ÜMMÜ’L-AHİD I

Uzm. Dr. Orcan TANYALÇIN*

* İslam ilim ve düşünce dünyasında İbnü’l-Heysem, Bîrûnî, İbn Sîna vb. kâmetlerin, günümüzdeki izdüşümünlerinden Uzm. Dr. Orcan TANYALÇIN, 1957 İzmir doğumlu olup, halen İzmir’de tıp doktoru olarak özel işletmesinde çalışmalarını sürdürmektedir. Bu önemli yazısını bizlerle paylaşan kıymetli büyüğümüz sayın Dr. Orcan TANYALÇIN’a gönül dolusu teşekkürler ederiz.

Editör: Musa Kâzım GÜLÇÜR



05 Ağustos 2024 Pazartesi


O söz üzere olan var mı?


İçindekiler

Allâh (cc)

59-Haşir Suresi 22, 23 ve 24’üncü Ayetler

Yüce Allâh’ın Arşı (Varlık Alemi ve O’nun Alemler Üzerine İradesi, Hükümleri)

Zaman Kavramı

Kur’an, Korunan Kitap

Hz. Muhammed (sas) (Mîm, Râ)

Kur’an’ın Amacı ve Konusu

Bir İman Örneği: Yüce Allâh’ın Dost Edindiği Hz. İbrahim (as) ve İmanı

26-Şuara suresi, 75 – 89’uncu Ayetler

Şirk Konusu

Fıkıh (İslam Hukuku)

Kadercilik (Suçu Yüce Allâh’a Havale Etmek)

Ceza Hükümleri

Kitabı Kur’an’ı Kerim ve elçisi Hz. Muhammed (sas) için Yüce Allâh’a şükürler olsun.

Göklerin habercisi, hür iradeye Cenneti müjdeledi. O zaman ateşe bu kadar yakın değillerdi. Yüce Allâh ne diyor? Bu onların hiç derdi olmadı. Dertleri kitabı kendi suretlerine dönüştürmekti. Zaten onların kavrama yetisi, kitaba asla ulaşamaz.

Allâh’ın laneti ve lanet edicilerin laneti, indirilen apaçık delilleri ve açıklanan hidayeti örtenlerin üzerinedir!” (Bakara, 2/159)

Gazze’nin çocuklarına, ‘Hangi suçtan dolayı öldürüldünüz?’ diye sorulduğu zaman!

Allâh (cc)

İlk ayeti Besmele ile açılan Fatiha Suresinin 2, 3 ve 4’üncü ayetleri Elif Ayetleridir. Bu ayetler, bir insanın Yüce Allâh’ı nasıl anlaması gerektiği ile ilgilidir. Ayrıca O’nu (cc) tanımlayan ayetlerdir.

Fatiha Suresinin 2’nci ayet-i kerimesi: “Hamd, alemlerin Rabbinedir.” (Hamd Ayeti).

 El Hamîd

 O yüceler yücesi,

 Akıllar O’ndan aciz,

 Övgüler O’na cılız,

 Yolunda yolcu aziz.

Fatiha Suresinin 3’üncü ayet-i kerimesi: “Rahman’dır, Rahîm’dir.” (Rahmet Ayeti)

 Rahmet

 Allâh’tır iyi olan,

 İyilikler Allâh’tan,

 Hayat bulur insanda,

 İhsan ona Allâh’tan,

Fatiha Suresinin 4’üncü ayet-i kerimesi: “Din gününün Sahibi” (Hüküm Ayeti)

 Din Günü

 Din günü nedir ki? Sana kim öğretti? (82/17)

 O’dur tek Sahibi! Maliki yevmiddin! (1/4)

 Doğrulayanlar ki Cennetlerdedirler (70/26-35)

 Din günü nedir ki? Onu kim bildirdi? (82/18)

 Yegane Sahibi! Maliki yevmiddin! (1/4)

 Yalanlayanlar ki ateşlerdedirler (83/11-16)

 (Taksim işareti, sure ve ayet numaralarını ayırmaktadır.)

Fatiha Suresi 2, 3 ve 4’üncü ayetleri, ‘Allâh’ adını ve O’nun beş güzel ismini içerir.

O’nun Elif Sıfatları:

El Hamid, Rabbü’l âlemîn, Er-Rahman, Er-Rahim, Din-Adalet gününün sahibi.

Fatiha Suresinin 2, 3 ve 4’üncü ayet-i kerimeleri, bizlere Yüce Yüce Allâh’ı tanıtan Elif ayetleridir. Elif ayetleri, Yüce Allâh’ın adını ve O’nun beş yüksek sıfatını içerir:

1-El-Hamid, 2-Alemlerin Sahibi, 3- Er-Rahman, 4- Er-Rahim, 5- Din gününün Maliki.

O’nun Elif ayetleri Kur’an’da, ‘Elif’ harfi ile simgelenir.

Fatiha Suresinin ikinci ayetinde, insanın Yaratıcısı ve Sahibi olan Yüce Allâh’ın yüceler yücesi olduğu bildirilmektedir. O yücelik bilinen bütün değerlerin kaynağıdır. O’nun yüceliği İnsanın düşün gücünün ve kavramasının çok üzerindedir. Üçüncü ayet, O Yüceliğin Rahmet üzere olduğunun delilidir. Dördüncü ayet ise, O’nun Adaletidir. İnsanın faziletli, iyilik ve adalet üzere olmasının menşei O’dur. Öyleyse O’na kavuşmayı dileyenler, aklî ve vicdanî melekelerini olgunlaştırmaya çalışmalıdırlar. İnsanın bu değerleri O’ndandır, O’nun ihsanıdır.

Yüce Allâh’a olan inanç, zahir alemdeki ilahi faaliyetler nedeni ile O’nun meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına imanı da beraberinde getirir. Böylece Fatiha Suresinin bu 2, 3 ve 4’üncü Elif Ayetleri ile, “Yüce Allâh”a ve O’nun “Din Gününe” kalben iman, imanın olabilecek en özlü tanımı olur.

Fatiha Suresi, Kur’an’ın özüdür. Yani Kur’an, Fatiha Suresinin açılımıdır. Bir tohum ve o tohumdan büyüyen ağaç gibi. Tohumu çatlattı, ondan kökü yerde sabit, dalları göklerde, gören kalplere huzur veren ilahi ağacı yarattı.

Şayet Fatiha Suresinin giriş ayeti (Besmele) ve Elif Ayetleri (2, 3 ve 4’üncü ayetler) idrak edilmiş olsa idi, O’nun yanında başka veliler edinenler bu sapıklığa düşmezlerdi. O statü meraklısı sözde veliler de gerçekten veli olsaydı, dini Yüce Allâh’a halis kılar ve şirke asla geçit vermezlerdi. Fakat onlar hiçbir rahatsızlık duymazlar, aksine gizli bir mutluluk içindedirler. Hüküm, Vâhid (Tek) ve Kahhar Yüce Allâh’ındır.

Dine girişte, ilk adımların yanlış atılmaması gerekir. Yoksa sonu felaket olur. Din Yüce Allâh’ındır. O’ndan başka otorite yoktur. Peygamber de sadece bir uyarıcıdır. Muhatap, insandır. İnsanların yegane velisi Yüce Allâh’tır ve Yüce Allâh’ın dinine kusursuz uyan müminlerdir. Kur’an, adaletten, doğruluktan, mizandan, toplum yaşamından bahseder. Kitabın ağırlık merkezi ahlâkî değerler olmakla beraber, elbette hukuki yönler de söz konusudur. Fakat Kur’an bir hukuk kitabı değildir. Kur’an, insanlara esasları bildirir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, “İnsana çalışmasından başka kazanç yoktur” (Necm, 53/39) buyurulmaktadır. Doğrusu, her konuda Kur’ânî temelleri gözeterek yapılacak düzenlemelerdir. Hastalık durumunda tababete müracaat yerine, ayetlerde ya da esma-i hüsna zikirlerinde bedenen şifa aramak gaflettir. Ancak, sizleri şifaya taşıyan yollarda aldığınız tıbbi hizmetler, doktorlar, hemşireler, müdahaleler ve ilaçlar da yanıltmasın. O yolları açan ve bütün şifanın membaı Yüce Allâh’tır. Yani şifa O’ndandır. Benzer şekilde, ‘rızık Yüce Allâh’tan’ deyip oturmak, çalışmamak, üretmemek de ancak gaflettir. Boğazınızdan geçen her yudum su, her lokma O’ndandır. Bilin ki size ulaşan her değer Yüce Allâh’tandır.

Saltanat sahiplerinin konumlarını muhafaza, usulsüzlüklerini gizleme, kurdukları talan düzenlerini örtme için, uydurmuş oldukları hükümlerin, ne din, ne hukuk, ne de insanlıkla ilgisi olamaz. Otorite karşısında zayıf olanların hakları korunuyorsa o gerçek hukuktur. Bazı kimseler de, gelişime mani oldukları, bağlamından koparıp, tarihin derinliğinden tam olarak anlayamadıkları nakiller ile, bugünü düzenlemeye çabaladıkları, ama bir türlü gerçek anlamını kavrayamadıkları hüküm ayetleri ile oyalanıp durmakta. Saltanat ve hilafet sevdalılarına, “geliniz, bugün o ayetleri hak ve hukuk üzere yeniden anlamaya çalışalım, mahkemeleri zorbalıkla otorite elde edenlerden alıp, tam bağımsız, tam yetkili ve dokunulmaz kılalım” desen kaçacak delik ararlar. Yüce Allâh’ın dinini kavramada acze düşüp, kötülükleri kendilerine süslü gösterilenler, hoş hissettikleri bir yaşam sürebilirler. Ancak onlar, “Hüküm Günü” hüsran içindedirler. O gün hüküm, Vahid ve Kahhar Yüce Allâh’ındır.

Yüce Allâh’ı, O’nun Kitabı Kur’an ile tanımaya devam ediyoruz.

Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (Hayy). Yarattıklarını koruyup gözetendir (Kayyûm). O’nu ne bir uyuklama ne de bir uyku tutar. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmadan, O’nun katında şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O’nun ilminden, ancak O’nun dilediğini kavrarlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onların her ikisini de koruyup gözetmek O’na ağır da gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür” (Bakara, 2/255)

Kendinden başka ilâh bulunmayan Allah diridir, her şey O’nunla vardır.” (Ali İmran, 3/2)

“Kur’an’da en büyük ayet, ayet el-kürsî’dir.” (Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 258)

Bakara suresi, 255’inci ayeti, içinde geçen “kürsü” kelimesi sebebi ile (O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır) “ayet el-kürsî” olarak isimlendirilmiştir. Bahsedilen “kürsü”, O’nun alemleri kapsayıp kuşatan hükümdarlığı, egemenliği, O’nun saltanatıdır. Ayette, Yüce Allâh’ın Tek ilah olduğu, zaman ile kuşatılamayacağı, zafiyetinin olamayacağı vurgulanmaktadır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur derken, mülkünün varlık alemi, yani gökler ve yer olduğu, her şeyi ve bütün kapsamı ile O’na ait olduğu vurgulanmıştır. Cennetler ve melekler alemi, gök katlarında yani yüksek alemlerde olup, Cehennem ise madde aleminde yani evrende bir yerdedir.

Araf, 7/40 ayetinde, “Ayetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlar yok mu; işte onlara gök kapıları açılmaz, onlar deve iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler! İşte biz, günahkârları böyle cezalandırırız” buyurulur. Bütün bu alemlerde O’nun dileği ve izni olmadan hiçbir faaliyet mümkün değildir. Sistemin dahilindeki her şeyin görünenini ve gizlisini bilir. Hakkı ile Alîm’dir. İlminden, ancak izin verdiği kadar anlaşılabilir. Hükümranlığı, saltanatı, ilmi, rahmeti her şeyi kuşatmış ve kapsamıştır. Yarattıklarının, sevk ve idaresi O’na çok kolaydır.

Ebedî Yaşam

Adem! Haber vereyim mi sana sonsuz bir saltanatı? (20/120)

Adem’den beri, nesiller boyu, tükenmez arzuları

Kibirle kurulacakları ebedi saltanat tahtı

Hayy olan Allâh’tır ve sonsuz hayat O’nu anlamaktır

Kayyum ancak Allâh’tır ve hayat O’nunla yaşamaktır.

De ki, O Allâh’tır, tektir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, her şey O’na muhtaçtır. Doğurmadı, doğurulmadı. Dengi, benzeri olmadı, olamaz.” (İhlas Suresi, 112/1-4)

Açıklama:

İhlas Suresi, Yaratan ile yarattıkları arasında öne çıkan farklılıkları bildirmektedir. Bu sure, insan üzerinde, dini içtenlikle Yüce Allâh’a halis kılmak ve kapılarını da şirke kapatmak tesirindedir. Tek O’dur. Kalan her şey çokluktur. İhtiyaçsız olan, Değişmez olan, Daimi olan O’dur. Yarattıkları O’na muhtaçtır. Onlardan dilediğini siler, dilediğini devam ettirir. Sildiğinin yerine daha iyisini ya da benzerini getirecek olan da O’dur. Zatı için silsile kesinlikle reddedilir. Dengi, benzeri yoktur. Yaptıklarını yapacak, yerini alacak bir varlık olamaz.

Bu surede bildirilen özellikler sadece Yüce Allâh’a has özelliklerdir. Yaratılmışlar için söz konusu değildir. Yaratılmış olanlar mutlaka bir şeyden veya kendilerine benzer birinden var olurlar ve sonra kendi benzerlerini doğururlar. Önce doğurulmuş, yani önce doğmuş ve sonra doğurmuşlardır. Biyolojik varoluşta sıra, bir bireyden doğmak (doğurulmak) ve sonra benzerlerini doğurmak şeklindedir. İhlas Suresi’nin 3’üncü ayetinde, canlıların nesiller arası doğal süreci, yani önce doğma, sonra doğurma hali olumsuzluk ekleri ile reddedilmiş (doğurulmadı, doğurmadı) ve onlara ait sıralama ters çevrilmiştir (doğurmadı, doğurulmadı). Surede Yüce Allâh’ın varlığının eşsizliği, yarattıkları ile bir benzerliğinin bulunmadığı, onların ihtiyaçları ve tabi oldukları süreçlerle de bir benzerliğinin olamayacağı vurgulanmaktadır. İhlas suresi, kısa, yalın, net bir anlatımla şirke karşı manifestodur.

De ki: Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve güçsüz düşüp de yardımcıya ihtiyacı bulunmayan Allah’a hamdolsun! O’nu büyüklükle (Allâhu ekber diyerek) yücelt!” (İsra, 17/111)

 Hamd O’nun, hamd etmeyen yok!  

 Münezzehtir, çocuğu yok!

 Her şey mülkü, şeriki yok!

 Acze düşmez, yaveri yok!

 Allâhu ekber de, hamd et!

 Yücelikte sınırı yok!

Açıklama:

“Tekbir”, Arapça olarak “Allâhu ekber” demektir. “Yüce Allâh en büyüktür” manasındadır. Bu büyüklük, her bakımdan ve her çeşit büyüklüğün kaynağıdır. Bildiğimiz maddi büyüklüklerden farklı olan ve onların varlık nedeni olan büyüklüktür. Bunun gibi, Yüce Allâh vardır fakat Yüce Allâh’ın varlığı, varlık alemindeki varlıkların varlığı gibi değildir. Yüce Allâh, varlıkların ve onların devamının nedeni olan gerçek varlıktır. O’nun varlığı, idraklerin çok üzerindedir. Yüce Allâh yaşayandır. O’nun yaşamı, yaşamların nedeni olan gerçek yaşamdır. O yaşam, yaşam verdiklerinin kavrayamayacakları yücelikte bir yaşamdır. Yüce Allâh, idraklerin, övgülerin çok üzerindedir. İdraki yüksek olanları, övgüye değer olanları yaratan O’dur. Varlık aleminde var dediğimiz şeyler zamana ve zemine tabidir.

Yüce Allâh ise zamanın ve zeminin yaratıcısıdır. Yaratılmışlardan farklı olarak, O’nun yaşamı, zaman ve zeminden münezzehtir. Düşün gücünün zaman ve zemin ile sınırlı olması nedeni ile Yüce Allâh’ın ne olduğu konusunda sınırlar zorlanmamalıdır. Yüce Allâh, idraklerin üzerindedir. Her şey, her yönüyle Yüce Allâh’a bağımlıdır, Yüce Allâh her şeyin nedenidir. O ise hiçbir şeye bağlı değildir. O’nun nedeni yoktur. Yüce Allâh, kendisinin nedeni olmayan ve her şeyin nedeni olan Nedendir. İnsan ise bulunduğu ortamda sebep sonuç ilişkilerini kovalamaya yatkındır. İnsan, nedenleri ortaya koyarak huzur bulur ve medeniyet basamaklarında yükselir. Kendi nedenini de sorgular. Kendini tanıma, sınırlarının keşfi, ona sınırsız olanın kapılarını aralar, onu görülmeyene yaklaştırır.

Yaratıcı Kudret, zamana ve zemine tabi kıldıklarının düşün güçlerinin çok üzerindedir. Bu sınırsızlığın Kur’ânî ifadesi, hamdin yalnızca O’na ait olduğudur. Yüce Allâh, övgülerin, idraklerin çok üzerindedir. O’nun sınırsızlık hali, O’nun bütün sıfatları için geçerlidir.

Nûr ( Nur üstüne nur )

Harfler sözcüklere erişir

Cümleler o sözleri taşır

Mana yolları aydınlanır

Yolcusu nurlara ulaşır

Her yenidoğan bir kalemdir

Kalem insana hediyedir

Ömür sayfalarına yazar

Her insanın bir kitabı var

Üstüne ismini kazırlar

Doğduğu öldüğü tarihler

Yakınlarının son telaşı

Kitaba kapak mezar taşı

Hayy’dan gelenler Hu’ya göçer

Kitaplar Allâh’a sunulur

Ne nimetlerdir ne melekler

Selam nidasıyla sevinçler

Cennet Ne Zaman?

Kitabı okuduğun zaman

Nuru seni sardığı zaman

Kelam nefes aldığı zaman

Kendini okuduğun zaman

Özüne ulaştığın zaman

Hiçlik neymiş bildiğin zaman

Merhameti silkindiğinde

Adaleti yürüdüğünde

Sorma artık “Cennet ne zaman?”

Bil ki sen Cennet’sin o zaman

59-Haşir Suresi 22, 23 ve 24’üncü Ayetler

22. Ayet:

O Yüce Allâh ki O’ndan başka ilah yok. Görünmeyeni ve görüneni bilen. O, Rahman’dır (engin merhamet sahibi) ve Rahim’dir (her eylemi merhamet üzere olandır).”

23. Ayet:

O Allâh ki kendisinden başka hiç bir ilah yok, Melik (Mülkün Sahibi), Kuddûs (Mukaddes), Selam (Esenlik veren), Mümin (Emniyete kavuşturan), Müheymin (Gözetip koruyan), Aziz (Mutlak galip, Üstün), Cebbar (Dilediği gibi yaptıran), Mütekebbir (Büyüklükte eşi olmayan), Sübhandır (Çok yüce, eksiksiz), Allâh, (müşriklerin kendisine) koştukları ortaklardan münezzehtir.

