Fakirlik, Tevhidin Gerçekleştirilmesi ve İlâhî Aşk

Musa Kâzım GÜLÇÜR



12 / Ocak / 2024


İçindekiler

Giriş

Fakirlik/Muhtaçlık

Tevhidin Gerçekleştirilmesi ya da Tevhidi Amele Dökmek

İlâhî Aşk ve Dostun Kıskançlığı

Sonuç


أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيطَانِ الرَّجِيمِ

(1/5 ، سورة الفاتحة)

(35/15 ، سورة فاطر)

(47/38 ، سورة محمد)

(Fâtiha Suresi, 1/5)

Ey İnsanlar! Sizler Allâh’a muhtaçlarsınız. Allâh ise, el-Ğanî (sonsuz ve yegâne zengindir, hiç bir şeye muhtaç değildir) ve el-Hamîd’dir (sonsuz övgüye layıktır).”

(Fâtır Suresi, 35/15)

Allâh, el-Ğanî’dir. Sizler ise, muhtaçlarsınız.

(Muhammed Suresi, 47/38)

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ ، والعاقبة للمتقين، اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تُحَلُ بِهَا العَقْدُ وَتُفُرَّجُ بِهَا الكُرَبُ وَتُشْرَحُ بِهَا الصُّدُورُ، وَتُيسَّرُ بِهَا الأُمُورُ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ تَسْلِيمَاً كَثِيرَاً

(رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي)

(20/25 ، سُورَةُ طه)

Ezelden ebede kadar, bütün olmuş ve olacak hamd ve senalar, tam ve kemaliyle, âlemlerin yegâne Yaratıcısı, yöneteni ve kemale erdiricisi Yüce Allâh’ındır. Hüsn-ü âkıbet de müttakîler içindir. Allâhım, Efendimiz Muhammed’e, ailesine ve ashabına, kendisi ile düğümlerin çözüleceği, sıkıntıların yok olacağı, gönüllerin ferahlanacağı, dünyevî ve uhrevî işlerin kolaylaşacağı salâtlar ve selamlar ederiz.

İslâmî düşüncenin gelişim süreci içerisinde, doğru eylem üzerindeki ısrar fıkıh ilminin yazılı hale gelmesine, doğru düşünceye vurgu kelam okullarının doğmasına, bir şeyi güzel yapma ya da sevgi/muhabbet ile ilgili yönlendirmeler de spiritüel psikolojinin/tasavvuf ekollerinin gelişmesine sebep olmuştur denilebilir. Bir başka deyişle, İslâm düşüncesinin kurucu aksiyomu/müteârifesi, başka hükümlerin de ispâtını üreten temel tevhid doktrini/kaziyesi, şu temel ilimlerin doğmasına ve gelişmesine vesile olmuştur:

Doğru ve yanlış amel hakkındaki detaylı istinbatlar ile Hadîs ve Fıkıh, Yüce Allâh’ın Zatı ve Sıfat-ı Ulâsı hakkındaki aydınlatıcı yüksek perspektifler ile Tefsir ve Kelam, insanların varoluşsal durumları ile ilgili nirengi noktaları üzerine yapılan çalışmalar ile de Tasavvuf. Bu güzîde ilâhiyat ilimleri, en ince ayrıntısına kadar yazılı hale getirilmiş ve hakikatlere dayalı şekilde bütünüyle tahkim edilmiştir.

Modern dünya, duyular ve araçlar ile ulaşılabilen her şey hakkında bilgi sağlayabilir. Fakat kendimizle ilgili farkındalığı temin edememektedir. Mevcut dünyevi enformasyon, insanın özü ve varlığının neliği ile ilgili bilgiyi üretememektedir. Müellifler, odaklarını bilgiden sevgiye çevirdiklerinde, artık felsefi soyutlamalar hakkında değil, tevhîdi ve özgür varlıkların yaşam farkındalıklarını konuşmuş olmaktadırlar. İnsanlar tevhîde özgü bakışı elde ettikleri an, mübalağasız bir şekilde söyleyelim ki, Yüce Allâh’ın izni ve inayeti ile sorunlarının tamamını çözmüş olurlar.

Şimdi, yazı başlığımızda yer alan “fakirlik” kelimesi ile ilgili bazı önemli sorularla başlamak istiyoruz:

1. İslam’ın, maddî ve manevî fakirliğe verdiği kıymet nedir? 2. İslam, hangi tür fakirliğe “evet” demektedir? 3. Maddî ve manevî fakirlik İslam açısından bir hedef midir? 4. Kendimiz ile ilgili farkındalığa sahip miyiz? 5. Gerçekten neyi istiyoruz ve asıl ihtiyaç duyduğumuz/muhtaç olduğumuz şey nedir?

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin yüksek izni ve inayeti ile, bu ve benzeri soruların, naslarımız açısından yeniden tahlil edilmesinin faydalı olacağı düşüncesi, bu yazının temel sâiklerinden biri olmuştur.

Ontolojik (varlığın doğasının analizinden ulaşılan sonuç) açıdan ele alınması gereken konulardan birisi, İslam’ın “fakirlik” konusundaki bakışı/düşüncesidir. Baştan belirtmeliyiz ki, İslâm’ın fakirlik konusundaki telakkisi, önemli ölçüde yanlış anlaşılmıştır. Bu durumun temel sebeplerinden birisi, “fakirlik” kelimesinin, en az üç farklı ve neredeyse birbirlerine bütünüyle zıt anlamları bünyesinde barındırıyor olmasıdır.

“Fakirlik” hakkındaki nasların maddî yoksulluğu önerdiği, Müslümanların maddî zenginliklere ulaşmalarının arzu edilmediği gibi yanlış anlayış ve bakış açıları, İslâm’ın maddî inhitâtının temel âmillerinden birisi olmuştur. Bu kelimenin, sadece “maddî fakirlik” şeklinde anlaşılması, bilhassa günümüz Müslüman toplumlarında elan devam eden bir düşünce sorunudur.

“Fakirlik” kelimesi, bünyesinde üç farklı anlamı taşımakta, söz konusu anlamların birbirleri ile de hiç bir ilgisi bulunmamaktadır. Kelimenin, en az üç farklı temel anlama sahip olduğu, daha önce hiçbir âlim tarafından dile getirilmemiştir. “Fakirlik” kelimesi ile ilgili bu üçlü taksim, ilk defa tarafımızca yapılmaktadır. Daha önceleri kelimeyi, 1) Maddî fakirlik ve 2) Mânevî fakirlik olarak ikili anlama tabi tutanlar olmuştur. Ancak bu ayırımı yapanların, “mânevî fakirlik” tanımları ile, yazımızda yapmış olduğumuz “mânevî fakirlik” tanımı arasında, birbirine yüz seksen derece zıt fikir ayrılığı bulunmaktadır.

Dinî naslarımızdan istinbat edebildiğimiz kadarı ile ve kanaatimizce “fakirlik” kelimesi; 1) Maddî fakirlik, 2) Mânevî fakirlik ve 3) İftihâr edilen fakirlik olmak üzere, üç temel anlama sahiptir.

