Musa Kâzım GÜLÇÜR
23 / 2 / 2021
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الرَّحْمَةِ الرَّبَّانِيَةِ وَاليَاقُوتَةِ المُتَحَقِّقَةِ الحَائِطَةِ بِمَرْكَزِ الفُهُومِ والمَعَانِي، وَنُورِ الأَكْوَانِ المُتَكَوِّنَةِ الآدَمِي، صَاحِبِ الحَقِّ الرَّبَّانِي، البَرْقِ الأَسْطَعِ بِمُزُونِ الأَرْبَاحِ المَالِئَةِ لِكُلِّ مُتَعَرِّضٍ مِنَ البُحُورِ وَالأَوَانِي، وَنُورِكَ اللاَّمِعِ الذِي مَلأْتَ بِهِ كَوْنَكَ الحَائِطِ بِأَمْكِنَةِ المَكَانِي، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الحَقِّ التِي تَتَجَلَّى مِنْهَا عُرُوشُ الحَقَائِقِ عَيْنِ المَعَارِفِ الأَقْوَمِ صِرَاطِكَ التَّامِّ الأَسْقَمِ، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى طَلْعَةِ الحَقِّ بَالحَقِّ الكَـنْزِ الأَعْظَمِ إِفَاضَتِكَ مِنْكَ إِلَيْكَ إِحَاطَةِ النُّورِ المُطَلْسَمِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ صَلاَةً تُعَرِّفُنَا بِهَا إِيَّاهُ
رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ، وَبِهِ الْعَوْنُ
Alemlerin Rabbi Allâh’a hamd olsun. Hüsn-ü âkıbet müttakiler içindir. Allahım! Rabbânî rahmetin olan Zât’a, bütün anlayış ve manaların merkezini kuşatmış ve hakikatine ermiş o biricik yakuta, insana ait bütün oluşumların nuruna, Rabbânî hakkın sahibine, denizlerden ve kaplardan (Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine) yönelmiş herkesi dolduracak bol rahmet bulutlarıyla görülen o en parlak şimşeğe, mekan alemindeki tüm mekanları kendisiyle doldurduğun ve kuşattığın o parlak nuruna salât ve selam et.
Allahım! Marifetlerin tecelligâhı ve kaynağı olan hakikatin bizzat kendisi, hakiki maârifin menbaı, Sırat-ı Müstakim’de zirvede, o en berrak ruh u pak-i Muhammed (sas)’e salat ve selam olsun.
Allahım! Hak ve hakikatin apaçık yüzü, tükenmek bilmeyen hazinenin mümessili, Sen’den Sana nurun timsali Muhammed Mustafa’ya, âl ve ashabına salat ü selam eyle. Âmin…
Photo by Skitterphoto on Pexels.com
Abstract
In this article, we will try to see and analyse the subjects of “arrogance” and “superiority”, and the mention of “humility” about morals, within the framework of the verses of the Noble Quran and hadith sharifs of our Prophet (pbuh).
The word “arrogance” is defined in the dictionaries as an attitude of superiority manifested in an overbearing manner or presumptuous claims or assumptions. Arrogance is a dangerous emotion that has the potential to hinder the faith in Allah. Arrogance can lead someone directly to curse. Allah does not like the arrogant people and will disparage them on the Day of Judgment. Elements such as ignorance, blasphemy, lying, using knowledge in an ill direction, turning spiritual or material wealth into a means of self-aggrandisement, turning towards other goals than Allah’s consent in prayers and activities, turning away from people by being overconfident are all negative areas which mark arrogance and they also constitute the basic building blocks of arrogance.
The word “superiority” (ujub) has similar meanings to the word “arrogance” and means boasting, self-admiration. One of the most important reasons for the superiority complex is the high number of people in the close circle of people who praise and appreciate them. But paradoxically, those who are defeated by the sense of boasting will certainly not appreciate others. It is possible to say that behind the social stratification and class divisions, caste systems, serf-senior dualisms, vassal and baron systems in the world, there are attitudes and behaviours that are always motivated by arrogance and feelings of boasting.
The word “humbleness” means the quality of being modest or unpretentious in the dictionaries. Humbleness, contrary to the feeling of arrogance, is a positive character and is a heavenly trait. Humility is an important key to attaining the approval of Allah. Humility means obedience to God and compassion towards the people. Humility, like earth, is to enable all living beings to benefit from their blessings. Great personalities, especially our prophet, who did not forget the attributes in the matter of creation, lived at the highest level of humility in every point of their lives.
Giriş
Bu yazımızda, ahlâk-ı seyyieden “kibir” ve “ucub” konularını, ahlâk-ı hamîdeden de “tevazu” bahsini, Kur’ân-ı Kerîm ayetleri ve Efendimiz’in (sas) hadîs-i şerîfleri çerçevesinde görmeye ve tahlile çalışacağız.
“Kibir” kelimesi sözlükte, büyüklenme, böbürlenme, insanın kendisini başkalarından daha büyük görme ruh halidir.[1] Kibir, Allâh’a (cc) imana engel olabilecek potansiyele sahip tehlikeli bir duygudur. Kibir, insanı doğrudan küfre götürebilir. Allâh (cc), kibirlileri asla sevmemektedir ve kıyamet gününde de onların yüzlerine bakmayacaktır. Cehalet, küfür, yalan, ilmi yanlış yönde kullanma, manevi ya da maddi zenginliği bir büyüklenme aracına dönüştürme, ibadetlerde ve yapılan faaliyetlerde Allâh’ın (cc) rızasından başka gayelere yönelme, insanlardan büyüklenerek yüz çevirme gibi unsurlar, bütünüyle negatif alanlar olup kibri işaretler ve kibrin temel yapı taşlarını oluştururlar.
“Ucub” kelimesi de “kibir” kelimesi ile benzer anlamlara sahip olup, kişinin iyi ya da kötü kendisinde bulunan özellikler ile övünmesi, kendini beğenmesi ve üstün görmesi demektir.[2] Ucub halinin en önemli sebeplerinden birisi, kişinin yakın çevresinde kendisini öven ve beğenenlerin çokluğudur. Ancak çelişkisel biçimde, ucub duygusuna mağlup kişiler, başkalarını kesinlikle beğenmeyeceklerdir. Dünyadaki sosyal tabakalaşma ve sınıfsal ayrılıkların, kast sistemlerinin, serf-senior düalizminin, vasal ve baron sistemlerinin gerisinde, hep kibir ve ucub duygularının motive ettiği tutum ve davranışların yer aldığını söylemek mümkündür.