24. Ayet:

O Yüce Allâh ki Halik (Her yaratmayı hakkı ile bilen), Bari (Yoktan Var eden, Yaradılışı aşama aşama sevkeden), Musavvir’dir (İşlevsel kılandır). En güzel isimler O’nundur. Göklerde ne var, yerde ne varsa her şey O’nu tesbih etmektedir, Aziz’dir (Mutlak galip), Hakîm’dir (Hüküm, hikmet sahibidir.”

Açıklama:

Çocuk edinmekten münezzeh, ortağı, yardımcısı ve dengi bulunmayan Yüce Allâh, zaman, zemin ve belli kabiliyetler ile sınırlanmış varlıkların tek yaratıcısı, onların sahibi ve hükümdarıdır. Tanımlanamaz, yani maddi ölçülere dayalı düşünce ile kavranabilmesi mümkün değildir. Yüce Allâh, kendi dilemesi olmadan hiçbir şeyin vücut bulamayacağı bir özdür. Var kıldığı eserleri ile fark edilir.

Haşir suresi 22 ve 23’üncü ayetlerde, Yüce Allâh’ın tek olduğu, O’ndan başka ilah olmadığı ve O’nun sıfatları bildiriliyor. 24’üncü ayette ise, yaratmak ile ilgili üç ismi öne çıkarılmıştır: Halik (var kılacağını, o daha var olmadan, ezelden her şeyi ile, tastamam bilen), Bari (yok iken var kılan, halk edileni halden hale koyan, olgunlaştıran), Musavvir (varlığa son faal şeklini veren). En yüce sıfatlar O’nundur.

Ol der! Böylece olmaya başlar” (Yasin, 36/82) ayeti, O’nun bu yaratıcı sıfatları ile ilgilidir.

Haşir suresi, 24’üncü ayette, “O Yüce Allâh ki Halik (Yaratıcı, yaratmayı bilen), Bari (Yaratan), Musavvir (Tamamlayan)” beyanı ile benzer olan 82 İnfitar suresi 7’nci ayet, insanın yaratılışı ile ilgili olup aynı bilgiyi işaret eder: “O Yüce Allâh ki seni yarattı, seni düzenledi, sana ölçülü bir biçim verdi.

Haşir suresi 24’üncü ayette, “Yerde ne var, göklerde ne varsa her şey O’nu tesbih etmektedir” derken Yaratıcı, yarattığı her şeyin arkasında durmaktadır. Tecelligahta her eser, O’nun ilim ve sanatında şaşırtıcı harmoninin, O’nun yaratıcı kudretinin ifadesidir. Her şey O’nu anlatmaktadır ve aynı fırçanın eseridir.

Not:

Esma-i Hüsna, insanlara O’nu anlama, O’na yakınlaşma bakımından kolaylıktır. O’nun Allâh adı, bütün güzel isimlerini kuşatır. Esma-i hüsna, insanın düşünce dünyasına, insan anlayışına, insanın Yaratıcı ile olan irtibatına yardımcıdır. Yüce Allâh, esma-i hüsna ile kendini insanların anlayabileceği şekilde ifade etmektedir. Bu konuda Yüce Allâh’ın, münezzeh olduğu, yarattıkları ile hiçbir şekilde benzerliğinin olmadığı unutulmamalıdır. En güzel isimler ile O’na yöneliş, insanın içtenliği, duyarlılığı, hassasiyetinin yükselmesi bakımından değerlidir.  

 H i ç

 Yaratan Rabb’in Adıyla oku! (96/1)

 Okumaktan kör oldu gözlerim

 Seni okumaya yetemedim

 O ki kalemle öğretti (96/4)

 O kalemle koptu ellerim

 Seni yazmaya yetemedim

 Ol! Dersin oluverir alemlerin

 Seyrettim kavradığım kadar

 İlminin sırrına eremedim

 Bana bir ömür bahşettin

 Sensiz günüm olmadı benim

 Seni anmaya yetemedim

 Düşündüm gücüm yettiği kadar

 Hiçbir şeyi anlamadım

 Hiçliği anladığım kadar

 Ne yaşamış olursan ol, sabret ve hiç unutma. Bir O’nu, bir de hiçliği sakın aklından çıkarma.

Yüce Allâh’ın Arşı (Varlık Alemi ve O’nun Alemler Üzerine İradesi, Hükümleri)

Arşı su sırtında (üstünde, üzerinde) iken, hanginizin davranış olarak daha iyi olduğu ortaya çıksın diye gökleri ve yeri altı devrede yaratan O’dur. Ölümden sonra diriltileceksiniz desen, inkar edenler bu apaçık sihirden başka bir şey değildir derler.” (Hud, 11/7)

O büyük arşın Rabbidir (sahibidir).”

Bu bilgiyi işaret eden ayetler; Tevbe, 9/129; Müminun, 23/86, 116; Neml, 27/26; Mümin, 40/15; Zuhruf, 43/82; Bürûc, 85/15.

Eğer yerde, göklerde Yüce Allâh’tan başka ilahlar olsaydı onlar bozulur giderdi. Arşın Sahibi olan Yüce Allâh onların yakıştırdıkları şeylerden yücedir.” (Enbiya, 21/22)

Gökleri ve yeri yoktan ve örneksiz yaratandır. Bir işe hüküm verdiği zaman ona sadece “ol” der, böylece o süreç (oluşum) başlar.” (Bakara, 2/117)

Aynı anlamda, benzer ayetler şunlardır: Ali İmran, 3/47; Enam, 6/73; Nahl, 16/40; Meryem, 19/35; YâSîn, 36/82; Mümin, 40/68.

Araf, 7/54; Yunus, 10/3; Rad, 13/2; TâHê, 20/5; Furkan, 25/59; Secde, 32/4; Kaf, 50/38; Hadid, 57/4’üncü ayetlerde,Gökleri ve yeri altı devrede yaratan, sonra arşa istiva eden O’dur” şeklinde bildirilmektedir.

O, yedi göğü birbiri üzerinde tabakalar halinde yarattı, Rahman’ın yaratmasında bir aykırılık, bir uygunsuzluk göremezsin. Dön de bak, bir bozukluk görebilecek misin?” (Mülk, 67/3)

Göklerde ve yerdeki herkes O’ndan ister. O her an bir yaratma üzeredir.” (Rahman, 55/29)

Arşı taşıyanlar (İlahi hükümleri varlık aleminde yürütenler) ve etrafındakiler (yardımcıları) Rablerini hamd ile tesbih ederler O’na iman ederler ve iman edenler için bağışlanma dilerler. ‘Rabbimiz sen rahmet ve ilminle her şeyi kuşattın. Tövbe edip yoluna uyanları bağışla, onları Cehennem azabından koru’ (derler).” (Mümin, 40/7)

O gün gök bulutlarla yarılır, melekler bölük bölük indirilir.” (Furkan, 25/25)

O gün gök yarılmış, zaafa uğramış, bütünlüğünü kaybetmiştir. Melekler onun etrafındadır. O gün Rabbin arşını (hükümlerini) bunların üstünde (ötesinde) sekiz melek taşımaktadır.” (Hakka, 69/16-17)

Açıklama:

Varlık alemi, Yüce Allâh’ın eylemlerinin sergilendiği alemdir. Yaratılanlar alemi olup bizim de içinde bulunduğumuz maddi alem (yer-evren) ve yedi kat yüksek alemler (gökler) ve bunların kapsamındaki her şeyi ifade eder. Kainat, gök katlarının en altında olan ve en dar olan alandır. Gök katları yükseldikçe büyümekte, genişlemektedir. Yüce Allâh’ın delilleri her katta sergilenmiştir. Fakat, yüksek alemlerdeki deliller daha büyüktür ve bu katlar yükseldikçe bir öncekine benzer olmakla beraber, zaman ve ortam değişmekte, değer kazanmaktadır. İnsanoğlu, bir aldanmadan ibaret olan dünya yaşamından başlayarak, gök katlarında yükseldikçe giderek aydınlanacak, olgunlaşacak ve hakikate yaklaşacaktır.

Arş, Yüce Allâh’ın varlık alemi üzerine iradesidir. Yüce Allâh’ın iradesinin, hükümlerinin O’nun varlık aleminde, O’nun rahmeti, ilmi ve kudreti ile tezahürüdür. “O’nun kürsüsü” ifadesinden, O’nun varlık aleminin hükümdarı olduğu anlaşılır. Varlık aleminin sahibi Yüce Allâh’tır. Yüce Allâh’ın arşı, O’nun hükümleri ve o hükümlerin varlık aleminde hayata geçirilmesidir. Yüce Allâh’ın arşı, O’nun hükümranlığının, yani O’nun varlık aleminin, O’nun iradesi yönündeki faaliyetleridir. O’nun Büyük Arşı, varlık alemi üzerine komuta merkezi gibi düşünülebilir. Varlık aleminin en yüksek katı, göğün yedinci katı olup, Yüce Allâh’ın arşı bu yedinci katın üzerinde ve bütün varlık alemini kapsayıp kuşatır. İlahi emirlerle (arş) yüklenmiş melekler, gök katlarından süzülerek aşağıya ve yeryüzüne doğru hareket ederler. Gerek Kürsü gerekse Arş, her şeyi kapsayıp kuşattığına göre, bu ifadeleri varlık alemi ve alemlerde süregelen faaliyetlerin tamamı şekilde düşünebiliriz.

Yukarıda belirtildiği üzere birçok ayette Yüce Allâh, “Büyük Arşın Rabbidir” şeklinde tanımlanmaktadır.

21 Enbiya Suresi 22’nci ayette, Arşın tek Sahibinden başka tanrılar olsaydı, farklı görüş ve emirler altında varlık aleminin devam edemeyeceği, çöküp yok olacağı bildirilir.

25 Furkan Suresi 25’inci ayet ve 69 Hakka Suresi 16 ve 17’nci ayetlerde, hüküm günü ile ilgili bir tablo anlatılmaktadır. Bu ayetlerde söz edilen dünya semasıdır. Yüksek alemler yani gök katları ile ilgili değildir. Tabloyu gözümüzde canlandırmadan önce bazı bilgileri hatırlayalım.

Orada yaşayacak, orada ölecek, oradan diriltileceksiniz.” (Araf, 7/25)

Bu ayet-i kerimeye göre, Hüküm günü, dünyada yani yeryüzünde gerçekleşecektir.

Onları ilk defa yoktan var kılan diriltecek. O her türlü yaratmayı çok iyi bilir.(Yasin, 36/79)

Ayet, insanoğlunun hüküm gününde yerin toprağından yaratılışı konusundadır. Her birey topraktan tıpkı bir bitkinin büyümesi gibi dirilecektir. İnsanın hüküm gününde bu dirilişi, nesillerle çoğalan ilk yaradılışından farklıdır.

O gün yer başka yere, gökler başka göklere değiştirilir. Bütün insanlar Tek ve Kahhar olan Yüce Allâh’ın huzuruna çıkarlar.” (İbrahim, 14/48)

Açıklama:

Değişmiş olan yeryüzünün toprağından bedenler (nefisler) adeta bir bitki gibi yeniden yaratılırken, öte taraftan ruhlar da bir sürücü ve bir şahit eşliğinde (Kaf, 50/21) hüküm yerine sevk edilir. Doğrusu insan dediğimiz, beden yani nefisten ve bedene üflenen ruhtan müteşekkildir. Nefisten kastedilen de insanın aklı ve o akıldan kaynak bulan iradesidir.

Her can (ruh), refakatinde bir sürücü ve bir şahitle gelir. (Kaf, 50/21)

Açıklama:

İlahi hükmün muhatabı, insanın nefsidir. Önemli olan o nefsin dünya yaşamında yönelişinin ne olduğudur. Yüce Allâh’ın üflediği ruhun ilhamı ile insan, Yüce Allâh’ı dikkate alarak yaşamına çeki düzen verir ya da o iç sesini baskılar ve yaşamı tamamen dünyadan ibaret kalır.

Ruhlar yemez, içmez, solumaz, hareket etmez, soğuktan sıcaktan etkilenmez, acı çekmezler. Fakat ruhların insan aklı üzerine etkileri vardır. Ruhların bedendeki görevleri, ilahi farkındalık, nefse daima iyiliği telkin, kötülük karşısında huzursuzluk hissetme, iç sıkıntısı gibi düşünülebilir. Karanlıkta yol gösteren bir deniz feneri ya da kutup yıldızı gibidir. İçimizdeki yargıçtır. Vicdan, sağduyu olarak algılanabilir.

Nefisler bir araya getirildiği zaman.(Tekvir, 81/7)

Açıklama:

Hüküm gününde, yerden bir bitki gibi bitirilen bedenler ve bir sürücü melek tarafından taşınarak hüküm yerine gelen canlar (ruhlar) eşleşirler. Böylece insanlar artık dünya yaşamındaki gibidir.

Nasıl ki bir bebekte onun masumluğu hemen dikkati çekiyorsa, insanın ruhu da ona iyiliği telkin etmek üzere emanet edilmiştir. Yani her ikisi de iyilik üzere bir araya getirilmiştir. Fakat yaşamda beden, yani insanın nefsi, ihtiraslı ve tamahkar olduğundan hep daha çok ister. Böylece ruh ve beden arasında zaman zaman çatışmalar olağandır. Nihayetinde birinin diğerine galip geldiği bir karar noktasında buluşurlar. İyilik üzere ya da fenalıkta bir denge kurulur.

Yaratıcının hüküm gününde komutası, O’nun nida etmesi iledir. Hüküm gününde ilk yaratılışımızdan farklı olan ve bir bitki gibi yerden bitirilen ikinci yaratılışımızda, bedenlerimize ait azalar (eller, ayaklar, kulaklar, gözler, deriler, diller) yaşadıkları hakkında şahitlik ederler.

Kitaptan, YâSîn, 36/65; Nur, 24/24; Fussilet, 41/20, 21 ve 22’nci ayetleri okuduğumuzda, insanın ağzının mühürlendiğini görürüz. Ağzın mühürlenmesinin anlamı, onun aklının kendini ifade etmesi yani konuşmasının engellenmesidir. Artık ağız yerine, insanın azaları konuşmaktadır. Dünyada yaptıkları hakkında aleyhte şahitlik ederler. Bedenlerin sorgusu tamamlandıktan sonra yerden bittikleri gibi yine toprakta kaybolup giderler.

Kitaptan, Hadîd, 57/12’nci ayeti okursanız, haklarında hüküm verilmiş olan müminlerin Cennet’e doğru koşmalarının anlatıldığını görürsünüz. Müminler, artık ahiret bedenlerini kuşanmışlardır. Cennet’e doğru hareket halindedirler. Onların önlerini aydınlatan nur, onlara üflenmiş olan ruhlarından gelmektedir. İnsana üflenen ruh, dünya yaşamında nefislere doğru olanı ilham ettiği gibi, hükümden sonra Cennet’e giderken de önlerini aydınlatıp yolu göstermektedir. Onlar, akıllarını iyilik yönünde kullanmış, vicdanlarına danışmışlardır. İlahi hakikatlere arkalarını dönmemiş, ruhlarını fark etmiş, onu dikkate almışlardır. Ama çoğu insan dünya yaşamında şaşırır. Gazaba uğrayacak olanlar, yaşamlarında iç seslerini baskılamış, etkisiz kılmışlardır. İlerideki kısımlarda, Hadîd şiiri ile ilgili açıklamada, bu konu tekrar gözden geçirildi.

Bedenlerimiz dünyada iken etten kemikten bildiğimiz bedenlerdir. Bu bedenler bizim nefislerimizdir. Ahiret yaşamında bedenlerimiz maddi değildir. Aynı bedenin madde ötesi yani ahiret halidir. Dünyadaki ve ahiretteki bedenlerimiz, aynı bedenin madde ve madde ötesi halleridir. Ölüm halinde bedenden ayrılan ruhumuzdur. Hüküm yerine getirilen yeni bedenlere, yani ahiret bedenlerine yerleşecek olan ise ruhtur. İlahi hükmü takiben Cennet’e doğru koşarak hareket halinde olanlar (Hadîd, 57/12) ve Cennetlerde nimetlerden faydalananlar, madde ötesi, ahiret bedenleridir.

İnsanın yaratılış gayesi, hür iradenin yani nefsin Yaratıcıya yönelmesidir. Külli irade, varlık aleminin yegane nedenidir. O’na biat dışında varlığın devamı mümkün değildir. Fakat onların çoğu dünyaya yönelir. İnsanın Yüce Allâh’a yönelişi, onun kendini bilmeyi aşkın bir bilinç halidir.

Şimdi, Furkan, 25/25 ve Hâkka, 69/16 ve 17’nci ayetlere bakabiliriz. İlgili ayetler, hüküm gününe hazırlanmış yerin toprağından dirilen ve ruhları ile eşleşen insanların, dünya semasında bulutların yarılıp meleklerin bölük bölük sevk edilmesi ve onların arkasında Rabbin hükümlerini (Arşı) taşıyan sekiz meleğin görünmesi ile ilgilidir. Bu sekiz melek ve yardımcıları, Hüküm Gününe, Yüce Allâh’ın Arşını (Yüce Allâh’ın insanlar üzerine hükümlerini) taşımaktadır.

Melekleri arşın etrafını kuşatmış, Rablerini hamd ile tesbih ederken görürsün. İnsanlar arasında hak ile hükmedilmiş ve hamd alemlerin Rabbine denilmiştir. (Zümer, 39/75)

Melekler, Yüce Allâh’ın yer ve yedi kat yüksek alemleri yarattıktan sonra varlık aleminde işlerin yürütülmesinde (yaratma hariç) görevli kıldığı ve kendilerine çeşitli melekeler (yapabilme gücü, yetenek) yüklediği varlıklardır. Bu görevlendirmeler, O’nun Hükümdarlığının, Padişahlığının gereğidir. O’nun bazılarına lütfudur, O’nun ihsanıdır. Yarattıklarından bir kısmını diğerlerine göre bu görevlendirmelerle üstün kılmasıdır.

Yüce Allâh’tan başka hiçbir şey yok iken, yerin ve göklerin yoktan var edilerek yaratılması ve yaratılan her şeyin belli ilahi kanunlara bağlanması, varlık aleminde süregelen yaratma eylemleri, sadece Yüce Allâh’a ait olup, var kılınan düzende sürecin seyri, meleklere yüklenen ilahi emirler iledir.

Yukarıda, ‘Yüce Allâh’ın Arşı’ başlığı altında konuya girişte naklettiğimiz ilk ayet, Hud, 11/7’nci ayetiolup, ayette geçen ‘Arşı su sırtındaveya ‘Arşı su üzerinde’ ifadesi, İslam düşünürleri arasında tartışma konusudur. Benim bu ifadeden anladığım, ‘Henüz hiçbir şey belli değilken’ ya da ‘Ortada görünür bir varlık yok iken’ şeklindedir. Bu düşüncenin karşılığı da şudur: ‘Yüce Allâh vardı. Başkaca yoktu. Varlık alemi yaratılmamıştı’. Varlık alemi yalnızca Yaratıcının ilmi, iradesi ve kudreti dahilinde idi.