Yazımızın ilerleyen kısımlarında, önemli bir sosyal problem olan maddî fakirliğin, İslâm’ın misyonu ve vizyonu ile örtüştürülmesinin bütünü ile hatalı olduğunu ayrıntılandırmaya çalışacak, fakirlik ile ilgili farklı anlamların birbirleri ile eşleştirilmesinin açık yanlışlığına temas etmeye çalışacağız. Ayrıca, inşâAllâh “iftihâr edilen fakirlik” tümcesindeki spiritüel boyutun, İslâm’daki tevhid anlayışı ile çok sıkı bağlantısını ve yüksek ilişkisini, “âşık” ve “Mâşuk” kavramları ile irtibatlı bir şekilde görmeye gayret edeceğiz.

Yazı başlığımızda yer alan “tevhid” kavramı, genelde sahip olduğu dereceler üzerinden tanımlanagelmiştir.

Tevhidin en düşük derecesi, kelime-i tevhidi lisan ile söylemek, en yüksek derecesi de, Hak ile beraber olmak şeklinde anlaşılmıştır. Bir anlamda tevhid, Bir ile çokun, Hak ile batılın, Mâşuk ile âşıkın arasındaki ayrımı görmek ve kavramaktır. Hak’tan başka her şeyin batıl olduğunu bilmek, varlık ile yokluk arasında bilinçli bir ilişki kurmaktır. Çünkü, Bir ve Dâim, sonradan var olanın tabiatını belirlemektedir. Bu, Yaratıcı ve yaratılmışlar arasındaki ayrım ile ilgili iz’ân (anlayış, kavrayış, ferâset) halidir.

Bâkî ile fânî arasındaki ayrımın tam olarak görülebilmesi, bilgilenme yolu ile İslâm’ı anlamanın çok ötesi bir durumdur. Bâkî ile fânî arasındaki ayrımı gerçek anlamı ile kabul, dünyevî durumun özde fânî oluşunu kavramayı ve buna uygun bir yaşamı seçmeyi gerektirmektedir.

Fakirlik üç türlüdür:

1) Maddî fakirlik, 2) Mânevî fakirlik, 3) İftihâr edilen fakirlik.

Sonuncu fakirlik türünde, kalben, zihnen ve ruhen, mâsivâdan (Yüce Allâh’ın varlığı dışındaki bütün varlıklar) soyutlanarak çıplak hale gelme ile ortaya çıkabilen ontolojik fakirlik söz konusudur.

Şimdi bu üç tür fakirliği, dini naslarımız açısından kısaca tahlile çalışalım:

Birinci tür fakirlik, “maddî fakirlik”tir. Dinimiz açısından maddî fakirliğin bir hedef olmadığı, dünya nimetlerinin inanmış bireylere ve toplumlara “haram” kılınmasının yanlışlığı, Kur’an-ı Kerîm’de net bir şekilde şöyle beyan edilir:

Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı temiz/güzel şeyleri haram saymayın ve sınırları aşmayın. Çünkü Allah sınırları aşanları sevmez.” (Maide, 5/87)

Benzer bir ayet-i kerimede bu husus, şu şekilde pekiştirilir:

De ki, Allâh’ın kulları için çıkardığı zînetleri (elbiseleri), temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş?” (Araf, 7/32)

Bu ayet-i kerimelerde, kişilerin dünya nimetlerinden yararlanma haklarının, Şâri’nin tartışmasız emrine muhalefet ederek kısıtlanmaması, helal dairesinde yer alan iyi ve güzel unsurların “haram” hale getirilmemesi gereği açıklıkla vurgulanmaktadır.

Şayet birtakım vâizler ve nâsihler, “İslam maddî zenginliği önermiyor!” diyorlar, o kimselerin peşlerindeki insanlar da bu ifadelere dayanarak, temiz ve hoş rızıkları kendilerine haram hale getiriyorlarsa, bilmelidirler ki Yüce Allâh’a değil, o vâizlere ya da nâsihlere tapmakta, onları kendilerine Rab haline getirmiş olmaktadırlar. Kurân-ı Kerîm, inananları böyle bir vaziyete düşmekten net bir dille sakındırmaktadır (Tevbe, 9/31).

Hadîs-i şerîfler itibarı ile baktığımızda da, Müminlerin Annesi Hz. Aişe (r. anhâ) rivayeti ile, Yüce Nebi’nin (sas) hem “zenginlik” hem de “fakirlik” fitnesinden Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine sığındığı görülür:

(اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ … مِنْ شَرِّ فِتْنَةِ الْغِنَى، وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ فِتْنَةِ الْفَقْرِ) “Allâhım, … zenginlik fitnesinden ve fakirlik fitnesinden Sana sığınırım.[1]

İslâm, zenginliği, doğrudan Yüce Allâh’ın lütfettiği, ayrıca şükrünü istediği bir nimet olarak görür. Dolayısı ile şükrü eda edilmeyen bir zenginlik, kişiler için fitne unsuru olduğu gibi, yine İslâm açısından maddî fakirlik de, kişiler için önemli bir zorluk, Yüce Allâh’a sığınılması gereken, neredeyse zararının insanın itikadına bile ulaşabilme potansiyeli olan önemli bir tehlikedir.

Hz. Ömer’in (ra) müşahedesi ile, ashab-ı suffeden bir grup, Yüce Nebi’ye (sas) gelerek, maddî fakirlik hallerini şikayet etmişlerdi. Bunun üzerine Yüce Nebi (sas), maddî fakirliğin ne tür kötü sonuçlar üretebileceği hususunda onları önce uyarmış, arkasından da şu şekilde bir çözüm duası öğretmiştir:

Fakirlik neredeyse küfür olayazdı. Haset de neredeyse kadere galip gelecekti (haset edilene zarar verecekti). Şöyle dua edin: Ey yedi kat göklerin ve Yüce Arş’ın Rabbi Allâhım. Borçlarımızı ödememizi sağla ve bizi fakirlikten kurtar.[2]

Bu güzel duanın, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini takdis açısından daha tafsilatlısı, İmam Müslim’in Sahih’inde şu şekilde yer almaktadır:

Allâhım! Ey göklerin, yerin ve büyük arşın Rabbi, Rabbimiz ve her şeyin Rabbi. Taneyi ve çekirdeği yarıp çatlatarak filizlendiren, Tevrat’ı, İncil’i ve Furkân’ı indiren. Perçemini tuttuğun her şeyin şerrinden sana sığınıyorum. Allâhım, Evvel sensin, senden önce hiçbir şey yoktur. Âhir sensin, senden sonra hiçbir şey yoktur. Zâhir sensin, senden daha açık hiçbir şey yoktur. Bâtın sensin, senden daha gizli hiçbir şey yoktur. Borcumuzu ödeme kolaylığı ver ve bizi fakirlikten kurtar.[3]

İslâm’ın değer ölçüleri itibarı ile mali zenginlik, kişilerin benliklerini her türlü harici zararlardan koruma vasıtası, onurlarını ve şereflerini yüksek tutmanın bir yoludur. Aynı zamanda, inanmış bireylerden oluşan toplumların ilerlemeleri ve yükselmelerinin, mukaddesatlarını ve varlıklarını korumanın olmazsa olmaz araçlarındandır.

Ashab-ı kiramın büyüklerinden ve salihlerinden birisi olan Amr ibni’l-As Hazretleri (ra) şu hadiseyi anlatıyor:

“Hz. Peygamber (sas) bana haber göndererek, elbisemi ve silâhımı kuşanmamı, sonra kendisine gelmemi emretti. Ben de emrini yerine getirdim. Yanına vardığımda abdest alıyordu. Gözlerini bana kaldırdı, sonra aşağı indirdi ve şöyle buyurdu:

Ya Amr! Ben seni orduya dahil etmek istiyorum. Böylece Allâh sana ganimet ihsan eder. Ben de sana topluca hayırlı mal veririm.

