yaklaştırıyor ve ona “toprak” demiyorsan, Adem’e de artık “toprak” dememen gerekiyor. Çünkü o, artık “seçkinlerden” (Ali İmran, 3/33; TâHê, 20/122) olmuştur.
Rabbimizin indinde, dingin bir alem vardı. Kalplerde ve sinelerde, henüz sevgi rüzgarları esmiyordu. O’nun (cc), itaat ve ibadet hazineleri dopdoluydu. Saf saf dizilmiş, her biri kendilerine tahsis edilmiş makamlarında yer almış meleklerinin çehrelerinde, Yüce Allâh’a kesintisiz ibadetlerinden dolayı bezginliğin zerresi bile yoktu. Derken, rahmet deryası taştı. Yüce Rabbimiz meleklere, “Yeryüzünde bir halife yaratacağım..” (Bakara, 2/30) dediğinde, bu söyleşi O’nun (cc) melekler ile bir istişaresi değildi. Bilakis, Adem’in (as) izzet ve şerefinin temelleri atılıyordu. Topraktan yaratılan Adem, mülklere emir olarak tayin edilmişti. Sinesi, marifet nuru ile parıldayacaktı. Yüce Rabbin kereminin lütufları, ihsanlarının ince sanatları, onda aşikar hale gelecekti. O beyaz menevişli sedefe, paha biçilmez inciler, sultanî parıltılar yerleştirilecekti.
Melekler hayretler içindeydi. Kudsiyet ve takdisten yaratıldıklarını, sinelerinin tevhid ve tesbihlerle bezendiğini, bütün bunların da kendilerinin varlık sebebi olduğunu düşünüyorlardı. Halbuki kısa erimli düşünceler, cüzi ilimler ve akıllar, noksan kavrayışlar ve sonradan oluşmuş basiretler, ulûhiyete ait yüceliklere asla erişemezdi. Çünkü, “Göklerin ve yerin gaybını, açıkladığımızı da, içimizde gizlediğimizi de bilen O’ydu.” (Bakara, 2/33) “Gaybın anahtarları, yalnızca O’nun yanındaydı. Onları, ancak O bilirdi.” (Enam, 6/59)
Neticede mukarreb melekler, hep beraber Adem’e secde ettiler. Arş’ı taşıyan ve tavaf eden melekler, Adem’in zürriyetinin daha henüz işlememiş olduğu günahlar için istiğfara durdular (Mümin, 40/7-9; Şura, 42/5). Yüzbinlerce yıl boyunca, Kerrubiyyûn, Sâffûn ve Hâffûn melekleri, “Ya Sübhân, Ya Kuddûs” diyerek tesbih ettikleri halde, Yüce Allâh’ın “dost” olarak kabul ettiği Adem oldu. Adem’in kalbinden başka, “sevgi” incisini koruyacak başka bir sedef yoktu. Bu sebeple olsa gerek, “O, onları sevmekteydi..” (Maide, 5/54)
Kudsî Dostluk

Yüce Allâh’ın “dost” olarak kabul ettiği ulü’l-azm peygamberlerden birisi de Hz. İbrahim’dir (alâ nebiyyina ve aleyhi efdalü’s-salavât ve etemmü’t-teslîmât):
وَٱتَّخَذَ ٱللَّهُ إِبْرَٰهِيمَ خَلِيلًا
“Allâh, İbrahim’i dost (halîl) edinmiştir.” (Nisa, 4/125)
Elbette dostluk, sevileni tamamıyla kuşatan kusursuz bir sevgidir. Yüce Allâh’ın dostluğu, Şanlı Nebi’de de (sas) benzer şekilde tezahür etmektedir. Bu sebepledir ki şöyle buyurmaktadır:
وَقَدِ اتَّخَذَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ صَاحِبَكُمْ خَلِيلاً .
“Yüce Allâh, beni dost (halîl) edinmiştir.”[9]
Dolayısı ile, Yüce Allâh’ın insanları “dost” edinmesi vakidir. Buna karşılık kulun da mümkün olan en güzel biçimde Rabbini sevmesi oldukça önemlidir. Bu dostluk, mutlak anlamdaki sevgiden, çok daha üstün bir bağ, çok daha yüksek bir sevgi çeşididir.