Mutlak Varlığın (Yüce Allâh) nedeni yoktur. Yüce Allâh’ın Varlığı Kendindendir. O bütün varlık aleminin tek nedenidir. Varlık aleminin ve bu alemdeki mizanın (ölçü, düzen, denge) yaratıcısı O’dur.

Hanginiz davranış olarak daha güzel ortaya çıksın diye” (Hud, 11/7) ifadesi, insanın kendi durumunu görmesi ile ilgilidir. Yoksa O, şüphesiz kullarının her halini ezelden, onlar daha varlık alemine çıkmadan bilir. Yapıp ettikleri ile ne olduğunu açıkça ortaya koyacak hür irade, hüküm gününde yaşamın bedeli olarak hakkında verilecek karara artık itiraz edemez.

Varlık aleminin bütün ihtişamı ile yoktan yaratılışını anlatan Hud, 11/7 ayetinin son cümlesi inkarcılarla ilgilidir. “Ölümden sonra diriltileceksiniz’ desen inkar edenler, ‘Bu açık büyüden başka bir şey değildir’ derler.” İnsanın ölümden sonra tekrar dirilişi yanında varlık aleminin yaratılışı çok daha kapsamlı ve kıyas kabul etmez bir hakikattir. İman bir vizyon kazanımıdır. İnkarcılar ise kendilerini görebildikleri ile sınırlamışlardır.

 Hür İrade

 O ki, hükmedenlerin en hayırlısı (Yunus, 10/109)

 Gücü her şeye yetenin iradesi (Maide, 5/120)

 Hür O’dur! İnsanda hürriyet algısı

 Özgürüm sanır insan nefs ağlarında

 Sanki ölümsüz gibi! Ölüm kapıda

 Din gününden bihaber! Hüküm yakında

Tartışma konusu olan bir diğeri de ‘Arşa istiva etti’ beyanıdır. Evren ve gökler yaratıldıktan ve yaratılmış her şey belli kanunlara bağlandıktan sonra ilahi iradenin, düzenin devamı ve işleyişi bakımından neyin, ne zaman, ne şekilde uygulanacağı ile ilgili algoritmasıdır. İlahi iradenin zaman ve zemin ile ilgili yol haritasıdır. O’nun arşı, O’nun varlık alemi üzerine olan hükümleridir. İlgili melekler belirlenmiş sıra dahilinde emirleri yüklenir ve varlık aleminde uygulamaya koyarlar.

Buradan bakınca anlamak zor ama, Yüce Allâh’ın varlık alemini yaratması, onu yoktan var etmedir. Bu, ‘Yoktan’ ifadesinin anlamı hiçbir şey yok demek değildir. O’nun Zatından başka bir şey yok manasınadır. Varlık alemi, O’nun ayna misali görünümüdür. Ayna yoktur. Görüntü vardır. Görüntüde Zatı görülmez. Eserlerin ulviliği, ilahiliği görülür. Bu eserlerin müşahedesi, ancak zıtları ile mümkündür. Işığın görülebilmesi, arka planın karanlığını gerektirir. Hz. Muhammed’in (sas) anlaşılması, onun düşmanlarının ve onlarla mücadelesinin anlaşılması ile mümkün olur. Sağlığa karşılık hastalık hali, gençliğe karşılık yaşlılık. Böylece Zatına ait iyilik ve güzelliklerin yegane menşei olan Kudret, bunların zıtlarını da yaratarak, insanların kavrayışına ve onların tercihine sunar.

Ben cinleri ve insanları ancak Beni bilsinler, Bana kulluk etsinler diye Yarattım.(Zârîyat, 51/56)

Böylece insanlar, kendilerine sunulan eserlerden hareket ederek O’nu anlamak durumundadır. Adalet, doğruluk, merhamet gibi yüksek değerlerimizin kaynağı O’dur. Bu değerlerin layıkıyla anlaşılması, bunların zıtları olan zulüm, gaddarlık, fenalık vb. ile mümkündür. İlahi değerlerin varlık aleminde anlaşılmasını, onların arka planları ile birlikte yaratılmış olması mümkün kılar. Hüküm gününe kadar arka planda şeytanın fısıltılarına mühlet verilmiştir. Arka planın varacağı yer yani son Cehennemdir. Arka plan deyip geçiştirmek de doğru değildir. Arka plandakiler bunun farkındadır. Bunu gizlemek ister, öne çıkmaya çalışırlar.

Cahiller alim gibi görünmeye çalışır. İkiyüzlülerin ağzından en özlü sözler işitilebilir. İçi şeytandan ibaret olanlar bir melekmiş gibi davranış sergileyebilirler. Arka planın bütün faaliyetlerinde nihai sonuç yıkıcılıktır. Şaşırtmak, kandırmak, öldürmeye, yakıp yıkmaya, tahrip etmeye, yok etmeye yönlendirmek. Arka plana ait olan hür iradenin tercihi nankörlük yönündedir. Bu görünüm çoğu insanı şaşırtır da arka planın suçunu Yüce Allâh’a yüklerler. Müminler için arka plan eğiticidir. Pürüzsüz olsa, güle oynaya yol alınsa, hiç sıkıntı çekilmese pek etkisi ve kalıcılığı olmazdı.

Bakara, 2/177, sakınanların zor zamanlarda sabırlı davrandığını, Ali İmran, 3/134, müminlerin öfkelerine mani olduğunu ve insanları bağışladığını, Rad, 13/22 ve Fussilet, 41/34, kötülüğü güzellikle bertaraf etmenin iyilik olduğunu anlatır. İnsanlar tıpkı bir sınavdaki ‘doğru şıkkı işaretleyiniz’ örneğinde olduğu gibi, hür iradeleri doğrultusunda seçimlerini yaparlar. Müminler, hayasızlıklar arasında kendilerini korumaya, temiz kalmaya ve arınmaya çalışırlar. Böylece çamurdan insanı ayağa kaldıran, onun akıl ve kalp melekelerini harekete geçiren Yaratıcı Kudret, insanın kurtuluşu için bütün eylemlerinde yapıcıdır, adeta yarattığı ile hemhâldir.

Varlık alemi, bütün kapsamı ile O’nun, O Yüceler Yücesinin, sınırlanamaz İradesi, İlmi ve Kudretinin temsilinden başka bir şey değildir. O temsilde, O’nun Hikmeti, Rahmeti ve Mizanı apaçık olarak izlenir. Varlık aleminin, insanı imana davet eden bu sessiz sunumu, Mutlak Hakikatin, yarattığı hür iradeye onun anlayabileceği şekilde seslenişidir.

İnsan bir yandan yaratıldığı ortamda görülen alemden görünmeyene, öte yandan kendisine ait arka plandan arınarak yüksek alemlerdeki yolculuğuna uzanabilmelidir. Bu yolculukta insan, bütün örtülerinden sıyrılır. Nihayetinde varacağı liman, O’nun Zatıdır. Bu kavuşmada, kendi özünün, yani ruhunun Sahibine teslim edileceği emanet olduğu artık bilinmektedir. Aslında O’ndan başka, var kıldığı her şey, Zatı yanında arka plandır ve yokluğa mahkumdur.

Başka ilah arama. O’ndan başka ilah yok. Zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur. Siz O’na döndürüleceksiniz.(Kasas, 28/88)

Mutlak Hakikatin Zatı ile O’nun yarattıklarının varlığı bir değildir. Bir bütünün bölümleri gibi düşünülemez. İnsanoğlundan misal vermek gerekirse, beyin ve onun dalgaları arasındaki bağlantı gibi hayal edilebilir. Varlık aleminde sergilenmiş, O’nu ilham eden deliller yanında, onların zıtları da yaratılmış ve bu tablo insana sunulmuştur. Maddi alemden insanın düşün gücüne ulaşan sinyaller, insanı imana ve Yüce Allâh’ın istediği yaşama taşıyabilir. İnsanın maddi yaşamına dair ne varsa solar. Yüce Allâh’ın yasalarına tabi olanlar devam edecektir.

 Neden

 Gördüğün, duyduğun, yaşadığın

 Var dediklerin, gölge olmasın

 Nedeni, bütün bu gölgelerin

 Gözden gizli bir Neden olmasın

 Gölgeler eşyadan ışıktandır

 Nedene delil, hikmetler vardır

 Görüntü

 Sanma! Sözcüklerden ibaretim

 Arşa değmese o en içerim

 Kalbe dokunur mu dizelerim?

 Görüntü! Buketteki çiçekler

 Nerede toprak, hani mevsimler?

 Bereket olup yağan rahmetler

 Sessiz Hakikat! Usul Hikmetler

 Gizli bir öze, çığlık olmasın

 Görüntü! Dizeler, güzel sözler

 Derin bir özden, bir nur olmasın

 O’ndan sende gizli bir emanet

 Sezilsin diye bekler olmasın

 Buluşma

 Gördüğün kadar değersin eserlere

 Kalbin kadar da eserler sahibine

 Hayy olan O’dur ve sen O’ndan bir lahza

 Kayyum olan O ve sen O’ndan bir nebze

 Alim olan O’dur ve sen O’ndan bir nur

 Kur’an’la kavuşur, kalpler ikna olur

 Kalpler Allâh’ı anmakla huzur bulur

 Kur’an’la buluşan Allâh’la buluşur

Zaman Kavramı

Allâh, gökten yere bütün işleri düzenler, sonra da o işler, sizin saydıklarınızdan bin yıl kadar olan bir zamanda O’na döner (yükselir).” (Secde, 32/5)

Senden azabı çabucak istiyorlar. Allâh, sözünden asla caymaz. Rabbinin nezdinde bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir. (Rabbinin katında her şeyin bir vakti vardır).” (Hac, 22/47)

Açıklama:

Varlık aleminde her şey Yüce Allâh’ın plan ve programı dahilindedir. Yüce Allâh’ın işleri düzenlemesi, Yüce Allâh katında her gün meleklere yüklenen ilahi buyruklarla ve en yukarıdan (arştan), yere (maddi aleme) doğru bir işleyiş ile olur. Yüce Allâh katında, her gün melekler tarafından yüklenilen ilahi buyrukların yeryüzünde uygulanarak işlerin tamamlanması ve dünyada yeni ilahi emirlere ihtiyaç hasılı için geçen zaman bizim hesabımızla bin dünya yılı kadar bir süre iken bu bin yıllık sürenin, arşta yani Yüce Allâh katındaki karşılığı ancak bir günlük bir zaman dilimi olmaktadır. Yani yeryüzünde bin yıl yaşanırken Yüce Allâh katında, yerdeki bin yılın karşılığı bir gün olmaktadır.

Bana göre, dünyada bu biner yıllık dönemler Hz. Adem’den (as) Hz. Muhammed’e (sas) kadar böylece devam etti. Bu dönem insanoğlunun ‘Ahir zaman öncesi nebiler dönemidir’ Hz. Muhammed (sas) zamanında, Kadir gecesinde, insanlık üzerine elli bin yıllık, son ilahi emirler kümesi ile hüküm gününe ulaşılacak. Bu son dönem ‘Ahir dünya zamanı’ ya da ‘Hz. Muhammed (sas) Dönemi’ diye adlandırılabilir. Bu dönemden sonra insanoğlunun ahiret yaşamı başlayacaktır.

Kuvvetle kaldıranlara, Yüklenenlere, Akıp gidenlere, Dağıtanlara ant olsun ki sizlere vadedilen kesinlikle doğrudur. Ceza mutlaka gerçekleşecektir. Yollar (yörüngeler) sahibi göğe ant olsun ki..” (Zariyat, 51/1-7)

Ayet-i kerimelerde, Arşın en üst katından yere doğru gelişen melek hareketlerinden bahsedilmektedir.

Melekler ve Ruh (Cebrâîl), miktarı elli bin yıl süren bir devirde (zamanda) O’na çıkarlar.” (Meâric, 70/4)

Açıklama:

Meâric suresi, çoğu insanın şüphede olduğu kıyametin şiddetinden ve Cennet ve Cehenneme sevk edilen insanların hallerinden bahseder. Meâric Suresi 3’üncü ayetinde, ihsan edilen yüksek derecelerin, yüksek makamların sahibinin ancak Yüce Allâh olduğu bildirilir. Meâric suresinin en önemli ayeti, önceki biner yıllık dönemlerden farklı olarak, elli bin yıllık dönemden söz eden surenin dördüncü ayetidir. Bu elli bin yıllık dönem, Kadir gecesi ile başlar.

Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’dan (Arş’tan) Hz. Cebrail (as) ve yardımcıları tarafından alınarak Hz. Muhammed’e (sas) vahyedilmesi ve Hz. Muhammed’in (sas) ayetleri aynen ve hiçbir değişiklik olmadan, başta ashabı olmak üzere insanoğluna bildirmesi nedeni ile bu ayet, Yüce Allâh’ın en yüksek rütbeleri ihsan ettiği zatları da işaret etmektedir. Kadir gecesi ile başlayan bu elli bin yıllık süre, kıyameti ve hüküm gününde yeniden diriltilişlerini, insanların Cennet’e ve Cehennem’e sevk edilişleri olaylarının tamamını kapsar.

Bu elli bin yılın, aşağıda bahsedilecek kırk bin yılı insana karanlık dönemdir.

(İsa’nın söylemi) Bu işaretler (kıyamet kastediliyor) geçince, dünya üzerinde 40 gün karanlık olacak, yalnızca yaşayan Yüce Allâh’tır, şan ve azamet ebediyen O’nadır.” (Barnaba İncili, 54’üncü Bölüm)

Açıklama:

İslam kaynaklarında, “Sura iki üfleme arasında 40 vardır” hadisi nakledilmektedir (Gazali, ed-Dürretü’l-Fahire, 49; Kurtubi, et-Tezkire, 1/287). İncil’de, “40 gün karanlık” sözleri, bu sürede yaşayanın sadece Yüce Allâh olduğunu ifade etmesi sebebi ile, yüksek alemler için kullanılmış bir zaman dilimini bildirir. Bu zaman dilimi, güneş yılı ile kırk bin yıldır.

“1. Biz onu Kadir gecesinde indirdik. 2. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin. 3. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. 4. Melekler ve Ruh (Hz. Cebrail) o gece Rab’lerinin izni ile, her hüküm için iner de inerler. 5. O gece, tanyeri ağarıncaya kadar süren bir esenliktir.” (Kadir, 97/1-5)

Peyderpey inmekte olan aydınlığa yemin olsun.” (Necm, 53/1)

Açıklama:

Kadir Suresi, inen ilk sureler arasındadır. Sure adı, kadr (kudret, güç yetirmek) kökünden, ‘değer, kıymet, liyakat’ anlamındadır. Söz konusu kudret, tamamen Yüce Allâh’a ait olup, bu kudretin tezahürü elimizdeki Kur’an ve onun aydınlığıdır. Sunulan bu değere karşı bize düşen, Kur’an’ın esenliğimiz olduğunu bilmek, onu anlamak ve onu yaşamaya çalışmak olmalıdır. Kadir gecesi, Kur’an’ın Yüce Allâh katından (Levh-i Mahfuz) dünyada yaşanan karanlığa, onu aydınlık kılmak için indirilişine, emir ve izin vermesi ile başlayan ve onun dünya semasına ulaşması ile tamamlanan süreçtir.

Melekler ve Ruh (Hz. Cebrail) süresi elli bin yıl olan bir zamanda O’na çıkarlar.” (Meâric, 70/4)

Yüce Allâh’ın emri ile Kadir Gecesi başlayan iniş hareketi, Hz. Cebrail (Ruh) idaresinde elli bin yıllık bir süreçten sonra O’na yükselişle tamamlanmaktadır. Bu dönem insanlığın yeryüzünde son dönemidir. İnsanlık üzerine olan elli bin yıllık bu son dönem Kadir gecesi ile başladı. Bu elli bin yıllık süre, ahir dünya zamanından, yani Hz. Muhammed (sas) döneminden, hüküm gününü takiben, insanların ebedi yurtlarına sevk edilmesine kadar geçen süre olarak düşünülebilir.

Kur’an’ın yeryüzüne indiriliş süreci yüksek alemlerde gerçekleşmiştir. Kadir Suresi, Kur’an ayetlerinin Hz. Peygambere (sas) vahiyden önce, yüksek alemlerde seyri ile ilgilidir. Hz. Peygamber (sas) dahil yeryüzünde yaşayan hiç kimsenin bilemeyeceği, yani insana kapalı bir süreçtir. Ne oldu, nasıl oldu bilinemez. Bilinemez ama insan için önemli olan, indirilen hükümlerle oluşacak hikmetlere ulaşmak, yani ayetlerle hemhal olmaktır. Kadir Suresi 5’inci ayetinde, Kur’an’ın göklerden indirilişinin selametle tamamlandığı ve gelen ilk vahiylerle de yeryüzünde fecrin başladığı anlaşılmaktadır.

Yüksek alemlerdeki ilahi hareketliliğin yeryüzünde tecellisi, 23 yılda tamamlanan Kur’an ayetleri ile dinin tesisidir. Bu yıllar vahiy yıllarıdır ve daha sonra ilimde derinlik arayıp yönelenlere gelen ilhamlardır. Böylece göğün kapıları, Kur’an’ı anlamak isteyenlere kıyamete kadar açık tutulmaktadır.

Hz. Adem’den (as) itibaren Hz. Muhammed’e (sas) kadar olan dönemde, meleklere yüklenen bin dünya yılı ile sınırlanmış ilahi emirler, Hz. Muhammed (sas) döneminde (ahir dünya zamanı), Hz. Cebrail (as) yönetiminde, her iş için görevlendirilmiş meleklere verilen elli bin yıllık ilahi emirler kümesi ile sonlanmaktadır. Böylelikle Yüce Allâh, yeryüzünün son zamanlarına, son insanlarına, son ilahi emirlerini içeren paketini, son kitabını, son peygamberini ve hüküm gününü sunmaktadır. Kur’anı Kerim’in maddi aleme, Hz. Cebrail (as) ve melekler ile indirildiği Kadir gecesi, bu elli bin yıl sürecek son dönemin başıdır.

De ki ‘ Kur’an’ı, Ruhü’l Kudüs (Hz. Cebrâîl) iman edenlere sebat vermek, Müslümanlara hidayet ve müjde olmak üzere Rabbin katından hak olarak indirmiştir.” (Nahl, 16/102)

Kur’an-ı Kerîm, yüksek alemlerden maddi aleme Ramazan ayında inmiştir. Ramazan ayının, Kur’an’ın indirildiği ay olduğu, Bakara suresi 185’inci ayeti ile sabittir. Kur’an’ın, yeryüzüne, Hz Peygamber’e (sas) inişi ise, peyderpey yirmi üç sene sürmüştür. Kur’an’ın insanlık üzerine yavaş yavaş, azar azar inişi, Kur’anî hükümler ile yaşanan olayların pekişmesi, kuvvetlenmesi ve böylece ayetlerin daha iyi anlaşılması ve içsel hale getirilmesi ile alakalıdır. Ayetlerin anlaşılmasında onların bağlamları, yani nerede, ne zaman, hangi şartlarda indirilmiş olduğu önemlidir.