“Tevazu” kelimesi ise sözlükte, “nefsini aşağılama, gösterişsiz olma ve alçak gönüllülük” anlamlarına gelmektedir.[3] Tevazu, kibir duygusunun aksine, pozitif bir alan olup Cennetliklerin hasletidir. Bilhassa Allah’ın (cc) rızasına ulaşabilmek için tevazu çok önemli bir anahtardır. Tevazu, Hakk’a boyun eğme, halka karşı da şefkatli olmadır. Tevazu, toprak misali, bütün canlıları sahip olduğu nimetlerden yararlandırmaktır. Başta peygamberan-ı izâm hazeratı (ase) olmak üzere, yaratılış maddesindeki sıfatları unutmayan büyük şahsiyetler, hayatlarının her noktasında tevazuu en üst seviyede yaşamışlardır.
Şimdi bu üç kavramı, biraz daha ayrıntılı halleri ile görmeye çalışalım.
Kibir
Photo by Jaymantri on Pexels.com
“Kibir” kelimesi Türkçemizde, “kendini herkesten üstün ve büyük, başkalarını ise aşağı ve küçük görme” anlamına gelmektedir. Kibir, kişinin aşırı öz odaklanmasına ve narsistik eğilimlerine eşlik eden hastalıklı bir ruh halidir. Kibir, insandaki en önemli karakter zayıflığı olup, saygı, eşitlik, başkalarına değer verme gibi insani duygulardan esaslı bir sapmadır. Kibir, genel olarak bireyin kendi ruhsal ve bedensel benliğine ya da kimliğine aşırı bağlılığı, kendini beğenmesi ve kendine hayran olmasıdır.
Kibirli insan, içine kapanık, şüpheci, tepkisel, çıkarcı, hayalperest ve gergindir. Kibirli insan, güvensizlik, kaygı, nefret ve huzursuzluk gibi duyguların inşa ettiği nevrotik bir şahsiyettir. Çoğu zaman küçük engellemeler ve sorunlar karşısında bile aşırı duygusal tepkiler verir ve normale dönmesi uzun zaman alır. Genellikle kaynağı belirsiz psikolojik sorunlar yaşar. Kibirli insan, benmerkezci ve başkalarına karşı isyankârdır. Bencillik, saldırganlık, anlayışsızlık, başkalarının haklarına ve iyiliğine duyarsızlık, kibirli bir insanın en belirgin özellikleridir.
Kibirli insan, öfke, düşmanlık, dürtüsellik ve savunmasızlık anaforundadır. Kibirli insan, depresif durumlar yaşayan, kendini kabul düzeyi düşük, öz saygısı gelişmemiş, başka kişi ya da güçlerce değiştirilip denetlendiğine inanan, kuşkucu, saldırgan tutumlar sergileyen ve iç kontrolü yetersiz kişilerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’de “kibir” kelimesine benzer anlamda “muhtâl, fehhâr, cebbâr ve ulüv” gibi kelimeler de yer almıştır. Bu kelimelerle genelde, hilekârlık, övüngenlik, zenginlik, siyasi ve içtimai konumdan kaynaklanan, şımarıklık ve üstünlük gibi motiflerle beslenen, zorbalık ve barbarlık ruhunun yansımaları kast edilmiştir.
Kibir ve gurur, öncelikle İblis’in bir özelliğidir. Çünkü, Allah’a (cc) ve O’nun üstün özelliklerle yarattığı insana, haset ederek kibirlenen ilk kişi oydu. Allah (cc), ona Adem’e saygıyı emretti, ama o kendini üstün tutarak, saygı davranışı göstermeyi reddetti. Kur’ân-ı Kerîm, Adem’in (as) ilk yaratılışını, meleklerin ona saygı duruşuna geçmesini ve İblis’in bunu kabullenemeyişini şu şekilde beyan eder:
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُوا اِلَّا اِبْلٖيسَ اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرٖينَ
“Hani Biz meleklere demiştik ki, ‘Âdem’e secde ediniz’. Onlar da hemen secde etmişlerdi. Yalnız İblîs (Şeytan) şiddetle kaçınmış, kendisini daha üstün görmüştü. Zaten inkârcı nankörlerden idi.” (Bakara, 2/34).
İblis, cin ve şeytan kâfirlerinin cinsinden olduğundan, kendisine emredileni yapmaktan şiddetle kaçındı ve kibirlendi. İblis’in meleklerden ayrı ve cinlere ait bir tür oluşu, şu ayet-i kerimede haber verilir:
“O (İblis) ise, cinlerden olduğu için, Rabbinin emri dışına çıkmıştı.” (Kehf, 19/50)
Bu ayet-i kerimenin geniş anlamına göre, yüce Allah’ın yahut onun Resulünün emirlerinden herhangi bir hususu anlamsız ve basit gören herkesin hükmü, İblisin hükmü ile aynı olur. Bu, ihtilaf edilmeyen hususlardandır.
İlk günah, İblis gibi bir varlığın kendisini üstün görmesidir. Dolayısı ile günahların başlangıcı da “üstünlük” duygusudur. Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Hz. Âdem kıssasını Kur’ân-ı Kerim’de yedi yerde İblîs kıssasıyla beraber zikretmiştir. Bunlardan birincisi yukarıda andığımız surede (Bakara, 2/34), ikincisi Araf (7/11), üçüncüsü Hicr (15/31), dördüncüsü İsrâ (17/61), beşincisi Kehf (18/50), altıncısı Tâ-Hê (20/116) ve yedincisi de Sâd (38/74) surelerindedir.
Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bir başka ayet-i kerimede, kibirlenen ve inançsızlıkta direten kimseleri, inancı ve köklü bir imanı netice veren ayetlerden / delillerden uzak tutacağını şu şekilde beyan buyurur:
سَاَصْرِفُ عَنْ اٰيَاتِىَ الَّذٖينَ يَتَكَبَّرُونَ فِى الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَاِنْ يَرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَا وَاِنْ يَرَوْا سَبٖيلَ الرُّشْدِ لَا يَتَّخِذُوهُ سَبٖيلًا وَاِنْ يَرَوْا سَبٖيلَ الْغَىِّ يَتَّخِذُوهُ سَبٖيلًا ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِلٖينَ
“Yeryüzünde haksız yere kibir / büyüklük taslayanları (kalplerini mühürleyip yüz üstü bırakıp) ayetlerimden çevireceğim (sonuçta Benim ayetlerimden kendilerini alıkoyan arzu ve heveslerine dalıp, gaflete düşerek, ayetlerim üzerinde derin derin düşünmeyecekler ve onlardan ibret almayacaklar). Onlar, her ayeti (ve açık belgeyi) görseler yine inanmazlar. İyilik, doğruluk ve düzenlik yolunu görseler, onu (kendilerine) yol edinmezler. Azgınlık ve sapıklık yolunu görürlerse, onu (benimseyip) hemen yol edinirler. Bu böyle, çünkü onlar ayetlerimizi yalanlamayı adet edinmişler ve hep ondan gaflet edegelmişlerdir.” (Araf, 7/146)
Bu ayet-i kerimede beyan buyurulan, “kibir / büyüklük taslayanlar” ifadesi ile, kendilerinin insanların en üstünü olduğunu ve bütün hakların sadece kendileri için olduğunu zannedenlerin kastedildiği söylenebilir. Bu beyanda, küfür ve kibir içerisinde olan muhataplar, ayetlerden alıkonanların kötü akıbeti ile uyarılmakta, küfürde ve kibirde inat etmemeleri, İblis’in yolunu tutmamaları konusunda ikaz edilmektedirler.
“Tekebbür” bütün kullar hakkında kınama ifade eden bir sıfat olduğu halde, Cenâb-ı Allah hakkında bir övgü sıfatıdır. Çünkü Allah (cc), kendisi dışındaki varlıklara karşı üstünlüğünü ortaya koymaya en lâyık ve en müstahaktır. Bundan dolayı da “tekebbür” sıfatı, Allah’a aittir. Allâh’ın (cc) esmâ-i hüsnasından bir ism-i şerifi, “en büyük ve en yüce olan, büyüklüğünü, ululuğunu her an ve her yerde gösteren” anlamında “Mütekebbir” şeklindedir (Haşir, 59/23).
Kibir, Allâh’ın (cc) en sevmediği tavır ve davranışlardandır. Bu husus şu şekilde beyan edilir:
لَا جَرَمَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْتَكْبِرٖينَ
“Hiç şüphe yok ki Allah, onların gizlediği ve açıkladığı her şeyi bilir. Allah, kendilerini (herhangi bir konuda) büyük görenleri (büyüklük taslayan herhangi kişi ya da kişileri, müstekbirleri) asla sevmez.” (Nahl, 16/23)
Hadîs-i Şerîflerde Kibir
Photo by Skitterphoto on Pexels.com
Müslim Sahih’inde, Ebu Davud ve Tirmizi Sünen’lerinde, Beyhakî Şuabü’l-İmân’ında ve Taberânî Evsat’ında Abdullah b. Mesûd’dan naklettiklerine göre, Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse, Cennet’e giremez.”
Bu nebevî ikaz üzerine bir sahabi, “İnsan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır!” diyerek bu durumun kibir olup olmadığını anlamak istedi. Resülullah (sas) şöyle buyurdular:
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir, hakikati inkâr etmek ve insanları küçümsemektir.”[4]
Ahmed b. Hanbel’in Zühd’ünde Atâ b. Yesâr’dan (ra) bildirdiğine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Nuh (as), oğluna şöyle nasihatte bulundu:
‘Sana tavsiyede bulunacağım ve unutmaman için kısa tutacağım. Sana iki şeyi tavsiye ediyor ve iki şeyi yasaklıyorum. Tavsiye edeceğim iki şeyin Allah’a çok yaklaştırdığını, Allah’ı ve salih kulları sevindirdiğini görüyorum:
1. ‘Allah’ı hamd ile tesbih ederim’ (سُبْـحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ) de. Zira o bütün mahlukatın duasıdır ve bütün mahlukat onunla rızıklanmaktadır.
2. ‘Allah’tan başka ilah yoktur. O tektir ve ortağı yoktur’ (لا إلهَ إلاَّ اللَّه وحْدهُ لاَ شَرِيكَ لهُ) de. Eğer gökyüzü ve yeryüzü bir halka olsaydı, bu onu bölerdi. Eğer terazi kefesine konulacak olsa o kefe ağır basardı.
Diğer iki şeyi ise sana yasaklıyorum ki bunlar, şirk ve kibirdir. Şayet yapabilirsen, Allah azze ve celle’ye, kalbinde şirk ve kibirden hiçbir şey bulunmadan ulaşmaya bak.”[5]
Abdullah b. Amr (ra), yukarıda naklettiğimiz Nuh’un (as) tavsiyesini Efendimiz’den (sas) dinleyince, “Yâ Resulallah! Kibir, güzel bir elbisemin olması ve onu giymem midir?” diye sordu. Allah Resulü (sas):
“Hayır değildir. Allah güzeldir ve güzeli sever” buyurdular.
Abdullah b. Amr (ra) bu cevabın arkasından, “Kibir, güzel bir atımın olması ve ona binmem midir?” deyince, Allah Resulü (sas):
“Hayır, değildir” buyurdular.
Abdullah b. Amr (ra), “Kibir, bana tâbi olan arkadaşlarımın olması ve onlara yemek yedirmem midir?” diye sorunca, Efendimiz (sas) yine:
“Hayır değildir” buyurdular.
Bunun üzerine Abdullah b. Amr (ra), “Yâ Resulallah! Hangi şey kibirdir?” diye sorunca da Efendimiz (sas):
“Kibir, Hakkı inkâr etmek ve hakir görmektir” buyurdular.[6]
Ahirete inanıp, ebedî mükâfatı elde etmeyi arzulayan ve ebedî azaptan korkan kimseler, delilleri, teşvikleri ve sakındırmaları duyup dinlediklerinde, endişeye kapılır, inceden inceye tefekkür eder, batıldan Hakk’a dönerler.
Ancak ahirete inanmayan kibirli kimseler, mükâfat arzusu duymaz, cezaya uğramaktan endişe etmez, hakikate ait her sözü reddeder, kibir gösterir, cehalet ve dalâlette ısrar ederler.