Ben dedim ki:

Ben mala rağbet ederek Müslüman olmadım. Ben ancak Resülullâh (sas) ile beraber olayım diye, İslâm’a rağbet ederek Müslüman oldum.

Yüce Nebi (sas), kıymetli sahabinin bu sözlerinden hareketle, başkalarında gelişebilecek “İslam dininde mal/zenginlik karşıtlığı esastır!” gibi yanlış bir düşünceyi, daha başlangıcında tashih ederek şöyle buyurmuştur:

Ey Amr! Salih kimse için, salih mal ne güzeldir.[4]

Meşru ve mübah yollardan kazanılan mal, salih ve hayırlı mal olur. Cihat farz ve çok güçlü bir ibadettir. Sevabı büyüktür ve savaşta elde edilen ganimet malları da helâl kazançların en temizidir. Bu yolla kazanılan mallar salih ve hayırlı mallardır. Böyle hayırlı mallar, iyi kimselerin elinde olduğunda, değeri daha da fazlalaşmış olur. Çünkü iyi kimseler, mallarını değerlendirerek Yüce Allâh yolunda harcarlar. Servetlerini, İslâm’ın yararına olacak şekilde kullanırlar. İsraf da etmezler. Bu açıdan salih mal, salih kişilerin hem dünyalarının hem de ahiretlerinin mamur olmasına sebeptir.

Yukarıdaki ayet-i kerimelere uygun şekilde, Müslim b. Ebi Bekre (ra) rivayeti ile, Yüce Nebi’nin (sas) fakirlikten Yüce Allâh’a sığınması ile ilgili bir başka duası şu şekildedir:

(.‏اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْكُفْرِ وَالْفَقْرِ وَعَذَابِ الْقَبْرِ) “Allâhım, küfürden, fakirlikten ve kabir azabından Sana sığınırım.[5]

İslâm, bilhassa iyi ve hayırlı kimselerin zenginlikle mutlu olmalarını ister. Fakirlikle bedbaht olmalarını ve sıkıntı çekmelerini istemez. Bu hususta, Ebu Said el-Hudrî (ra), Yüce Nebi (sas) ile ilgili bir müşahedesini şöyle anlatıyor:

“Resülullâh (sas), minbere çıktı. Biz de etrafına oturduk. Şöyle buyurdu:

Benden sonra sizin için korktuğum şeylerden biri, dünyanın güzelliklerinin ve süslerinin sizlere açılmasıdır.

Bunun üzerine bir adam, “Hiç hayır, şer getirir mi ey Allâh’ın Resulü?” diye sordu. (Bu kıymetli sahabi, dünyanın güzelliklerinin, süslerinin ve maddî zenginliğin hayırlı bir şey olmagerektiğini düşünüyor, söz konusu maddî zenginliğin ve güzelliklerin, şerlere/kötülüklere nasıl sebep olabileceğini kavramaya çalışıyordu.)

Resülullâh (sas), o anda cevap vermedi ve bir müddet sükût etti. O adama, “Sana ne oluyor ki Resülullâh’a söz söylüyorsun? Halbuki o, özel olarak seninle konuşmuyor!” diye çıkışanlar oldu. (Bu arada) Nebi’ye (sas) vahiy indiğini düşündük. Biraz sonra kendisini toparladı, terlerini sildi ve:

O (sadece bir) soru sormuştu” dedi. İfade üslubu, sanki soru soranı övüyormuş gibiydi. Ardından şöyle buyurdu:

Gerçekten de hayır, şer getirmez. Ama derenin yetiştirdiği bitkilerden bazısı, ya öldürür veya hasta eder. Yalnız yeşillik yiyen hayvanlarda böyle olmaz. Onlar karınları doyuncaya kadar yerler. Sonra güneşe karşı durup, rehavet içinde def-i hacet eder, idrarlarını yaparlar. Sonra yine otlarlar. İşte mal, yeşil ve tatlı bir bitki gibidir. Servet bir Müslüman için ne güzel bir arkadaştır. Yeter ki o servetinden, fakirlere, yetimlere ve yolda kalmışlara vermiş olsun. Serveti haksız bir şekilde edinen kimseler ise, yiyip doymayan oburlar gibidir. O servet, kıyamet günü onların aleyhine şahit olacaktır.[6]

Hadîs-i şerifte iki örnek yer almaktadır: Birinci örnekte, dünya malını toplamakta aşırı giden, ifrata kaçan, helâl-haram demeden servet biriktiren, edindiği serveti iyilik yolunda harcamayan kimseler betimlenmektedir. Böyle kimseler, yağmur veya ırmak suyunun bitirdiği otları, zehirli ya da faydalı demeden tıka-basa yiyen, karnının doyması ile de çabucak ölen veya ölüme yaklaşan hayvanlara benzetilmiştir. Mal, bu tür kimseleri helak etmektedir.

İkinci örnekte ise, dünya malını meşru yolla kazanan, kazancından bir kısmını iyilik yolunda ve hayır işlerinde harcayan kimseler tasvir edilmektedir. Böyle kimseler ise, yeşil ve tatlı bitkiden yani maldan, belli ölçüler içerisinde faydalanan, rahat içinde yaşayan, buna karşılık etraflarını servetlerinden faydalandırmayı unutmayan kimselerdir. Yüce Nebi’nin (sas) korktuğu husus, Müslümanların dünyevi güzelliklerden, helal haram dengesi gözetmeden, faydalı zararlı demeden faydalanmaları teşebbüsleridir.

İslâm, çalışmayı, kazanmayı ve başkalarına faydalı olmayı teşvik eder. Ayet-i kerimelerde ve hadîs-i şerîflerde zemmedilen (yerilen) zenginlik, Yüce Allâh’ı, ahirete ait sorumlulukları, ibadetlere ait mükellefiyetleri, fakirlerin ve miskinlerin, zenginlerin servetleri üzerindeki haklarını unutturan zenginliktir.

Bir Müslüman, ‘İslâm’da zenginlik önerilmiyor’ diyerek çalışmayı terk edemez. Tam aksine, vakarını korumak, toplum içerisinde iyilikle anılmak için, mutlaka çalışır ve helal dairede servet sahibi olur. Bu davranış şekli ile başkalarına yük olma zilletinden kurtulur. Dünya nimetlerinden ölçülü bir şekilde faydalanır, malının zekâtını vererek, iyi bir insan olma yolunda yürümüş olur.

Yüce Nebi (sas), Ebu Hüreyre (ra) rivayeti ile, bir başka hadîs-i şerîflerinde fakirlikten Yüce Allâh’a sığınılması gereğini şu şekilde talim eder:

(تَعَوَّذُوا بِاللَّهِ مِنَ الْفَقْرِ وَالْقِلَّةِ وَالذِّلَّةِ وَأَنْ تَظْلِمَ أَوْ تُظْلَمَ.‏‏) “Fakirlikten, kıtlıktan, aşağılanmaktan, zulmetmekten ve zulme uğramaktan Allâh’a sığınınız.[7]

Yukarıda metinlerini verdiğimiz hadîs-i şerîflerde, Yüce Nebi’nin (sas), maddî fakirliği zenginliğe karşı tercih etmediği açıktır. Yüce Nebi’nin (sas), maddî fakirliği savunduğunu öne sürmek, dinî naslarımız ile bağdaşmamakta, aykırılık göstermektedir. Rızkın temini için gerekli çabayı göstermeme, kaçınılmaz olarak başkalarının kazançları ile geçinmeyi netice verir ki, bu dinen kabul edilmeyen bir durumdur.