Onu, insanlara sindirerek okuman için kısımlara ayırdık ve onu yavaş yavaş indirdik.” (İsra, 17/106)

Kur’an’ın bu indirilişine inkarcıların itirazı, “Kur’an ona tek bir defada topluca indirilmeli değil miydi?” (Furkan, 25/32) şeklinde bildirilmektedir. Bu durum, okul hayatında ilk sıralardan yüksek sınıflara uzanan öğrenim yıllarına benzetilebilir. İnsan, yaşamı boyunca yediği bütün yiyecekleri bir defada yiyemeyeceği gibi, Kur’an’ın anlaşılması da insan için bir süreçtir.

Kanaatimce, Kadir Suresi 3’üncü ayette konu edilen “Kadir gecesi” ve “bin ay” ile işaret edilmek istenen, “Kur’ânî Bilgi” ve “Yaşayarak kazanılan bilgi” olup Kur’an’ın ortaya koyduğu değerlere, kişinin kendi kişisel hayat tecrübeleri, şahsi çabaları ile ulaşamayacağı vurgulanmıştır. Kadir suresinin anlamı, Kur’ânî kudretin, insanın karanlığını giderecek ve onu aydınlatacak yeterlikte olmasıdır.

 Ahsen-i Takvim

 Varsın zaman su gibi aksın

 Varsın yıllar tükensin gitsin

 Kâh kar yağsın kâh güneş açsın

 Bak ilkbahardın şimdi kışsın

 Kış baharı müjdeliyorsa

 Şenliğe davet ediyorsa

 Ölüm görmemiş zamanlardan

 Boşa akmış değildir yaşam

İnsan anı yaşar. Yaşanan anda, geçmişin derslerinden geleceğe vizyon saklıdır. Değerli olan yaşanan andır. Anda aciz kalan, ahirette de acizdir. İnsan dosdoğru olmaya çalışmalıdır. Çünkü Yüce Allâh insana dosdoğru olmayı emreder.

Ânı yaratan, anda özgür düşünceyi yarattı. Çoğu, O’ndan başka ne varsa düşündü. Sadece O’nu düşünmediler. Kendinden başkasını göremeyenlerin düşün güçleri de kendileri ile sınırlı idi. Onlar nefislerini aşamadı, kendilerinde kalakaldılar. Ânın değeri ve ânı yücelten, O’na yükselecek düşündür. Ândan mahrum olan, O’ndan da mahrumdur ve yokluğa mahkumdur.

Geçen zamana yemin olsun ki insan ziyandadır. Ancak inanarak, iyilik üzere davrananlar, birbirlerine hakkı öğütleyenler ve birbirlerine sabretmeyi tavsiye edenler müstesna.” (Asr, 103/1-3)

Asr Suresinde, bir müminin dört ana özelliği belirtilmiştir. Bunlar müminin, birbirine bağımlı olan ve zamanla giderek güçlenecek değerleridir. Bu yüksek değerleri bahşeden Yüce Allâh’tır. Hüsrana düşmeyecek, kurtuluşa ulaşacak müminlerin üzerinde, Yüce Allâh’ın sıfatları belirmiştir. El-Mümin, Er-Rahim, El-Hakk, Es-Sabur.

Ant olsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona fısıltılarını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda yer almış iki gözcü melek onun her halini kaydeder.” (Kâf, 50/16-17)

Açıklama:

Şah damarı, her iki boyun bölgesinde kalp atışlarının hissedildiği atardamarlar olup, insanın kalbi ile beyni arasındadır. Ayette Yüce Allâh, insanın gönül ve düşün alemini kapsadığını bildiriyor. Sağında ve solunda oturan melekler de insanın her halini kaydetmektedir. Tutulan kayıtlar, yaşamlarında Yüce Allâh’ı inkar edenlerin, hüküm gününde kendi yapıp ettiklerini de inkar etmelerine manidir.

Allâh’a Yol

Zaman O’nun, O her şeyi bilir

Hem geleceği hem de geçmişi

Yaşanmışı ve yaşanmamışı

O’nun yazısıdır değişmezler

 Yaşam O’nun, O her şeyi bilir

 Ölümleri henüz ölünmemiş

 Cenini rahimlere düşmemiş

 Yaşamları henüz yaşanmamış

Ademoğlu yolu kendi seçer

Yaşam aynadır, kendini yaşar

Kişi kendi kaderini yazar

Ne yazarsa yazsın Allâh bilir

 Nefsine tapan nefsini yaşar

 Dünyaya konan toprağın olur

 Ebedi kalacak erdemindir

 Gayrısı topraktır, heba olur

Geçmez sanma, dünya geçer gider

Hesap yok deme, hesap sorulur

Yaşamında Allâh’a yol tutan

Din gününde hesaptan kurtulur

Kur’an, Korunan Kitap

Babaları uyarılmamış ve gaflette kalmış bir toplumu uyarman için. (Yâ-Sîn, 36/6)

Açıklama:

, Sen (Hz. Muhammed’e (sas) hitap), Sîn, Dosdoğru yol (Kur’an Yolu). Ya-Sîn, “Sen Dosdoğru bir yol üzerindesin.

Hz. Muhammed’in (sas) uyardığı gaflet toplumu, onun vefatından sonra, o yola sımsıkı sarılan dört halife dönemini takiben, yine çekişmelere ve günümüze kadar uzanan daha da derin bir gaflete düştüler. Yüce Allâh’ın indirdiği kitabın korunması nedeni ile kıyamete kadar, dünyaya dalıp ehli kitaba dönüşenlerin karşısında her zaman hakkı haykıracak birileri oldu.

Kur’an’ın Kaynağı

Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık (mübin) bir kitapta (Levh-i Mahfuz) olmasın.” (Neml, 27/75)

Hayır, o üstün olan Kur’an’dır. Korunan levhadadır (Levh-i Mahfuz).” (Bürûc, 85/21-22)

Hiç şüphe yok ki, Biz! Kur’an’ı indiren Biziz ve zerrece şüphe yok ki, O’nu koruyan da Biziz!” (Hicr, 15/9)

Açıklama:

Hicr Suresi dokuzuncu ayette belirtilen ifadeler, mutlak ve katidir. “Biz” kelimesi, Yüce Allâh’ı belirtmektedir. Kur’an’ın “Ben” yerine “Biz” şeklinde çoğul kullanımı ile, Yüce Allâh’ın yüceliği ve azameti hatırlatılır.

Vahyin Muhatapları

Apaçık kitaba ant olsun ki, anlamanız için onu Arapça bir Kur’an yaptık.”(Zuhruf, 43/2-3)

Suçlular hoşlanmasa da Yüce Allâh Kendi kelimeleri ile hakkı ortaya koyar.” (Yunus, 10/82)

Anlayasınız diye onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Yusuf, 10/2)

 “Ben de sizin gibi bir insanım. Sizden farkım, tanrınızın bir tek tanrı olduğu bana vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa iyi işler yapsın ve Rabbine yönelişine hiç kimseyi ortak etmesin.” (Kehf, 18/110)

Şüphesiz biz onların Kur’an’ı Muhammed’e bir insan öğretiyor dediklerini biliyoruz. İma ettikleri kimse bir yabancıdır. Bu Kur’an ise apaçık bir Arapçadır.” (Nahl, 16/103)

Yoksa onu uydurdu mu diyorlar. Eğer bu sözünüzde ısrarcı iseniz, Yüce Allâh’tan başka çağırabildiklerinizi çağırın da onun benzeri bir sure ortaya koyun.” (Yunus, 10/38)

Açıklama:

Yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığı üzere Kur’an, Yüce Allâh Katından (Levh-i Mahfuz, Kitab-ı Hafiz, Kâf, Korunmuş Levha) Hz. Cebrâîl (as) ve yardımcıları tarafından alınmış, gök semaya indirilmiş, Hz. Muhammed’in (sas) dilinde insanlığı davet için ona emanet edilmiştir. Kur’an’ın kapsamı 114 Sureden (bölümden) ibarettir. Bu Surelerin tertibi de vahiy ile bizzat Hz. Peygamber (sas) tarafından yapılmıştır. 80 sureden fazlası hicretten önceki Mekke dönemine ait olup, genel olarak inanç konuları ile ilgilidir. Medeni Sureler ise daha ziyade toplumsal yaşamla ilişkilidir.

Kur’an öncesi dönemde, meydana gelen dinde tahrifat sorununun çözümü, Yüce Allâh’ın insanlık üzerine son Peygamberi (sas) ile Korunan Kitaba evrilmiştir. Kur’an’ın bizzat Yüce Allâh tarafından koruma altına alınmasına, önceki toplumların dini anlamak ve dinin emirlerine uymak yerine, dini kendi menfaatlerine uydurma çabaları ve nihayetinde zulüm toplumları haline dönmeleri bağlamında bakılmalıdır. Kur’an ilk elden tek kaynaktır. İlk ayetinden itibaren üzerinde ekleme, çıkarma değiştirme yapılmamış, insan bulaşmamış tek kaynaktır. Akla hitap eder, yaşam için öngörü ve ahiret için uyarıdır.

Kitap apaçıktır. Kur’an’ın bütün ayetleri de apaçıktır. Bazı ayetler, okuyan herkes tarafından aynı şekilde anlaşılırken (muhkem ayetler) bazı ayetleri anlamak için inceleme gerekir (müteşabih ayetler). Birbirine benzer, birbirini tamamlayan ayetler birlikte incelenmelidir. Bir konudan bahseden ayetlerin yanında aynı konunun zıddından bahseden karşıt ayetler de beraberce değerlendirilmelidir. Müteşabih ayetler konusunda, bağlantılı ayetler ve indiriliş nedenleri bir arada incelendiğinde o konu apaçık, hiç şüphesiz bir hale taşınacaktır. Kur’an ayetleri, insana tabi olacağı esasları bildirir. Kur’an esasları temelinde, dünya işleri insan aklının uğraşıdır.

 Hz. Muhammed (sas) (Mîm, Râ)

Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya, 21/107)

 Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahyolunuyor. (Fussilet, 41/6)

O, alemlere rahmettir ve günümüzden bakıldığında, bütün zamanlarda bu son vahyi bihakkın taşımış ve aynen iletmiş tanınabilecek en yüksek şahsiyettir. Peygamberlerin insanlığa ilettikleri mesajın temeli aynı (tevhid) olup müminlerden istenen, elçiler arasında fark gözetmemek, ayırım yapmamaktır. Bakara, 2/136, 285; Ali İmran, 3/84; Nisa, 4/152, peygamberler (ase) arasında ayrım yapılmaması ile ilgili ayetlerdir.

Bakara, 2/253 ve İsra, 17/55’inci ayetlerde ise, bazı elçilerin bazılarına üstün kılındıkları beyan edilmektedir. Hz. Muhammed (sas) döneminde, Hz. Adem’den (as) itibaren süregelen İslami süreç sosyal gelişime paralel olarak nihai olgunluğa erişmiş ve tamamlanmıştır.

Allâh’a göre İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. O’nu topraktan yarattı sonra ona ol dedi, olmaya başladı.” (Ali İmran, 3/59)

Açıklama:

Yukarıda belirtilen Ali İmran suresi 59’uncu ayette, sadece Hz. İsa (as) ve Hz. Adem (as) peygamberlerin isimleri geçmektedir. Ancak bazı ayetlerde, aynı soydan birbiri ardınca gelen elçilerden birlikte bahsedilir. Tin suresinde, günümüzde semavi diye anılan üç büyük dinin peygamberleri birlikte anılmaktadır. Burada (Ali İmran, 3/59) ise, Hz. Adem peygamber (as) ve Hz. İsa peygamber (as) birlikte anılmaktadırlar. Ayette yaratılışa dikkat çekiliyor. Biliyoruz ki, Kur’an, herkesin topraktan yaratıldığını bildiren bir kitaptır. Bugün yeryüzünde dolaşan insanlar da toprağın bitirdiklerini yemekte, içmekte ve sonuç olarak topraktandır. Benim düşünceme göre bu ayette, Hz. Adem’in (as) ve Hz. İsa’nın (as) diğer insanlardan farklı olarak babasız yaratılmalarına dikkat çekilmektedir. Böylece son peygamber Hz. Muhammed’den (sas) önceki yani ahir zaman öncesi (Hz. Muhammed (sas) öncesi dönem), ilk (Hz. Adem) ve son (Hz. İsa) elçiler, diğer insanlardan farklı olarak özel bir yaratılış ile (baba olmadan yaratılma) işaretlenmişlerdir.

Her ümmete kendi içlerinden bir şahid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şahid olarak getireceğiz. Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan, hidayet, rahmet ve teslim olanlara müjde olarak indirdik.” (Nahl, 16/89)

Nahl, 16/89 ile ilgili düşüncem şöyledir: Şahitler ümmetlere gönderilen peygamberlerdir. Onların üzerindeki şahit Hz. Muhammed’dir (sas). Hz. Muhammed (sas), ona vahyolunan Kur’an ve donanımı nedeni ile, bütün insanlık üzerine şahittir. Korunan kitap, her şeyi açıklayan hidayet, rahmet ve müjdedir.

 El Melik

 Ant olsun! Kuvvetle kaldıranlara (Zâriyât, 51/1)

 Yüklenenlere, akıp kayanlara (Zâriyât, 51/2-3)

 Dağıtanlara, yaklaşan hesaba (Zâriyât, 51/4-5-6)

 Ant olsun! Yollar sahibi göklere (Zâriyât, 51/7)

 Yarattı yedi göğü üst üste (Mülk, 67/3)

 Emirleri göklerden yeryüzüne (Secde, 32/5)

 Hesaptan bin yıl süren bir devirde (Secde, 32/5)

 Eda edenler O’na yükselirler

 İsa’nın durumu Adem gibiydi (Ali İmran, 3/59)

 Rabb ‘Bu Benim için kolaydır’ dedi (Meryem, 19/21)

 Baba yoktu, bir anneden doğdular

 İsa ve Adem, Allâh’tan deliller

 Aralarında O’ndan kelimeler

 Ortak koşmayan elçiler, hanîfler

 O gün her ümmete gelir bir şahit (Nahl, 16/89)

 Sen de onların üzerinde şahit

 Tüm insanlara, Korunan Kitaba

 Biz onu Kadir gecesi indirdik (Kadir, 97/1)

 Melekler ve Ruh o gece inerler (Kadir, 97/4)

 Rabden ahir dünyaya görevliler

 Melekler ve Ruh elli bin yıl süren (Meâric, 70/4)

 Devirde eyler, O’na yükselirler

 Sabret! Olmaz dedikleri yakındır (Meâric, 70/5-7)

 El Muhsin! Görevler kıldı, yüceltti

Kur’an’ın Amacı ve Konusu

Muhatap insandır. Hedef yüksek bir ahlâka ve bilinç haline ulaşmaktır. Kur’an, Yüce Allâh’a yönelen ve O’nun rızası için O’ndan doğruluğu dileyen kullarına, onların özlerinde yani fıtratlarında yazılı olanı hatırlatır. Onlara dosdoğru bir yaşam (fazilet, merhamet ve adalet üzere) ve bu yaşamın bedeli olarak kurtuluşu vadeder. Kur’an’ın mücadelesi, yol yordam bilmeyenler iledir, iflah olmaz kara cehalet iledir.

Fatiha Suresinin 5, 6 ve 7’nci ayetleri bununla ilgilidir. Bu ayetler İslam’a girecek kişinin kendi iç dünyası ile ilgili onun uhrevi yetersizliğinin ifadesidir. Bu konuda kişide farkındalık oluşmuştur. Yaratıcıya müracaatı, kulu üzerinde Yüce Allâh’ın rahmet sıfatlarının tecellisinin delilidir. 5’inci ayette, “Yalnız Sana” ve “Yalnız Senden” ifadeleri ile şirk dışlanmıştır. Kul Yaratıcı ile baş başadır. Yöneliş ve beklenti sadece Yüce Allâh’tandır. 6’ncı ayette, kulun Yüce Allâh’a “Doğru Yol” talebi iletilmiştir. Fatiha 7’nci ayetinde, yolun ne olduğu ve ne olmadığı tanımlanır. Amaç, O’nun hoşnutluğunu kazanma ve kurtuluşa ulaşmaktır. Yaratıcıyı dikkate almayan her yol, O’nun gazabı ile sonlanacaktır. Bu durum, 7’nci ayette gazaba uğrayanlar içinde sapıtanlar öne çıkarılmış, onlara dikkat çekilmiştir. Bunlar vahyi haber almalarına rağmen tercihlerini dünyadan tarafa yapan münafıklardır. Söylemleri ne olursa olsun, nefis üstün gelmiş, Yüce Allâh’ın dini, dünya için satılmıştır

Gazaba uğrayanlar”ı sırf Yahudiler, “sapıtanlar”ı da sırf Hristiyanlar olarak düşünenler, çeşitli yorumlardan delil çabasındalar. Halbuki bilemedikleri, insanın halleridir. Bilemedikleri, satıhta kalmış gösteriş budalalarının, imanları gırtlaktan aşağı inemeyenlerin, ateşten muaf olamayacakları gerçeğidir.

Kur’an’ın konusu İslam’dır. Kur’an insan aklına hitap eder. Kur’an en başta insanın düşünme yollarını açmasını, yani onun düşünmesini ister. İnsanı, dış alemde ve kendi içinde sergilenmiş delilleri inceleyerek onu bir bilinç haline yükseltir. Kur’an’ın islama çağrısı, asla dogmalara dayanmaz.

İslam, huruf-u mukatta bahsinde Lam harfi ile ifade edilir. Lam harfi, Elif harfi ile ayrılmaz bir şekilde beraber olup Elif’i takibeder. Kur’an’ın on üç ana suresinde giriş, Elif Lam ile başlar, ‘Yüce Allâh’tan İslam’ manasınadır ve dini yalnız Yüce Allâh’a has kılar. Din Yüce Allâh’ındır.

Dinin Yüce Allâh’a özgü olması konusu, Kur’an’ın Mümin, 40/14 ve Zümer 39/2, 11 ve 14 ayetlerinde apaçık bildirilmektedir. ‘Elif Lam’ sembolleri, mutlaka vahyin muhatabı ile tamamlanır. Mim; Muhammed, Ra ise Resülullah’tır (sas). Vahyi insanlığa haber verecek olan Yüce Allâh’ın Elçisidir. ‘Hâ Mîm’, “Haber ver Muhammed” anlamınadır. Böylece O’nun rahmeti ile, yer ve yüksek alemler arasında bir kapı aralanmakta, Yüce Allâh’a varacak yol (Sıratı Müstakim) görünmektedir. “Elif, Lâm, Mîm” insanoğlunun şahit olabileceği en önemli söylemdir.