Yüce Allâh’a duyulan yüksek seviyedeki sevgi, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan buyurulur:
وَٱلَّذِينَ ءَامَنُوٓاْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلَّهِ
“İman edenler, Allâh’a çok fazla sevgi duyarlar.” (Bakara, 2/165)
Bazıları, bu ayet-i kerimenin ihbarî olduğunu öne sürerek, asıl anlamın daha farklı olduğunu iddia ederler. Ancak bilinmelidir ki, her ihbarî ayet-i kerime, aynı zamanda inşâîdir. Yani, Yüce Allâh’a duyulacak sevginin, çok fazla olmasının önünde herhangi bir engel bulunmamaktadır.
Sevgideki yüksek hal, sevilen dışında kalpteki her şeyin terk edilmesi, kalbin sadece sevilene hasredilmesi, sevilen dışında kalpte herhangi bir unsurun bırakılmaması halidir. Tasavvufi ıstılahta buna, “sevdiğinde yok olma” denir. Kalpte, sevilen dışında herhangi bir şeyi bulundurmama (fenâ) haline, ulü’l-azm büyük Nebi Hz. Musa’nın (as) annesi örnektir. Bilindiği üzere, dünyaya getirdiği oğlu Hz. Musa’yı (as), Yüce Allâh’ın kendisine vahiy ile bildirmesi neticesinde, yüzebilen bir sandık içerisinde Nil nehrine bırakmıştı. Ancak oğluna olan yüksek sevgisi, anneyi çocuğundan ayrılığa dayanamaz bir hale getirmişti. Yüce Allâh, anneye vahiy ile, oğlunu kurtaracağını, kısa zamanda kendisine geri getireceğini bildirmiş olmasına rağmen (Kasas, 28/7), anne oğluna duyduğu yüksek sevgi dışındaki her şeyi kalbinden silmiş, bu yüksek sevgi sebebi ile gönlü her şeyden feragat / sarf-ı nazar etmiş, evladının sevgisinde fani olmuştu. Kur’ân-ı Kerîm, annenin bu halini şöyle beyan eder:
وَأَصْبَحَ فُؤَادُ أُمِّ مُوسَىٰ فَٰرِغًا ۖ إِن كَادَتْ لَتُبْدِى بِهِۦ لَوْلَآ أَن رَّبَطْنَا عَلَىٰ قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ ٱلْمُؤْمِنِينَ
“Musa’nın annesinin gönlü, (evladının sevgisi dışında her şeyden) vazgeçmiş hale geldi. Eğer biz, (ona vahiy ettiğimiz sözümüze) inananlardan olması için kalbini güçlendirmemiş olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı.” (Kasas, 28/10)
İnsan fıtratı, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini sevmeye, hem de her şeyden daha çok sevmeye uygun bir haldedir. Bu meyil, fıtrata derç edilmiştir. Yüce Allâh’ı sevmeye sevk eden fıtrî amiller, korku, umut ve sevgidir. Korku amili ile hedeflenen, kişinin doğru yolda kalmasını temin etmedir. Umut amili, kişinin sevgi yolculuğunda ihtiyaç duyduğu, güç, enerji ve kuvvettir. Sevgi amili ise, kişiyi Ebedî Sevgili’ye doğru yolculuğa çıkarır. Böyle bir yolculukta olmazsa olmaz hususlar da, sevgiliyi çokça zikretmek ve ulaştırdığı nimetlere karşı nankörlük yapmamaktır.
İlâhî Rahmet

Yâ Latîf
“İlâhî rahmet” ile ilgili olarak, Ebu Hüreyre (ra) kanalı ile gelen bir rivayette Şanlı Nebi (sas) şöyle buyurmaktadır:
جَعَلَ اللَّهُ الرَّحْمَةَ مِائَةَ جُزْءٍ، فَأَمْسَكَ عِنْدَهُ تِسْعَةً وَتِسْعِينَ جُزْءًا، وَأَنْزَلَ فِي الأَرْضِ جُزْءًا وَاحِدًا، فَمِنْ ذَلِكَ الْجُزْءِ يَتَرَاحَمُ الْخَلْقُ، حَتَّى تَرْفَعَ الْفَرَسُ حَافِرَهَا عَنْ وَلَدِهَا خَشْيَةَ أَنْ تُصِيبَهُ .
