Musa Kâzım GÜLÇÜR
1 Receb 1447
1 Ocak 2025 Çarşamba
Öz

Surenin önceki fasıllarında, insanın adının dahi anılmadığı çok uzun bir süre geçtikten sonra, Yüce Allâh tarafından yüksek donanımlı bir şekilde yaratıldığı haber verilmişti. Arkasından, Cenâb-ı Allâh’ın bir hikmete dayalı olarak yaptığı sınamada, insanların şükür ya da küfür yolundan birisini seçme özgürlüğü ile baş başa bırakıldıkları açıklanmıştı. Daha sonra tek bir ayette, kötülerin kendi seçimlerinin istenmeyen sonuçları ile yüzleşecekleri açıklanmış, iyi kimselerin (ebrâr) çok büyük mükafatlarla karşılaşacakları ise ayrıntılı bir şekilde beyan buyurulmuştu.
İnsan Suresi’nin bu üçüncü kısmında, başta Kur’ân-ı Kerîm’in 23 yıllık süre içerisinde peyderpey indirilmesi, günahkârlara ve nankörlere itaat edilmemesi hususları ayrıntılandırılmaktadır. Arkasından beş vakit namaz ile teheccüd namazlarının önemine vurgu yapılmaktadır. Daha sonra, dünyevileşme tehlikesine dikkat çekilmekte, en güzel öğüt olan Kur’ân-ı Kerîm’e, meşîet-i ilâhiyeye ve Rab Teâlâ Hazretlerinin dilediklerini rahmetine alması hususlarına değinilmektedir.
Şimdi, bu hususlar ile ilgili ayrıntılara temas etmeye çalışacağız.
Abstract
Surah Al-Insan, in its previous two sections, after a long period when its name was not mentioned, had announced that mankind was created by Allâh Almighty with high equipment. Following this, it was explained that in the test that Allâh Almighty carried out based on wisdom, humans were left alone with the freedom to choose either the path of gratitude or disbelief. Then, in a verse, it explained that the wicked would face the unwanted consequences of their own choices, and it declared in detail that good people would encounter great rewards.
In this third section of Surah Al-Insan, the gradual revelation of the Holy Quran over 23 years, as well as the non-compliance of sinners and ungrateful people, is detailed. Following this, the importance of the five daily prayers and the Tahajjud prayer (late-night prayer performed after the Isha prayer and before the Fajr prayer) is emphasized. The dangers of worldliness are pointed out, and the most beautiful advice, the Holy Quran, the divine will, and the fact that the Lord Almighty takes those whom he wishes into his mercy.
İçindekiler
Kur’ân-ı Kerîm’in Peyderpey İndirilmesi ya da Tencîmi
Kur’ân-ı Kerîm’in Tencîmi ile Hz. Peygamber’in (sas) Kalbinin Güçlendirilmesi
Kur’ân-ı Kerîm’in 23 Yıllık Tencîmindeki Bazı Hikmetler
Sabır Donanımı, Günahkârlara ve İnançsız Nankörlere Boyun Eğmeme
Namazların Beş Vakte Tahsisinin Hikmetleri
Ahiret Hayatını Önemsemeyip Sadece Dünya Hayatını Sevmedeki Tehlike
Eskilerin Yerine Yeni Varlıkların Getirilmesi Ya da Yaratılması
Kur’ân-ı Kerîm’in Bir Öğüt Olması
Yüce Allâh’ın Dilediğini Rahmetine Alması
Kur’ân-ı Kerîm’in Peyderpey İndirilmesi ya da Tencîmi
(اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ تَنْزٖيلًا)
‘Gerçekten Biz bu Kur’an’ı, sana safha safha indirdik.’ (İnsan, 76/23)

Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’e (sas) ilk defa Hira Mağarası’nda indirilmeye başlanmış ve 23 yıllık bir süreçte tamamlanmıştır. Kur’an’ın teşekkül süreci, Mekke döneminde yaklaşık 13 yıl, Medine döneminde ise 10 yıl kadar sürmüştür. Kur’an-ı Kerîm’in tamamının bir defada değil, ayetler halinde ayrı ayrı zamanlarda gelmesi, Yüce Allâh’ın hikmeti ve insanların anlayışına uygun bir şekle getirilmesi ile ilgilidir.
Ayet-i kerimede geçen ‘tenzîl’ kelimesi, Kur’an’ın peyderpey indirilişini ifade etmektedir. Bu peyderpey indirilişin literatürdeki diğer bir adı ‘tencîm’dir. ‘Tencîmü’l-Kur’ân’, ‘tenzîlü’l-Kur’ân’ tamlaması ile eş anlamlıdır. Erken dönem tefsirlerde, ‘tencîm’ ve ‘müneccemen’ ifadeleri yerine, daha çok ‘müferrakan / kısım kısım’ (مُفَرَّقاً) ya da ‘müteferrekan / kısımlar halinde’ (مُتَفَرَّقاً) kelimeleri tercih edilmiştir. 23 senelik tüm vahiy süreci, tencîmin kelime anlamıyla bizatihi kendisidir.
‘Tencîm’ kelimesi, ‘ne-ce-me’ (نَجَمَ) kökünden olup, yıldızların doğuşu için de kullanılmaktadır. İbn Abbas’a (ra) göre, Yüce Allâh’ın (فَلَا اُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ) ‘Hayır, nücûmun (kısım kısım inen ayetlerin) mevkilerine (iniş zamanlarına) yemin ederim’ (Vâkıa, 56/75) buyruğundaki ‘nücûm’ kelimesi, ‘kısım kısım inen ayetler’ demektir. Devamla gelen, ‘Eğer bilirseniz, bu gerçekten çok büyük bir yemindir. O elbette şerefli Kur’an’dır’ (Vâkıa, 56/76-77) ayet-i kerimeleri bu hususu anlatmaktadır.[1]
Kur’ân-ı Kerîm’in 23 yıllık süre içerisinde ayet ayet indirilmesinin temel sebepleri arasında, insanların anlayışına uygunluğun gözetilmiş olması vardır. Dolayısı ile Kur’an-ı Kerîm, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlara uygun bir şekilde, ayrı ayrı zamanlarda ve ayet ayet gelmiştir. Bu süreç, hem nüzul toplumundaki müminlerin hem de daha sonra kıyamete kadar gelecek Müslümanların, Yüce Allâh’ın mesajını daha iyi kavramalarına ve anlamalarına imkan tanımıştır.
Ayet-i kerimelerin yirmi üç yıllık süre içerisinde kısım kısım ve olaylara göre gelmesi, nüzul toplumunun doğru yönlendirilmesini sağlamış, toplumsal değişimi ve dönüşümü kolaylaştırmıştır. Bu sürecin planlaması, bütünüyle Yüce Allâh’ın hikmeti ile örgülenmiş, sahabe toplumunun ve daha sonraki Müslümanların öğrenme ve anlama süreçlerine uygun bir şekilde gerçekleşmiştir. Böylece dini emir ve yasaklar daha kolay anlaşılmış, Yüce Allâh’ın mesajı daha iyi kavranmıştır.
Bu sebeple diyebiliriz ki, ayet-i kerimelerin belirli bir süreç içerisinde ve yaşanan olaylara göre gelmesi, toplumsal ve bireysel ihtiyaçlara cevap verme amacını taşımıştır. Bu sayede Kur’an’ın mesajı, her dönemde ve her durumda insanlara aydınlık bir rehber olagelmiştir.
Müminlerin Annesi Hz. Âişe (r. anhâ), Kur’an’ın Resulullah’a (sas) peyderpey indirilmesinin, insanların İslâm’a yavaş yavaş ısındırılması hikmetine bağlı olduğunu söylemektedir.[2] Böyle olmasaydı veya önce yasaklayıcı hükümler gelseydi, insanların İslâmiyet’i benimsemesinde sıkıntıların yaşanacağı açıktır.
Kur’ân-ı Kerîm’in Tencîmi ve Kıssalar ile Hz. Peygamber’in (sas) Kalbinin Güçlendirilmesi

Kur’ân-ı Kerîm’in tencîmi hususunu, Furkan Suresi’ndeki şu ayet-i kerime özellikle Hz. Peygamber (sas) açısından ayrıntılandırmakta, Kur’ân-ı Kerîm’in fasılalı inişine farklı ve daha derin bir anlam katmaktadır:
وَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَوْلَا نُزِّلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ جُمْلَةً وَاحِدَةً كَذٰلِكَ لِنُثَبِّتَ بِهٖ فُؤَادَكَ وَرَتَّلْنَاهُ تَرْتٖيلًا
‘İnkâr edenler, ‘Bu Kur’an, ona bir defada indirilmeli değil miydi?’ dediler. Biz, senin kalbini güçlendirmek için (böyle pasajlar halinde indirdik ve) onu tane tane okuduk.’ (Furkan, 25/32)
Bu ayet-i kerimede, Kur’an-ı Kerîm’in aşamalı vahiy yoluyla indirilmesi, Hz. Peygamber’in (sas) ‘kalbinin güçlendirilmesi’ ile ilişkilendirilmektedir. Dolayısı ile ayet-i kerime mantukunca, Kur’ân-ı Kerîm’in ayet ayet indirilmesi, Hz. Muhammed’in (sas) Müslümanlar için üsve-i hasene olmasında ve İslam toplumuna rehberliğinin daha güçlü hale getirilmesinde doğrudan etkili olmuştur. Nebi’nin (sas), vahyin fasılalı inişi ile ‘kalbinin güçlendirilmesi’, ilahi rehberliğin birinci derecedeki muhatabı ve kaynağı olmasından, toplumu Yüce Allâh’tan aldığı vahiyler ile doğrudan yönlendirmesinden dolayıdır. Böyle bir kalp güçlendirmesi gerçekleşmeseydi, toplumu değiştirmede, dönüştürmede ve onları örneklikle yönlendirmede yeterlilik konusunda problemler ortaya çıkabilecekti. Ancak bilindiği üzere, Hz. Peygamber (sas) toplumun en amisinden en kültürlü ve karakterli olanına kadar geniş bir yelpazede görev yapmış, bu görevi esnasında hiçbir şikayeti olmamış, peygamberlik görevini en kâmil bir tarzda tamamlamıştı.