Yüce Allâh’ı anlamak isteyen, O’nun İslam’ı anlatan kitabı Kur’an’a ve elçisinin yaşamına bakmak durumundadır. Bu Yüce Allâh’ın dinidir. Bunlardan başka baktıklarınız yanılgıya neden olabilir. Amacı, kalben imanın inşası olan Kur’an, insanı ilgilendiren her konudan bahseder. Ancak Kur’an bir tarih, sosyoloji, hukuk veya tıp kitabı değildir. Yönelmek isteyenler için doğru yoldur. Bu yolun esası, Tevhid (Tek Yüce Allâh’a kalbi iman) ve bu tevhid inancı üzerine inşa edilecek Takvadır. Kur’ânî duyarlılıkta gayret üzere olmak ve imana yaraşır davranışlarda bulunmak, yani imana halel getirmemek, haksızlık bulaştırmamaktır.

Kur’ân’ın ana konusu imandır. Şimdi aktaracağımız ayet-i kerimeler bu hususu belirler:

Göçebe Araplar (bedeviler) âmenû olduk (iman ettik) dediler. De ki, âmenû olmadınız, ancak İslam’ı kabul ettik deyin. Henüz iman kalplerinize girip yerleşmedi. Eğer Allâh’a ve elçisine itaat ederseniz, yaptığınız güzel işlerden hiçbirinin sevabını eksilmez. Allâh çok bağışlayandır, merhamet edendir.” (Hucurât, 49/14)

Bu ayet-i kerimede, Müslümanlığı arafta olanlardan bahsedilmektedir.

O dileseydi herkes iman ederdi. O halde iman etmeleri için onları sen mi zorlayacaksın. Allâh’ın izni olmaksızın, hiç kimsenin inanması mümkün değildir. O azabı, pisliği aklını kullanmayanların üzerine kılar.” (Yunus, 10/99-100)

Açıklama:

Yüce Allâh, insanlara dünya yaşamlarında iman etmeleri için gereken aklı ve yeterli zamanı vermiştir. Samimi olan ve aklını kullananlara doğada, Kur’an sayfalarında ve kendi nefislerinde (dış alemde ve öz benliklerinde) imana taşıyacak deliller ve yollar açıktır. Yaşam, insanın ne olduğunu ortaya koyacağı bir sınavdır. Yüce Allâh, ancak aklını kullanan kullarına iman etmeleri için izin verir.

Ey inananlar, Allâh’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba inanın. Kim Allâh’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkar ederse o, uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa, 4/136)

Ayette, imanın esasları bildirilmektedir.

İman edip de imanlarına haksızlık bulaştırmayanlar (Kur’anî duyarlılık sahipleri) güvenlik içinde ve dosdoğru yoldadırlar.” (Enam, 6/82)

Ayet, ‘âmenû’ olan ve iyilik üzere hal ve davranış sergileyenlerin, mümin olduklarını bildirmektedir.

İnsanlar iman ettik demeleriyle, hiç denenmeden bırakılacaklarını mı sandılar. Ant olsun Biz onlardan öncekileri de deneyip imtihan ettik. Allâh, doğruları da yalancıları da ortaya koyacaktır.” (Ankebut, 29/2, 3)

İmanın delili, insanın eylemleridir, yaptıklarıdır.

Allâh göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali, içinde ışık kaynağı bulunan bir kandile benzer. Işık kaynağı cam içerisindedir. Cam, sanki inciden bir yıldız. Ne doğudan ne batıdan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışıktır. Nur üstüne nur. Allâh dilediği kişiyi nuruna iletir. Allâh insanlara misaller vermektedir. Allâh her şeyi bilir.” (Nur, 24/35)

Übey b.Ka’b,Bu ayette yer alan “meselü nurih” cümlesi, “müminin nurunun misali” anlamındadır” demektedir.

Açıklama:

Ayetin ilk cümlesi, “Yüce Allâh nurdur” şeklinde anlaşılmamalıdır. Yüce Allâh’ın idraklerin üzerinde olduğu, bir müminin O’na yakınlığı kadar O’nu anlayabileceği unutulmamalıdır. Bu ayette Yüce Allâh, mümini tarif etmektedir. Mümin, ışığını Yüce Allâh’tan alan bir nurdur. Nur ayeti de denen bu ayette, inciden bir yıldıza benzetilen billur muhafaza, müminin dünyadaki bedenidir yani yeryüzündeki elbisesidir. Cam muhafaza içindeki, doğudan ve batıdan, yani dünyadan olmayan mübarek bir zeytin ağacından elde edilmiş yağ, müminin içindeki cevher yani öz benliğidir. Ona dokunacak olan ateş ise, Yüce Allâh’tan gelecek bilgiler, yani Yüce Allâh’ın elçileri, kitapları ve melekleridir. Böylece mümin potansiyeli taşıyan kişi kendisine, Yüce Allâh’ın bilgileri ulaşmadan önce de özellikleri ile göz dolduran bir insandır. İnsan olamayan, İslam olamaz. Yüce Allâh doğrusunu en iyi bilendir.

Yüzlerinizi doğu ve batıdan yana çevirmeniz gerçek iyilik değildir. O kişinin iyiliği asıl iyiliktir ki Allâh’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanır. Kendisi için sevdiği eşyadan yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, sadakaya muhtaç olup da isteyene, esaret altındakilere verir. Namazı kılar, zekatı verir. Söz verdiğinde sözünü yerine getirir. Sıkıntıda, hastalıkta, savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar bunlardır ve muttaki olanlar (sakınanlar) da bunlardır.” (Bakara, 2/177)

Açıklama:

Yüce Allâh, müttakîyi (sakınanı) tarif ediyor. Ayetin ilk cümlesi ile her türlü hurafe ve batıl dışlanmaktadır. Gerçek iyiler, Kur’an’ın tanımladığı iman esasları üzerine tesis edilmiş dosdoğru yaşamlardır. Onların her işleri dürüstlük üzeredir. Doğrulukları Yüce Allâh rızası içindir. 8-Enfal Suresi 29’uncu ayetinde de Yüce Allâh, Kendisinden sakınanlara furkan (Hakkı batıldan ayıran bir anlayış) vereceğini, onlara merhamet edeceğini bildirmektedir. Yüce Allâh ile birlikte yaşama inancı sebebiyle mümin, menfaatine dokunsa da doğrulukta sebat eder. İnanmayan insan ise, nefsine hoş gelen konularda doğruluktan tavizler vererek yaşar. Eşinizi, dostunuzu, hayatın olağan akışı içerisinde, havadan sudan sohbet ederek tanıyamazsınız. Müttakîler, zorlu zamanlarda daima adaletten yana olur ve daima insanî değerleri muhafaza ederler.

Açıklama:

Yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığı üzere, Kur’an’ın temel konusu, tek tanrı inancı ve bu inanca yaraşır güzel ahlâk üzere yaşamdır. Bu inanç yani iman, derece derecedir ki, bir söylem, bir kabul edişle başlar. Nihayetinde insanın özüne, kalbine inen, onun yaşamını, davranışlarını yöneten rütbelere adeta yerden göğe uzanır. Gerçek müminler, şüpheye kapılmadan Yüce Allâh yolunda gayret içerisinde olanlardır. İman, insanın aklını kötü düşüncelere kapatarak onu salt dünyevilikten alır ve Yaratıcıyı dikkate alacak ilahi bir boyuta taşır.

İnsan iradesi, aklının ona sunduğu alternatiflerden en doğru olduğuna inandığını seçer. Yani kişinin iradesi onun süzgeçten geçirilmiş aklıdır. Onun tercihidir, onun inancıdır yani insanın kendisidir. İnsanın özü, özeti, aklının kararı yani iradesi ve o irade doğrultusundaki faaliyetleridir. Bütün iyiliklerin kaynağı ilahidir. Bu ilahi kaynaklı iyiliklerin insana ulaştığında onda ne derece eyleme dönüşeceği kişinin tabiatı, onun kendini hazırladığı zemin ile ilgilidir. Kur’an’ın mümin üzerindeki tesiri, onun bilinç halinin yükselmesi, düşün derinliğinin artması, bakış açısının genişlemesi, yani aklının yükselmesi, berraklaşması ve ortaya koyduğu iradenin de iyilik yönünde olması şeklindedir.

İmanın iki boyutu vardır: Birincisi, Yüce Allâh’ı tanımakla ilgili bilgi düzeyidir. Kur’an’ın okunması ile başlayan Yüce Allâh’ı anlama süreci, O’nun doğada ve insanın iç aleminde sergilediği delillere ulaşarak gelişecektir. Ziya Paşanın, ‘âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde’ sözlerinden de anlaşıldığı üzere, imanın yalnız bilgi boyutunda kalması yeterli değildir. İkinci boyut daha önemli olup, insanın kendini tanıması, limitlerini bilmesi, ortaya koyacağı eylemleri ve davranışları yani onun bütün bir yaşamıdır. Zor olan budur. İnişli çıkışlı ve sürprizlerle dolu hayat yollarında, her kim ‘iman ettim’ diyor, ancak iman onu iyiliğe taşıyamıyorsa, o gerçek bir imana ulaşamamıştır. Kişinin kendisini tanıma konusu, en başta onun farkındalık sahibi olmasını gerektirir. Sonra bu farkındalık zemininde irade oluşur ve o doğrultuda eylem ortaya konur.

Önce farkındalığı anlamaya çalışalım. Farkındalık, iyi ile kötüyü, eğri ile doğruyu, haram ile helali ayırmaktır. Ayıramıyorsa ve samimiyet de yoksa temel çürük demektir. Örneğin yaptığı ticarette müşterisini aldatmasına rağmen, kazancı ile mutlu olan kişiler doğru yolda sebat edemezler. 35- Fatır Suresi 8’inci ayet, “İşinin kötülüğü kendisine çekici gelip de onu güzel gören kişi, ameli iyi olan kimse gibi mi olacaktır?” şeklinde bir soru sormaktadır.

İşinde yapacağı yanlışlıklar, farkındalığı olan insanın huzurunu ve dengesini bozar. Kişi mümin ise, “Ben nerede hata yaptım?” diye sorgular. Hatalarından ders alır ve getirisine tamah etmeden tekrarına izin vermez. Müminde farkındalık konusundan sonra, şimdi de onun iradesini kullanmasını örneklerle görmeye çalışalım. Hz. Yusuf’un (as) onu arzulamasına rağmen zinaya arkasını dönmesi, uzaklaşmaya çalışması, yani nefsin heveslerine kapılmaması önemli bir örnektir (Yusuf, 12/24). Bir diğer Kur’an örneği ise, zorluk zamanlarında sabretmek ve gereğini yapabilme iradesidir. Enfal, 8/15 ve Tevbe, 9/39’uncu ayetler, savaşmak yerine savaşa arkalarını dönenler ile ilgilidir. Yani mümin birey, nefsinin aleyhine sonuçlansa da gereken davranışı ortaya koyabilmelidir. Farkındalık ve irade sahibi bir mümin, sakınan ve güzel davranışlar sergileyen, güvenilir bir insandır. Her iki cihanda da güvenilir olanlar sadece onlardır.

Sonuç olarak mümin olmak, hem teorik ve hem de pratik yönden yeterliliktir. Dilinden bal akıyor görürsün de onların çoğu, eylemlerinde dökülür. Yaşam, erdem üzere değilse, teori yok hükmündedir. Mümin olmak için dünyevi ve uhrevi liyakat ve bu liyakatin yaşamla uyumlu olması şarttır. Müminin söylem ve eylem bütünlüğünün nedeni, niyetinin iyiliği, ondaki iç güzelliğidir.

Bir İman Örneği: Yüce Allâh’ın Dost Edindiği Hz. İbrahim (as) ve İmanı

İbrahim tek başına bir ümmetti. Allâh’a yönelen bir hanîfti. Asla müşrik değildi.” (Nahl, 16/120)

“Senin doğru yolunun üstüne oturacağım (Araf, 7/16)

 Onlara dört bir yanlarından sokulacağım (Araf, 7/17)

 Çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın”

 Kibir kralı, peşinde çakıl taşlarının

 Kasvet karanlıklardan bir huzme ışık sızmaz

 Topyekun cehalette bir dirhem ilim olmaz

 Taşlardan bir dağ yığsan, o dağ bir karat etmez

 Pırlantalar O’nundur, has kul şeytana kanmaz

 Allâh’ın dünyadan topladığı pırlantalar

 Hep O’nu önceledi, o dosdoğru yaşamlar

 Birisi “Neyi arıyorsan sen O’sun” dedi (Mevlana)

 Sonsuza, Zamanı Yaratana kavuştular

 “Kullarım üzerinde senin bir gücün yoktur” (Hicr, 15/42)

 Yolculuktur, herkes aradığına kavuşur

 Hazreti İbrahim tek başına bir ümmetti

 Ölüm dediğin ebedi yaşama doğuştur

26-Şuara suresi, 75 – 89’uncu Ayetler

İbrahim dedi ki, “iyi ama, sizin veya önceki atalarınızın neye taptığını düşündünüz mü? Onların hepsi benim düşmanımdır, ancak alemlerin Rabbi dostumdur. Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur. Beni yediren, içiren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Beni öldürecek olan, sonra diriltecek olan O’dur. Hesap günü, günahlarımı bağışlayacağını umduğum O’dur. Ya Rab! Bana hikmet ver ve beni iyilerin içine koy. Gelecek kuşaklar içinde beni doğrulukla anılanlardan eyle. Beni bol nimetli Cennet’inin sakinlerinden kıl. Babamı da bağışla, şüphesiz o yanlış yoldadır. İnsanların diriltilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün ne mal, ne oğullar fayda verir. O gün kurtuluşa erenler, ancak Allâh’a temiz bir kalp ile gelenlerdir.” (Şuara, 26/75-89)

Açıklama:

Tek Tanrı inancı konusunda yukarıdaki Kur’an ayetlerinde, İbrahim (as) en güzel örnek olarak sunuldu. Okuduklarımız, onun yöneliş, teslim oluş, dua ve şükür satırlarıdır. Yüce Allâh’tan başkasına minnet etmeyen İbrahim’in (as) samimiyeti, Yüce Allâh’a güveni, şüphelerden arınmış berrak düşünceleri ilk bakışta fark ediliyor. Ayetlerde, İbrahim’in (as) iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağı olarak tek Yüce Allâh’ı tanıması ve beklentilerini sadece O’na yönelttiği açıkça görülüyor. Yüksek bir iman, kişinin kendine olan inancının da üzerinde bir bilinç ve faaliyet halidir. 11-Hud Suresi 75’inci ayeti, Hz.İbrahim’in (as) başlıca vasıflarından söz eder.

Hz. İbrahim (as) hoşgörülü (Halim), duyarlı (Evvah) ve Yüce Allâh’a çok yönelen (Münîb) bir peygamberdi.

 Yanlış Anlama Yanarsın

 Senin değil ki, ‘Benim hayatım’ dediğin cevher

 Akledenler o cevheri işler, mücevher eyler

 Hayy olan O, O’nundur, O’ndandır nefsler nefesler

 İnsan olan okur, düşünür, anlar, gayret eder

 O’nu yanlış anlamak, yaşamları heba eder

 Boş bir yaşam tarumar, sonrası ölümden beter

Kişi kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın, Tevhid inancı, onun otoritesi değilse, sonu mutlak hüsrandır. Onların tanrıları, onların nefisleridir. Gerçek bir mümin, Yüce Allâh ile beraber yaşamaktadır. Tek görünseler de müminler aslında daima iki kişidir. Onların duası, ‘ Bizi bırakma, bizi terk etme, bizi bağışla, bizi doğru yola ilet’ şeklindedir.

Şirk Konusu

Yüce Allâh’ın indirdiği dinin yerine kendi tesis etmeye çalıştıkları vekalet dinler, Yüce Allâh katında yok hükmündedir ve müntesipleri de gazaba uğrayacak olanlardır.

Allâh Kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı dilediğine bağışlar. Kim Allâh’a ortak koşarsa büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (Nisa, 4/48)

Allâh size kendinizden bir örnek getiriyor. Size verdiğimiz rızıklarda, iş buyurduğunuz çalışanlarınızdan sizinle eşit haklara sahip ortaklarınız olmasını kabullenip onlara kendi emsalleriniz gibi sakınarak davranır mısınız?” (Rum, 30/28)

Açıklama: Ne bir doktor, hasta bakıcı ile ne de bir işveren, işçisi ile aynı şartlarda, eşit seviyede olmayı haklı olarak kabul etmez. Fakat bunların hepsi, nihayetinde birbirine benzer insanlardır. Ayette, Yaratıcı kendi yarattıklarından, O’na ortaklar, aracılar koşmalarını reddettiğini ve bu cürmü bağışlamayacağını bildiriyor.

 Kitap ehlinin şirki hakkında:

 “Onlara “Allâh’ın indirdiğine iman edin“ denilse “Biz sadece bize indirilen Tevrat’a inanırız“ derler. Oysa Kur’an yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayan bir gerçektir. De ki; “Eğer inanıyor idiyseniz neden daha önce Allâh’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?” (Bakara, 2/91)

Açıklama:

Sadece kendilerinin Yüce Allâh’ın dostları olduğunu zannedenler, kurdukları menfaat düzenlerinin devamı için, düzenlerine karşı duran ve onları adaletli olmaya çağıran peygamberlerini katlederek, inanıyoruz dedikleri Tevrat’a da aslında inanmadıklarını göstermişlerdir. Eğer Tevrat, kendi uydurdukları ile tahrif edilmiş olmasa, onlar zaten Kur’an’a davet edilmezlerdi. Kur’an, onların elleri ile değiştirdiği Tevrat bilgilerinin doğrusunu açıklayan ve daha üstün olandır.

Allâh, üçün üçüncüsüdür diyenler şüphesiz kafir olmuşlardır. Oysa yalnız bir tek Allâh vardır. Söylediklerinden vazgeçmezlerse kafirlere acı bir azap dokunacaktır.” (Maide, 5/73)

Bazı Müslümanların içine düştüğü şirk hakkında:

Onlara ‘Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı kudreti altında tutan kimdir?’ diye sorsan şüphesiz Allâh’tır derler. Nasıl da döndürülüyorlar?” (Ankebut, 29/61)

De ki, ‘Sizlere gökten ve yerden rızık veren, kulaklar, gözler bağışlayan, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran, her işi yöneten kimdir?’ Allâh’tır diyecekler. De ki, ‘O halde sakınmaz mısınız?’ İşte, Hak Rabbiniz Allâh’tır. Hak’tan ayrılan, sapıklıktan başka ne bulur? Nasıl da döndürülüyorsunuz?” (Yunus, 10/31-32)

 Açıklama:

İman etmiş kişi doğruluk üzere bir insandır. Dilleri ile ‘Allâh’ demelerine karşılık, menfaatleri için Yüce Allâh’tan cayanlar, yüzlerini şeytana döndürmüşlerdir. Aynı zamanda bunların ibadetleri de kandırmacadır. Dinleri gösterişten ibaret olanlar, hüsrana uğrayacak olanların ta kendileridir.