“Allâh, rahmeti yüz parçaya bölmüş, bunun doksan dokuz parçasını yanında alıkoymuştur. Bir parçasını ise yere indirmiştir. İşte atın, yavrusuna isabet eder korkusuyla toynağını kaldırmasına varıncaya kadar, bütün yaratılmışlar, kendi aralarında, bu tek parça dolayısı ile birbirlerine merhamet etmektedirler.”[10]
Rahmetin yüzde biri, bitkiler, hayvanlar ve insanlar, kısaca bütün canlılar dünyasında, muhteşem bir sevgi ve şefkat olarak tezahür ediyorsa, yüzde yüze yani sevginin tamamına sahip Rahîm Vedûd (Hud, 11/90) Hazretlerindeki sonsuz sevgiyi hayal edebilmek imkansız hale gelir. Bu durumda kul indiyet makamına ulaşıncaya, Rabbi görme ufkuna varıncaya kadar beklediğinde, sevginin ne sonsuz açılımlarını, yücelik ve bereketin ne sonsuz buutlarını müşahede edebileceğini az-çok kavrayabilir.
Yaratılmışlara dağıtılan tek bir rahmet ile meydana gelen sevginin, insan ve behâim türündeki her ebeveynde, yavrularına karşı nasıl bir sevgi şeklinde tezahür ettiğine bak. Kur’ân-ı Kerîm’deki Yakub’un (as) evladı Yusuf’a (as) olan doruk noktadaki sevgisine bak. Böylece, kalbe ulaşmayan bir sevgi ile, yaratılmışlara dağıtılmış olan tek parça rahmeti asla kavrayamayacağını gör.
Rahmetin bu veçhesini tam anlayamadıysan, kesret dünyasına dal. Kulağına her bir ağaç yaprağından, ırmaklardan, göllerden, hemen her bir zerreden, neredeyse sonsuz seviyedeki tesbih ve takdislere ulaş.
Atın, yavrusuna zarar vermesin diyerek toynağını çekmesi, bütün varlıklara dağıtılan yüzde bir rahmetin içinde, orantıya bile gelemeyecek çok küçük bir parça ise, akıl, zihin ve kalp, yüzde yüz rahmetin sahibi ile ilgili bir kavrayışa nasıl ulaşabilir? Neyi açıklayabilir? Akıllar, bu tek rahmet karşısında dahi bîhuş, kendinden geçmiş ve hayran kalmış iken, yüzde yüz rahmet karşısında neyi anlayabilir?
Bu tek rahmet ile, diğer bütün rahmet tezahürlerinin yanı sıra, Yüce Allâh’ın izni ve inayeti ile, İslam’a, imana, Kur’ân’a, hidayete, saymak istesek bile sayamayacağımız kadar zahiri ve bâtınî nimetlere ulaştırıldık. Ahiret yurdunda ise, varlık dünyası yaratılalı beri, tek rahmet sayesinde, sevgi ile birbirlerine bağlanmış, canlı ve cansız bütün unsurlar, doksan dokuz rahmet ile birleşecektir. O sebepledir ki, Cennet nimetlerini ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir insan hatırına gelebilmiştir. O sebepledir ki, Yüce Allâh’ın rahmet ve sevgisine bir sınır konulamamaktadır.
Allâh (cc) İçin Sevme

İhlâs ve Kâfirûn Sureleri
Ebu İdris el-Abdi şöyle anlatıyor:
“Nebi’nin (sas) ashabından, yirmi kişinin bulunduğu bir mecliste oturdum. İçlerinde genç, güzel yüzlü, iri gözlü, bembeyaz dişli biri vardı. Bir konuda ihtilafa düştüklerinde, onun söylediği söze itibar ediyorlardı. Bu kişinin, Muaz b. Cebel (ra) olduğunu öğrendim. Ertesi sabah (Mescid’e) geldiğimde, bir sütuna doğru namaz kılıyordu. Namazını kısa tutup bitirdi. Sonra giysisine sarınıp, sessizce oturdu. Ona:
“Yüce Allâh için, seni seviyorum” dedim.
“Allâh adına (yemin eder misin)?” diye sordu.