İkinci tür fakirlik, “mânevî fakirlik”tir. Mânevî fakirlik, insandaki kalp, şuur, zihin ve vicdan gibi çok temel ruhsal donanımların fakirliğidir. Mânevî fakirlik, ilim, hikmet, ahlâk, sabır, rızâ, teslim ve tevekkül fakirliğidir. Bu durumdaki kimselere dilimizde, vicdânî hâsselerini kaybetmiş, çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, insana ve doğaya acımasızca saldıran kimseler anlamında “vicdan fukaraları” denilmektedir.

Küfre yakın olan maddî fakirlik, bireylerdeki istikamet düşüncesini zayıflatır, kalp, zihin ve ruh itibarı ile “mânevî fakirlik” sürecini başlatmış olur. Bu açıdan bakıldığında, “maddî fakirlik” hallerinin, manipulatif bir şekilde mânen fakir insanları savunma platformuna dönüştürülmemesi gerektiği açıktır.

Mânevî fakirlikte, hafazanAllâh, ilmin, hikmetin, ihlâsın, sabrın, rızanın, teslimiyet ve tevekkülün kalpten çekilip alınması söz konusudur. Artık bu durumdaki kimseler, duyarlılıkları eksilmiş, iç dünyaları fakirleşmiş, sevme kapasiteleri düşmüş, anlayışları kıt hale gelmiş, başkalarına eziyet ile beslenen canavarlara dönüşmüşlerdir. Böylelerinin kalpleri harabe hale gelmiş, ruhları şeytanların barınağı olmuştur.

Bu şekildeki harabe kalplerde ve ruhlarda, şeytanların askerleri, şehvet, gazap, haset, şirk ve nifak şeklinde cirit atmaktadırlar. Söz konusu mânevî fakirliğin alametleri, basiretlerin bağlanması, kulakların hakikate sağır hale gelmesi, dillerin yalana ve gıybete dönmesi, ayakların yakışıksız ve değersiz yollara adım atmasıdır.

Mânevî fakirliğin en kötü şekli dinsizliktir. Dinsizlik, bir anlamda hastalıklı ruh halinin dışa vurumudur. Dinsizlik, bireyin sahip olduğu bütün kutsal değerlerin ölü hale gelmesidir. Mânevî fakirliğe maruz kalmış talihsizlerin ana sermayeleri, etraflarına saldırmak, kendilerine iyilik yapanlara alabildiğince kötülükle muamele etmektir.

Bu tür kimseler, fiziksel, ruhsal ve zihinsel dünyaları itibarı ile kararmış, para, güç ve mevki için kendi benliklerini şeytana satmışlardır. Bu tür bireylerdeki mânevi ve duygusal fakirlik, her şeyden ve her fakirlikten daha zedeleyicidir. Bu his ve duygu yoksunu/yoksulu insanlar, hırslarını her daim akıllarının önüne almış, şereflerini, onurlarını ve haysiyetlerini hiçe saymış, hasım gördüklerinden intikam almaya, nefrete ve sevgisizliğe kilitlenmişlerdir.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, şayet mânevî ihsanlarını çekip almışsa, böyle kimseler mânen fakir hale gelmişlerdir. Mânen fakir kimseler, düşmanlıklardan, tartışmalardan, çatışmalardan ve münakaşalardan zevk alan, ironik (alaycı) söylemlerle ona-buna hakaret eden, dolaylı/dolaysız şekillerde etraflarına rahatsızlık veren, insanların huzurunu kaçıran kimselerdir.

İç dünyaları itibarı ile karanlık ve alabildiğine fakir bu kimseler, karşılarındaki kişileri kışkırtmaya, galeyana getirmeye, onları kızdırmaya veya üzmeye çalışırlar. Negatif tepkileri ve duyguları uyandırmak için, anlamsız davranışlar sergileyen, kalp hayatları sönmüş ve manen alabildiğine fakirleşmiş bu kimseler, muhatap aldıkları bireylerin ya da grupların aşırı tepkilerinden beslenirler. Şeytanların esiri olmuş bu kimseler, olumsuz ve yıkıcı tutumları benimser, dikkat çekme amacı taşır ve sadece provokasyon peşinde koşarlar.

Maddî varlıkları içerisinde mânevî fakirlik çeken, duygusal zayıflıkla malul kitleler ise, çıkmaz sokaklarda hedefsizce dolaşırlar. Çoğu servet zengini ancak mânevî yönden fakir kimseler, tarihin tozlu sayfalarında hep lanet ile anılmaya mahkum olmuş, göründüğü gibi olmamış, olduğu gibi görünmemiş, akıl, kalp ve ruh noksanlıkları ile insan türünün yüz karaları olmuşlardır. Bu tür kimselere vaaz ve nasihat etseniz de etmeseniz de onlar için birdir. Asla anlamayacak hatta dinlemeyeceklerdir.

Üçüncü tür fakirlik ise, maddî ve mânevî fakirlikten daha başka, bilhassa tevhid adına, dünya ve mâfihâdan kesben değil, “kalben, zihnen ve ruhen soyutlanarak çıplak hale gelme ile ortaya çıkabilen iftihâr edilen fakirlik”tir. Kulun ontolojik durumu, genel olarak fakirliktir. Kişinin kendisini tanıması, bu ontolojik fakirliğini anlaması ve bilmesi ile mümkündür.

Yaratılmış olanlar, Yüce Yaratıcı’ya karşı mutlak muhtaçlık içerisindedirler. Çünkü, kendi yokluklarından başka hiçbir şeyleri yoktur. Kendilerindeki varlık görüntüsü, aslî değil, ârizî ve mecâzîdir. Mutlak Zengin karşısında kişiler, fakirlikleri mutlak bir haldedirler ve bu durum yaratılmışlar için tam bir zorunluluktur.

İnsan, ontolojik anlamdaki muhtaçlığını ve fakirliğini samimi bir şekilde ikrar etmedikten sonra, kendisine ulaşacak hiç bir zenginlik yoktur. Fakir o kimsedir ki, Hak’tan başkasını görmemekte ve kendisine asla bir paye vermemektedir. Kişinin kendi fakirliğini ve muhtaçlığını derk etmesi, Mutlak Ganî dışındaki her şeyi yakıp kül edecek denli yoğun bile olabilir.

Bu anlamda muhtaçlık ya da fakirlik, adeta mâsivâyı yok eden aşk ateşidir. O, bitmek bilmeyen bir hasrettir. Aşkın taksiminde, izzet, azamet, istiğna ve kibriya Mâşuk’un yüksek sıfatlarıdır. Zillet, zayıflık, fakirlik, ihtiyaç ve çaresizlik de âşıkın payına düşmüştür. Âşıkın muhtaçlığı karşısında, Mâşuk’un tam bir istiğnâsı vardır. Hal böyle olunca, âşık ve Mâşuk birbirlerinin zıttı halindedirler. Fenâ şartı gerçekleşmeksizin bu zıtlık ortadan kalkmaz.