Tevazu, Cennetlik olma sebebi iken, kibir ise tam aksine, Cehennemliklere mahsus kötü huylardan biridir. İmam Buhari Sahih’inde Hârise ibnu Vehb el-Huzaî’den (ra) rivayetle Efendimiz’in (sas) şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
“Dikkat edin! Size Cennet ehlini haber veriyorum:
Her zayıf ve mütevazı olan kimsedir. O kimse, Allâh üzerine yemin etse, Allâh onun yeminini gerçek çıkarır.
Dikkat edin! Size ateş ehlini haber veriyorum:
Her katı yürekli, her hilekâr aldatıcı, her kibirli kimsedir.”[7]
Günümüzdeki problemlerden birisi de kendisini olduğundan büyük gösterip böbürlenmedir. İşte bu negatif ruh hali ile ilgili olarak Tirmizî Sünen’inde Câbir (ra)’den rivayetle Efendimiz’in (sas) şöyle buyurduklarını rivayet etmektedir:
“Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.”
Cemaatte bulunan bazıları: “Ey Allah’ın Resulü! Yüksekten atanlar kimlerdir?” diye sordular. Efendimiz (sas):
“Onlar kibirli kimselerdir!” cevabını verdi.”[8]
Ebu Dâvud Sünen’inde, Müslim Sahih’inde, Efendimiz’in (sas) beyan ettiği şu kudsi hadisi, Ebu Hüreyre’den (ra) rivayetle nakletmektedirler:
“Allâh (cc) şöyle buyurdu:
Kibriya benim ridâm, azamet ise izârımdır. Bunlardan biri konusunda bana ters düşen kimseyi, ateşe atarım.”[9]
Şimdi ise kısaca “ucub” kavramı üzerinde duracağız.
Ucub
وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحًا اِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْاَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا
“Yer yüzünde kibirle / azametle yürüme. Çünkü sen, asla Arz’ı yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.”
(İsrâ, 17/37)
Photo by Pixabay on Pexels.com
“Kibir” duygusuna eşdeğer başka bir negatif ruh hali, “ucub” tavrıdır. “Ucub”, “bir kimsenin hak etmediği bir mertebeyi kendisinde vehmetmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. Ahlâk âlimi, filozof ve tarihçi Ya‘kub b. Miskeveyh (v. 421/1030), Tehzîbü’l-Ahlâk adlı eserinde ucub kelimesini, “bir kimsenin, kendisini layık olmadığı bir derecede görmesi” olarak tarif etmektedir.[10]
Kur’ân-ı Kerîm, ucub halinin tehlikesine şu şekilde dikkat çeker:
لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّٰهُ فٖى مَوَاطِنَ كَثٖيرَةٍ وَيَوْمَ حُنَيْنٍ اِذْ اَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْئاً وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُمْ مُدْبِرٖينَ
“Ant olsun, Allah birçok yerde ve Huneyn savaşı gününde size yardım etmiştir. Hani, çokluğunuz, kendinizi beğenmenize yol açmıştı. Fakat (bu çokluk) size hiçbir yarar sağlamamış, (son derece korktuğunuz için adeta) yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Nihayet (hezimete uğrayarak) gerisin geriye dönüp kaçmıştınız.” (Tevbe, 9/25)
Ayet-i kerimede, ashab hazeratının (r. anhum ecmain) bazılarının kendi çoklukları ile gurur duymalarının, bozguna uğramalarındaki temel rolüne işaret edilerek, bireysel ya da toplumsal ucubun / kendini beğenme halinin, olumsuz sonuçlar üreteceğine işaret edilmiştir.
Keşfü’l-Mahcûb adlı eseriyle tanınan sûfî müellif el-Hücvîrî (v. 465/1072), kendini beğenmenin ve şımarmanın temelde iki kaynağı olduğunu belirterek şunları kaydeder:
“Halkın nazarında itibar ve makam sahibi olmak, onlar tarafından övülmeyi beklemek şu iki şekilde gerçekleşir:
1. Bir kimsenin hal ve hareketleri halkın hoşuna gider. O kimse de halkın hoşuna giden tavırlara sahibim diye kendi kendini metheder, kendini buna layık ve ehil görür. Böylece kendini beğenme duygusuna düşer.
2. Bir şahsın hareketleri diğer bir şahsın hoşuna gider. Onun için o şahsı metheder. Böylelikle övülen şahıs ucbe, kendini beğenme vartasına düşmüş olur.”[11]
Hücvîrî, Cenab-ı Allah’ın ucub yolunu kendi dostları için kapalı tuttuğunu ifade etmektedir.[12]
İlk sûfîlerden, hadis, kelâm ve tefsir âlimi Haris el-Muhasibî (v. 243/857) Er-Riâye li Hukukillâh adlı kitabında, kibirli alimin yedi kadar sıfatını saymaktadır:
“1. Kendisini başkalarından üstün, diğerlerini ise aşağı görür.