Kim (işlediklerinin karşılığı) ahiret kazancı diliyorsa, onun kazancını (dünyada da, ahirette de) arttırırız. Kim de dünya kazancı arzusundaysa ona da ondan veririz, lakin onun ahiret nasibi yoktur.” (Şura, 42/20)

Hac ibadetlerinizi bitirince, cahiliyet devrinde hacdan sonra, toplanıp atalarınızı anarak öğündüğünüz gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah’ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki, ‘Ey Rabbimiz, bize (nasibimizi) dünyada ver!’ derler. O kimselerin ahirette bir nasibi yoktur. Onlardan kimileri de ‘Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver, bizi ateşin azabından koru’ derler. İşte onlara kazandıklarından bir nasip vardır. Allâh’ın hesabı çabuktur.” (Bakara, 2/200-203)

Açıklama:

Yukarıdaki Şura suresi 20’nci ayet, müminlerin işlerinde, daima ahireti göz önünde tuttuklarını, onların bu yapıları nedeni ile de her iki yaşamda kazançlı olduklarını bildiriyor. Yaşamlarında ahireti dikkate almayanların ise faydalarının ise sadece dünyadan ibaret olduğunu beyan ediyor. Bu açıdan, “Rabbimiz bize dünyada ver” diyenleri biraz incelememiz gerekiyor.

Bu cümle, Bakara 200’üncü ayette de görüldüğü üzere, hac ibadetini tamamlayınca Yüce Allâh’ın anılması emrini takip eden bir cümle. Kul, çok önemli bir ibadet olan haccını tamamlamış ve Yüce Allâh’a yönelmiştir. Fakat ayette de işaret edildiği üzere, bazılarının Yüce Allâh’a yönelişinin nedeni, sadece dünyayı talep etmektir. Belki de ahireti, Yüce Allâh’a yönelmiş olması nedeni ile garanti görmektedir. Ya da ahireti hiç düşünmeden, yalnız dünyalık istemektedir. Halbuki hiçbir şeyin garantisi yoktur. Kimse yarın ne olacağını bilemez. İnananlar, ancak Yüce Allâh’a güvenirler. Başlarına gelen sıkıntılara dayanmak zorunda olduklarını, her şeyin Yüce Allâh’tan geldiğini, bunların dünyada imtihanları olduğunu bilirler.

Bize dünyada ver” diyen için, Yüce Allâh’ın hükmüne dikkat edildiğinde, söz konusu kimselerin ahirette nasiplerinin olmadığı görülür. 201’inci ayette, hem dünyada hem de ahirette iyilik isteyen kulun dikkate alınacağı ve nasibinin olacağı bildirilmektedir. Bu kulların çoğunun asıl talepleri, kendi ayakları üzerinde geçimlerini sağlamak, kimselere yük olmamak, namerde muhtaç kalmamak içindir. Ancak gerçek iman sahipleri, ahiret arzusundadır. Onlar dünya yaşamına sabır içerisindedirler.

Dosdoğru olmamızı talep eden Yaratıcı, doğruluk nüvesini bütün kullarına verdi. İnsanın bu değerini yüceltilmesi için gayret etmesi yerine oradan uzaklaşması şeytanların verdiği vesveseler sebebiyledir.

Onlar Yüce Allâh’ın kıymetini gereği gibi bilemediler. Yüce Allâh Kavi’dir (Sonsuz Kuvvetin Sahibi) ve Aziz’dir (En Üstündür).(Hac, 22/74)

Açıklama:

Bir kısım inananlar, dünyalığa uyarladıkları dinlerinin getirisini Cennet sandılar. Cehennem’e sürüklenenler, Yüce Allâh’ın onlara indirmiş olduğu hakikatleri menfaatlerine uyarlayan Yahudiler, Tanrı üçtür söylemleri ile üstün ırk oldukları iddiasındaki emperyalistler ve gösterişten ibaret ibadetleri ile dünyalıktan başka değer tanımayan birtakım şark kurnazlarıdır. Yüce Allâh Süphandır, onların ortak koştuklarından münezzehtir. Onlar hep birbirlerine benzer. Bulundukları kabın şeklini alan akışkanlar gibidirler. Onların tanrıları, onların işledikleri fenalıkları onay makamlarıdır. Onlar yaptıkları kötülüklerle ve bu kötülüklerine geçit veren tanrıları ile birlikte mutludurlar. Her şeyin yaratıcısı ve hükmün de Sahibi olan Yüce Allâh’ı gereği gibi bilememişlerdir. Halbuki Yüce Allâh, kendisinden sakınanlarla beraberdir.

 Kur’an’la Aldatanlar (Bir takım Cemaatler & Tarikatler)

Kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra bölünüp anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Ali İmran, 3/105)

Dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar var ya senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Yüce Allâh’a aittir. Sonra Yüce Allâh yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (Enam, 6/159)

Beraberce bir topluluk olacaklarına kendi anlayışları ile mutlu bölüklere ayrıldılar.” (Müminun, 23/53)

Dinlerini bölük pörçük edip ayrılanlardan olmayın. Bunlardan her fırka kendisi ile övünmektedir.” (Rum, 30/32)

Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” (Şura, 42/13)

Başlangıçta dini en güzel şekilde öğrenme, anlama ve uygulama gayretleri ile toplumdan bazı insanların bir araya gelerek oluşturdukları hareketler, zaman içinde farklı görünümler almış, Kur’an’ı anlama gayretleri terk edilmiş, günümüzde çeşitli guruplar halinde ve din örtüsü altında, dünyevi güce odaklanmışlardır. Onlara baktığında, aslında kendilerini bile kurtaramayacak olanların, başkalarını kurtarma tasasında olduklarını sanırsın. Halbuki onların tek tasası vardır, dünyevi güç. Müridleri de akıllarını ve buna bağlı bir şekilde insanlıklarını terk etmişlerdir. Başlangıçtaki hak ve hakikat ile ilgileri kalmamıştır. Okuyor gibi göründükleri ama derinleşemedikleri Kur’an ayetleri ile ve dini ritüelleri, onları salt gösterişe atmıştır.

Toplumda ibadetler olarak bilinen dini ritüeller, daha ziyade kul ile Yüce Allâh arasında yani kulun yönelişi ile ilgilidir. Bence ibadet, kulun bu yönelişlerden alacağı güçle ortaya koyacağı davranışlar yani onun yaşamıdır. Gösterişte takılı kalanlar, oldu sanır da Yüce Allâh’ı hiç dert etmezler. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud, 11/112) buyurmaktadır. İslam’ın insan üzerindeki ana hedefi, onun dosdoğru olmasıdır. Yönelişler, ibadetler, hep kişinin bu doğruluğu içindir. Bu yola girildiği zaman, artık kişinin her adımı, her yaptığı onun doğruluk üzere olmasını gerektirir. Hüküm gününe, arınarak süzülmüş bir yaşam hazırlanmalıdır. Dosdoğru olmak için adalet üzere olmak şarttır. Adalet üzere olmak, hakkı teslim etmek demektir. Bunun da gereği, liyakat sahibi olmaktır. Liyakat sahibi olmak için ise, eğitimli olmak şarttır. Kur’an’ın inen ilk emri “Oku!” (Alak, 96/1) şeklindedir. Doğru Yola iletecek olan Kur’an, liyakat sahiplerinin bu yoldaki çabalarına ışık olacaktır. Alak Suresinin son ayeti ise, secdeyi emretmektedir.

İnsanlar adaleti söyler durur. İnsanın bu arzusu, Kur’ânî adaletin ne olduğunu bilmeyi ve bu adaleti sağlamak için de dünyevi güç sahibi olmayı gerektirir. Dünyada güçlülerin adaleti, daima kendi menfaatleri oldu. Kur’ân-ı Kerîm, bu hususu şöyle temellendirir:

Yüce Allâh adaleti, adalet üzere eylemeyi, yakınlara iyiliği emreder.” (Nahl, 16/90)

Mümin olanlar Yüce Allâh’tan korkar, O’ndan çekinirler. Menfaatleri için asla dini kullanmazlar. İşlerinde Yüce Allâh’ın koyduğu sınırlar içinde kalmaya özen gösterirler. Onlar bilir ki, Yüce Allâh’ın laneti, Yüce Allâh’ın dinini dünyalık için kullanan şaklabanların üzerinedir.

Elbette eğitim almış her birey cehaletten kurtulamaz. Fakat yeterli eğitim almayanların hemen tamamı cahildir. İnsanları küçük yaşlardan itibaren dogmalara mahkum etmek ve bu cehaleti eğitimin yerine koymak, bunun veya bu gibi faaliyetlerin din olduğunu öne sürmek çok büyük bir kötülüktür. Düşüncesi de vicdanı da hür olan bir insanın imanı, onu dünyanın görünen gerçeklerinin üzerine taşıyan bir değerdir.

Dini değerleri, dünyevi amaçlar için kullanan çoğu tarikatların ve cemaatlerin hedefi, sayıca çoğalmak, ticaretle zenginleşmek ve devlete sızmaktır. Nihai hedefleri ise saltanat elde etmek ya da saltanata ortak olmaktır. Gizlemeye çalıştıkları yüzlerinin gerçeği Taliban’dır, Deaş’tır, Mollalar rejimidir, Suud hanedanıdır, yani Kur’an’ın tabiri ile firavunluktur. Kur’an’da Hz. Musa’nın (as) firavunu, bugün Müslümanlık iddiasındaki faşistlerdir. Zorbalıklara sessiz kalan sözde ulema da bu faşizmin ortakları durumundadırlar.

Hz. Muhammed (sas) ve ışığını Kur’an’dan ve Yüce Allâh’ın elçisinden almış halifeler gibi yüksek niteliklere sahip, vizyon sahibi, liyakat sahibi şahısların idaresinde yapılacak uygulamalarla, insan hakları ne güzel olurdu.

Günümüz dünyasında laiklik, insan haklarının olmazsa olmazıdır. Laiklik, devlet idaresinde dinin dışlanması, dikkate alınmaması değildir. Yönetimde yer alan müminler, zaten o doğrultuda görüş bildirecektir. Kur’an’ın temel esasları, ana kaideleri de göz önüne alınarak, topluma huzur getirecek, dirlik ve düzenin barış içinde devamını sağlayacak her türlü kanun, özgürce hazırlanabilir.

Laiklik, devletin her inanç grubuna eşit mesafede bulunması, her inanç grubuna aynı saygı ile davranması, ayrımcılık yapmaması, din ve vicdan özgürlüğünü temin etmesi, siyasetçilerin vahim uygulamaları ‘kader’ diyerek dine eklememeleri, bilimsel gelişmede bağnazlığa yer vermemeleridir. Yüce Allâh’ın dini, yapılan haksızlıklara, yolsuzluklara mani olmak içindir ve pisliklere örtü olamaz. Din, dosdoğru anlaşılmadığı sürece insanlık huzur bulamaz. Bunu dikkate almayan toplumlar, Allâh adına idare ettiklerini söyleyen küçük bir zümrenin saltanatı altında ezilmekten kurtulamazlar.

Bir toplulukta inanan da inanmayan da olur. Kim olursa olsun önemli olan, herkesin özgür olması, inancına saygı duyulmasını beklediği gibi, karşısındaki kişilere de saygılı olmasıdır. Yüce Allâh insanı özgür yaratmıştır. Özgürlüğün kaybedilmesi, yaşamın askıya alınması gibidir. İnançları konusunda insanlar hür olmalıdır. İmanlar hür, secdeler hür olmalıdır.

Bu satırların yazarı, ancak Yüce Allâh’tan taraftır. Başkaca hiçbir taraftan değildir.

Fıkıh (İslam Hukuku)

Kendisinden başka tanrı olmayan, Tek, Değişmez, Daima Diri, Başlangıcı ve Sonu Olmayan Allâh Mutlak Varlıktır, Mutlak Hakikattir.

Allâh Hak’tır. Allâh, hakkın ta kendisidir.” (Hac, 22/6, 62)

Varlık alemindeki her şeyin Yaratıcısı, Sahibi, mizanı/adaleti koyan, devamını sağlayan ve her şeyin yegane nedeni O’dur. Hür irade, Yaratıcıyı tam manası ile idrak edemese de O’nun eserlerinden, bilhassa da en başta Kur’an-ı Kerîm’den hareketle farkındalığını yükseltebilir. Yüce Allâh, aklını kullanan kulunun gayretlerini zayi etmez ve ona imanını verir. Yeryüzünde gördüğümüz, şahit olduğumuz bütün güzelliklerin, bütün iyiliklerin kaynağı Yüce Allâh’tır. Yüce Allâh’tan kaynaklanan bu değerler, insanda, onun algılama gücü kadar ortaya çıkar.

Bir inanan, kendisinde beliren iyiliklerin, Yüce Allâh’tan olduğunun farkında olmalı ve şükretmelidir. Müminin yaşamı şükür ve tövbe üzeredir. Şükür onun yaşamındaki güzellikleri çoğaltır, tövbeler de kusurlarını örter. Kusursuz olan, ancak Yüce Allâh’tır. Mümin, ortaya koyduğu değerlerde hatasız olamayacağını bilir ve hamdi Yüce Allâh’a teslim eder. Mümin yalnız Kur’an’la mutabıktır. Doğruluk deryasında durmaksızın arayışı sebebi ile, mümin dünya işlerinde her dem muhalif konumdadır.

Kitabı ve mizanı hak olarak indiren, Allâh’tır.” (Şura, 42/17)

Açıklama:

Kitabın her ayetine, her harfine gereken özen ve saygı gösterilmelidir. Kur’an, sabırlı olmamızı ister. Bazen bir ayetin okunması ile onun anlaşılması arasında uzunca bir süre bulunabilir. Anlaşıldığı zaman da bilinmelidir ki, o konuda anlaşılacak daha çok şey vardır.

Yanılgılar:

Yüce Allâh’tan olan, yani kusursuz olan, sadece O’nun Kur’an ayetleri ve O’nun kutlu elçisinin (sas) uygulamalarıdır. Bunlar dışında, İslam adı ile anılan her faaliyet, insana aittir, insanın sorumluluğundadır ve istisnasız Yüce Allâh’ın hükmüne tabidir.

Apaçık kitaba rağmen, ona layık irade ortaya koyamamak ancak gaflettir. Gerçeğe yeter gayret harcanmadı ise, hüküm sürecek olan batıldır, vahşettir.

Şeriat Konusu

Yüce Allâh’ın Zatından kaynak bulmuş bütün ilahi dinler, İslam’dır. Tarih boyunca peygamberler tarafından insanlığa aynen tebliğ edilmiştir. Şeriat dinin uygulamaları, koyduğu yasalardır. Böylece din, bildirdiği ve uygulanmasını istediği yasaları ile kitabın iki kapağı arasında kalmayıp hayatiyet kazanır. Bu yasaların en başından beri, esası aynen korunmuştur. İndiği topluluğa göre küçük değişiklikler tespit edilebilir. Yani en başından beri bütün toplumlarda İslam dini ve onun özü tevhid değişmez olup, uygulamalarda, izlenecek yolda, yöntemde yani şeriatta, ruh aynı kalmakla beraber, indiği topluma göre nüanslar söz konusudur.

Kur’an’da bazı ayetlerde şeriat kelimesi mevcuttur; (Maide, 5/48; Hac, 22/67; Şura, 42/13, 21; Câsiye, 45/18) Bu ayet-i kerimelerden anlaşılan, bütün toplumlar için Yüce Allâh’ın dininin değişmez olduğu, hep aynı kaldığı ve o dinin de İslam olduğudur. Topluma göre küçük farklılıklarla uygulamalar, o toplumun şeriatıdır. Hz. Muhammed (sas) ile Yüce Allâh’ın dini kemale ermiş ve tamamlanmıştır. Bundan böyle bütün insanlık için, din (esaslar) ve şeriat (dinin bildirdiği uygulamalar) Kur’an’ı Kerim’dir. Şeriatın ana konusu, insanın dosdoğru olması ve İslam’ın şartları olarak bildiğimiz davranışlardır. Yüce Allâh’ın şeriatının en güzel örneği, Hz. Peygamberin (sas) yaşamıdır (Enam, 6/162) Konuların anlaşılması bakımından yapılan çalışmalar, getirilen yorumlar insanların sorumluluğundadır ve hükme tabidir.

Şura Suresi’nin 13’üncü ayetinde, Yüce Allâh’ın uyulmasını istediği dini yasaların nedeni şu şekilde apaçık bildirilmektedir:

Dini dosdoğru, diri tutun ve dinde ayrılığa düşmeyin.

Şeriat, Yüce Allâh’ın dininin kuralları, yasalarıdır. Özet olarak şeriat, dinde tutulacak yoldur, yöntemdir. Şeriat, Kur’an’ı Kerimdir. Şeriat, kitabı doğru anlamak, dosdoğru olmak ve uygulamalarla dini canlı tutmaktır. “Dini dosdoğru tutun ve dinde ayrılığa düşmeyin” beyanında, kulların Kur’an’ı anlama gayretlerine ve aralarında istişareye dayalı diyaloglarına telmih vardır. Ayetin son cümlesinde, “Allâh, dilediğini şeriat (doğru yol, hidayet yolu) üzere kılar” buyurulmaktadır. Ayetin bu son cümlesi, şeriatın bireysel bir olgu olduğuna delildir. Onlar da ancak samimiyetle Rabbe yönelenlerdir.

Kur’an, toplumların bozulma nedeni olarak, orada Yüce Allâh’ın unutulduğunu, dolayısı ile insani değerlerin çürümüş olduğunu bildirir. Kur’an, hüküm gününü, adaleti, doğruluğu, mizanı, yardımlaşmayı, hoşgörüyü kısaca insanlığı öne çıkararak, toplumda Yüce Allâh’ı dikkate almış yaşamları hedefler. Böylece toplumdan cehaleti kaldırıp yerine adaletin tesisine çalışır. Şeriat hükümleri, tamamen Yüce Allâh’a aittir. İlgili ayetler sadece O’ndandır. Yegane sahibi O’dur. Herkesin anlayacağı şekildedir. Anlamada kolaylık olsun diye yapılan yorumlara, çıkarımlara şeriat hükümleridir denmez. Kur’ân hükümlerinin, Yüce Allâh’ın istediği şekilde yegane uygulayıcısı, kutlu elçisi Hz. Muhammed’dir (sas).

Her mümin, ilimden ne anladı ise öyle yaşar. İnsanların çıkarımları olan hususlar ve uygulamalar, Yüce Allâh tarafından indirilen tek gerçeğin bu olduğu, artık başkaca doğru aranmaması gerektiği vb. iddia edilemez. İyi niyetle, sadece toplum yararı gözetilerek de olsa yapılan yorum ve uygulamalara ‘bu Yüce Allâh’tandır, İslam’ın gereği budur’ denemez. Bu şekilde insanlar üzerinde baskı da kurulamaz. Nihai hüküm, hiç şüphesiz Din Gününde Yüce Allâh’ındır.

Hatasız ve daim olan Yüce Allâh’ın ayetleridir ve hatasız olan O’nun elçisinin uygulamalarıdır. Diğerleri için hatasızlık söz konusu olamaz. Bu konularda insanların durumunu, ‘akıl akıldan üstündür’ sözü açıklar. Geçmişte verilmiş fetvalar, o dönemin şartlarına uygun olabilir. Ancak, artık zaman değişmiş, yeni şartların yürürlüğe girmesi ile artık söz konusu geçmişteki fetvalar geçerliliğini yitirmişlerdir. Oluşan yeni şartlara daha uygun yorumlar ve uygulamalar kaçınılmazdır. Tamamı da ilgili kişilerin sorumluluğundadır.