Aslında inkar edenlerin dertleri, Kur’ân-ı Kerîm’in bir defada indirilmesi de değildir. Kur’ân-ı Kerîm şayet onların istediği gibi bir defada indirilmiş olsaydı, inkarlarında yine devam edeceklerdi. Kur’ân-ı Kerîm, inkarcıların bu yerleşik bilişsel çelişkilerine, bir başka ayet-i kerimede şöyle işaret etmektedir:
وَلَوْ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَابًا فٖى قِرْطَاسٍ فَلَمَسُوهُ بِاَيْدٖيهِمْ لَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا اِنْ هٰذَا اِلَّا سِحْرٌ مُبٖينٌ
‘Eğer (Ey Nebi Muhammed), sana kâğıda yazılmış (bütün halde ve tam) bir kitabı (tek celsede) indirseydik, onlar da elleriyle o kitaba dokunsalardı, o inkâr edenler yine, ‘Bu, apaçık büyüden başka bir şey değildir’ diyeceklerdi.’ (Enam, 6/7)
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm muhtevasında yer verdiği peygamberân-ı izâm (ase) hazerâtına ait kıssaları nakletmesi gerekçesini de benzer şekilde Hz. Peygamber’in (sas) ‘kalbini güçlendirme’ ile ilişkilendirmektedir. Bu hususu beyan buyurduğu ayet-i kerime şöyledir:
وَكُلًّا نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْبَاءِ الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِهٖ فُؤَادَكَ
‘Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini (tatmin edeceğimiz ve) güçlendireceğimiz her çeşidini sana kıssa olarak anlatıyoruz.’ (Hud, 11/120)
Bu ayet-i kerime, Kur’an-ı Kerîm’in hem bir ibadet kitabı hem de naklettiği kıssalar itibarı ile, insanlığa yol gösteren, öğreten ve teselli sunan bir rehber olduğunu vurgulamaktadır. Kur’an-ı Kerîm, geçmiş peygamberlerin hayatlarında yaşadıkları zorlu hadiseleri, onların destansı mücadelelerini, yüksek takvalarını, davalarındaki samimiyetleri ile ulaştırıldıkları parmak ısırtan başarılarını ve Yüce Allah’a olan çok yüksek bağlılıklarını kıssalar halinde nakletmekte, anlatmaktadır.
Bu ayet-i kerime, Şanı Yüce Nebi’nin (sas) peygamberlik görevini yerine getirirken karşılaştığı zorluklar, eleştiriler ve engeller karşısında, kalbinin rahatlatılması ve güçlendirilmesi için, geçmiş peygamberlerin örneklerinin kendisine kıssalar halinde sunulduğunu, cesaret, sabır, azim ve Yüce Allah’a güveninin sarsılmazlığını artırmak için birer örnek teşkil ettiğini vurgulamaktadır. Ayrıca, peygamberlik yolculuğunda yalnız olmadığını, geçmiş peygamberlerin de benzer zorluklarla karşılaştığını, Yüce Allah’ın onları yardımları ile desteklediğini, insanların imanlarını güçlendirmek, sabır ve azimlerini artırmak ve Yüce Allah’a olan güvenlerini pekiştirmek için kendisinin de bu yönde bir örnek olduğunu vurgulamaktadır.
Ayet-i kerimedeki hitap, öncelikle Şanı Yüce Nebi’ye (sas), sonra da dereceleri itibarı ile bütün Müslümanlaradır. Ayet-i kerime, peygamber kıssalarının insanlara hayatın her alanında yol gösteren, öğreten ve teselli veren bir rehber olduğunu, Yüce Allah’a olan inançlarını güçlendirmek, sabır ve azimlerini korumak ve hayatın zorluklarına karşı dirençli olmalarını sağlamak için birer örnek teşkil ettiğini vurgulamaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’in aşamalı vahiy şeklinde indirilmesi ile ilgili bir diğer ayet-i kerimede, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
وَقُرْاٰنًا فَرَقْنَاهُ لِتَقْرَاَهُ عَلَى النَّاسِ عَلٰى مُكْثٍ وَنَزَّلْنَاهُ تَنْزٖيلًا
‘Kur’an’ı, insanlara ağır ağır okuman için, bölümlere ayırdık ve onu kısım kısım indirdik.’ (İsrâ, 17/106)
Kur’an-ı Kerîm’in aşamalı indirilmesi, Hz. Peygamber’e (sas) ilahi hükümleri fetâneti ve basîreti ile yorumlayabilmesi ve uygulayabilmesi imkanını vermiştir. Böylece, toplumsal sorunlara kalıcı çözümler bulunmuş ve yeni durumlar başarı ile yönetilmiştir.
Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerîm ayetleri, kıyamete kadar toplumsal değişim süreçlerine yön veren aydınlık bir rehberdir. Dini ve ahlâkî anlamlarda bütün Müslüman toplumlardaki değişimlerin lideri de hiç şüphesiz Hz. Peygamber’dir (sas). Ceste ceste gelen ayet-i kerimeler ile, hem nüzul toplumunun hem de daha sonraki nesillerin dini ve ahlâkî yeni bir hayat tarzına geçiş süreçlerinde, Hz. Peygamber (sas) en güzel şekilde liderlik fonksiyonunu icra etmeye devam etmiş ve edecektir.
Hz. Peygamber (sas), aynı zamanda ilahi hukukun da en önde gelen mümessilidir. Hz. Peygamber (sas), hem kendi asrının hem de daha sonra gelecek Müslüman toplumların istikamette kalabilmelerinde ve doğru fiilleri işleyebilmelerinde muharrik güç olabilmesi için, aşamalı bir şekilde gelen vahiyler ile olağanüstü bir tarzda desteklenmiştir. ‘Kalbinin güçlendirilmesi’ şeklinde gelen bu ilahi destek, O’nun (sas) toplumsal sorunlara eşsiz çözümler bulmasında ve adaleti en yüksek seviyede gerçekleştirmesinde çok büyük bir rol oynamıştır.
Kur’an-ı Kerîm’in aşamalı vahiy yoluyla indirilmesi, Hz. Peygamber’in (sas) eşsiz liderliğini ve aydınlık veren rehberliğini tarsîn etmiş, O’nu (sas) güneş gibi aydınlatan bir ışık kaynağı, toplumsal pozitif değişimlerin mucizevi lideri ve ilahi hukukun en öndeki icracısı ve temsilcisi konumuna getirmiştir. Bu icra ve temsil, asırları aydınlatan görkemli İslam toplumlarının oluşumunda ve mucizevi gelişimlerinde önemli bir etki yapmış, elan yapmaya da devam etmektedir.
Kademeli vahiy süreci, Hz. Peygamberin (sas) nübüvvet davasının ispatında da önemli bir unsur olmuştur. Ceste ceste aldığı vahiyler ile, kıyamete kadar gerçekleşecek örnek rehberliği ve Kur’ân-ı Kerîm’in yegane yorumcusu özelliği güçlendirilmiş, vazifesini bihakkın ifa ederek insanları hidayete iletmiş ve iletmeye devam etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in 23 Yıllık Tencîmindeki Bazı Hikmetler

Kur’ân-ı Kerîm, bireylerin ve toplumların ahlâkî ve manevî dönüşümlerini sağlamak için aşamalı bir yöntem izlemiştir. Bu duruma İslamî literatürde tencîm, tedrîcîlik ya da kademelilik demekteyiz. Örneğin, alkol ve faiz yasağı gibi emirler, kademeli olarak ilerletilmiş, ilâhî irade Kur’ânî toplumun yüksek seviyede eğitilmesine ve bilinçli ahlâkî dönüşümlerine izin vermiştir.
‘Biz onu (Kur’an’ı) tane tane okuduk’ (Furkan, 25/32), ‘Biz Kur’an’ı, sana safha safha indirdik.’ (İnsan, 76/23), ‘Biz, onu (Kur’an’ı), insanlara ağır ağır okuman için, bölümlere ayırdık ve onu kısım kısım indirdik.’ (İsrâ, 17/106) ayet-i kerimelerinde beyan buyurulduğu üzere, toplumda istenen değişimlerin gerçekleştirilebilmesi için, Kur’ân-ı Kerîm’in ceste ceste indirilmesi yani tencîm, tedrîcîlik ya da kademelilik gerekli bir haldi. Çünkü bütün emir ve yasakların, cezaların ve yükümlülüklerin bir anda uygulamaya alınmasını, hiçbir toplumun kaldıramayacağı açıktır.
Nüzul toplumunda yüzyıllardır derin kök salmış, uzun süredir var olan gelenekleri ve kuralları değiştirmek, gerçekten zorlu ve karmaşık bir süreçti. Çünkü yanlış bile olsa, örf, adet ve gelenekler, nüzul toplumu için hala önemliydi. Bu yerleşik gelenekler, kültürel, sosyal ve duygusal değerlere sahipti. Dolayısı ile ani ve bütünlüklü bir değişim, birçok birey için potansiyel olarak rahatsız edici ve huzursuzluk verici olacaktı. Çünkü insan doğası, ani değişimlere direnme eğiliminde olup, zamanla uyum sağlamaya ve kabule imkan tanıyan kademeli geçişleri tercih etmektedir.