2. Kendisine bir şey emretseler, öğretmek isteseler veya öğüt verseler sinirlenerek reddeder.
3. Kendisi onlara öğretse veya öğüt verse, sert ve haşin olur.
4. Muhatapları ile eşit bir şekilde konuşmaya tenezzül etmez. Çünkü onlar kendisine denk değillerdir.
5. Takva açısından kendisinden ister üstün isterse de aşağı olsun, insanları mutlaka küçük görür ve hafife alır.
6. Muhatapları, onun gözünde sanki akıl erdiremeyen canlılar konumundadırlar.
7. Böyle sözde bir alim, hiç kimsenin ilminden faydalanamaz, faydalansa bile, onun gözünde bu kimseler, Allah azze ve celleyi bilmeyen kimselerdir.”[13]
Haris el-Muhasibi, herhangi bir alimde, bu şekildeki bir bakış açısının menfi neticelerini ise şöyle tasvir etmektedir:
“İşte bütün bu durumlar, Allah’ı (cc) tam olarak bilememekten ileri gelir. Oysa, böyle bir kimsenin muhatapları o alimden, Allah’ı (cc) daha çok bilir durumdadırlar. Çünkü onlar, Allah’tan (cc) korkmaktadırlar. Onlar, bu sözde alime saygı gösterirlerken, kendini alim sanan şahıs, onlara küçümseyici bir gözle bakmaktadır. Neticede bu sözde alim, alçalmış bir kibirli, muhatapları ise yücelmiş mütevazı kimselerdir. Allah, kibirliyi alçaltır ve küçük düşürür. Tevazu göstereni ise yüceltir. Bu sözde alim, ilmi ile övünerek kibre düşmüş, muhataplarını ise cehaletlerinden ötürü küçük görmüş ve ayıplamıştır. Onların haklarına tecavüz etmiş, aşağılamış, hatalarını başlarına kakmıştır. Bu sözde alim, bir şey öğretme durumunda olsa bile, sert ve haşin davranır, hiçbir zaman Allah (cc) için mütevazı olamaz.”[14]
Ebu Davud ve İbn Mâce Sünen’lerinde Ebu Ümeyye eş-Şa’bânî’den şu rivayeti nakletmektedirler:
“Ebu Sa’lebe’ye giderek, “Ey iman edenler, siz nefislerinizi düzeltmeye bakın. Kendiniz doğru yolu bulduğunuzda, sapmış olanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüp varacağı nihayet Allah’tır. O, neler yapıyordunuz, size haber verecektir” (Maide, 5/105) ayet-i kerimesini nasıl yorumluyorsun diye sordum.
O da şu cevabı verdi: “Vallahi, ben bunu Resülullah’a (sas) sordum. Efendimiz (sas) şöyle buyurdular:
“İyiliği emreder, kötülükten sakındırmaya çalışırsınız. Ancak cimriliğin benimsendiğini, nefsî arzulara uyulduğunu, dünyeviliğin etkili olduğunu ve herkesin kendi görüşlerini beğendiğini gördüğün zaman, bilhassa kendini kurtarmaya bak. İnsanları kendi işleri ile baş başa bırak. Çünkü önünüzde öyle günler var ki, o günlerde sabretmek, ateş korunu avuçta tutmak gibi olacaktır. O zamanlarda, iyilik adına faaliyette bulunan kimseye, (bu zamandaki) elli insan sevabı verilecektir.”[15]
Kendisini yücelmiş saymak, göğsü kabarmak ve övünmek anlamındaki “iftihar” hissi de kibir ve ucubun bir başka şeklidir. Bunun yanı sıra, kibir ve ucubun ayrı renkleri olan, “cidal” ve “husumet” de denilen, sert tartışmaları, kavgalı konuşmaları, herhangi bir fikir veya konu üzerinde şiddetli atışmaları, yanlış olduğunu bilerek bir fikri ısrarla savunmaları sembolize eden “mira” kelimesi bulunmaktadır. Bu kelimeye, düşmanlıkta inat etme, ayak direme, çekişme ve muhalefeti ifade eden “lecac” dediğimiz bir başka kelime eşlik eder.
Eğlenmek, güldürmek, hoşça vakit geçirmek maksadıyla, aşırı bir şekilde insanlara takılma, alay etme, bir kimsenin zarara uğramasına sebep olma ve düşmanlık manasına “ğadr”, intikam ruh hali ile davranma anlamında “zulüm”, bir kimsenin hakkını ödememe manasına “zîm”, karşılıklı benlik davası gütme, birbirini çekememe, düşmanlık, güzel olan şeylere talepte haksız davranışlar manasına “münafeset” de bu kategoride yer alır.
Şimdi de “tevazu” kavramının bazı ayrıntıları üzerinde durmaya çalışacağız.
Tevazu
Photo by Snapwire on Pexels.com
“Tevazu” kelimesi Türkçemizde, alçak gönüllülük, kibirli olmama, gösterişsiz olma anlamlarına gelir. Kişinin, başkalarını aşağılayıcı duygu ve davranışlardan kendisini uzak tuttuğunu ifade eder. “Tezellül” ve “huşu” kelimeleri de tevazu ile benzer veya yakın anlamlara gelmektedir.
Tevazu, olgun bir karakteri ifade eden insani bir erdem, bireyin özelliklerini doğru şekilde tanımlayabilmesi ve sınırlılıklarını kabul etmesi tutumudur. Tevazu sahibi bireyler, başkalarına karşı öfkeyle tepki vermezler. Tıpkı, meyveli bir dalın yere doğru uzanmasındaki nazik bir kavis gibi alçakgönüllüdürler.
Tevazudaki nirengi noktalarından birisi, marifetü’n-nefs de dediğimiz kişinin kendisini tanıması ve kendisiyle ilgili asıl bilgiye ulaşabilmesi çabasıdır. Diğer bir deyimle, bireyin kendi artı ve eksilerinin farkında olması, kişisel hatalarını ve sınırlılıklarını kabul etmesi yeteneğidir. Bütünlüklü bir iç görü, bilgisini, düşüncesini ve fikirlerini saldırgan olmayan bir biçimde sunma, alternatif görüşlere karşılık fikir üretebilme kabiliyetidir. Yetenek ve bilgilerini sahih bir perspektif çerçevesinde tutabilen mütevazı kişiler, kendilerini daha doğru değerlendirme imkanına kavuşurlar.
Tevazu, minnettarlık, fedakarlık, sorumluluk, bilgelik ve evrensel ahlâk düşüncesi ile mepsuten mütenasiptir. Tevazu, yaratıcılık, merak ve açık fikirliliktir. Tevazu, dürüstlük, öğrenme aşkı ve azimdir. Tevazu, nezaket, sevgi ve hakkaniyettir. Tevazu, affetme, şükran ve estetiktir. Mütevazı kişi, gerçekçi öz değerlendirmeye sahip ve anlayışlı bir kimsedir.
Mütevazı insanlar, kendilerini sorgulayabilen, yanılabilirliklerini kabul edip, hatalarını düzeltme çabasından korkmayan kimselerdir. Mütevazı insan, mevcut görüş ve düşüncelerinin eksikliklerini gidermek, muhtemel yanlışlıklarını düzeltmek için çaba gösterendir. Bu şekildeki bir tevazu ahlâkı ve dinamiği, bireyi olumlu yönde motive eden bir unsur haline gelir. Böyle bir kişide, karşıt fikirlere düşük düzeyde duygusal tepkiler verme, delillerle hareket etme, alternatif bakış açılarını değerlendirme gibi aklî bakış açıları daha sık görülür. Mütevazı bireyler, muhataplarının görüşlerine hoşgörü ile yaklaşır, bilgiye daha fazla önem verirler.