“Allâh adına!” karşılığını verdiğimde, (Resulullah’tan naklen) şöyle dedi:
فإن من المتحابين في الله في ظل الله يوم لا ظل إلا ظله يوضع لهم كراس من نور يغبطهم بمجلسهم من الرب عز وجل النبيون والصديقون والشهداء .
“Allâh için birbirlerini sevenler, hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde (kıyamet gününde), Allâh’ın gölgesinde olacaklardır. Onlara oturmaları için, nurdan tahtlar konulacaktır. Allâh’a olan yakınlıklarından dolayı, Nebiler, sıddîklar ve şehitler onlara gıpta edeceklerdir.”
Bu hadis-i şerifi, Ubade b. es-Samit’e zikrettiğimde, şöyle dedi:
“Ben sana, bizzat Resulullah’ın (sas) dilinden işittiğimi (hadîs-i kudsî’yi) söyleyeyim:
حقت محبتي للمتحابين في وحقت محبتي للمتزاورين في وحقت محبتي للمتباذلين في وحقت محبتي للمتصادقين في .
“(Allâh buyurur ki:) Benim için birbirlerini sevenler, sevgimi hak ederler. Benim için birbirlerini ziyaret edenler, sevgimi hak ederler. Benim için birbirlerine yardım edenler, sevgimi hak ederler. Benim için birbirleri ile dost olanlar sevgimi hak ederler.”[11]
Rahmet Deryası

Sevgi, yalnızca üstün erdemlerle ve zarif biçimlerle şekillenmiş kalplerde gerçek potansiyeline ulaşır. Bu kişiler, yüksek şefkatleriyle tanınırlar. Varlık dünyasındaki bütün iyilikler, güzellikler ve sevginin çeşitli tezahürleri, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, yeryüzüne dağıttığı o tek rahmetin izleridir. Bu durumda, müminin doksan dokuz rahmetten ahirette payına düşecek nimetler, insan tasavvuruna ve havsalasına sığmaz bir şekildedir. Hiç şüphesiz son varış Rabbimizedir (Necm, 53/42).
Evet, celâl ile cemâl, kahır ile lütuf, rahmet ile gazap, zahirde birbirlerine zıt gibi görünen, ilahî yüce sıfatlardır. Ancak, “Rabbiniz kendisi üzerine rahmeti farz kılmıştır” (Enam, 6/12, 54) ve “Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (Araf, 7/156) ayet-i kerimeleri, “Allâh, mahlûkatı yarattığı zaman, kendi nezdinde, Arş’ın üzerinde bulunan kitapta, ‘Muhakkak benim rahmetim, gazabıma üstün gelir’ yazmıştır..”[12] hadîs-i şerifi, biraz dikkatlice teemmül edildiğinde, rahmete zıt gibi görünen ilahî yüce sıfatların hepsinin, rahmete geri döndüğü görülür. Bu durumda, dönüş noktası ile başlangıç noktası aynîleşir.
Bu ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, en küçük zerreleri bile içine alan, ezeli ve ebedi bir rahmetten haber vermektedir. Bütün bir varlık dünyası, O’nun (cc) rahmet deryası içerisinde yüzmektedir. Bununla birlikte mevcudat, ilahi rahmet itibarı ile farklı seviyededir. Toprak ve bitkiler alemi, Yüce Allâh’ın fiilleri ile var olur. Hayvanlar alemi, O’nun (cc) yüce sıfatlarının yansımaları ile varlık dünyasına girer. Akıllı varlıklar ise, Zât-ı Ecell-i A’lâ’nın, esma-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulâsı ile varlık dünyasında yer alırlar. Bu durumda ilahî rahmeti, fiilî, sıfâtî ve Zâtî olarak anlamakta, Allâhu a’lem bir mahzur yoktur. Yüce Nebi’nin (sas), “alemlere rahmet..” (Enbiya, 21/107) olmasının manası da budur.