Bu nedenle, yanlış ama köklü geleneklere yönelik değişiklikler icra edilirken, sürecin hassasiyet, anlayış ve bireyler üzerinde olabilecek derin etkilerinin farkında olarak ele alınması önemliydi. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerîm, yirmi üç yıl gibi bir zaman diliminde, safhalar halinde gelmiş, ağır ağır okunarak, öncelikle nazil olduğu toplumun hakikatleri anlaması ve özümsemesi gerçekleştirilmiştir.
Kur’an-ı Kerîm’in kademeli olarak indirilmesinin, İslam hukukunun gelişimi üzerinde de derin bir etkisi olmuştur. Bu aşamalı nüzul, Müslüman toplulukların gelişen yeni ihtiyaçlarını karşılayabilecek, incelikli ve uyarlanabilir bir İslam hukuk sisteminin doğuşunu gerçekleştirmiştir.
Bilindiği üzere, Kur’ân-ı Kerîm’in bilhassa Mekke dönemindeki nüzulü, temel iman ilkeleri ile başlamış, daha sonraları Medine dönemi ile, hayatın çeşitli yönleri hakkında tedrîcîliğe dayalı yasal hükümler getirilmiştir. Bu kademeli yaklaşım, İslam toplumunun yeni emir ve yasaklarla biçimlenen hayata daha rahat uyum sağlamasına ve İslam hukukunun doğuşuna zemin hazırlamıştır.
Bu amaçla Kur’ân ayetleri, ilk Müslüman topluluğun karşılaştığı inanç konularına, miras hükümlerine, evlilik ve sosyal hayata ait sorunlara, belirli bir süreç dahilinde cevap vermiş, bu ilk örnek topluluk için, uygulanabilir bir rehberlik sağlamıştır.
Vahyin kademeli gelişi ve zamansal sürece bağlı işleyişi, İslam hukukunun doğru şekilde yorumlanmasına, uygulamaların çeşitliliğine ve esnekliğine izin vermiştir. Topluluk geliştikçe ve zorluklarla karşılaştıkça, Kur’ân-ı Kerîm yeni getirdiği hükümlerle daha etkin rehberlik yapmış ve alimlerimizin mevcut uygulamaları yeni bağlamlara uyarlamalarını sağlamıştır.
Diğer taraftan vahyin kademeli gelişi, daha önceki bazı hükümlerin yenileri ile kısmen veya tamamen değiştirebileceğine dair kıymetli bir zemin inşa etmiş, böylece ‘nesih’ kavramı oluşmuştur (Bakara, 2/106). ‘Nesih’ kavramının devreye girmesi ile, ilk Müslüman topluluğunun daha sonraki çağlara da yayılacak dini anlayışları ve ameli tutumları, İslam hukukunun geliştirilebilmesine ve iyileştirilebilmesine imkan vermiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’in kademeli olarak nüzulü, İslam hukukunun oluşmasında ve sıhhatli bir şekilde anlaşılmasında, sosyal bağlamın dikkate alınarak gerçekçi yorum faaliyetlerinin gelişmesinde temel amil olmuştur. İslam alimleri, istinbat-ı ahkâm faaliyetlerinin semereli olabilmesi ve kararlarının çağdaşı oldukları sorunlara sahih şekilde uygulanabilmesi için, her nazil olan vahyin tarihsel ve sosyal bağlamını dikkate almışlardır.
Muhatap olunan çağa yönelik sorunları çözmek ve İslami kuralları her zaman ve zeminde uygulanabilir kılmak için alimlerimiz, Hz. Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in (sas) öğretilerini, İslam hukuku çerçevesinde ele almaya gayret etmişler ve kıyamete kadar da etmeye devam edeceklerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’in ayet ayet ve 23 yıllık bir süreçte indirilmiş olması, hem dönemin toplumsal şartlarına hem de insanların manevi ve zihinsel gelişimlerine uygun bir ilahi programla gerçekleştirilmiştir.
Bu sürecin en başında, Resulullah’ın (sas) Peygamberlik sürecine uyum sağlaması vardır. Çünkü Hz. Muhammed (sas), peygamberlik görevini bu süreçte adım adım icra etmiş, Kur’ânî irşadı hem kendisi hem de sahabeler gerçekçi bir şekilde özümsemişlerdir. Ayrıca ayetlerin parça parça indirilmesi ile, Hz. Peygamber’in (sas) ağır sorumlulukları zamana yaydırılmıştır.
Bilindiği üzere tek celsede indirilecek bir kitap, Hz. Peygamber (sas) ve ümmeti için anlaşılması ve uygulanması itibarı ile adeta taşınmaz bir yük olacaktı. Halbuki parça parça indiriliş sayesinde, zaman içinde gelişen hadiseleri çözümleyen uygun cevaplar bulunmuş, zihinlerin ve kalplerin Kur’ân mesajını içselleştirmesi sağlanmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm, yüzlerce ayet-i kerimede dönemin meselelerine doğrudan ve kıyamete kadar geçerliliğini devam ettirecek cevaplar vererek rehberlik etmiştir. Bu yöntem, mesajın etkili ve akılda kalıcı olmasını sağlamıştır. Bu açıdan Kur’ân-ı Kerîm’in indirilişinde, toplumsal şartlara belirli bir uygunluk söz konusudur denilebilir.
Savaşlar, barış süreçleri ya da çeşitli toplumsal problemlerle ilgili indirilen ayetler, o dönemde Müslümanlara hem rehberlik hem de motivasyon sağlamış, hadiselere paralel bir şekilde ilahi çözümler getirilmiştir. Zihinler ve kalpler eğitilmiş, iman esasları, ibadetler ve ahlâkî öğretiler, parça parça verilmek sureti ile, insanların ilâhî emir ve yasakları zamanla öğrenmeleri ve uygulamaları kolaylaştırılmıştır.
Tencîmin en önemli sonuçlarından birisi de Kur’ân-ı Kerîm’in bu suretle korunması ve geniş coğrafyalara yayılmasıdır. Ayet-i kerimelerin ceste ceste indirilmesi, o dönemdeki yazılı ve sözlü kaydı kolaylaştırmış, ilahî hükümlerin korunmasını ve Müslümanlar arasında hızla yayılmasını netice vermiştir. Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’in tek bir harfi bile tahrif edilmeden, günümüze kadar sağlam bir şekilde ulaşmasında en temel amil olmuştur.
Ayet-i kerimeler, zaman zaman uyarıcı, zaman zaman müjdeleyici nitelikte parça parça indirilerek, Müslümanların korku ve umut (havf-recâ) arasında dengede kalmalarını, böylece de manevi bütünlüklerini koruyabilmelerine imkan vermiştir. Bu durum aynı zamanda, ilâhî mesajın canlı, dinamik ve etkili bir iletişim sürdürmesini sağlamıştır. Böylece nüzul süreci, insanların her durumda, Yüce Allâh’ın mesajını güncel bir rehber olarak görmelerini kolaylaştırmıştır.
Ayet-i kerimelerin tencîmi neticesinde, hadiselere kıyamete kadar geçerli çözümler getirilmiş, her yeni olay veya ihtiyaç, yeni bir ayet-i kerime ile karşılanarak, İslam toplumlarının gelişimini hedefleyen bir rehberlik yapılmıştır. Ayrıca, ayet-i kerimelerin parça parça inmesi, vahyin daha derin anlaşılabilmesini, İslamî konularla ilgili düşünce üretimi vetiresinin sağlıklı bir şekilde gelişimini beraberinde getirmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’in hükümlerinin toplumlara uyarlanması ve uygulanması, belirli bir süreç gerektirmiş, bu durum dini hükümlerin uygulanmasında kolaylığı, hem bireylerin hem de toplumların yeni ilahi prensiplere daha kolay alışabilmelerini sağlamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in 23 yıl boyunca parça parça indirilmesi, ilâhî hikmetin bir yansıması olmuş, bireylerin ve toplumların manevî, kalbî ve ahlâkî olarak olgunlaşmalarını temin etmiştir. Bu vetire, İslam’ın evrenselliğini ve her duruma uygun rehberliğini sağlayan dinamik bir yapıya sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’in kademeli şekilde nüzulü, İslam hukukunun ve ahlâkının şekillenmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Müslüman toplumların gelişen ihtiyaçlarını karşılayabilecek esnek ve uyarlanabilir bir sistem sağlanmış, ilahi rehberliğin incelikli bir şekilde anlaşılmasına önem verilmiştir. Bu sistem, çağdaş zamanlarda da İslam hukukunun ve ahlâk anlayışının sahih bir şekilde yorumlanabilmesine ve uygulanabilmesine katkı sağlamaya devam etmektedir.
Günümüz Müslümanları da, hem kendisinde hem de çevresinde görmek istediği olumlu değişiklikler için sabırlı olmalı ve aşamalı bir yol izlemelidirler. Hedeflere adım adım ulaşmak, daha sağlam ve kalıcı sonuçlar doğuracaktır. Kişi, dini yaşantısını şekillendirirken, önce kendi imanını güçlendirmeye ve ahlâkını güzelleştirmeye odaklanmalı, daha sonra da yapabiliyorsa içinde yaşadığı topluma olumlu katkılar sunmaya çalışmalıdır.