Ancak yine de âşıkın Mâşuk’a ihtiyacı daimîdir. Vâcidânın kararsızlığı, mukarreblerin ibtilâsı, muhakkiklerin hayreti, âriflerin ihtirâkı, muhibbânın heyemânı ve civanmertlerin sergerdanlığı hep bu muhtaçlıktandır. Bu gamda bir teselli, bu deryada bir dip ve bu sözde bir nihayet yoktur.

İnanmış bireylerin Yüce Yaratıcı’ya yönelik bu fakirliklerini hakkı ile iz’ânları, nassın delaleti ile “iftihâr edilen fakirlik”tir. Konu ile ilgili olarak, hadîs alimimiz Ebû Tâhir Sadrüddîn Ahmed b. es-Silefî (v. 576/1180), Erbaʿûne Hadîs̱en fî Haḳḳi’l-Fuḳarâʾ adlı kitabında, Hz. Ali b. Ebi Talib’e (ra) dayandırarak Yüce Nebi’den (sas) şu hadîs-i şerîfi nakleder:

İsra gecesinde (Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ile) muhataplığım tamamlanınca, kardeşim Cebrâîl elimden tutarak beni Cennet’e girdirdi. Yakut kırmızısı bir saraya getirdi. Sarayı açtı, ışıklı bir sandukadan, benim için fakirlik kaftanı çıkardı ve bana giydirdi. ‘Ya Muhammed, bu fakirlik kaftanıdır. Yüce Allâh, onu sana giydirmemi bana emretti. Bu kaftanı, sakın onu hak edenden başkasına giydirme.’ dedi. Nebî sallAllâhu aleyhi ve sellem onu ​​giydi ve Cennet’te (bir süre) onunla dolaştıktan sonra şöyle dedi:

(.‏الفقر فخري وفخر أمتي من بعدي إلى يوم القيامة) ‘Fakirlik (kaftanı) benim iftihârımdır ve bundan sonra kıyamete kadar da ümmetimin iftihârı olacaktır.[8]

(الفقر فخري) “Fakirlik (kaftanı) benim iftihârımdır..” hadîs-i şerîfinde, bu tür fakirlikte, insanın dünya ve mafihadan çıplak hale gelmesi, bu soyutlanma içerisinde Yüce Allâh’a yaklaşması vardır. Zaten ilk nebi Hz. Adem’in (as) şânı da kendi hünerleri ile övünen meleklerin aksine, tam olarak Yüce Allâh’a fakrını/muhtaçlığını bilmesinde, Hakk’ı müşahedesi ile soyutlanmışlığını/çıplaklığını kavramasında yatmaktadır.

İnsan, bu mânevî fakirlik kaftanı/cübbesi sayesinde, Hak Teâlâ’nın varlığına nazaran, yaratılmışların varlığını yokluk üzere görür. Hak Teâlâ’nın bekâsı yönü ile, yaratılmışların fenâsını derk eder. Hak Teâlâ’nın izzeti karşısında, yaratılmışların zilletini kavrar.

Hadîs-i şerîfteki fakirlik kaftanı, kanaatimizce Hak Teâlâ tarafından başta Yüce Nebi’ye (sas), daha sonra da ümmetinden hak edenlere lütfedilen bir yüksek derece cübbesidir. İnsanların, geçmişte ve günümüzde, bilhassa ilmî dereceleri ifade için, uzun, bol, yenleri geniş ve düğmesiz cübbe giyme/giydirme merâsimleri bilinen bir uygulamadır.

Mürîd, iftihâr edilen fakirlikten, maddî bir zenginlik istemenin yanlışlığını, fenâ membaından bekâ sermayesi beklemenin aykırılığını bilir ve görür. Müşahede, böyle bir kimseyi müstehlek yapar, mükaşefe müstağrak hale getirir. Böylece mukaddes zuhurun, uçsuz bucaksız sahrasına ulaşır. Sufilerin “tecrid” dedikleri de budur. Kılıcın kınından çıkması gibi, artık kişi beşerî tabiatına ait unsurlardan uzaklaşmış ve onları terk etmiştir.

Kalp, beşerî tabiatına ait kınında kaldığı müddetçe, kalbe has yüksek hünerler ve ihtişamlar gizlenir, kalp kendisinden beklenen aslî vazifeyi icra edemez. Kalp, beşerî tabiatına ait kınından çıkıp çıplak hale gelince de, suretler ve sıfatlar ona gerçek halleri ile görünür.

Ebû Nasr es-Serrâc (v. 378/988), tasavvuf klasiklerinden el-Lüma’ (Parıltılar) adlı eserinde, riyâzet ve tevekküle önem vermesiyle tanınan ilk dönem sûfîlerinden İbrâhîm b. Ahmed el-Havvâs’ın (v. 291/904) şöyle söylediğini nakleder:

Fakirlik/muhtaçlık kaftanı, iftihâr edilecek bir şeref cübbesidir. Peygamberlerin elbisesi, sâlihlerin cilbâbı (örtüleri), müttakilerin taçları ve müminlerin çok değerli süsleri, âriflerin ganimetleri ve derecelerin en üstünüdür.[9]

Bu anlamda fakirlik/muhtaçlık kaftanı, velayet makamının kıymetli bir mirası olmaktadır. Şöhretin şehvetinden arınmış, her türlü iddiadan soyut/çıplak hale gelmiş olanlar, yani kelimenin bâtınî anlamı ile fakirler, gözlerini ilahî huzurun cemâline çevirmiş, visal şafağının doğuşunu beklemeye koyulmuşlardır. Celâl güneşi, cemâl burcundan doğup yükselince, tazarru ve tezellül meltemi esmiş, kınından çıkmış ruhlar, azamet karşısında mukaddes eşiğe kapanmış, huzura fakir/muhtaç hale gelmişlerdir. Ezelî ve Ebedî Sultan ise, yüksek lütfu ve cömertliği ile onlara fakirlik/muhtaçlık kaftanını giydirmiş, bu nurdan fakirlik kaftanı ile parlamaya başlamışlardır. Çünkü, emanet güneşi ilahî teklif burcunda yükseldiğinde, bütün bir mülk ve melekût âlemi onu yüklenmekten ürkmüş, yaratılış maddesi toprak/balçık olan insan ise, mahrumiyet örtüsünün altından fakirlik/muhtaçlık elini uzatmış, zerre endişelenmeksizin emaneti aklı, kalbi ve ruhuyla almıştır.