Yüce Allâh’ın, kendi gazabına ve kahrına üstün gelen rahmetinin ve yaratıcı sevginin, sayısız tezahürlerinden birisi de mevcudata yayılmış güzellik unsurudur. Ancak insanların çoğu, “dünyada niçin kötülükler ve çirkinlikler yer almaktadır?” diye sormaktadırlar. Şimdi aktaracağımız kudsî hadis, bu istifhamlara cevap niteliğindedir:
Ebu Hüreyre (ra)’den rivayet edildiğine göre Resülullah (sas), “Allâh Teâlâ şöyle buyurdu” demiştir:
‘Âdemoğlu dehre (zamana) söver. Halbuki Ben, Dehr’im (zamanı yaratanım). Gece ve gündüz (oluşumu ve devamı) Benim kudretimledir.’[13]
Bu kudsî hadisin görünen genel anlamı, kulların hem hayır hem de şer gibi görünen hususlarda, O’nun (cc) yüce sanatını görmeye çalışmaları gerektiğidir. Böyle bir kul, hemen her hususta, “yaptıkların ne kadar güzel” der, istihsanda bulunur ve hamd eder. O’nun (cc), hikmetli işlerini, kendi eksik aklı ile tartmaya kalkmaz. Çünkü böyle bir tavır, kişinin kendi hatalı bakış açısına ve illetle mâlûl aklî muhakemesine dayanarak yaptığı değerlendirmelerdir. Yanlış muhakemesini, sanki O’nun (cc) işiymiş gibi görmek istemektedir. Dolayısı ile kişi, vartaya düşer, sadakatten ayrılır. O’nun (cc) hikmetli işlerini, kendi sınırlı bakış açısı ile tartmaya kalkar, şirke girer ve günahkar olur. Çünkü aslında her şey, kendi zatında güzel ve eksiksizdir. Fakat insan, hem zalim hem de cahildir. Dolayısı ile kötü görür ve kötü telakki eder. Halbuki O (cc) ne yaparsa, ilim ve hikmetle yapmaktadır.
Sevginin Nedenleri

“Allâh (cc) onları sever, onlar da Allâh’ı severler” (Maide, 5/54)
Konuyu biraz mahruti bir şekilde görmek istersek, sevginin tüm nedenlerini üçe indirebiliriz. Birincisi, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bu dünyaya lütfettiği ve “güzellik” adını verdiği durumdur. Bu manayı kendisine bahşettiği bir varlığı göstererek, ona “güzel” demiştir. İkincisi, bu güzellikleri müşahede edenlerin, güzelliği kendi derunlarında anlamalarını murad etmiş, böylece “güzelin algılanmasını” gerçekleştirmiştir. Üçüncüsü, güzelliği algılayanlarda, “sevgi” halini var etmiş, böylece de “sevgi duyan” varlıkları meydana getirmiştir.
Ebû’d Derdâ (r.a.)’den rivayete göre, şöyle demiştir: Resülullah (sas) şöyle buyurdu:
كَانَ مِنْ دُعَاءِ دَاوُدَ يَقُولُ اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَالْعَمَلَ الَّذِي يُبَلِّغُنِي حُبَّكَ اللَّهُمَّ اجْعَلْ حُبَّكَ أَحَبَّ إِلَىَّ مِنْ نَفْسِي وَأَهْلِي وَمِنَ الْمَاءِ الْبَارِدِ .
قَالَ وَكَانَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم إِذَا ذَكَرَ دَاوُدَ يُحَدِّثُ عَنْهُ قَالَ كَانَ أَعْبَدَ الْبَشَرِ .
“Davud Peygamber şöyle dua ederdi: Allâhım, Senden Seni sevmeyi, Seni seven kişiyi sevmeyi, Senin sevgine ulaştıran ameli yapmayı isterim. Allâhım, Senin sevgini bana kendimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle..”