Günümüz Müslümanları, Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini ve dini hükümleri anlamaya çalışırken, onların bağlamlarını ve muhataplarının durumlarını göz önünde bulundurmalıdırlar. Bu, tebliğde daha hikmetli bir yaklaşım meydana getirecektir. Dolayısı ile bir mümin, dini tebliğ yaparken, muhataplarını iyi tanımalı, onların ruh hallerine ve ihtiyaçlarına uygun bir dil ve üslup kullanmalıdır. Ayrıca, dini hükümleri gerek kendi hayatlarındaki uygulamalarında gerekse de başkalarına aktarmalarında, kolaylaştırıcı olmalı, aşırı zorlama veya katı kurallarla ne kendilerini ne de başka insanları dinden uzaklaştırmamalıdırlar.
Günümüz Müslümanlarının, dini yalnızca bir ibadetler manzumesi olarak değil, bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyen kapsamlı bir rehber olarak görmeleri gerektiği açıktır. Bireyler, hayatlarındaki olumlu değişimleri Yüce Allah’ın rızasını gözeterek gerçekleştirmeli ve sadece O’ndan yardım dilemelidirler. Dini bir konuyu değerlendirirken, zamanı, şartları ve muhataplarının durumlarını göz önünde bulundurmalıdırlar. Mesela, ani değişimlerin veya gereksiz aceleciliklerin zarar verebileceğini görebilmelidirler.
Günümüzde Müslümanların, toplumsal dinamikleri anlamaları ve toplumun ihtiyaçlarına uygun yeni çözümler üretmeleri gerekmektedir. Bu bakış açısı, Kur’ân-ı Kerîm’in evrensel mesajlarını, farklı bağlamlarda uygulama kabiliyeti kazandıracaktır. Modern dünyada dini eğitimi yaygınlaştırmak için uğraşan veya İslam’ın emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmaya çalışan mübelliğlerin, kolaylaştırıcı bir yöntem izlemeleri gerekir. İnsanlara temel inanç ve ahlâkî değerler kazandırılmadan, onlara ayrıntılı dini yükümlülükler dayatmanın takat getirilemez bir yük olacağı görülmelidir.
Günümüz Müslümanları, hem kendileri hem de başkaları için psikolojik faktörleri de dikkate almalı ve umdukları dönüşüm süreçlerini buna göre yönetmelidirler. Bu anlayış, daha merhametli ve etkili bir yaklaşımı gerektirmektedir. Kur’ân’ın nüzul süreci, o dönemin ihtiyaçlarına cevap verdiği gibi, aynı zamanda evrensel ve zaman üstü mesajlar içermektedir. Mekke dönemindeki ayetler iman, ahlâk ve tefekküre vurgu yaparken, Medine dönemi ayetleri, sosyal düzeni ve adaleti tesis etmeyi hedeflemiştir.
Günümüz Müslümanları, Kur’ân’ın bu iki yönünü bir arada değerlendirmeli, bireysel ibadetlerin yanında, toplumsal düzenin tesisini, adaletin yaygınlaştırılmasını ve yardımlaşmanın önemini hayatlarına dahil etmelidirler. Farklı düşünce ve yaşam biçimlerine karşı sabırlı ve anlayışlı olmalı, toplum içinde uyum ve adalet arayışını ön planda tutmalıdırlar.
Kur’ân’ın aşamalı indirilişi, bir yandan nüzul toplumundaki Müslümanlara güven kazandırırken, diğer yandan onların dirençlerini güçlendirmiştir. Örneğin, sabır tavsiye eden ve umut veren ayetler, baskılar altındaki Müslümanların moralini yükseltmiştir. Günümüz Müslümanları da, zor zamanlarda Kur’ân’ın bu güven ve direnç kazandırıcı yönünden ilham alarak kendilerini motive etmelidirler. Özellikle kriz dönemlerinde, ayet-i kerimelerin tesellisine ve rehberliğine sarılmak, inananlara büyük bir manevi güç sağlayacaktır.
Sabır Donanımı, Günahkârlara ve İnançsız Nankörlere Boyun Eğmeme
(فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تُطِعْ مِنْهُمْ اٰثِمًا اَوْ كَفُورًا)
‘Rabbinin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra veya inançsız nanköre boyun eğme.’ (İnsan, 76/24)

‘Sabır’ konusu, İnsan Suresi’nin 12’nci ayet-i kerimesinde, müminlerin Cennet mükafatına ulaşabilmeleri için, dünya hayatlarında karşılaşabilecekleri sıkıntılı durumlara dayanmaları ile ilgili olarak geçmişti.
Bu ayet-i kerimede ise, Resulullah’ın (sas) şahsı örnek gösterilerek, müminlerin de günahkarlara ve inançsız nankörlere itaat çizgisine gelmemeleri gereğine dikkatler çekilmektedir.
Tanınmış Yemenli muhaddis Abdürrezzâk b. Hemmâm es-San‘ânî’nin (v. 211/826-27), müfessir tâbiî Katâde b. Diâme’ye (v. 117/735) dayandırarak yaptığı rivayete göre, bu ayet-i kerimenin iniş sebebi şöyledir:
Hz. Muhammed’in (sas) ve İslâm’ın azılı düşmanlarından Ebû Cehil (ö. 2/624), ‘Eğer Muhammed’i namaz kılarken görecek olursam, ayağımla mutlaka boynuna basacağım’ demiştir. Hz. Peygamber’in (sas) namaz ibadeti, böyle bir tehdit ile durdurulmak istendiğinde Yüce Allâh, ‘Rabbinin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra veya inançsız nanköre boyun eğme’ ayet-i kerimesini indirmiştir.[3]
Bu nüzul sebebine göre, ayet-i kerimede yer alan, ‘Rabbinin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra veya inançsız nanköre boyun eğme’ emri, doğrudan ‘namaz ibadeti’ ile ilişkili durumdadır. Mümin bireyler namazlarını kılmak istediklerinde, şayet ibadetlerine yönelik bir tehdit ile karşılaşıyorlarsa, Nebi’ye (sas) gelen bu direktifi ve O’nun (sas) bu tür tehditlere karşı sabırlı davranışını örnek alarak, vaki tehditleri önemsememeli, hangi kesimden gelirse gelsin namaz ibadetine karşı korkutma veya gözdağı verme teşebbüslerine prim vermemeli, ibadetlerini usulü dairesinde icra etmelidirler.
İlk bakışta Hz. Peygamber’e (sas) yönelik olarak gelen, ancak nihai olarak bütün müminlere yöneltilmiş bu direktifte, dikkatlerimizi çeken üç unsur görülmektedir. Şimdi, Sevgili Peygamberimiz (sas) ve bütün müminler için bu direktifte yer alan unsurların ne anlama geldiğine birlikte bakmaya çalışacağız:
1. Sabır
Bu direktifte yer alan unsurlardan ilki, ilahi görevin zorluklarına karşı dayanıklılık donanımını çalıştırma da diyebileceğimiz ‘sabır’ özelliğidir. Resulullah (sas), ilahi adalete ve Yüce Allâh’ın yüksek hikmetine sarsılmaz inancının verdiği güç ile hemen her durumda sabır göstermiştir. Kendi başına gelen sıkıntıları ve olumsuzlukları, Yüce Allâh’ın daha büyük bir planının parçası olarak görmüş ve bu inancını hep muhafaza etmiştir. Bu yöndeki sabrı, onu tüm zorluklara karşı daha dirençli ve kararlı hale getirmiştir.
Hz. Peygamber (sas), bütün olumsuzluklara rağmen gösterdiği sabır ile, hem kendisini izleyen çağdaşlarına, hem de daha sonra gelecek nesillere, muhteşem bir örnek olmuştur. Bu sayede Müslümanlar, O’nun (sas) hayatında karşılaştığı zorluklara ve gösterdiği sabra bakarak, kendi yaşamlarında karşılaştıkları zorlukların da ancak sabırla aşılabileceğini açık bir şekilde öğrenmişlerdir.
2-3. Günahkârlara ve İnançsız Nankörlere Boyun Eğmeme
Bu direktifte yer alan unsurlardan ikincisi ve üçüncüsü, bilhassa ‘namaz ibadeti’ konusunda, hiçbir şekilde günahkârlara ve inançsız nankörlere itaat edilmemesi hususudur. Hz. Peygamber (sas), ilahi emirleri mutlak bir şekilde önceleyerek, Yüce Allâh’ın emir ve yasaklarına uymayı her şeyden üstün tutmuştur. Çevresindeki insanların bilhassa ‘namaz ibadeti’ne karşı olan baskılarına ve tehditlerine rağmen, Yüce Allâh’ın yolundan bir an bile sapmamıştır. Gösterdiği bu adeta insanüstü kararlılık, insanları hidayete davet etme görevini yerine getirmesinde çok önemli bir rol oynamıştır.
Hz. Peygamber (sas), ‘namaz ibadeti’ gibi çok önemli bir konuda, günahkârlara ve inançsız nankörlere itaat etmeyerek, hem kişisel inancını hem de savunduğu alî değerleri en itinalı bir şekilde korumuştur. Bu tavır, O’nun (sas) doğruyu ve yanlışı, birbirlerinden kesin çizgilerle ayırabilmesi fetânetini ve İslam’ın bu yöndeki temel prensiplerini tavizsiz bir şekilde uyguladığını açık bir şekilde göstermektedir.
Hz. Peygamber (sas), İslam’ın asli unsurlarından namaz ibadetini engellemek isteyen günahkârlara ve inançsız nankörlere itaat etmeme tavrı ile, toplumsal değişimin en muharrik gücüdür. O’nun (sas) bu net tavrı, İslam’ın getirdiği yeni değerleri Müslümanların içtenlikle benimsenmelerinde, bütün bir nüzul toplumunun ruhsal yapısının ve düşünce biçiminin, namaz ibadetine dayalı güzel ahlâk çerçevesinde değişiminde en birinci amil olmuştur.