Şeriatın sözlük anlamı, ‘tutulması gereken yol’dur. TDK tanımı ile baktığımızda, ‘Kur’an ve Sünnetten yola çıkılarak oluşturulan dini hukuk sistemi’ şeklindedir. TDK’nın bu tanımında, Yüce Allâh’ın değişmez şeriatına, bazılarının kavrama yetenekleri ve zamanın merhametine kalmış yorumları dahil edilmiş olmaktadır.

Yüce Allâh’ın, “Onun koruyucusu Biziz” (Hicr, 15/9) söyleminde korunan, elbette Kitabın ayetleridir. Yüce Allâh’a ait olan bu koruma, İslam’ın kıyamete kadar korunacağı anlamında yorumlanabilir. İnsanlara ait çalışmalar, şüphesiz o koruma altında değildir. Ayetlerin yorumlanması ve uygulamalar, ilgili kişilerin sorumluluğudur, kişileri bağlamaktadır. Yüce Allâh’ın Kitabı, insana dair her şeyin üzerindedir ve dokunulmazdır. Esas metne yani Kur’ân-ı Kerîm’e yorumlar eklendiğinde, toplumun huzuru bahane edilerek çeşitli yanlışlıklara gidilebilmektedir.

Öğüt ver. Sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin.” (Gaşiye, 88/21, 22)

Dönecek olurlarsa, Biz seni onlara gözetçi ol diye göndermedik. Görevin duyurmaktır.” (Şura, 42/48)

Kur’an’ın farz kılındığı bildirilen ayetleri, ilgililer tarafından göz önünde bulundurularak düzenlemelere gidilmelidir. Örneğin öldürme ve yaralamalarda kısası farz kılan ayetler (Bakara, 2/178; Maide, 5/45) devlet otoriteleri ve ilgili kişiler tarafından dikkate alınması gereken ayetlerdir.

Geçmişte insanların birbirinden öğrenip bellemesi dışında bir yol yoktu. Bu bakımdan bir araya gelmeleri, istişarelerde bulunmaları çok olağandır ve değerlidir. Burada uyanık olunması gereken, özden asla ayrılmamaktır. Dini dosdoğru tutmak ve dinde ayrılığa geçit vermemektir. Dinin esası; ‘Elif Lam Mîm’ dir. Yani, ‘Yüce Allâh’tan Hz. Muhammed’e (sas) İslam’dır. Dinin esası, ‘Ha Mîm’dir. Yani, haber veren Hz. Muhammed’dir (sas).

İnsanlar dinlerini nasıl anlıyorsa, öylece yaşamalarına mani de yoktur. Herkes ne yaşamışsa, nihayetinde o yaşam hüküm gününe taşınacaktır. Kimse bir şeyleri kabule zorlanamaz. Yüce Allâh’ın dini konusunda, zaman içinde din ile ilgilenen kişilerin ana ödevi, tıpkı Hz. Muhammed’de (sas) olduğu gibi, Yüce Allâh’ın dininin, O’nun kitabının aynen tebliğidir. İnsanlar dinini okur, soruşturur, gerek görürse ilgili yayınlardan, düşüncelerden derinlemesine araştırmaya gider ve ne anladılar ise onu yaşarlar. Ama bazıları, Yüce Allâh’ın ‘Oku!’ (Alak, 96/1) emrini birileri okusun diye anladı ve kendilerini muhatap alan o emri din adamlarına havale etti.

Ya Rabbe’l-Alemin, yolun başında olduğumuzu hiç unutturma. Günahlarımıza farkındalık bağışla!

Yüce Allâh toplumlara elçilerini tayin ettiği gibi, elçilerin ilettiği haberlerle, toplumun mümin olanlarını işaretler. Yüce Allâh’ın dini zaman üstüdür. Yani Yüce Allâh’ın ayetleri, kıyamete kadar değerini korur. Bunlar şeriattır. Fakat insanların bu konulardaki ürünleri ölümsüz değildir. Değer yitirmesi kaçınılmazdır. Bunlara şeriat demek haddi aşmak olur. Zamanla, şartlar değiştikçe solmaları kaçınılmazdır.

6-Enam/159’uncu ayetinde Yüce Allâh, dinlerini parça parça edip gruplaşanlarla, Hz. Peygamberin (sas) hiçbir bağının olmadığını vurgulamaktadır. 19-Meryem/27 ayeti, aralarında anlaşmazlığa düşen gruplardan bahsetmektedir. 30-Rum/32 ayeti de dinlerini bölenlerin (dinde işine geleni dikkate alanların) fırkalaşma hastalığından bahseder.

Kendisi ilimde derinleşmiş, etrafına toplanan insanlara da dini öğretmeye çalışan bir kişi, farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda, farklı kültürlerde farklı düşünüşler, görüşler ortaya çıkabileceğini bilir. İnsan fıtratına ve zekasına daha uygun bir yorumla karşılaşıldığında, onun esas alınmasını tembihler. Vasiyeti ise, dinde ayrılıkçı olmamak için, daima kitaba bağlı kalınması, kendisinden sonra kendi adıyla anılan bir topluluğa izninin olmadığı şeklindedir.

Süreç içerisinde fırkalar kendi içlerinde bile çekiştikleri güç odaklarına evrildiler. Lüks arabaların, özel uçakların ve saray yaşamının İslami olmadığı apaçıktır. Bu kimseler bana hep içi çürük cevizi hatırlatırlar. Hz. İbrahim (as) kavmine, “Beni Yaratan, hidayete erdiren, beni yediren içiren, şifa veren, öldüren, dirilten, bağışlayan O’dur” (Şuara, 38/75-89) derken, Kur’ân’ın bu açık nassına karşılık söz konusu zevatın çoğu, sanki kendileri yaratıyor, kendileri rızık veriyor, kendileri hidayete erdiriyor kibrindedirler. Hz. İbrahim (as), bütün hikmetin membaı olarak Yüce Allâh’ı işaret ederken, bazı kifayetsiz tarikat önderleri hikmeti kendilerinde aramaktadırlar. Onların şatafatlı rütbeleri, makamları ve Arapçaları sakın sizi yanıltmasın. Hüküm gününde, bu tür muhteris sözde tarikat şeyhleri ve din adamları Cehennem’e sürüklenirlerken, çay ocağında geçimini kovalayan bir gariban onları ibretle izliyor olabilir.

Bu türden zevat, kendilerini çok önemli zannettiler. Gerçekten öyle olsalardı, makam, mevki, şöhret peşinde koşmazlardı. Yüce Allâh’ın sınırlarını korumak iddiasıyla zorbalığı bile hak olarak gördüler. İcatları olan şeytanlığa, dini kılıflar uydurdular. Onlar, ‘Kendisinden başka tapacak olmayan Yüce Allâh’tır’ dedikten sonra, yeryüzünde kulluk edecekleri putlar arayan şahsiyetsiz varlıklara dönüştüler. Hür düşünceyi tiksinti ile reddettiler. Herkesin, sadece kendileri gibi düşünmesi gereğine bağnazca ve fanatik bir şekilde sarıldılar. Farklı düşüncelere tahammülü öteledi ve reddettiler. Başka türlü düşünenleri düşman belleyip, onları ifnaya kilitlendiler.

Halbuki yüksek medeniyetler, farklı düşünebilenlerin gayretleri ile oluşan ürünlerdir. Baskıcı uygulamalar altındaki toplumların gelişemeyeceği, asla ilerleyemeyecekleri sosyolojik bir kesinliktir. Baskıcı bakış açıları, her yönü ile Kur’an’a aykırıdır. Kitabın, toplum yaşamı üzerine hakim kılmak istediği şeriat, insanların haklarına riayet etmek, teraziyi doğru tutmak ve adaletin muhafazasıdır. Yüce Allâh, zulmü, zorbalığı ve baskıyı toptan reddeder.

Kur’an, insanlığa eşitliği, özgürlüğü, adaleti öğütler. Kur’an’ın adalet ve doğruluk kavramları, şahısların, çeşitli zümrelerin çıkarlarına dokunsa da her değerin üzerindedir ve mutlak şekilde korunmalıdır. Karşınızdaki kişinin inançsız olması ya da başka dinden olması veya milliyeti, sizin adaletten şaşma nedeniniz olamaz. Adaletten taviz, meşruiyeti zedeler. Baskıcı unsurların hedefi, insanların doğal haklarının gasp edilmesi ve yok sayılmasıdır. Yüce Allâh’ın, “Dini dosdoğru tutun” (Şura, 42/13) emrini anlayamayan ve Yüce Allâh’a muhalefet edenler, bütün yaşamları ibadet üzere olsa dahi, hükümleri Vahid ve Kahhar Yüce Allâh’a kalmıştır.

Birtakım dar düşünceli, haris ve yeteneksiz din adamları, Yüce Allâh’ın dinini vasıta yaparak, üstünde esip gürleyecekleri göz alıcı tahtları olsun isterler. Böyle kimselerin, sözde toplumun huzuru ve düzeni için, sosyal yaşamı berhava etmelerine ve paraziter yaşamlarına Yüce Allâh razı olur mu? Elbette olmaz. Böyle kimselerin mazlumlara ve masumlara karşı kurdukları kötü tuzak, Yüce Allâh katında yok olmaya mahkumdur. Bu haktan döndürülmüş âlim müsveddelerindeki anlama problemi, hemen her konuda karşımıza çıkar. Bu perişan ruhlar, nefisleri için haramları helal kılarlar. Haramları kendilerinde hak gören sözde din adamları, içlerindeki vicdanı ve hâkimi katledenlerdir. Bu hayasızlıklar şayet başkaları tarafından işlense, bu defa en şiddetli kınayıcı kesilirler.

Allâh’ın dinde izin vermediğini kendilerine şeriat kılan ortakları mı var? Şüphesiz erteleme sözü olmasa hüküm verilmişti. Şüphesiz zalimlere acı bir azap vardır.” (Şura, 42/21)

 Sözde İslam Coğrafyası

 Görüş, düşünen insanın ürünüdür

 Uygarlıklar bilimin tezahürüdür

 İnsan olmalı fikri hür, vicdanı hür

 İnsan yapan, ifade özgürlüğüdür

 Âlim, bir âlim değil bin bir âlemdir

 En hakiki mürşidi ilimdir, fendir

 Dünyayı anlamayan kelamda şaşar

 Kelam insan içindir, kütüğü aşar

 Cahilin beyni, gözünün gördüğüdür

 Eylemleri zorbalıkla ördüğüdür

 Dilinde çağdaş uygarlık seviyesi

 Hırsızlıktır, sahte İslam gösterisi

La ilahe illAllâh diyen, Cennet’e girer.’ (Müslim, Kitabü’l- İman, 53)

Müminin yaşamı da onun söylemi gibi Kelime-i Tevhid’e uygun olmalıdır. “Allâh’tan başka ilah yoktur” söyleminin, dilden benliğe aktarılması, ancak Kur’an’ın gereği gibi anlaşılması ile olur. Dosdoğru olamadıkları sürece, dilleri kuruyuncaya kadar söyleseler, bayrak yapıp gölgesinde dursalar, umduklarına kavuşamazlar. 3-Ali İmran Suresi 18’inci ayeti, şehadet sahiplerinin Yüce Allâh, Melekler ve İlimde Derinleşenler olduğunu bildirir. Diğer insanların şehadeti, kendi akılları, yaşamları, Kur’an konusundaki gayretleri ve ilimde derinleşenlerin söylemlerinden alabildikleri kadardır.

Kızıldeniz’de boğulmadan hemen önce Yüce Allâh’a iman ettiğini dillendiren firavuna Kur’an’ın cevabı, onun bütün yaşamının isyan olduğu şeklindedir. Konu ile ilgili olarak, şeytan da şehadet etmiştir. Onun şehadetini geçersiz kılan, Adem’in çamurdan yaratıldığını söyleyerek Yüce Allâh’a secdeyi reddetmesidir. Lanetlenen ve ebedi azaba mahkum edilmiş şeytanın görmek istemediği, çamurdan yaratılmış olan insanın miracı yani onun yükselme dereceleridir.

İlahi güç, üzerinde yürünen topraktan, alemlere rahmeti halk eden kudrettir. İnsanın şehadetini geçersiz kılan, ona sunulan bu yükselme derecelerine sırtını dönmesidir. Böylece haktan uzaklaşırlar. İçine düştükleri kötülükler, gözlerine güzel görünür. Kötülüğü, kendilerine bir hak olarak görmeye başlarlar. Halbuki gerçek bir mümin, Yüce Allâh’tan sakınır. Her şart altında O’nun ‘Dosdoğru ol’ (Hud, 11/112) emrine uyar. Ucu ölüm olsa da O’nun yolundan ayrılmaz. Müminler haksızlıklar yaşasalar da asla haktan uzaklaşmazlar.

Derler ki, ‘Sayılı günler dışında ateş bize değmez.’ De ki, ‘Yüce Allâh katından bir söz mü aldınız?” (Bakara, 2/80)

 Kelime-i Tevhid

 Allâh şahittir, (Ali İmran, 3/18)

 O’ndan başka ilah yok

 Kimdir en büyük şahit ? (Enam, 6/19)

 O’dur en büyük şahit

 Şahidi peygamberin

 Sahibi ona vahyin

 O vahiyle uyaran

 Allâh’a tek yol Kur’an

 Kelime-i şehadet

 Okumak ve anlamak

 Anlamak ve yaşamak

 Gerisi nefes almak

 Her insan bir can taşır

 Can, Kur’an’la canlanır

 Eylemlerle nurlanır

 Canlar O’na ulaşır

 Yoksa her gün istersen

 Bin kez şehadet etsen

 Boşa akan su gibi

 Boşa, dünya ehliysen

İslam’ın tek şartı vardır. Yüce Allâh’ın razı olduğu kul olmak. Bu da ancak insanın dosdoğru olması ile mümkündür. İslam, ‘Ben Müslümanım’ diyenden, dosdoğru bir yaşam talep eder. Bu da yaptığınız işte ehliyet ve liyakat sahibi olmanız, ölçüyü-tartıyı doğru tutmanız ve kalben yönelişiniz ile mümkündür.

Yüce Allâh’a inanıyorsanız, O’nun istediği gibi bir insan olmak ve işlediklerinizden dolayı sorguya çekileceğinize dair inancınız, sizi O’nun istediği doğruluğa ve O’nun ahlâkî değerlerine taşır. O yaşam artık ibadettir. Din, o ibadetin kabul olması için mizandır. Mizan, ölçüdür, düzendir, ahenktir, üsluptur, adalettir. Mizan, indirilendir, gözetilendir, sürecek olandır.

Dosdoğru olmaya giden yolun şartları, ‘okumak’, okuduğunu ‘anlamak’, anladığını ‘içselleştirmektir.’Bu teorik öğretileri, bir yandan da yaşamla bütünleştirmeye çalışmaktır. Yaşamlar, bir turnusol kağıdı gibi gerçek kimliği açığa çıkarır. ‘Teorik bilgiyi uygulamaya koymak, içselleştirdiğini derinleştirmek, örnek olmak ve İslam’a davet ederek onu dosdoğru yaşatmaktır.

Söz edilen aşamalarda başarı, kişinin kendini o zemine nasıl hazırladığı ile ilgilidir. Örneğin, okuma ve anlama konusunda, matematik, mantık, felsefe vb. konularda kendinizi ne kadar geliştirdiğiniz önem taşır. Düzeyiniz ne ise, doğru olanı sezme ve kavrama yetiniz o kadar yüksek olur. Kur’an’ı okuyan bir âlim ise, kitap onun âlimliğini artırır, onu Yüce Allâh’a yakınlaştırır. Söylemleri Yüce Allâh bile olsa, Kur’an cahillerin ancak cehaletini yani sapkınlıklarını artırır (Bakara, 2/26).

Oku!” (Alak, 96/1) diye inen ilk ayetine rağmen, Kur’an şayet hakkını vererek okunmuyor, bunun yerine, ‘birileri okusun, onlar ne derse ben dinlerim’ anlayışı hüküm sürüyorsa, o zaman Yüce Allâh’ın dininin yerini, bazılarının pazarladığı masallar alır. Hurafelerden, batıllardan, hikayelerden ibaret, doğru yol ile alakası olmayan, uydurulmuş bir kurgu dini oluşur. Böyle toplumlar, artık düşünmeden biat eden toplumlardır. Akletmeyen, mücadele etmeyen, başlarına gelen belalar karşısında sessiz, suçu da kadere atan cehalet toplumları.

Kur’ânî bilgiden mahrum iseniz, İslam’ın şartları diye önünüze konan ritüeller, zaman içinde sürdürülen adetlere dönüşür. Namazlar yatıp kalkma, oruçlar bir süre için aç kalma haline gelir. Düşünceme göre, küçük yaşlardan itibaren İslam’ın şartları diye insanlara sunulacak hususlar, ancak inancı diri tutacak ritüellerdir ve bu durum aynı zamanda Kur’an’ın önerileridir. Bu ritüellerde gösteriş yapmaktan da şiddetle kaçınılmalıdır. Belli fasılalarla Yüce Allâh’a yöneliş, dini her zaman canlı ve taze kılar. O’nun namazla hatırlanması, kişiyi kötülüklerden uzak tutacaktır. Bu eylem idrak edilerek, teslim olunarak yapıldığında, toplumda kötülükler giderek azalır.

Kur’an’ın ilk kelimesi ve O’nun ilk emri, İslam’ın en öncelikli şartı, dosdoğru olmaya giden yolun başı ‘Oku’dur. Bu emirden anlaşılan, elbette öncelikle Kur’an’ın okunması ve anlaşılmasıdır. İslam’ın şartları dedikleri ritüeller, ancak kitabın okunması ve anlaşılması ile mana kazanır. Her rekatta okunan Fatiha Suresinin anlamının, çoğu farkında değildir. Mana olmayınca geriye bazı mırıldanmalar kalır. Böylelerinin maruz kaldıkları sözde eğitim, onların eleştirel düşünce, değerlendirme yeteneklerini köreltmiş, atalarının taklitçileri yapmıştır. Onlar mücadele yerine hayatı kenardan seyretmeyi yeğler. Bin yıldır geçmişin karanlık dehlizlerinde, kasvetli hayallerle, zamandan kopuk boğuşmaktadırlar.

Gerçekler birilerini rahatsız edecektir. Dini anladığını sanan bazı dar düşünceli, kısır bakışlı tarikat önderleri, şayet iyi niyetli olsalardı, eğitimi çağdaş bilimlerle donatmaya ve yetişenleri aydınlık, danışılan kişiler haline dönüştürmeye gayret ederlerdi. Ama böyle yapamazlar. Bu kimseler, eğer Yüce Allâh’ı ve O’nun dinini gerçekten anlamış olsalardı, hemen her konuda dünyevi görüş ve kararları bu derece adaletsiz, bu derece çağ dışı olmazdı. Onlar, toplumlardaki geriliklerin, çöküşlerin başlıca nedenidir. Benim nihai tavsiyem, eğer inanıyorsanız, yaşadığınız hayatın sorumluluğu konusunda Yüce Allâh’ın kitabı ve aklınız dışında başkalarından bir beklentiniz olmasın. İnsanın kurtuluşu bu kavuşma kadar kolay. Çünkü araya girip aklı çelen her şeyin kökeni, karanlık dehlizlerde sinsice bekleyen şeytana dayanır.