Soyutlanmışlığın/çıplaklığın ne ile örtülebileceğine ve güzelleştirilebileceğine ışık tutan bir hadîs-i şerîfte, Abdullah b. Mesud (ra) rivayeti ile Yüce Nebi (sas) şöyle buyurur:

(.‏الإِيمانُ عُريانٌ ، ولِباسُهُ التَّقوى ، وزينَتُهُ الحَياءُ ، ومالُهُ الفِقهُ ، وثَمَرَتُهُ العِلمُ) “İman çıplaktır. Elbisesi takva, süsü hayâ, sermayesi fıkıh (derin anlayış) ve meyvesi de ilimdir.[10]

Fakirlik/muhtaçlık kaftanı, çok kıymetli ve değerli bir rütbedir. Bu durumun dini literatürdeki bir diğer adı, insanın kendisini Allah’tan başkasına muhtaç görmemesi anlamına gelen “istiğnâ billâh”tır. Fakirlik/muhtaçlık kaftanı, aynı zamanda kibrît-i ahmerdir. Kibrît-i ahmer, “kırmızı kükürt” anlamına gelir ve toprağı altın yapan iksir olarak bilinir. Kötü huyların, iyileri ile yer değiştirmesi anlamında kullanılır. Fakirlikte, (فَاقْتُلُوا اَنْفُسَكُمْ) “Nefislerinizi yok edin!” (Bakara, 2/54) nass-ı kerîminin delaleti ve işaretince, benliği yok etme, varlık davasından bütünü ile uzaklaşma, olumlu anlamı ile fakirleşme vardır. Gayret ve tefrîd sultanı tarafından helak edilen “iftikâr illAllâh” yolundaki benlik, artık maddî/mânevî mâsivâ ile ilgilenmez hale gelmiştir. Çünkü, kişinin Yüce Allâh’tan başka varlıklara yönelmesi, onların kulu olması demektir. Bu dünyaya dönük bütün elde etme çabaları, peşine takınılan şeylere kulluk yapmadır. Benlik dahil her şeyden kurtulmaya yönelik çaba ise, kişinin fakirliğinin ve muhtaçlığının özden gelen ikrarı ve fermanıdır.

Tevhidi amele dökmenin can alıcı noktası, tam anlamıyla başkalarına bağlanmaktan kurtulmak, tüm yönlerden yüz çevirmek ve yönü olmayana odaklanmaktır. Tevhidin gerçekleştirilebilmesi için, aşk yolu ile, mârifetin ve müşâhedenin, alem-i nâsûtun (الناسوت / insanın beşerî ve cismânî yönü) ve alem-i lâhûtun (لاهوت / insanın ilâhî ve mânevî yönü) birlikte düşünülmesi gerekir.

Ebu Hüreyre (ra) rivayeti ile Yüce Nebi’nin (sas): (‏خَلَقَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ آدَمَ عَلَى صُورَتِهِ) “Yüce Allâh, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır[11] hadîs-i şerîfi, söz konusu her iki âlemin, adeta ayırt edilemeyecek şekilde birbirleri ile mezcedilmiş olduğuna işaret etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm, insanların darmadağın hale gelmiş mâsivâya bağlanma çabalarına şöyle temas eder:

(وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلّٖيهَا) “Herkesin (her toplumun) yüzünü döndürdüğü bir yönü vardır.” (Bakara, 2/148) Bu ayet-i kerime, farklı bir veçhesi ile, Bir’i bulma çabalarındaki başarısızlıkların fazlalığına dikkat çekmekte, işarî açıdan bir anlamda şöyle söylemektedir:

“Herkes Ben’den yüz çevirdi. Bensiz bir şekilde başkaları ile ünsiyet kurdular. Ben’den başka sevgililer edindiler. Dostluk için, Ben’den başkalarına yöneldiler. Mürîdler, murâdlarına döndü. Herkes kendi sevdiği ile oturdu. Halbuki, Ben’den düşük olan her şeyden yüz çevirmeniz beklenirdi. Benim Yüce Peygamberimin sünneti de budur. O, Ehadiyet dışında, hiçbir sığınak ve dayanak kabul etmemişti.”

Hemen herkes, Hak ile “dostluk” iddiasında olduğundan, Hak onları imtihana tabi tuttu. Onlara bir şeyler verdi. Onlar da bunları kendilerine kıble yaptı. Yüzlerini o tarafa çevirdi. Kimine zenginlik, kimine kibir, birine ilim, birine züht, birilerine ise ibadetlerine güven, zan ve vehim verdi. Onlar da bunlarla uğraştı ve hiç kimse O’ndan (cc) bahsetmeyi düşünmedi. Dolayısı ile hepsi talep harici kaldı. Dünyadakiler dünya ile, ahiretlikler de ahiret ile perdelendi. Halbuki kişiyi Hak’tan her ne alıkoyuyorsa, o onun putu haline gelmiştir. Kalp, ne zaman Hak’tan başkasına meyletmişse, hevâsını ilah haline getirmiştir (Furkan, 25/43). Kişi, ancak yüzünü bütünü ile Hakk’a döndürdüğünde aşinalığın hakikatine ulaşabilecektir.

“Kalben, zihnen ve ruhen mâsivâdan soyutlanarak çıplak hale gelme” anlamındaki fakirliğin temel şartları, tecerrüd ve teferrüddür. Kalp, Hakk’ın yüce sıfatlarının kabzasında, müşahede mertebesinde iken, bir başka yere bakacak olursa, edep öğretme kırbacını karşısında bulur. Safiyyullâh Hz. Âdem (as), varlık pergelinin merkezi, beşerin yaratılışının mâyesi ve Sonsuz Padişah’ın gözdesiydi. Kalbini Cennet nimetlerine çevirince, “Madem ki Ben’den başkasına baktın, o zaman heybeni al ve hükmün hanesine in!” nidası geldi. Aynı şekilde, Halîlullah Hz. İbrahim’in (as) gözleri İshak’a (as) odaklanınca, “Şimdi bıçağı al ve benden düşük olana muhabbetin sebebi ile onu kes!” emrine maruz kaldı.

En güzel kıssanın kahramanlarından Yakup (as), oğlu Yusuf’a (as) biraz fazla sevgi gösterince, uzun bir belaya maruz kaldı. Ve, ademoğullarının efendisi Yüce Nebî (sas), kalbinin köşesini başka sevgiye azıcık araladığında, Gayret Sultanı şiddet sıfatı ile İzzet perdesini açtı ve Yüce Saltanatının bir parçasını gösterdi. Böylece Yüce Nebi’yi (sas) bir süre üzen, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin tekrar onarması ve beraat ettirmesi ile ancak düzelen bir süreç yaşamak durumunda kaldı. Çünkü, bir kalpte iki sevgi birden yer almazdı (Ahzâb, 33/4). Sadece bu açıdan baktığımızda bile, Yüce Nebi’nin (sas) mübarek beyanları ile, belaya en fazla maruz kalanların, öncelikle peygamberler (ase) olduğu, daha sonra ise peygamberlere benzeyenlerin, daha sonra da dindarlıkları nispetinde belaları ağırlaştırılan kimseler oldukları görülür.[12]

Kişinin, kendisini Yüce Allâh’a mutlak bir şekilde muhtaç hissetmesi anlamına gelen “iftikâr ilAllâh” hakikatinin, “Ey İnsanlar! Siz Allâh’a muhtaç kimselersiniz. Allâh ise el-Ğanî (sonsuz ve yegâne zengin) ve el-Hamîd’dir (sonsuz övgüye layıktır).” (Fâtır Suresi, 35/15) ayet-i kerimesi ile doğrudan bir ilgisi bulunmaktadır. Şöyle ki:

Bilindiği üzere, vahyin ilk ve doğrudan muhatabı Yüce Nebi’dir (sas). Ayet-i kerimedeki, “Ey İnsanlar!”hitabındaki “mutlaklık” sebebi ile, geçmiş/gelecek ümmeti içerisinde, ayet-i kerimenin anlam dairesi içerisine en evvel giren, “Yüce Allâh’a fakirliği/muhtaçlığı” en yüksek seviyede temsil etmiş Yüce Nebi’dir (sas). Bu husus, Duhâ Suresi’nin sekizinci ayet-i kerimesinin işârî anlamı ile şöyle pekiştirilir:

(وَوَجَدَكَ عَائِلًا فَاَغْنٰى) “Seni fakir bulup da zengin etmedi mi?” (Duha, 93/8) Bu ayet-i kerimedeki “zenginlik” kavramı, Ebu Hüreyre (ra) rivayeti ile Yüce Nebi (sas) tarafından şöyle tefsir edilir:

(لَيْسَ الْغِنَى عَنْ كَثْرَةِ الْعَرَضِ وَلَكِنَّ الْغِنَى غِنَى النَّفْسِ‏.) “Zenginlik, mal çokluğu değildir. Asıl zenginlik, gönül zenginliğidir.[13]

Yüce Allâh’a karşı iftihâr edilecek fakirliği, en güzel şekilde uygulayıp temsil eden Yüce Nebi’dir (sas). Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin maddî anlamda zenginleştirmesine rağmen, kendisini Yüce Allâh’tan başka hiçbir şeyle zengin saymamış, bütün maddî zenginliğini Yüce Allâh’ın rızası için İslam yolunda harcamıştır. Yine ayet-i kerime muktezasınca, bütün insanların Yüce Allâh’a muhtaçlığının sınırsızlığı da açıktır. Yüce Allâh’ı sevmenin temeli, bu sonsuz muhtaçlığın tanınmasıdır.

İnsandaki muhtaçlık ya da diğer bir tabir ile tatminsizlik hiç bitmez. Hz. Adem (as) Cennet’e yerleştirildiğinde ona her şey mübahtı. Yaklaşması istenmeyen tek bir şey vardı. Bir bitki. Bazıları bunun buğday olduğunu söyler. Sadece buğdaya yaklaşmaması istenmişti. Ancak yasak, çoğu zaman baştan çıkarıcıdır. Çünkü insan çok tatminsiz, bir başka tabir ile aşırı şekilde açgözlü olarak yaratılmıştır (Meârîc, 70/19).

Bu konuda Yüce Nebi’nin yüksek beyanları, İbn Abbas (ra) rivayeti ile şu şekildedir:

(لَوْ كَانَ لاِبْنِ آدَمَ وَادِيَانِ مِنْ مَالٍ لاَبْتَغَى ثَالِثًا، وَلاَ يَمْلأُ جَوْفَ ابْنِ آدَمَ إِلاَّ التُّرَابُ، وَيَتُوبُ اللَّهُ عَلَى مَنْ تَابَ.)

Ademoğlunun iki vadi dolusu altını olsa, bir üçüncüsünü daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz. Allâh, tövbe edenin tövbesini kabul eder.[14]

İlâhî aşk, sahili sonsuz bir ummandır. Dostluğun kıskançlığı, dostun dosttan başkası ile rahat nefes almasına müsaade etmez. Hakikatte körlük, dostun, dosttan başkasına bakmasıdır. Cehalet ise, dosta yanlış davrananlara yönelmedir. HafazanAllâh, şayet bu körlük ve cehâlet devam ederse, ıstıfâ (erdemli hareketleri seçip bir kişide yoğunlaştırmak) ve ictibâ (erdemli davranışları birinin şahsında toplamak) tevârüsünden mahrum kalma riski söz konusudur. Eğer Yüce Allâh’tan bir inayet olursa, ilm-i esâmî, ıstıfâ ve ictibâ sıfatları kişiye geri döner.

Tevhid yolunda ilerlemek için ilim talebi gerekli iken, aynı zamanda ilmin vartalarından da sakınmak gerekir. Çünkü insanda, bildikleri ile gurur duyma, ilmî payeleri ile başkalarına caka satma davranışları tezahür edebilir. Bu haldeki âlimler, bâtınî edeplerle değil, bilakis alenî ayıplarla yaşamış olurlar. Yine bu durumdaki âlimler, kendilerini ilim dostu zannettikleri aynı anda, kibrin ve ucubun arkadaşları olurlar. O sebeple her âlim görüneni, basîret sahibi kimseler zannetmek hatadır.

Emirlere râm olmuş bir vücûd, müşahede makamına ulaşmaya çaba gösteren, kudsiyetle ışıklanmış bir kalp ve ruha sahip olmalıdır. Hz. Musa’da (as) olduğu gibi, kişiyi gayrılardan uzaklaştırarak müşahede ve mücadele makamına ileten, kudsî bir şua gerekmektedir. İki aleme nazar etme ayakkabılarını çıkartan (TâHê, 20/12), elinden isyan asâsını çekip alan (TâHê, 20/19), doğuya da batıya da nispet edilemeyen ağaca (Nur, 24/35; Kasas, 28/30) götüren Yüce Kudret, en nihayetinde böyle bir mana erinin benliğine ve sırrına, (اِنَّنٖى اَنَا اللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنَا) “Muhakkak Ben, (evet) Ben, Allâh’ım. Benden başka ilâh yoktur” (TâHê, 20/14) diye nida eder.

Ancak belirtmemiz gerekir ki, bu nidânın sahibi Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Rabliğinde kıskançtır. Tevhidin en temel alameti olan emanet, bütün boyutları ile göklere, bütün genişliği ile yeryüzüne ve muhkem dağlara arz edilmiş, fakat bu devasa varlıklar emaneti yüklenme sorumluluğunu reddetmiş, emaneti taşımaktan korkmuşlardı. Fakat, tevhid emanetine ait sorumluluğu, insan kabul etti. İnsanın, bu emaneti tevdi eden Rab Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini tevhid ile yüceltmesi, O’nun emir ve yasaklarına uyması hususlarında, Yüce Rab çok kıskançtır.

O yüzdendir ki Abdullah b. Mesud (ra) rivayeti ile Nebiler Serveri (sas) şöyle buyurur:

(وَلَيْسَ أَحَدٌ أَغْيَرَ مِنَ اللَّهِ مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ حَرَّمَ الْفَوَاحِشَ‏.‏)

Allâh’tan daha kıskanç hiç kimse yoktur. Kıskançlığından dolayıdır ki, Allah kötülüklerin açığını ve gizlisini haram kılmıştır..[15]

Kendilerini bir şey, Mâşuk’u da başka bir şey olarak görenler, tevhidin temel hakikatine ulaşamazlar. Çünkü kıskançlık kılıcı, aşığın Mâşuk’tan başkasına bakmasına müsaade etmez. Bu, aşkın en bariz özelliği ve tabiatıdır. Mâşuk’a yönelik aşkı sebebi ile âşık, kendisinden infisâl ederek gerçek ittisale erebilir. Böyle bir durumda artık varlığı O’ndandır ve O’nunladır.

Aşk, sırf birliği gerektirmektedir. Aşkta ayrılık ikilik, vuslat ise birliktir. Artık bu seviyedeki bir hakikat erinde, varlık fenâya dönüşür. Bu aşk, Mâşuk’u değil, ama âşıkı yakmış ve yok etmiştir. Böyle bir kişi, ağyâra ait işlerden isteklerini kesmiş, yüzünü kendi işine çevirmiştir. Mâşuk’un kıskançlığının parladığı anda, âşık yüzünü kendinden uzaklaştırmış, “levvâme nefis” (kendini kınayan benlik) mertebesine ulaşmıştır. Allâhu a’lem bu sebepledir ki, Rab Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu mertebedeki nefse şöyle yemin etmektedir:

(وَلَا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ) “Levvâme nefse yemin ederim..” (Kıyâmet, 75/2).