Hz. Peygamber’in (sas), ‘Rabbinin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra veya inançsız nanköre boyun eğme’ ayet-i kerimesini, nasıl uyguladığına dair sınırlı bazı örnekleri şu şekilde görebiliriz:
1. Mekke’de Karşılaştığı Zulüm
Yüce Nebi Hz. Muhammed (sas), İslam’ı tebliğ ederken, bilhassa Mekke döneminde, toplumdan büyük bir direnişle karşılaştı. Aile üyeleri, akrabaları, hatta yakın dostları bile, O’nun (sas) Hakk’a ve hakikate olan çağrısını reddettiler. Zaman zaman can güvenliği dahi tehlikeye girdi. Tüm bu zorluklara rağmen, Yüce Allâh’ın emrine uymada ve sadakatte sabır gösterdi. Bu sabır, O’nun (sas) ilahi görevlerini yerine getirmesini ve İslam’ın dünyaya yayılmasını sağladı.
2. Medine’ye Hicreti
Mekke’deki zulüm artınca, Hz. Muhammed (sas) ve Müslümanlar Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar. Bu zorlu yolculukta ve sonrasında, hem Hz. Peygamber (sas) hem de beraberindeki ashab hazeratı, çeşitli ekonomik sıkıntılar ve tehlikelerle karşılaştılar. Ancak, başta Nebi (sas) ve beraberindeki güzide ashab hazeratı, Yüce Allâh’a olan inançlarını ve sabırlarını hiç kaybetmediler.
3. Bedir Savaşındaki Tutumu
Nebi (sas), Medine’ye hicret ettikten sonra, Mekkeli müşrikler Müslümanlara karşı düşmanlıklarını savaş safhasına taşıdılar. Bedir Savaşı’nda, Müslümanlar sayıca az olmalarına rağmen, Yüce Allâh’ın verdiği nusret ile zafer kazandılar. Nebi (sas), kendisi ve ashabına karşı düşmanlıkla dolu insanlara karşı dahi, merhametli ve affedici davranmıştır. Bu yüksek ahlâkı ve davasından emin davranışı, Yüce Allâh’ın hükümlerine olan sarsılmaz bağlılığını, günahkâr veya nankörlere asla itaat etmediğini açık bir şekilde göstermektedir.
4. Hudeybiye Antlaşmasındaki Fetâneti
Hz. Muhammed (sas), Mekkeli müşrikler ile Hudeybiye Antlaşması’nı imzalamak istediğinde, ashab hazeratının önde gelenlerinden bazıları, maddelerin Müslümanların aleyhine olduğunu varsayarak, antlaşmanın önemini ilk anda fark edememişlerdi. Çünkü antlaşmanın maddelerinden birine göre, Müslümanların o yıl hac için Kâbe’ye gidişlerine izin verilmemekteydi. Ancak Hz. Muhammed (sas), büyük bir metanet içerisinde, Yüce Allâh’ın hükmüne sabır gösterdi ve anlaşmayı imzaladı. Bu davranış, onun Yüce Allâh’a olan sarsılmaz güvenini ve sorgusuz itaatini göstermektedir.
5. Affediciliği ve Merhameti
Hz. Muhammed (sas), her zaman düşmanlarına karşı affedici ve merhametli davranmıştır. Mesela Mekke’yi fethettiğinde, orada bulunan eski düşmanlarını affetmiş ve onlara zarar verilmesine izin vermemiştir. Bu davranış, O’nun (sas) Yüce Allâh’ın hükmüne olan içsel bağlılığını, günahkâr veya nankörlere hiçbir şekilde itaat etmediğini göstermektedir.
Nebi (sas) hayatı boyunca, diğer tüm ayet-i kerimelerdeki direktiflerde olduğu gibi, bu ayet-i kerimedeki uyarıya da tam bir bağlılık göstermiştir. O (sas), Yüce Allâh’ın hükmüne sabır göstermiş, namaz ibadetini engellemek isteyen günahkârlara veya nankörlere asla itaat etmemiştir. Her zaman doğruları desteklemiş, yüksek fetâneti ile yanlış davranışları etkisiz hale getirmiştir. O (sas), Müslümanlar için tam bir örnek ve yüksek bir modeldir.
Nebi’nin (sas) sabrı, günahkârlara veya nankörlere asla itaat etmemesi, İslam’ın hızlı bir şekilde yayılmasında ve nüzul toplumunun mucizevi dönüşümünde çok önemli rol oynayan ana unsurlardan birisidir. Bu ve diğer yüksek özellikleri, onun ilahi görevini tam manası ile yerine getirmesini ve insanlığın hızlı bir şekilde doğru yola ulaştırılmasını sağlamıştır.
Ayet-i kerimedeki sabır, günahkârlara veya nankörlere boyun eğmeme ilkeleri, sadece Sevgili Peygamberimiz (sas) için mi geçerlidir?
Elbette hayır. Ayet-i kerime, namaz ibadetlerimizi mutlaka ikame etmemizi, Yüce Allâh’ın hükümlerine sabırla uymamız gerektiğini vurgulamaktadır. Ayet-i kerime, doğru yolun önceliğini ve büyük önemini, her zaman Yüce Allâh’ın hidayetine tabi olmamız gerektiğini, doğruları yanlışlardan adeta bir kuyumcu hassasiyeti ile ayırt etmemiz gereğini vurgulamaktadır. Ayet-i kerime, hiçbir zaman ve zeminde, bilhassa namaz ibadetleri konusunda, günahkarlara veya nankörlere itaat etmememiz hususunu talim etmektedir.
Burada şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır. Ayet-i kerimedeki ‘sabır, günahkârlara veya nankörlere boyun eğmeme’ ilkelerinin uygulanmasında, nokta-i istimdat nedir? İnançlı bireyler ne yapmalıdırlar ki, menfi unsurlar ile mücadelede başarıya ulaşabilsinler?
İşte bundan sonraki ayet-i kerimeler, bu sorulara bilhassa ‘beş vakit namaz’ hakikati ile cevap vermektedir.
Beş Vakit Namaz

İnsan Suresi’nde, şimdi aktaracağımız iki ayet-i kerime, farz namazların beş vakte tahsisini ve nafile olarak da teheccüd namazlarını incelikle tahkim etmektedir:
(وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ بُكْرَةً وَاَصٖيلًا وَمِنَ الَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُ لَيْلًا طَوٖيلًا)
‘Sabah ve ikindi vaktinde Rabbinin adını an. Gecenin bir kısmında (akşam ve yatsı vakitlerinde) O’na secde et. Gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbih et (teheccüd namazı kıl).’ (İnsan, 76/25-26)
25’inci ayet-i kerimede, sırası ile önce sabah ve ikindi vakitleri zikredilmiş, iki vakit arasının insan zihni tarafından öğle vakti ile doldurulmasına izin verilmiştir. 26’ncı ayet-i kerimede ise, akşam, yatsı ve teheccüd vakitleri zikredilmiştir.
Bu ayet-i kerimeler münasebeti ile, Kur’ân-ı Kerîm’de mükelleflere farz olan beş vakit namaz, ayrıca farz olmamakla birlikte sevabı çok yüksek teheccüd namazı ile ilgili olarak, öncelikle İsra Suresi’ndeki iki ayet-i kerimeye odaklanmak istiyoruz:
‘Güneşin zevali ile gece karanlığına kadar (öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde) gereği üzere namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü, sabah namazı şahitlidir.’ (İsra, 17/78)
Allah Teâlâ, İsra Suresi’ndeki bu ayet-i kerimede (İsra, 17/78), remiz ve işaret yolu ile öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını beyan etmiş, daha sonra sarahat ile sabah namazını zikretmiştir.
‘Sabah namazı şahitlidir..’ cümlesi, sabah namazında gündüz melekleri ile gece meleklerinin buluştukları andır. Bu esnada gece melekleri de henüz göğe yükselmemiştir.
Ebu Hüreyre (ra), bu iki melek grubunun sabah ve ikindi namazlarında hazır bulunuşları ile ilgili olarak Nebi’den (sas) şu rivayeti aktarmaktadır:
‘Bir grup melek geceleyin, diğer bir grup melek ise gündüzde (her gün) birbirleri peşi sıra size gelirler. Bunlar sabah ile ikindi namazlarında buluşur, aranızda kalmış olanlar semaya yükselirler. Rableri, kullarının hallerini en iyi bilir iken meleklere, ‘Kullarımı ne halde bıraktınız’ diye sorar. Melekler, ‘Onları namaz kılarlarken bıraktık, zaten namaz kılarlarken bulmuştuk’ cevabını verirler.’[4]
Dolayısı ile bu her iki melek grubu, müminlerin sabah ve ikindi namazlarını edaları esnasında beraberce hazır bulunmakta, sabah ve ikindi namazlarının ifasını izlemekte ve bu farzları eda eden müminlere terettüp eden sevapları, hasene olarak kaydetmektedirler.
Bu hadis-i şerifte açıkça görüldüğü üzere, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri kulları ile ilgili olarak meleklerine sadece ‘namaz’ hakkında soru sormuştur. Çünkü namaz, ibadetlerin içerisinde en önemli bir yer tutmaktadır. Namaz ibadeti içerisinde de sabah ve ikindi namazlarının diğer vakitlere göre son derece değerli olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü gece ve gündüz melekleri bu vakitte bir araya gelmektedir. Diğer namaz vakitlerinde ise, sadece bir grup melek bulunmaktadır.