Kur’an-ı Kerîm’de “tevazu” kelimesi geçmez. Fakat “tevazu” kavramı ile ilişkili kelimeler, şu şekilde düşünülebilir:
1. “Sakinlik, ağırbaşlılık, vakar, yumuşaklık ve kolaylık” gibi anlamlara gelen (هَوْن) “hevn” kelimesi (Furkan, 25/63).
2. “Uysal, yumuşak huylu, itaatkâr, mütevazı, alçak gönüllü” anlamlarındaki (الذُّلّ) “zül” kelimesi (Maide, 5/54; İsra, 17/24; Şura, 42/45).
3. “Tevazu, alçakgönüllülük ve yumuşak davranma” anlamlarındaki (جَنَاح) “cenâh” kelimesi (Hicr, 15/88).
4. “Tezellül gösterme, alnı yere koyma, alçak gönüllü olma, baş eğme” anlamlarındaki (سُجَّدًا) “secde” kelimesi (Bakara, 2/58; Nisa, 4/154).
5. “Alçak gönüllü ve huşu sahibi olma” anlamlarındaki (اَخْبَتُوا) “ihbat” kelimesi (Hud, 11/23; Hac, 22/34, 54). Bu kelime ve anlamı ile ilgili daha fazla ayrıntı için, “Muhbitler (Allâh’a Muhabbet, Huşû ve Tezellül İçerisinde Olanlar) ve Özellikleri” başlıklı yazı görülebilir.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Kur’an-ı Kerîm’de Furkan Suresi 63’üncü ayet-i kerimesinde şöyle buyurur:
وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذٖينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْنًا وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا
“Rahman’ın o kulları ki, yeryüzünde vakar / tevazu ile yürürler. Cahiller, kendilerine (hoşlanmadıkları bir) lâf attıkları zaman, ‘Selâm’ derler (dengeli ve doğru söz söylerler, söz söylerken rahatsız etmezler, kimseyle çatışmazlar ve günah işlemekten sakınırlar).” (Furkan, 25/63)
Lokman’ın (as) oğluna yaptığı temel öğütlerden birisi de onun insanlara kibirli ve çalımlı değil, bilakis mütevazı bir şekilde muamele etmesi, mütevazı bir şekilde yürümesi ve mütevazı bir şekilde konuşmasıydı:
“(Kibirlilerin yaptığı gibi) İnsanlara (yanağını) yüzünün yanını çevirme (alçakgönüllü davranarak, yüzünü insanlara döndür). Yeryüzünde çalımla (böbürlenerek ve şımararak) yürüme. Çünkü Allah, her büyüklük taslayanı ve öğüneni sevmez. Yürüyüşünde mütevazı ol (ne pîr-i fâniler gibi yavaş yavaş yürü, ne de külhanbeyi gibi adeta uçarak yürü). Sesini alçalt (bağırıp çağırarak ve hakaret ederek konuşma, hitabında kontrollü ol). Çünkü seslerin en çirkini, elbette ki eşeklerin sesidir.” (Lokman, 31/18-19)
Hadîs-i Şerîflerde Tevâzu
Photo by Fabian Wiktor on Pexels.com
Efendimiz (sas), hadîs-i şerîflerinde “tevazu” kavramı üzerinde önemle durmaktadırlar. Buhari Edebü’l-Müfred’inde ve Beyhakî Şuabü’l-İmân’ında, İyâd b. Himâr el-Mucâşîî’den bildirdiğine göre, Efendimiz (sas) bir gün hutbesinde şöyle buyurmuştur:
“Allah bana, ‘O kadar mütevazı olun ki, kimse kimseye karşı böbürlenmesin’ diye vahyetti.”[16]
Heysemî’nin Mecmau’z-Zevâid’inde, Beyhakî’nin Şuabü’l-Îmân’ında ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde naklettiklerine göre Ömer b. el-Hattâb (ra) şöyle demiştir:
“Hz. Peygamber (sas), “Yüce Allah şöyle buyurdu: ‘Kim bana karşı mütevazı olursa…’ dedikten sonra, avuç içiyle yeri gösterdi ve elini yere yaklaştırdı. Sonra, elini açık bir şekilde gökyüzüne doğru yükselterek, şöyle devam etti: ‘Onu, bu şekilde yükseltirim.’[17]
Taberânî Evsat’ında ve Beyhakî Şuabü’l-Îmân’ında, Hz. Ömer’in (ra), minberden şöyle söylediğini nakletmektedirler:
“Ey insanlar! Mütevazı olun. Zira Resülullah’ın (sas) şöyle buyurduğunu işittim:
“Kim Allah için mütevazı olursa, Allah onu yüceltir ve: ‘Yüksel, Yüce Allah seni yüceltti’ buyurur. Bu kişi, kendini küçük görürken, insanlar onu çok büyük görür.