İslâm’ın, fakirlik ve zenginliği nasıl yorumladığının iyi anlaşılması ve bu husustaki bakış açısının doğru şekilde bilinmesi oldukça önemlidir. Yüce Nebi (sas), neredeyse sayısız kez maddî fakirlikten Yüce Allâh’a sığınmışken, O’nun (sas) maddî fakirlikle övündüğünü sanmak açık bir yanlışlık değil midir?

En doğru sözlü Yüce Nebi’nin (sas), (الفقر فخري) “Fakirlik (kaftanı) benim iftihârımdır..” beyanı, “Ey İnsanlar! Siz Allâh’a fakir/muhtaç kimselersiniz. Allâh ise el-Ğanî (sonsuz ve yegâne zengin) ve el-Hamîd’dir (sonsuz övgüye layıktır)” (Fâtır Suresi, 35/15) ayet-i kerimesinde kast edilen, başta insan olmak üzere bütün bir varlık dünyasının Yüce Allâh’a fakirlikleri/muhtaçlıkları hakikatinin, zirve noktasındaki manifestosudur.

Ancak işin garibi bu manifestonun, “maddî fakirlik ile övünme” gibi hiç olmadık bir anlama çekilmesidir. İşin daha da garibi ve kabul edilemeyecek durumu ise, “mânevî fakirlik” teriminin, “bütün bir varlığın Yüce Allâh’a muhtaçlığı” anlamı ile özdeşleştirilmesi, böylece konu üzerinde tam bir anlam kargaşasının oluşturulmasıdır.

Bir kimse, mâsivâya âit muhabbeti terk ederek, kalbine yalnızca Yüce Allâh’a yönelik aşkı yerleştirmişse, maddî zenginlik o kimseye zarar veremez. Çünkü o kimse, kalbini Hüdâ’ya bağlamıştır. Hz. İbrâhim (as), maddî yönden zengindi. Ama bu mal ve mülk, onun kalbini Yüce Yaratıcıdan bir an için bile koparmadı. Hz. Süleyman (as) ve Hz. Dâvûd (as), tahtları ve taçları olmasına, bol servetleri ve maddî zenginliklerine rağmen, zamanlarının en zâhidi idiler. Bu maddî zenginlikleri, onlar ile Yüce Allah arasında bir perde olmamıştı.

Kaynaklarımızda, bazı zengin sahabelerin hurma bahçelerini Yüce Nebi’ye (sas) hediye ettikleri görülmektedir. Mesela Sahabî Muhayrık en-Nadrî (ra), vasiyet yolu ile Şanlı Nebi’ye (sas) yedi adet bahçe bağışlamıştır. Ayrıca, Hayber, Fedek ve Nadiroğullarından payına düşen araziler ve hurmalıklar vardı. Veda Haccı’nda kesmeye niyet ettiği yüz deveden altmış üçünü kendisi bizzat kendisi kurban etmiş, geri kalanını da Hz. Ali’ye (ra) kestirmiştir.

Ancak Şanlı Nebi (sas), aile fertlerinin nafakası için ayırdıklarından geri kalan bütün malını, devlet hazinesine aktaracak ve fakirlere bölüştürecek gönül zenginliğine sahipti. Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Zübeyr ve daha pek çok sahabe (r. anhüm ecmaîn), zengin olmalarına rağmen zamanlarının en zâhid sahabeleri idi. Hz. Hasan, Hz. Abdullah b. Mübârek ve Hz. Zeyd b. Sa’d da (r. anhüm) büyük bir servetlere sahiptiler ve çok zâhid imamlardı.

Kalplerin ve ruhun gıdası, O’nun (cc) sonsuz varlığıdır. Marifet de kalbin, Yüce Allâh ile hayat bulmasıdır. Ünsiyet yaygısına yol bulabilmek için, kişinin kendine ait uygunsuz sıfatlardan temizlenmesi, Sübbûhî ummâna dalması, sübhaniyet deryasına girmesi gerekir. Bu açıdan âşıkın amacı, ezelde henüz varlık elbisesinin biçilmediği, ne toprak, ne çamur ne de Adem’in olmadığı, huzur ve neşe mahalli olan, aynı zamanda ebedî aşk sahasına geri dönmesidir.

Âbidin Hakk’a yakınlaşma vesilesi muamele ve doğruluk, âlimin yakınlaşma vesilesi mükâşefe ve dostluk, ârifin yakınlaşma vesilesi ise muâyene ve yokluktur. Kişi, ilk mertebede beden, ikinci mertebede kalp, üçüncü mertebede ise ruh, su ve topraktan kurtulur, saf ve tertemiz bir hale bürünür. Artık toprak Nur’a, Nur da toprağa karışmaz. Dil zikirde, zikir Mezkûr’da kaybolur. Kalp aşkta, aşk Mâşuk’ta, ruh El-Bâkî’de yok olur. Tevhidin nuru, kulu su ve topraktan çekip alır. Bu mertebede, (وَنَفَخْتُ فٖيهِ مِنْ رُوحٖى) “Ona ruhumdan üfledim..” (Hicr, 15/29; Sad, 38/72) hakikati kendini gösterir. Vâcibu’l-Vücûd, yaratılmış olanı kâim kılınca, hakikat saflık ve parlaklık kazanır. Bu durumda artık ruh, Hak ile kâimdir. Bu kişi, sırrını mülâhaza-i ağyardan korumuş, böylece müşahede yurdu mamur hale gelmiştir.

Yüce Allâh, doğrusunu en iyi bilendir.

(Ey Rabbimiz) Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Hiç şüphesiz, en iyi bilen Sensin, tam hüküm ve hikmet sahibisin.

(Bakara, 2/32)


[1] Buhari, Sahih, Hadis no: 6368.

[2] Taberânî, Kitabu’d-Duâ, Hadis no: 1048.

[3] Müslim, Sahih, Hadis no: 2713.

[4] Buhari, Edebü’l-Müfred, Hadis no: 299.

[5] Nesâî, Sünen, Hadis no: 1347.

[6] Müslim, Sahih, Hadis no: 1052.

[7] İbn Mâce, Sünen, Hadis no: 3842.

[8] Ebû Tâhir Sadrüddîn Ahmed b. es-Silefî, Erbaʿûne Hadîs̱en fî Haḳḳi’l-Fuḳarâʾ (İskenderiye Ktp., yazma eser, nr. 48).

[9] Tûsî, Ebû Nasr es-Serrâc, el-Luma’, s. 74 (Tah. Abdu’l-Halîm Mahmûd ve Taha Abdu’l-Bâkî Sürûr), Dâru’l-Kütübi’l-Hadîse-Mısır ve Mektebetü’l-Müsennâ-Bağdat, 1380/1960.

[10] Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, El-Firdevs bi-Me’suri’l-Hitab, (Thk. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut-1986, 1/112, Hadis no: 380.

[11] Müslim, Sahih, Hadis no: 2841.

[12] Tirmizi, Sünen, Hadis no: 2398.

[13] Müslim, Sahih, Hadis no: 1051.

[14] Buhari, Sahih, Hadis no: 6436.

[15] Müslim, Sahih, Hadis no: 2760.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir. 

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.