Namaz vakitleri içerisinde bilhassa bu iki vakit çok değerlidir. Nitekim Resulullah (sas) şöyle buyurmaktadır:
‘Geceleyin yapılan amel, gündüz yapılandan önce, gündüz yapılan amel de geceleyin yapılan amelden önce Allah’a yükseltilir.’[5]
Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den (ra) rivayetle, bir diğer hadis-i şeriflerinde de Resulullah (sas) şöyle buyurmaktadırlar:
‘Kim iki serinlik namazını kılarsa, Cennet’e girmiş demektir.’[6]
Bu hadis-i şerifte, ‘serinlik namazı’ ile kasıt, sabah ve ikindi namazlarıdır. Beş vakit namaz fazilette birbirlerine yakın olmakla beraber, bilhassa meleklerin nöbet değişim vakitleri olmaları sebebi ile, sabah ve ikindi namazlarının özel meziyetleri olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca hadis-i şerifte, sabah ve ikindi namazlarını kılanların Cennet’e girecekleri, kesin bir şekilde ifade edilmiştir. Sabah ve ikindi vakitlerinin bereketli, faziletli ve bu vakit namazlarına riayet edenlerin diğer vakit namazlarına da rahatlıkla riayet edebilecekleri anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla bu iki namaza özen gösterilmesinin hikmeti bu ve benzer hadis-i şeriflere dayanmaktadır. Ayrıca hadis-i şerifte, ayet-i kerimeye dayalı bir şekilde, bütün hallerimizin kaydedildiği bildirilmekte, ilahi emirler ve yasaklar konusunda gereken titizliği göstermemiz ve hassas olmamız istenmektedir. Her günün ameli o günün sonunda, gecenin ameli de o gecenin sonunda ayrı ayrı Cenâb-ı Hakk’a arz edilmektedir. İnsan ömrünün hiç bir günü hesapsız geçmemekte, melekler her insan için her gün Yüce Allah’a hesap arz etmektedirler.
Aslında hadis-i şerifte, gaybî bir husustan haber verilmektedir. Rabbimizin keremli elçisi olan meleklerin, bu iki vakitte yanımızdan ayrıldıktan sonra, Rab Teâlâ Hazretlerinin bizleri meleklerine sorduğundan dolayı mutlu olmamız gerekmektedir. Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerîm nassınca (Mümin, 40/7-9) bu meleklerin bizler için devamlı dua ettikleri, bizlere karşı büyük şefkat duydukları da görülmektedir.
İnsanlar üzerindeki ‘görevli melekler’ konusunu Hz. Osman (ra) Resulullah’a (sas) sormuştur. Muhaddis ve fakih Muhammed b. Cerîr et-Taberî, ‘Câmiʿu’l-Beyân ʿan Teʾvîli âyi’l-Ḳurʾân’ adlı eserinde bu hususu şöyle nakletmektedir:
Hz. Osman (ra): ‘Ey Allah’ın Resulü! Bana, bir insan için ne kadar meleğin görevlendirildiğini söyler misin?’
Hz. Peygamber (sas) şöyle cevap buyurdular:
‘Bir melek sağındadır. O, senin hasenatını (iyiliklerini) yazar. Bu melek, senin solunda bulunan meleğin âmiridir. Sen bir iyilik yaptığında, sana on katı sevap yazar. Bir kötülük işlediğinde, solda bulunan melek sağdakine, ‘Yazayım mı?’ diye sorar. O da, ‘Hayır, belki Allâh’a istiğfarda bulunur ve tövbe eder’ der. Soldaki melek, üç defa böyle deyince sağdaki, ‘Evet, (artık) yaz. Allah bizi bundan kurtarsın! Ne kötü bir arkadaş! Allah’ı ne kadar az gözetiyor ve bizden ne kadar az utanıyor!’ der. (Bu melekler) Allah Teâlâ’nın, ‘İnsan hiçbir söz söylemez ki, onun yanında (yaptıklarını) gözetleyen (ve kaydeden) hazır bir melek bulunmasın’ (Kâf, 50/18) ayetinde bahsedilenlerdir. Önünde ve arkanda iki melek daha bulunmaktadır. Bunlar Allâh Teâlâ’nın, ‘Onun (insanın) önünde ve arkasında, Allah’ın emriyle gözetleyen takipçiler (melekler) bulunmaktadır. Onu, Allah’ın emriyle korurlar’ (Rad, 13/11) ayetinde bahsedilenlerdir. Bir melek de, senin perçeminden tutmuştur. Sen, Rabbin için tevazu gösterdiğinde, başını yukarıya kaldırır. Sen Allâh’a karşı geldiğinde, seni helak eder. İki melek de, dudaklarında bulunur. Sadece Muhammed’e ettiğin salâtı yazarlar. Bir melek ağzının başında nöbet tutar. Ağzından yılanların (çıyanların ve haşeratın) içeri girmesine engel olur. İki melek de iki gözünün üzerinde bulunur. İşte bunlar, her insanda bulunan toplam on melektir. (Sözünü ettiğim bu on) Gündüz melekleri ile değişim için, (on tane) gece melekleri inerler. Gece görevli melekler ile, gündüz görevli melekler birbirlerinden farklıdırlar. Böylece, her insan üzerinde (toplamda) yirmi görevli melek bulunur. (İnsanlara arız olan) İblis ise, gündüz görevli, onun evlatları da gece görevlidir.’[7]
Resulullah (sas) ‘hafaza melekleri’ni anlattığı başka bir hadis-i şerifinde ise şöyle buyurur:
‘Müslümanlardan, vücuduna bir hastalık isabet eden hiç kimse yoktur ki, Allah, onu korumakta olan koruma meleklerine emredip şöyle buyurmuş olmasın: Bu kuluma, benim bağımda kaldığı sürece, her günde ve gecede, (iyi halinde iken) yapmakta olduğu iyiliklerin aynısını yazınız.’[8]
İsra, 17/78’in arkasından gelen ayet-i kerimede ise (İsra, 17/79), özel olarak ‘teheccüd namazı’ zikredilmektedir. Bu konu, yazının ilerleyen bölümlerinde ‘Teheccüd Vakti’ başlığı altında ayrıntılandırılacaktır.
Şimdi de Kur’ân-ı Kerîm’deki beş vakte işaret ettiği düşünülen diğer ayet-i kerimelere mealen bakmaya çalışalım:
حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلٰوةِ الْوُسْطٰى وَقُومُوا لِلّٰهِ قَانِتٖينَ
‘Namazlara ve orta namaza (öğle ve ikindi namazları) devam edin. Allah’a gönülden boyun eğerek namaz kılın.’ (Bakara, 2/238)
اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا
‘Şüphesiz namaz, müminler üzerine vakitleri belirlenmiş bir farzdır.’ (Nisa, 4/103)
وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ طَرَفَیِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ الَّيْلِ اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّپَاتِ ذٰلِكَ ذِكْرٰى لِلذَّاكِرٖينَ
‘Gündüzün iki tarafında (gündüzün birinci tarafı ‘sabah’, ikinci tarafı ise ‘öğle’ ve ‘ikindi’ vakitleridir) ve gecenin birbirlerine yakın saatlerinde (bu saatler de ‘akşam’, ‘yatsı’ ve ‘vitir’ vakitleridir) namaz kıl.’ (Hûd, 11/114)
Bu ayeti kerimedeki ‘gece’ kelimesine tamlamalı bir şekilde gelen ‘zülfâ’ (yakın) kelimesi, ‘zülef’ kelimesinin çoğuludur. Çoğul kelimenin en azı ise üçtür. Bu durumda ayet-i kerimede ‘gece’ kılınan namazlar ile ilgili olarak, ‘akşam’, ‘yatsı’ ve ‘vitir’ gibi en az üç çeşit namaz kast edilmiş olmalıdır.
فَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا وَمِنْ اٰنَاٸِ الَّيْلِ فَسَبِّحْ وَاَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضٰى
‘O hâlde, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğuşu ve batışından önce (sabah ve ikindi namazları), gecenin bazı saatlerinde (yatsı ve vitir-teheccüd namazları) ve gündüzün çeşitli vakitlerinde (öğle ve akşam namazları) tesbih et.’ (TâHê, 20/130)
فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حٖينَ تُمْسُونَ وَحٖينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحٖينَ تُظْهِرُونَ
‘Akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı namazları) ve sabaha kavuştuğunuzda (sabah namazı) Allâh’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd (övgüler) O’na aittir. Gündüzün sonuna doğru (ikindi namazı) ve öğleye ulaştığınızda da (öğle namazı ile O’nu tesbih edin).’ (Rum, 30/17-18)
فَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ الْغُرُوبِ وَمِنَ الَّيْلِ فَسَبِّحْهُ وَاَدْبَارَ السُّجُودِ
‘O hâlde, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğuşundan ve batışından önce de Rabbini hamd ile tesbih et (Sabah, öğle ve ikindi namazlarını kıl).’ (Kaf, 50/39-40)
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bu ayet-i kerimelerde günde beş vakit namazın önemini ve inananlar için temel bir sorumluluk olduğunu bizlere tekrar be tekrar hatırlatmaktadır. Bu ayet-i kerimelere ilaveten, Nisa, 4/103; Nur, 24/36; Rum, 30/17-18 ayet-i kerimelerinde de beş vakit namazın önemine dikkatlerimiz çekilmektedir.
İmam Buhârî ve Müslim’in, Ebû Hüreyre’den (ra) rivayetlerine göre, Hz. Peygamber (sas) ashabına şöyle bir soru sormuştur:
‘Ne dersiniz, sizden birinizin kapısının önünden bir nehir geçse ve o kişi her gün beş defa bu nehirde yıkansa, üzerinde herhangi bir kir kalır mı?’