Kim de büyüklenirse, Allah onu alçaltır ve: ‘Alçal, Yüce Allah seni alçalttı’ buyurur. Yine bu kişi, insanların gözünde küçük iken, kendini büyük görür. Hatta bu kişi, insanların yanında köpekten ve domuzdan daha değersizdir.”[18]
Beyhakî’nin Şuabü’l-Îmân’ında ve Heysemî’nin Mecmau’z-Zevâid’inde İbn Abbâs’tan (ra) bildirdiklerine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Her insanın başında, mutlaka iki zincir vardır. Bu zincirlerden biri gökyüzünde, biri de yerdedir. Eğer kul mütevazı olursa, elinde zincir olan gökyüzündeki melek, o şahsı yukarı çekip yükseltir. Eğer kul büyüklenirse, yerdeki zincir onu yere çeker.”[19]
Yine Beyhakî’nin Şuabü’l-Îmân’ında ve Heysemî’nin Mecmau’z-Zevâid’inde Ebu Hüreyre’den (ra) bildirdiklerine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Her bir insanın başında mutlaka bir gem vardır. Bu gem, bir meleğin elindedir. Kişi mütevazı olursa meleğe, ‘Gemi yüksek tut’ denilir. Eğer kişi büyüklenirse meleğe, ‘Gemi aşağı çek denilir.”[20]
Efendimiz’in (sas), etrafındakilerle iletişimindeki tevazuu bizim için en iyi rehberdir. İbn Mâce Sünen’inde, Abdullah bin Büsr’den (ra) rivayetle, Efendimiz’in (sas) mütevazı halini şöyle naklediyor:
“Ben (bir defasında) Peygamber’e (sas) bir koyun (kesip yemesi için) ikram ettim. Resülullah (sas), dizleri üzerinde oturarak (hemen yemekten kalkacakmış gibi bir halde) yedi. Bir bedevi, “Bu nasıl (yemeğe) oturuştur?” dedi. (Bedevi, yemek yeme ritüelini çok önemsediğinden, yemek için oturuşun, uzunca ve genelde devlet başkanlarının yaptığı gibi törensel ve kibirli bir tarzda olmasını ummuştu). Bunun üzerine Resul-i Ekrem (sas) şöyle buyurdu:
“Allah, beni âlîcenap (kerîm) bir kul yaptı. Beni zorba / zâlim (cebbâr) ve inatçı (anîd) bir kimse yapmadı.”[21]
Şimdi de İslam’ın Büyük Peygamberinin (sas), etrafındakilere nasıl mütevazı bir şekilde davranmış olduğunu öz bir şekilde arz etmeye çalışacağız:
Efendimiz (sas), karşılaştığı kimseleri ilk selamlayan olurdu. Sokakta veya bir toplantıda iken bir kişiyle konuşmak isterse, gözlerinin ucu ile bakarak konuşmaz, aksine tüm vücudunu o kişiye doğru çevirir, öyle konuşur ve konuşurken de yüzünde her zaman bir tebessüm olurdu. Hiç kimse, onun iyi ve güzel tavırlarından mahrum kalmazdı. Arkadaşlarından herhangi biri o anda mevcut değilse, hemen onun nasıl olduğunu sorardı. Tüm sınıflardan insanlara saygı gösterirdi. Kendisini tanıyan her insan, Peygamberin nezdinde en onurlu insan olduğunu düşünürdü. Bir toplantıdaysa, hiçbir zaman oturmak için belirli yer seçmez, boş olan herhangi bir yere otururdu. Kendisine gelenlerin ihtiyaç ve isteklerini mutlaka yerine getirmeye çalışırdı. Eğer söz konusu ihtiyacı karşılayamıyorsa, en azından kibar bir sözle onları memnun ederdi. Toplantılarda kendine has bir tevazu ile onur, doğruluk ve hoşluk getirir, konuşurken asla sesini yükseltmezdi. Kendisini henüz tanıyamamış yabancı kimselerin, görgü kurallarına uymayan davranışlarına hep hoşgörülü davranırdı. Yaşlılara saygı duyar, küçük çocuklara şefkatli davranırdı. Hiç kimseyi azarlamazdı.
Diğer İslâmî ıstılahlarda olduğu gibi, “tevazu” kavramı da Tasavvufun ana konuları arasında yer almıştır.
Mutasavvıf, fıkıh ve hadis âlimi Muhammed b. İbrâhim el-Kelâbâzî’nin (v. 380/990) tasavvufa ait temel kaynaklardan kabul edilen et-Taarruf adlı eserinde naklettiğine göre, ilk devir sûfîliğinin güçlü temsilcilerinden Cüneyd-i Bağdâdî (v. 297/909) şöyle demektedir: “Tevazu, şefkat kanatlarını halkın üzerine germek ve onlara yumuşak davranmaktır.” Yine ilk sofilerden Ruveym b. Ahmed el-Bağdâdî (v. 303/915) ise tevazuu şöyle tarif etmektedir: “Tevazu, gaybları bilen Allâh (cc) karşısında, kalbin zillet içinde bulunmasıdır.” Bir başka sofiye göre de tevazu, “alçak gönüllülük, azlıkla iftihar etmek ve zilleti kucaklamaktır.”[22]
Mutasavvıf, kelâm, tefsir ve hadis âlimi Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî’ye (v. 465/1072) göre, “tevazu öyle bir nimettir ki kimsede kıskanılmaz. Kibir de öyle bir meşakkattir ki üzerinde olan kimseye merhamet edilmez. İzzet tevazudadır. Kim izzeti kibirde arasa bulamaz.” Horasan’ın ilk büyük sofilerinden Fudayl b. İyâz (v. 187/803), “kim nefsine kıymet verirse onun tevazudan nasibi yoktur” demektedir. Mutasavvıf ve Melâmetiyye akımının ilk temsilcisi Hamdun el-Kassar (v. 271/884) tevazuu, “ne din ne de dünya hususunda hiç kimsenin sana ihtiyacı olmadığı görüşüne sahip olmandır” şeklinde tarif etmektedir.[23]
Sonuç
Photo by Scott Webb on Pexels.com
İstenmeyen ve negatif bir ruh hali olan kibir ile başa çıkmanın en iyi yolu, övünmeyi terk etmektir. Diğer kişilerin görüşlerine saygı duyma ve eleştirileri kabul edebilme de kibrin izalesine yardımcı olur.
Doğru faaliyetlerde bulunduğumuzdan emin olmak, kibirli tavırlar içinde olup olmadığımızı anlamak için, güvendiğimiz insanlardan geri bildirim istemek faydalı olabilir. Tutum ve davranışlarımız için, dostlarımızdan geri bildirim almamız, tavsiyeleri kendimizi geliştirmek için kullanmamız faydalı sonuçlar verecek, varsa olumsuz taraflarımızın neler olduğunu öğrenme ve bunları düzeltebilme imkanını elde etmemize vesile olacaktır.
Olumsuz düşünceler, olumsuz davranışlara yönlendirir. Olumsuz düşünceleri, olumlu düşüncelere dönüştürme ise, varsa kibir ve gururun üstesinden gelmemize yardımcı olacaktır. İyimser insanlar, hemen her durumda mümkün olan en iyi sonucu düşünme eğilimindedirler.
Gurur ve kibir gibi negatif davranışların zarar vereceğini, kibir ve ucubun yanlışlığını, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin, kibirli kimseleri asla sevmediğini düşünmek, ucub, gurur ve kibirden arınma çabasına olumlu katkı sağlayacaktır.