Ebû’d Derdâ diyor ki: “Resülullah (sas), Dâvûd’u andığı zaman ondan bahseder ve ‘İnsanların en çok ibadet edeniydi’ derdi.[14]
Enes b. Malik’ten (ra) rivayete göre, bir sahabi Resulullah’a (sas) gelerek, “Ya ResulAllâh, ben İhlas Suresi’ni seviyorum” deyince, Resulullah (sas) ona şöyle cevap vermiştir:
“Bu sureyi sevmen, seni Cennet’e girdirir.”[15]
İnsan, her ne yapıp etmekte ya da kaçınmaktaysa, sevdiğinden ya da nefret ettiğinden dolayıdır. Çünkü Allâh sevgisi, Rabbe samimi bir şekilde yönelme ve kendini adama gibi, sırf Yüce Allâh’a has kılınmış fiillerle izhar edilebilir. Umut ve korku gibi duygular da sevgiye dayalıdır. Bir kimse, ancak sevdiğini umutla bekler, hoşlanmadığını değil. Korkan kimse de ancak sevdiğine ulaşmak için, korkulan hususlardan kaçar. Bir kul, şayet Yüce Allâh’ı seviyorsa, Allâh Teâlâ’nın o kulunu sevmemesi düşünülemez. Nitekim bir hadîs-i kudsîde, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:
أَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي وَأَنَا مَعَهُ حِينَ يَذْكُرُنِي إِنْ ذَكَرَنِي فِي نَفْسِهِ ذَكَرْتُهُ فِي نَفْسِي وَإِنْ ذَكَرَنِي فِي مَلإٍ ذَكَرْتُهُ فِي مَلإٍ هُمْ خَيْرٌ مِنْهُمْ وَإِنْ تَقَرَّبَ مِنِّي شِبْرًا تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ ذِرَاعًا وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَىَّ ذِرَاعًا تَقَرَّبْتُ مِنْهُ بَاعًا وَإِنْ أَتَانِي يَمْشِي أَتَيْتُهُ هَرْوَلَةً .
“Ben, kulumun Bana olan zannının yanındayım. Beni zikrettiği zaman, Ben onunla beraberim. O, Beni gönülden zikrederse, Ben de onu gönlümden zikrederim. Beni bir topluluk içerisinde zikrederse, onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içerisinde zikrederim. Eğer Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir zira’ (dirsekten orta parmak ucuna kadar olan uzunluk ölçüsü) yaklaşırım. Bana bir zira’ yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç (gergin şekilde açılmış iki kolun parmak uçları arasındaki uzaklık) yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim.”[16]
Bu kudsî hadîs, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri hakkında, iyi ve güzel şekilde düşünmeye teşvik etmektedir. İyi ve güzel düşünmenin yolu, iyilikten ve güzellikten geçer. Kötülük işleyen kimselerde ise, kötü düşüncelerin ve buna bağlı kötü amellerin yerleşeceği açıktır. İnançlı bir insan, kalbi, dili ve amelleri ile Cenâb-ı Allâh’ı anmalı, bu hususta kendisini motive etmelidir. Böyle bir durum, Rabbin kula, kulun Rabbe yakınlığını meydana getirir.
Kudsî hadiste de görüldüğü üzere, kulun yakınlık çabası, ilahî ahlâka uygun bir şekilde, Rabbin yakınlığının katlanmasına ve fazlalaşmasına vesile olmaktadır. Allâh (cc), insanın kendisine yönelmesine, her daim kat be kat fazlalıklarla karşılık vereceğini müjdelemektedir.
Sonuç

Yâ Hayy
Yüce Rabbimizin sevgisi sınırsızdır. Bu sevgi, bütün insanları kapsayan, varlığı kucaklayan bir sevgidir. Rab Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, her insanın iyiliğini önemser, hayatın zorluklarını aşmalarında, onlara yüksek sevgisi ile yardım eder. Bu ilahi sevgi, insanların ruhî ve kalbî yenilenmeler yapabilmelerine imkanlar sunar. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin insanlara sevgisi, onların doğumları, ölümleri ve yeniden diriltilişleri döngüsünü de aşar, nihai rü’yetullah nimetine götürür.
Yüce Rabbimizin sevgisi, hayatın hemen her veçhesinde tezahür etmekte, insanlarda derin bir iç huzur, memnuniyet ve huzur duygusu yaratmaktadır. İlahi sevgi, bilhassa zor zamanlarda, doğrudan yardımlar ve teselliler lütfeder. Sonsuz sevgi, insanların uhrevi hayatlarında, sonsuz huzur ve mutluluk bahşeder. Yüce Rabbimizin insanlara sevgisi, onların iyiliklerini, rızıklarını ve nimetlerini her iki dünyada da kesintisiz şekilde lütfetmesi ile açık bir şekilde görünür.