Sahabeler, ‘Hayır (hiçbir kir kalmaz), ey Allah’ın Resulü’ cevabını vermişlerdir. Bunun üzerine, Resulullah (sas) şöyle buyurmuşlardır:
“Beş vakit namaz da böyledir. Allah, onlarla günahları ve hataları siler.’ (Buhari, 528; Müslim, 667)
Kur’ân-ı Kerîm, kişilerin ruhsal yönden güçlenebilmeleri için, namaz ibadetinin çok önemli olduğu hakikatini, başka bir ayet-i kerimede şu şekilde beyan buyurmaktadır:
وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّكَ يَضٖيقُ صَدْرُكَ بِمَا يَقُولُونَ فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُنْ مِنَ السَّاجِدٖينَ
‘Ant olsun, onların söylediklerinden dolayı, göğsünün daraldığını biliyoruz. (Öyleyse) Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol.’ (Hicr, 15/97-98)
Bu emir ve öğüt, bütün ümmeti kapsamaktadır. Ayet-i kerimenin sonundaki ‘secde edenlerden ol’ emri, ‘namazlarında devamlı ol’ demektir. Ayet-i kerimede namazdan ana bir unsur olarak sadece ‘secde’ zikredilmiş, ancak namazın bütünü ve kendisi kastedilmiştir.
Namaz, müminin Yüce Allâh’a sarsılmaz inancını ve kopmaz bağlılığını gösteren çok önemli bir ibadettir. Namaz, ukba buutlu semerelerinin yanı sıra, dünyevî olarak da bireyin iç huzurunu sağlamakta ve günlük yaşamın getirdiği stresten uzaklaşmasına yardımcı olmaktadır. Namaz kılan kişi, manen ve madden rahatlamakta, ruhsal ve zihinsel olarak dinginlik hissetmektedir. Böylece maddi / manevi dengesini koruyabilmekte, hayatın getirdiği zorluklarla daha iyi başa çıkabilmektedir.
Hz. Talha b. Ubeydullah (ra) rivayet ediyor:
‘Hz. Peygamber’e (sas) Necid ahalisinden bir adam geldi. Saçları karışıktı. Kulağımıza sesinin mırıltısı geliyordu, ancak ne dediğini anlayamıyorduk. Hz. Peygamber’e iyice yaklaşınca gördük ki, İslam’dan soruyormuş.
Hz. Peygamber (sas), ‘Gece ve gündüzde beş vakit namaz’ demişti.
Adam sordu: ‘Bu beş dışında bir borcum var mı?’
Hz. Peygamber (sas), ‘Hayır, ancak istersen nafile kılarsın. Ramazan orucu da var’ dedi.
Adam: ‘Bunun dışında oruç var mı?’ diye sordu.
Hz. Peygamber (sas), ‘Hayır, ancak dilersen nafile tutarsın’ buyurdu. Ve ona zekâtı hatırlattı.
Adam: ‘Zekât dışında borcum var mı?’ dedi.
Hz. Peygamber (sas), ‘Hayır, ama nafile verirsen o başka’ dedi.
Adam dönüp giderken şöyle diyordu, ‘Bunlara ilave yapmayacağım gibi, eksiltmeyeceğim de.’
Hz. Peygamber (sas), ‘Sözünde durursa, kurtulur’ buyurdu.’[9]
Mükellef kimseler için Abdullah b. Ömer’den (ra) rivayet ile, Resulullah’ın (sas) ‘İslam beş esas üzerine bina edilmiştir’[10] hadis-i şerifinde olduğu gibi, beş vakit namazın farziyeti yukarıdaki naslarda açık bir şekilde görülmektedir. Nebi (sas), Necid’li bu şahıs yeni Müslüman olduğu için, kelime-i şehadetten sonra en kuvvetli farzları vurgulayarak ona İslam’ı öğretmeye başlamıştır. Hadis-i şerifte hacdan bahsedilmemesinin sebebi, bu diyalogun henüz hac ibadeti farz kılınmadan önce gerçekleşmiş olması sebebiyledir.
Namazların Beş Vakte Tahsisinin Hikmetleri

Beş vakit namazın, İslam’da belirli vakitlere tahsis edilmesinin hikmetlerini görmeye çalışmak da oldukça önemlidir. Rab Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin bu vakitleri seçmesi, insanın fiziksel / ruhsal günlük döngüsü ve yapısı ile uyum gösteren ilahi düzeni nazarlarımıza vermek içindir.
SABAH VAKTİ
Sabah vakti, gecenin karanlığının ardından, şafağın sökmesi ile yeni bir günün başlangıcıdır. Gecenin siyah örtüsü, önce koyu ve sonra açık mavi bir renge dönüşmekte, karanlık yerini yavaşça aydınlığa bırakmaktadır. Gecenin karanlığı, ölümü ve yokluğu, gündüzün aydınlığı ise hayatı ve var oluşu hatırlatır gibidir. İnsan uykusundan kalktığında, ölümden hayata, yokluktan varlığa geçmiş gibi olmakta, ‘Bizleri (gecede uyku ile) öldürdükten sonra (sabah uyandırarak) yeniden dirilten Yüce Allâh’a hamd ederim. (Kıyamet gününde) Ba’simiz / yeniden diriltilişimiz zaten O’na aittir’[11] diyerek dua etmektedir.
İşte bu vakitte kılınan sabah namazı, insanı maddesi ve manası ile ışıklandırmakta, ona yeni bir enerji vermekte, güne Yüce Allâh’ı anarak başlama güzelliğini sağlamaktadır. Bu vakit, ruhsal, zihinsel ve fiziksel enerjinin yükseldiği bir ândır. Bu vakitte huşu içerisinde alınan her bir tekbir, yapılan her bir rükû ve secde, insana ilâhî huzur esintileri getirirken, ona aynı zamanda manevî bir güç bahşetmektedir. Güne, Yüce Allâh’ı anma ve sabah namazı ile başlama, insanın yeniden ve taze bir şekilde doğuşu demektir. Bu vakitte kılınan namaz, mümin bireylere temiz ve yeni bir başlangıç fırsatı verir, hayatı daha anlamlı ve mutlu hale getirir. Namazın ardından kişi, dini ve dünyevî işlerinin rast gitmesi yönünde, Yüce Allâh’a yakarır ve ondan yardım ister. Bu dua neticesinde, günün zorluklarıyla baş edebilmek için, kendisinde ekstra bir motivasyon ve güç hisseder.
ÖĞLE VAKTİ
Öğle vakti, günün en yoğun zamanıdır. Güneş artık tepe noktasına ulaşmış, dünyayı sıcak bir ışık bürümeye başlamıştır. İnsanlar, işlerini düzene koyabilmek için gündelik yaşamlarının koşuşturmacasına hız kesmeden devam etmek istemektedirler. Halbuki, bu yoğun ve hızlı akışın ortasında, bireylerin kendilerine bir mola vermesi gerekmektedir. Öğle namazı, bu mola için en uygun zaman olarak belirlenmiştir.
Öğle namazı, insanların dünyevi işlerine bir süre ara vermelerine, huzur bulmalarına ve Yüce Allâh ile bağlantılarını yeniden kurmalarına vesile olmaktadır. Dolayısı ile bu vakitte kılınacak öğle namazı, insanın dünyevi işlerine bir süre ara vermek sureti ile sükunet bulmasını sağlamaktadır. Bu vakit, çalışmanın ve koşuşturmacanın telaşından, bir an için uzaklaşmaya, Yüce Allâh ile kalbî, ruhî ve zihnî bir bağlantı kurmaya davettir. Bu vakitte kılınacak öğle namazı, insana hem fiziksel hem de ruhsal olarak yeniden doğma ve günün kalan kısmını daha anlamlı bir şekilde yaşama için fırsat sunmaktadır.
İKİNDİ VAKTİ
İkindi vakti, günün ikinci yarısının ortasıdır. Artık beşeri yorgunlukların başladığı bir zamandır. Gün en sıcak noktasını geçmiş, güneş batmaya doğru yönelmiş, insanlar günün yorgunluğunu hissetmeye başlamışlardır. Bu sebeple ikindi namazı, yenilenme için en uygun zaman olarak belirlenmiştir. Namaz öncesinde alınan abdest, hem fiziksel hem de ruhsal olarak bir temizlenme anlamına gelmektedir. Suyun vücuda değmesi, insanın yorgunluğunu almakta, ruhunu rahatlatmaktadır.
Bu vakitte kılınacak ikindi namazı, insanı tekrar yenileyecek ve günün geride kalan kısmına devam edebilmesi için ekstra motivasyon verecektir. Namazın huşu içinde kılınması, insanın kendisini Yüce Allâh’a teslim etmesini sağlayacaktır. Her bir rükû ve secde, insanın ruhuna huzur ve sükunet getirirken, aynı zamanda ona yeni bir enerji vermektedir. İkindi vakti, insanın tekrar bir başlangıç yapması ve günün kalan kısmını daha verimli bir şekilde yaşaması için yeni bir fırsattır. Namazın ardından yapılan dualar ile, insan kendisini daha güçlü ve umutlu hissetmektedir.
AKŞAM VAKTİ
Akşam vakti, insanlar günün sonuna yaklaşmış, güneş batmış, gökyüzü turuncu, mor ve pembe renklerine boyanmıştır. Gün, yavaşça yerini geceye bırakmaktadır. Sokak lambaları yanmaya başlamış, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin lütfetmiş olduğu, zahir ve batın nimetlere şükürlerin eda vakti gelmiştir. Gün boyunca lütfedilen huzura, emniyete, şerden ve kötülüklerden uzak kalmaya ve daha başka görünen / görünmeyen nimetlere, akşam namazı ile teşekkür zamanıdır. Akşam namazının huşu içinde kılınması, Yüce Allâh’ın lütuflarını düşünmeye ve ona şükretmeye yardımcı olmaktadır. Namazın her bir rükûu ve secdesi, insanın ruhuna genişlik ve sakinlik getirirken, aynı zamanda Yüce Allâh’a minnet duygusunun, daha derin bir şekilde hissedilmesini sağlamaktadır.