Mütevazı ve alçak gönüllü insanlar, gelişi güzel şekilde sözel şiddete bulaşmazlar. Açık ya da örtük olarak kişilere saldırmaz ve insanlara kara çalmazlar. Başkalarına hakaret etmez, tecessüs yapmaz, ikazlarında kibarlıktan ayrılmazlar. “Bir kimse, ‘Artık insanlar helak oldular’ derse, kendisi o insanların en fazla helak olanıdır” [24] Nebevî tembihi gereği, “bu millet, bu halk, bu toplum!” gibi genellemelere gidemezler. Çünkü bir insanın, kendini beğenerek ve ucub içerisinde, bilhassa da koca bir toplumu ya da başkalarını küçümseyerek konuşması, dinen yasaklanmış çirkin sözden başka bir şey değildir.
Böyle bir kimsenin, insanların helak oldukları hükmüne varması, onların kusurlarını ve ayıplarını teker teker araştırması neticesinde olmuştur. Halbuki İslam’da tecessüs haramdır. Bireylerin ayıplarını teker teker araştırıp kesinlikle helak olduklarını söylemek, o insanların kusurlarından ve ayıplarından dolayı kendilerini bir şekilde helak olmaya arz etmiş olmalarından daha tehlikeli bir durumdur. Çünkü bu sözü söyleyen kimse, kulların kusurlarını araştırmakla, sonra da Allah’ın onlara nasıl muamele yapacağını bilmediği halde, Allah adına kesin hükümler vermeye kalkışmakla, bu hükümleri verirken de insanları küçük görüp, kibre ve ucuba girmekle, kendini çok daha büyük bir tehlikeye atmış demektir.
Mütevazı insanlar, vâhî sebeplerle masum insanları ahlâksız gösterme ve şeytanîleştirme aymazlığına düşmezler. Şayet, ıslah tavırlarının netice vermeyeceğini sezerlerse, tercihlerini mutlaka altın gibi kıymetli sükuttan yana kullanırlar. Doğrunun yanında yer alır, haksızlıkları usulünce gidermeye çalışırlar.
Mütevazı kimseler, çok derinmiş gibi görünmeye çalışmaz, yaldızlı kelime ve cümlelerden kaçınırlar. Aslında tüm amaçları, insanlara faydalı olmak, yeni ve güzel şeyler söylemektir. Mütevazı kimseler, realitenin dışına çıkmaz, sadece kendilerinin doğru ve haklı olduğu yanılgısına kapılmazlar.
Mütevazı kimseler, bilgi, akıl, iyilik, güzellik, vb. konularda derinleşmeye çalışır, bu erdemlerin başkalarında da var olduğunu peşinen kabul eder, kalp ve ruh itminanını en üst seviyede yaşarlar.
اللهم اجعلنا من الخاشعين الخاضعين المتواضعين لك اللهم إنا نعوذ بك من الكبر والغرور والعجب
Allâhım! Bizleri Sana saygılı, itaatkâr ve mütevazı kıl. Allâhım! Her türlü kibirden, gururdan ve ucubdan Sana sığınırız.
والله سبحانه وتعالى أعلم بالصواب وإليه المرجع والمآب
Yüce ve her türlü eksiklik / noksanlıktan uzak Allâh (cc), doğruyu en iyi bilendir. Dönüş ve varış sadece O’nadır.
(سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ)
“Allâhım! Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yok. Her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki Sensin.”
(Bakara, 2/32)
(وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ)
“Onların duaları, ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur’ sözleri ile sona erer.”
(Yunus, 10/10)
[1] Seyyid Muhammed Mürteza Hüseyin ez-Zebîdî, Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, 14/9, (Thk. A. Alim et-Tahâvî), Matbaatü’l-Küveyt-1974.
[2] İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, 9/52, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut-1999.
[3] Ez-Zebîdî, Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, 22/343.
[4] Müslim, Îmân, 147; Ebu Davud, Libas, 29 (4091, 4092); Tirmizi, Birr, 61 (1999); Taberânî, Evsat, 2/238-239 (1854); Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 10/462 (7803).
[5] Ahmed b. Hanbel, Zühd, s. 67, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-1983.
[6] Ahmed b. Hanbel, Zühd, s. 68.
[7] Buhari, Edeb, 61 (6071); Müslim, Cennet, 47.
[8] Tirmizî, Birr, 71 (2018).
[9] Ebu Davud, Libas, 29 (4090); Müslim, Birr, 136.
[10] Ya‘kub b. Miskeveyh, Tehzîbü’l-Ahlâk, s. 232, (Çev. A. Şener vd.), Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul-2013.
[11] Alî b. Osmân el-Cüllâbî el- Hücvîrî, Hakikat Bilgisi (Keşfü’l-Mahcûb), s. 122, Haz: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul-2018.
[12] Ay.
[13] Haris el-Muhasibi, Er-Riaye li Hukukillah, s. 384, (Tahk. A. Ahmet Ata), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut, trsz.
[14] Haris el-Muhasibi, Er-Riaye li Hukukillah, s. 385.
[15] Tirmizi, Tefsir, 6 (3058); Ebu Davud, Melâhim, 17 (4341); İbn Mace, Fiten, 21 (4014).
[16] Buharî, Edebü’l-Müfred, s. 219 (428); Müslim, Cennet, 63 (2865); Beyhakî, Şuabü’l-İman, 9/52 (6245), 10/450 (7781).
[17] Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/156-157 (13067); Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 10/453 (7786, 7787); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/44 (309).
[18] Taberânî, Evsat, 8/172 (8307); Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 10/454 (7788, 7790).
[19] Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 10/456-457 (7791, 7792); Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/158 (13073); Taberânî, Kebîr, 12/218-219 (12939).
[20] Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 10/457 (7793); Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/157 (13069, 13072).
[21] İbni Mâce, Et’ime, 6 (3263).
[22] Muhammed b. İbrâhim el-Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf (Taarruf), ss. 146-147, (Hazırlayan: S. Uludağ), Dergah Yayınları, İstanbul-1979.
[23] Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, Risâle-i Kuşeyrî, ss. 199-201, (Terc. A. Arslan), Arslan Yayınları, İstanbul-1980.
[24] Müslim, Birr, 139 (2623); Muvatta, Kelam, 2 (2, 989); Ebu Davud, Edeb, 85 (4983).
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.