Yüce Rabbimizin yüksek sevgisi, insanların ulvî erdemler geliştirmelerine, zayıflıklarının üstesinden gelmelerine imkan sağlar. İlahi sevgi, insanların kalbî, ruhî ve bedenî şifalarını içerir. Bireyler ilahi sevgi sayesinde, korkularının ve acılarının, ıstıraplarının ve sıkıntılarının yok edildiğini görür, inşirah halleri yaşarlar. Bu ilahi sevgi sayesinde, insanlar Yüce Allâh ile sonsuz beraberliğe ve nihai kurtuluşa yürümüş olurlar.
Yüce Nebi’nin (sas) duaları ile tamamlıyoruz:
اللَّهُمَّ ارْزُقْنِي حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يَنْفَعُنِي حُبُّهُ عِنْدَكَ اللَّهُمَّ مَا رَزَقْتَنِي مِمَّا أُحِبُّ فَاجْعَلْهُ قُوَّةً لِي فِيمَا تُحِبُّ اللَّهُمَّ وَمَا زَوَيْتَ عَنِّي مِمَّا أُحِبُّ فَاجْعَلْهُ لِي فَرَاغًا فِيمَا تُحِبُّ .
“Allâhım, bana sevgini ve senin katında sevgisi bana fayda verecek olan kimsenin sevgisini ver. Allâhım, bana sevdiğim ne verdinse, onu senin sevdiğin konularda bana kuvvet kıl. Allâhım, benden sevdiğim neyi aldınsa, sevdiğin konularda onları benim için dinlenme kıl.”[17]
اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَتَرْكَ الْمُنْكَرَاتِ وَحُبَّ الْمَسَاكِينِ وَأَنْ تَغْفِرَ لِي وَتَرْحَمَنِي وَإِذَا أَرَدْتَ فِتْنَةَ قَوْمٍ فَتَوَفَّنِي غَيْرَ مَفْتُونٍ أَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَحُبَّ عَمَلٍ يُقَرِّبُ إِلَى حُبِّكَ .
“Allâhım Senden, iyilikler yapmayı, kötülüklerden el çekmeyi, yoksulları sevmeyi, beni bağışlamanı ve esirgemeni dilerim. Bir topluma fitne göndereceksen, beni o fitneye düşürmeksizin vefat ettir. Bana, seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi ve senin sevgine yaklaştıran her ameli sevmeyi nasip eyle.”[18]
Resülullah (sas), bu dua cümlelerini söyledikten sonra şöyle buyurmuştur:
“Bunları kendinize ders edininiz ve öğreniniz.”
اللهمّ أحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي الأُمُورِ كُلِّهَا، وَأجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الآخِرَةِ
“Allâhım, bütün işlerde akıbetimizi güzel kıl. Bizleri dünyada aşağılanmaktan, ahirette de azaptan koru.”[19]
Yüce Allâh’a sonsuz hamdlerimizle belirtiriz ki tevafuklar lütfetti.
اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مَلاَئِكَتِكَ وَالمُقَرَّبِينَ الَّذِينَ ”يُسَبِّحُونَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ لاَ يَفْتُرُونَ“ (سُورَةُ الأنبياء ،20/21)”لا يَعْصُونَ اللَّـهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُون“(سُورَةُ التحريم ،6/66)
اللَّهُمَّ وَكَمَا اصْطَفَيْتَهُمْ سُفَرَاءَ عَلَى رُسُلِكَ، وَأُمَنَاءَ عَلَى وَحْيِكَ وَشُهَدَاءَ عَلَى خَلْقِكَ، وَخَرَقْتَ لَـهُمْ كُنُفَ حُجُبِكَ، وَأَطْلَعْتَهُمْ عَلَى مَكْنُونِ غَيْبِكَ، وَاخْتَرْتَ مِنْهُمْ خَزَنَةً لِجَنَّتِكَ، وَحَمَلَةً لِعَرْشِكَ وَجَعَلْتَهُمْ مِنْ أَكْثَرِ جُنُودِكَ وَفَضَّلْتَهُمْ عَلَى الْوَرَى، وَأَسْكَنْتَهُمْ السَّمَوَاتِ الْعُلَى، وَنَزَّهْتَهُمْ عَنِ المَعَاصِى وَالدَّنَاءَاتِ، وَقَدَّسْتَهُمْ عَن النَّقَائِصِ وَالآفَاتِ فَصَلِّ عَلَيْهِمْ صَلَاةً دَائِمَةً تَزِيدُهُمْ بِهَا فَضْلاً وَتَجْعَلُنَا لِاسْتِغْفَارِهِمْ بِهَا أَهْلَاً
اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى جَمِيعِ أَنْبِيَائِكَ وَرُسُلِكَ الَّذِينَ شَرَحْتَ صُدُورَهُمْ، وَأَوْدَعْتَهُمْ حِكْمَتَكَ وَطَوَّقْتَهُمْ نُبُوَّتَكَ، وَأَنْزَلْتَ عَلَيْهِمْ كُتُبَكَ، وَهَدَيْتَ بِهِمْ خَلْقَكَ، وَدَعَوْا إِلَى تَوْحِيدِكَ، وَشَوَّقُوا إِلَى وَعْدِكَ، وَخَوَّفُوا مِنْ وَعِيدِكَ، وَأَرْشَدُوا إِلَى سَبِيلِكَ، وَقَامُوا بِحُجَّتِكَ وَدَلِيلِكَ وَسَلِّم اللَّهُمَّ عَلَيْهِمْ تَسْلِيمًا، وَهَبْ لَنا بِالصَّلَاةِ عَلَيْهِمْ أَجْرًا عَظِيمًا
اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ، وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍ، صَلَاةً دَائِمَةً مَقْبُولَةٌ، تُؤَدِّى بِهَا عَنَّا حَقَّهُ الْعَظِيمَ
Allâhım, “hiç ara vermeksizin gece ve gündüz tesbîh eden” (Enbiya, 21/20), “Allâh kendilerine ne emretti ise, ona isyan etmeyen ve emredildikleri şeyi yapan”(Tahrim, 66/6) mukarreb meleklerine ve bütün meleklerine salât eyle.
Allâhım, resullerinin memurları, vahyinin eminleri, yarattıklarının şahitleri, Yüce Zatının perdelerini kendilerine açtığın, gaybe ait sırlarına muttali kıldığın, Cennet’ine koruyucular yaptığın, arşını taşıttığın, onlardan sayısız ordular oluşturduğun, diğer yarattıklarına nazaran daha fazîletli kıldığın, yüce semalarına yerleştirdiğin, günahlardan ve bayağılıktan, noksanlıklardan ve eksikliklerden temiz tuttuğun meleklerine, devamlı, faziletlerini artırıcı salât eyle. Bizleri de okuduğumuz bu salât vesilesi ile, onların istiğfarlarına lâyık eyle.
Allâhım, Kalplerini genişlettiğin, hikmetle doldurduğun, kendilerine nübüvvet nişanını taktığın, kitaplarını indirdiğin, kendileri ile insanları hidayete sevk ettiğin, tevhide davet eden, vaadine teşvik eden, vaîdinden korkutan, senin yoluna insanları irşat eden, hüccetlerin ve delillerinle kıyam eden, nebilerinin ve resullerinin hepsine salât ve selâm eyle. Kendilerine okuduğumuz salâtlar vesilesi ile bizlere de büyük sevaplar ihsan eyle.
Allâhım, Nebin Muhammed’e ve onun âline, üzerimizdeki büyük haklarını karşılayabilecek, sürekli ve makbul salâtlar eyle. Âmîn.
[1] Buhari, Sahih, 5999.
[2] Müslim, Sahih, 2569.
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 18723.
[4] İbn Ebi Şeybe, Musannef, 13885.
[5] Şehredâr b. Şîrûye ed-Deylemî, El-Firdevs bi-Meŝûri’l-Hiŧâb, 7206; Alî en-Nesâî, Es-Sünenü’l-Kübrâ, 11318.
[6] Buhârî, Sahih, 6502.
[7] Buhari, Sahih, 6321.
[8] Müslim, Sahih, 2751.
[9] Müslim, Sahih, 2383.
[10] Buhari, Sahih, 6000.
[11] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 22352.
[12] Müslim, Sahih, 2751.
[13] Buhari, Sahih, 4826.
[14] Tirmizi, Sünen, 3490.
[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 12459.
[16] Müslim, Sahih, 2675.
[17] Tirmizi, Sünen, 3491.
[18] Tirmizi, Sünen, 3235.
[19] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 17778; Taberani, Kebîr, 1198.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.