Kadercilik (Suçu Yüce Allâh’a Havale Etmek)

Yüce Allâh, zamandan ve zeminden münezzehtir. Yarattığı her varlık, mutlaka bir zamana ve bir zemine dahil olur. Tabi oldukları yasalar altında ve belirlenmiş bir süre için yaratılışları doğrultusunda görevlerini tamamlarlar. Yüce Allâh, hakkı ile alîmdir. Varlık aleminde ne varsa, o bir zerre bile olsa her halini daha o var olmadan bilir.

Yüce Allâh, davranışları ile kendilerini O’nun rahmetine taşıyan kullarını gözetir, onlara doğru yolu gösterir ve onları rahmetine alır. Gazabı ise, akılları gördükleri ile sınırlı, kendilerinden başkasını önemsemeyen, yaşamları da nefislerinden ibaret olanlar üzerinedir ve onların kendi zulümleri nedeniyledir.

Kulun hür iradesi ile faaliyeti, doğruluğuna inanarak yaptığı eylemlerdir. Kulların geçmişi de geleceği de Yüce Allâh’ın bilgisi dahilindedir. Yüce Allâh onların neyi, nasıl, ne zaman yapacaklarını bilir. Ama sorumluluk, yapmakla yapmamak arasında seçme hakkı, yani tercih edebilme özgürlüğü, kişilerin hür iradelerine aittir. Hayat denen sınırlı süre, mümin için kendini ve Yüce Allâh’ı tanıma ve bilme yolculuğudur. Okuduğunuz ve bağlı olduğunuz kitap ne olursa olsun, kendinizi nasıl tanımlarsanız tanımlayın, aslınız yani özünüz sizin davranışlarınızdır, yaşamınızdır. Sonunda kişi, o yaşam denen aynada kendisini seyreder, ne olduğunu apaçık şekilde anlar.

Er-Rahman ve Er-Rahim başta olmak üzere O’nun rahmet sıfatları akıldan çıkarılmamalıdır. O’nun bütün faaliyetleri de O’nun bu rahmet sıfatları ile beraberdir. Yüce Allâh asla zulmetmez. Gazabı ancak zulmedenler üzerinedir. Zorbalık ancak sınırı aşanların işidir (Bakara, 2/256). O’nun gazabı ise, “Allâh, aklını kullanmayanların üzerine bela yağdırır” (Yunus, 10/100) şeklinde beyan edilir.

Yüce Allâh’a Atılan İftiralar

1. Yeryüzünde işlenen zulümlere bakarak, ‘Hani Yüce Allâh nerede?’ diyenlere

Yüce Allâh, Adaletin ta Kendisidir. Yüce Allâh’ın insanlığa emri de adalettir. İnsanoğlu adaleti tesis etme konusunda yeterli donanımla yaratılmıştır. İnsanlar dünyada, yaşamları ile sınırlı bir süre hayat sürecektir. Yeryüzünde adaleti hakkı ile tesis edemeyen insanoğlu, herkese kazandığının tastamam ödeneceği o günde, O’nun adaletine apaçık şahit olacaktır.

2. Ülkelerinin sosyoekonomik görünümlerine bakarak neticeye ulaştığını zannedenlere

Ülkelerin sosyoekonomik görünümlerine bakarak dinler hakkında hükme varmak doğru değildir. Refah toplumları, ülkelerinde öncelikleri doğru saptama becerisine ve aklın gereğini yerine getirebilme kabiliyetine sahip olan toplumlardır.

3. Doğal afetleri Yüce Allâh’a yamama hatasına düşenlere

Tabiatın dengesinin korunması, çevresel faktörlerin sürdürülebilirliği ve olabilecek doğal afetler karşısında tedbirli ve öngörülü olma gibi hususlar bütünüyle insanın sorumluluğundadır. İnsanın az bir dünyalık uğruna belayı davet edercesine umursamazlığı, sorumluluklarını görmezden gelerek önlem almak yerine doğal afetleri felaketlere dönüştürmesi insanın neden olduğu yıkımlardır. İndirilen kitaba rağmen, insan kaynaklı felaketlere, Yüce Allâh katından takdir edilmiş bir kader demek, müfterilerin ve zorbaların Yüce Allâh’a iftira atmasıdır.

Yüce Allâh, elbette olacakları ezelden bilir ve elbette doğa olayları Yüce Allâh katındandır. Ancak doğal olayların çevresel felaketlere dönüşmesinin sebebi insandır. 42-Şura Suresi 30 ve 48’inci ayetleri, insanların başlarına gelen her musibetin her kötülüğün yalnız onların kendi elleriyle kazandıkları yüzünden olduğunu açıkça bildiren Kur’an ayetleridir.

‘Madem her şey O’ndan, musibetler de O’nun katından mı?’ mırıltılarını duyar gibiyim. Aklın gereği yapılmıyor, ‘mış’ gibi yapılıyor, sorumluluklar sürüncemede bırakılıyorsa yaşanacak bedeller de ağır olur. Evet! Musibetler de O’ndandır. Bela sahiplerinin umursamazlıkları, nihayetinde onları geri dönülmez bir raddeye taşır. Hak etmemiş olsalardı, Yüce Allâh buna mani olurdu. O kadar lakayt davrandılar ki fazlasıyla hak ettiler. Doğru olanı yapmak fedakarlık ister, irade ister, gayret ister. Onlar arkalarını döndüler. Görmezden geldiler. Yok saydılar. Akıl etmediler. İhmaller zincirinin sonu alevli ateştir.

Sırat köprüsü de, dünyada yaşarken yukarıda örnekleri sunulan Cehennem çukurlarına düşmemektir. Yanılabileceğini düşünmeyip, yanılgıda sebat eden ve böylece batıla kulluk edenlere yazık. Yanılgılar saymakla bitmez. Konuyu bir ayet-i kerime ile kapatıyorum:

Yine de yüz çevirirlerse, sana düşen apaçık bir tebliğdir!” (Nahl, 16/82)

Ortaya konan değerler ancak niyetlere göredir.” (Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmare, 155; Ebu Davud, Talak, 11)

Açıklama:

Hulusi kalpler, halis niyetler üretir. Ortaya konacak eylemlerin yönü, niyetlere bağlıdır. Haramı ve helali bilmek yetmez. Haramı bildiği halde tamah edenlerin günahları daha büyüktür. Empati sahipleri, dini yalnız Yüce Allâh’a has kılarlar ve O’ndan sakınırlar. Akılda bozukluk, kalpte bozukluk demektir. Kalp bozuksa, gerisi bozuktur. Mana yoktur, niyetler kötüdür, eylemler de yok hükmündedir.

Kavrayamama, her şeyi biliyorum sanan, her şeyi kendine hak gören kibir sahiplerinin fetvaları, mahkemeleri, askerleri, irşat devriyeleri, gizli polisleri demektir. Onlar her pisliği yapar, sonra da yaptıklarına Yüce Allâh’ın Emri derler.

Ceza Hükümleri

Kur’an’da hüküm ayetleri daha ziyade Medine döneminde, farklı görüşlere sahip kabilelerden oluşan şehir halkını asayiş içerisinde sevk ve idare ve Hz. Peygambere (sas) danışılan konular ve adalet istenen olaylar hakkında kitabın hükümleridir. İlke ve kurallarla huzurun temini ve toplumun korunması hedeflenir. Amaç, adaletin, malın, canın, ırzın, toplum ve ailenin korunmasıdır.

Kur’an insanlık için bir manifesto, Allâh’tan korkup sakınanlar için ise bir öğüttür.” (Ali İmran, 3/138)

Böylece Kur’an, insan ve onun içinde yaşadığı toplumda huzuru temin edecek uyarılar yanında yönelen müminler için de vadedilen ebedi yaşama en doğru kılavuzdur. Bu öğütleri benimsemiş müminler hiç kimseye en ufak bir zarar vermek istemezler. İman ve Yüce Allâh’a yöneliş, müminin nefsini kontrol altına almasını gerektirir. Nefsin kontrolü, insanın ihtiraslarını, onun tamah etmesini sınırlar, aklın kötülük yönünü örter, böylece suça mani olur. Yüce Allâh’ı dikkate alma özelliği nedeni ile mümin, bile isteye kötülük yapmaz.

Müminde aklın kötülük yönü, karşılaşacağı zararlarla ilgili öngörü içindir. Mümin adalet üzere eyler. Onun kötülükle ilgisi yoktur. Müminin duası da, ‘Yüce Allâhım bunların kötülüklerine bakıp da beni şaşırtma’ ya da ‘Sabır ver, dayanma gücü ver’ diyedir. Hz. Peygamberin (sas), ‘Ölmeden önce ölünüz’ (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:29) hadisi, kötülük yapma, zarar verme dürtülerinin akıldan silinmesi ile ilgilidir. 89-Fecr Suresi 27 ve 28’inci ayetler; “Ey huzura ermiş nefis Rabbine dön, sen O’ndan razı, O senden razı’ (Fecr, 89/28) şeklindedir. Bu ayet-i kerimelerde beyan edilen huzura ermiş nefis, Yüce Allâh’a yönelmiş, O’ndan başka tanımayan, eylemleri de daima iyilik üzere olan nefistir.

Nefsine söz geçiremeyenler için ise çare olarak, ceza hükümleri devreye girer. Verilen cezalar, son çare olarak uygulanır. Bu cezaların caydırıcılığı ile, toplumda suçun yaygın hale gelmesi önlenmiş olur. İspat süreci ile şartları gerçekleşmiş, şüphe barındırmayacak şekilde sabit olan suçlara ait uygun olan ceza, kamu otoritesi tarafından infaz edilir. Artık toplumun korunması dışında başkaca bir değer dikkate alınmaz.

Ancak kim işlediği bu zulümden sonra tövbe eder ve düzelirse, Allâh onun tövbesini kabul eder.” (Maide, 5/39)

Eğer Allâh, yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı yeryüzünde insan bırakmazdı. Yüce Allâh insanları belirlenmiş bir süreye kadar erteler.” (Fatır, 35/45)

Yukarıda beyan edilen ayetlere göre, mağdur veya yakınlarının rızası da gözetilerek, suçlunun etkin pişmanlığına, suçun ikinci kez işlenmeyeceğine dair kanaati ile hakim, suçun tekrarı halinde sanığın alacağı cezayı açıkça yüzüne okuyarak, hükmün ertelenmesi yolunda karar verebilir.

Cezaların ağırlığı konusunda, çağ dışı ya da insanlık dışı vb. değerlendirmelerde bulunanlara da diyeceğim şudur. Hz. Peygamber (sas), karşılaştığı türlü zorluklara rağmen, İslam’ın temellerini sapasağlam hazırladı. Alınacak ceza apaçık ortada dururken, ceza ile göreceği zararı göze alabilen kişi, adalete, o adaletin koruması altındaki topluma, mağdura ve kendi benliğine kast etmektedir. Bir insan bilerek kendisini onuncu kattan boşluğa bırakır mı?

Bugün dünyada sözde özgürlükler adına, uyuşturucu, alkol, kumar, hırsızlık, sahtekarlık, fuhuş vb. gündelik olağan olaylara dönüşmüş, kanıksanmış, yayılarak toplumsal yapıyı tehdit eden kanser odakları haline gelmiştir. Suçun bedeli, benzer şekilde bir cezadır. Adaletin tecellisinde görmezden gelme, hoş görme olamaz. Cezasız kalan suçun bedelini toplum ödeyecektir. Böyle bir tabloda, şüphesiz ilgili otorite paydaştır.

Toplumlar gelişip büyüdükçe sorunlar çeşitlenerek artmış, bu konularda izlenecek yol ve nasıl düşünülmesi gerektiğini bildiren Kur’an yasaları ile, baş edilebilir sınırların ötesine taşmıştır. Konu ile ilgili doldurulması gereken boşluklar, aslında Yüce Allâh’ın insanı yeter akıl seviyesinde yaratması ile ilgilidir.

Kur’an’da bildirilen yasalar, günümüz toplumlarında karşılaşılan her türlü problemin çözümü için pek yeterli görünmüyor olsa da, bu ayetlerin indiği şartların ve ortaya çıkacak hikmetlerin doğru anlaşılması, hukukçular için İslami ana kaideleri anlama ve buradan bir vizyon üretme bakımından önem taşır.

Kötülüğün karşılığı yine onun benzeri olan bir cezadır. Kim affeder barışırsa onun mükafatı Allâh’a aittir.” (Şura, 42/40)

Bu ayet-i kerime, ‘kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma’ düsturunu hatırlatmaktadır. Hemhal olma yeteneği, bir müminin olmazsa olmaz özelliğidir.

Aklın gereği olan, ‘toplumsal yaşamda huzurun temeli adalettir’ ilkesi, Kur’an’a göre de böyledir. Çünkü Yüce Allâh, adaleti emretmektedir. Adaletin simgesi olan terazi, aklı, doğruluğu ve ölçülü olmayı çağrıştırır. Terazinin bu değerleri toplumda ne kadar gelişmişse, o toplum o kadar huzurlu olacaktır. Paranın başlıca değer haline geldiği ve yükselen refah seviyesinin neden olduğu taşkınlıklar, aklı önceleyen bilgi toplumlarını dejenere oldukları bir tabloya sürüklemektedir. İfade özgürlüğünün ve bilimin geri planlara atıldığı, aklın yanı sıra vicdanın da askıya alındığı, kaynakların saltanata, debdebe ve şatafata aktarıldığı coğrafyalarda, ne insanlıktan ne de insanca yaşamdan söz edilemez.

Kur’an, insanlara sunulan büyülü rüyalarla aldatmaya dayalı planlar yerine, onun yaradılış fıtratı olan akıl ve güzel ahlâka uyanış kapılarını aralar. Kur’an, insanda sadece hür aklı öne almakla kalmaz. Öğretisi olan itibar, edep ve vicdani değerlerle, onu İlahi rıza boyutu olan İslam’a taşır. Toplumun erdem, edep, merhamet gibi değerler üzerinde yükselişi, inanmış ve bu değerleri benimsemiş kişilerin çoğalması ile sağlanabilir. Yüce Allâh’ı her değerin üzerinde bilen, O’nun hüküm gününe inanan, doğru olmaya çalışan, Yüce Allâh’tan sakınan, kötülüklerden uzak duran, fenalıklara engel olan, hoşgörülü, affedici, ölçüyü ve tartıyı doğru tutan, herkese önce insan gözü ile bakıp, onları anlama çabasında olan empati sahipleri, bir liyakat ve huzur toplumunun önünü açacak yüksek değerlerdir.

Günümüzde söylemleri ne olursa olsun, inandıkları dinleri için de ne derlerse desinler, hangi ilahileri söylerlerse söylesinler, çoğu dünya toplumlarının yegane tapıncı, güç ve onları o güce ulaştırdığına inandıkları paradır. Para konusunda ölçüyü kaçırmak, parayı yegane amaç haline getirmek, onları şeytana taşımaktadır. Salt ticari bakış açısı ve paraya olan tamahları ile, onların dünyaları kirlenmiş, ahiretleri de heba olmuştur. Yaşama amaçları para olanlar, doğru yoldan çıkmıştır. Sadece paraya itibar eden ve onu her değerin üzerinde gören zihniyetler ve onların dinleri, vicdanları üzerinde bir teskin edici ya da uyuşturucu gibidir. Sevgileri tükenmiş, güven ve haysiyetleri yüzeysel hale gelmiş, inandıklarını iddia ettikleri değerler de tartışılır olmuştur.

Kur’an, öncelikle suça giden zemini ortadan kaldırmaya çalışır.

25-Furkan 63. ayetinde; müminlerin alçak gönüllü davrandıkları ve cahillerin attığı laflara da ‘Selam’ deyip geçtikleri belirtilir. Ayet-i kerimede, “İyilikle kötülük bir değildir. Sen kötülüğü en güzel şekilde uzaklaştır. O zaman sana düşman olan sanki sıcak bir dost oluverir” (Fussilet, 41/34) diye öğüt verilmektedir. Görüldüğü üzere İslam’ın hemen her konudaki tavsiyesi, hoşgörü, uzlaşma, ölçülü olma ve orta yoldur.

İslam’ın zekat, infak gibi müesseseleri, toplumda sosyal adaleti temin ederek, ekonomik nedenli suçlara mani olmaya çalışır. 24-Nur Suresi 30 ve 31’inci ayet-i kerimelerde, gözlerin haramdan sakınılması ve bakışların kısılması emri, zinaya girilecek yola engel olur. İslamiyet’te alkol ve benzeri uyuşturucular da haram kılınmış, böylece insanın bir zafiyet anında suça düşmesi önlenmeye çalışılmıştır. Kur’an, içki, falcılık, şans oyunları gibi işleri de şeytan işi pislik olarak niteler ve ahiret kurtuluşu için bunlardan uzak durulmasını öğütler.

Kur’an’ın başlıca mücadele konusu, kötülüklerin kaynağı cehalet iledir. Birçok ayeti ile, insanları akıllarını kullanmaya, düşünmeye, ibret almaya, sabırlı olmaya, öfkelerini kontrole, fevri davranışlarını yenmeye çağırır. “Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) “Hiç kör olanla gören bir olur mu?” (Enam, 6/50) gibi ayet-i kerimeleri ile Kur’an, bilgili, liyakatli, düşünen, görüş üreten ve eğitimli bir toplumu hedefler.

Anlaşılmakta zorlanan bir konu da sabahtan akşama bir toplumun değişmeyeceği gerçeğidir. Emeklemeye başlayan bir bebekten maraton koşması, ilkokula giden öğrenciden ağır konularda fikir üretmesi ya da zorlu problemleri çözmesi beklenemeyeceği gibi, inen ayetlerle toplumun bir günde melekleşmesi de beklenemez. Bu bakımdan bazı konularla ilgili Kur’an ayetleri, sosyolojiyi de dikkate alarak toplumda tedrici iyileşmeyi gözetir. Yani Kur’an, doğru yoldaki ilk adımlar için size temel bilgileri sunar. Gerisi insana kalmıştır. Tedrici iyileşme konusunda namaz, oruç, zina, alkol, kölelik, cariyelik, kadın hakları vb. sayılabilir. Sürece tabi konuların tamamında Kur’an, nihai olarak ve değişmez bir şekilde herkes için insana yaraşır bir yaşamı hedefler. Kur’an’ın insanoğlu üzerine arzusu, insanın insana çok gördüğü insanca yaşam hakkına kavuşmasıdır.

İnşaAllâh, ÜMMÜ’L AHİD II ile devam edecek..

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları yazarlarına ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

ÜMMÜ’L-AHİD I” için bir yorum

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.