Akşam namazı, insanın kendisini ve hayatını sorgulaması, Yüce Allâh’ın rahmetini hissetmesi ve günün yorgunluğunu atması için bir başka fırsattır. Akşam vakti, insanın gün boyunca yaşadığı tüm olayları değerlendirmesi, yanlışlarından dersler çıkarması ve yarınki güne hazırlanıp yeni planlar yapması için, en uygun bir zaman dilimidir. Bu vakitte kılınacak akşam namazı, hem ruhsal hem de zihinsel olarak yeniden doğması ve günün sonunu huzur içinde kapatması için insana yeni bir imkan sunmaktadır. Namazdan sonra edilen dualar, gelecek günü huzur ve mutluluk içinde geçirmesi için insana bir fırsat kapısı aralamaktadır.
YATSI VAKTİ
Yatsı vakti ise, gecenin siyah örtüsünü dünyanın yarım küresine sermeye başladığı zamandır. İnsanın gününü hem mutlu bir şekilde kapatması hem de ruhunun sükûnete ermeye başlayacağı istirahat süreci için yeni bir zaman dilimidir. Uykudan önce yatsı namazının kılınması, Yüce Allâh’ı anmanın ve geceyi gönül rahatlığı ile geçirmenin kapısını aralamaktadır. Namazın huşu içinde eda edilmesi, insanın kendisini Yüce Allâh’a gönülden teslim etmesini ve günün yorgunluğunu atmasını sağlamaktadır. Namaz esnasında kılınan her bir rekât, insanın ruhuna huzur ve sakinlik getirmekte, aynı zamanda rahatlama hissi vermektedir.
Yatsı namazı vakti, insanın dünyanın gürültüsünden uzaklaşması ve Yüce Allâh’ın rahmetini hissetmesi için en uygun zamandır. Bu vakitte kılınan namaz, insana hem ruhsal hem de fiziksel olarak rahatlamanın ve geceyi huzur içinde geçirmenin fırsatını sunmaktadır. Namazdan sonra edilen dualar, geceyi huzur ve mutluluk içinde geçirme için dilekte bulunma anlamına gelmektedir.
Günde beş vakit namazı, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin dünyamıza ve evrenimize koymuş olduğu düzen açısından değerlendirmek istersek, bu vakitlerin dünyanın dönüşüne ve güneşin hareketine bağlı olarak belirlenmiş olduğunu görürüz. Bu keyfiyet, insanı, Yüce Allâh’ın yarattığı kozmik düzene uyumlu bir hayat sürmeye yönlendirmektedir.
Günde beş vakit namazı, insanın ruhsal ve fiziksel ihtiyaçlarına cevap vermesi yönü ile değerlendirdiğimizde, namaz vakitlerinin, insanın ruhsal dengesi için önemli yenilenme zamanları olduğunu müşahede ederiz. Her namaz vakti, insanın manevi olarak arınmasına ve yaratılış amacına yeniden odaklanabilmesine, altın tepside fırsatlar sunuyor gibidir. Namaz esnasında yapılan rükû ve secde hareketleri, fiziksel sağlık açısından da çok önemli ve faydalıdır. Gün içinde beş vakit bu hareketleri yapmak, vücudun zindeliğini korumasına yardımcı olmaktadır.
Beş vakit namaz, insanın hayatına düzen ve disiplin getirmektedir. Günün belli vakitlerinde ibadet etmek, kişinin iradesini güçlendirmekte ve zaman yönetimini öğrenmesine katkıda bulunmaktadır. Dolayısı ile namaz disiplini sayesinde insan, hem bireysel hem de toplumsal hayatta daha verimli hale gelmektedir. Özellikle camilerde cemaatle kılınan namazlar, toplumsal dayanışmayı ve birlikteliği güçlendirmekte, insanlar gün içinde camilerde farklı vakitlerde bir araya gelerek, ortak bir amaç etrafında buluşmakta ve birbirlerine manen destek olmaktadırlar.
Tevhîdî bir bakış açısı ve Yüce Yaratıcıya şükür ifadesi olarak beş vakit namaz, insanın Yüce Allâh’a olan bağlılığını gün boyunca beş defa tazelemesi demektir. Sabah vaktinde şükür ile başlayan bir gün, öğle ve ikindide nimetlerin farkına varılan bir süreçle devam etmekte, akşam ve yatsıda da kişinin Rab Teâlâ Hazretlerini tefekkürü ve O’na (cc) teslimiyeti ile sona ermektedir.
TEHECCÜD VAKTİ
Teheccüd vakti, yatsı vaktinin ardından fecre kadar geçen süre içerisinde, bazı alimlerimize göre gecenin yarısından sonraki zamandır. Daha başka alimlerimiz ise teheccüd vaktinin, gecenin üçte ikisi geçtikten sonraki zaman dilimi olduğunu söylemişlerdir. Daha başkalarına göre ise, geceyi altı dilime böldüğümüzde, dördüncü ve beşinci dilimler teheccüd vaktidir. Teheccüd namazı da kişinin uykudan kalkıp kıldığı namaza verilen addır. Teheccüd namazı, adını İsrâ suresinin 79’uncu ayetinde geçen ‘teheccüd’ kelimesinden almaktadır. Ancak Resul-i Ekrem’in (sas) teheccüd (gece) namazı kılması, daha peygamberliğinin başlangıcında nazil olan Müzzemmil Suresi’nin ilk ayetleri ile emredilmiştir (Müzzemmil, 73/1-7).
Teheccüd namazı, Hz. Peygamber’e (sas) farzdı. Çeşitli ayet-i kerimeler bu hususu açık bir şekilde vurgulamıştır (İsra, 17/79; TâHê, 20/130; Kāf, 50/40; Tur, 52/48-49; Müzzemmil, 73/1-7, 20).
Mesela bir ayet-i kerimede şöyle buyurulur:
‘Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus fazladan bir ibadet olmak üzere teheccüd namazı kıl. Böylece Rabbin seni, Makam-ı Mahmud’a (övgüye layık şefaat makamına) ulaştıracaktır.’ (İsra, 17/79)
Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurulur:
وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ حٖينَ تَقُومُ وَمِنَ الَّيْلِ فَسَبِّحْهُ وَاِدْبَارَ النُّجُومِ
‘Rabbinin hükmüne sabret. Şüphesiz ki sen, bizim gözetimimizdesin. (Namaz için) Kalktığında, Rabbini hamd ile tesbih et (namazların başında ‘sübhâneke’ duasını, sonra da Fâtiha Suresi’ni oku, rükûlarda ‘sübhâne rabbiye’l-azîm’, secdelerde ise ‘sübhâne rabbiye’l-a’lâ’ de..). Gecenin bir bölümünde (teheccüd namazı) ve yıldızların batmasının ardından da (sabah namazı ile) tesbihe devam et.’ (Tur, 52/48-49)
Yüce Allâh, yorumu bahsinde bulunduğumuz İnsan Suresi, 76/26’da, Hz. Peygamber’e (sas) Kur’an’ın indirileceğini, bunun ağır bir söz olduğunu, gece namazlarına devam etmesi gerektiğini beyan etmişti. Bu ayet-i kerime, teheccüd namazlarının Hz. Peygamber (sas) için manevi bir eğitim olduğunu göstermektedir. Teheccüd namazlarına devam ile gerçekleşen bu manevi eğitim, O’nun (sas) kendisine gelecek vahiyleri güçlü ve sağlam bir şekilde alabilmesine imkan sağlamaktadır.
Teheccüd namazı, Hz. Peygamber’e (sas) farz olmakla birlikte, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, gece vakti Allâh’a kulluk için özel çaba harcayan Müslümanlardan da övgü ile bahsetmiş, teheccüd namazlarının kılınmasına yönelik teşviklerde bulunmuştur (Ali İmran, 3/17; Enbiya, 21/20; Furkān, 25/64; Secde, 32/16-17; Zümer, 39/9; Zariyat, 51/15-18).
Gece kılınan teheccüd namazları, gündüz kılınan nafile namazlara göre daha etkilidir (Müzzemmil, 73/6). Bir ayet-i kerimede de, inançlarında samimi olan Ehli kitaptan bir kısmının, geceleri Yüce Allâh’ın ayetlerini okuyup secdeye kapandıkları beyan edilmektedir (Ali İmran, 3/113).
Nebi (sas), teheccüd namazı ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
‘Gece namazını kılın. Çünkü o, sizden önceki salih kişilerin adetidir. Gece namazı Allâh’a yakınlıktır. Günahlardan uzak tutar. Kötülüklere kefaret olur. Vücuttan hastalıkları kovar.’[12]
Buradan açıkça anlaşılan, teheccüd namazları vesilesi ile, Müslümanların ruhlarının ve akıllarının, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri tarafından eğitilecek olmasıdır. Ebu Said el-Hudrî’den (ra) rivayetle Resulullah (sas), ‘Kış, müminin baharıdır. Gündüzleri kısa, oruç tutar. Geceleri uzun, namaz kılar’[13] buyurmuştur. Ebu Hüreyre’den (ra) rivayetle de Resulullah (sas), ‘Farzlar haricinde en faziletli namaz, gece yarısı kılınandır (teheccüd)’[14] buyurmaktadır. Abdullah b. Amr b. el-As’tan (ra) rivayetle Resulullah (sas), ‘Ey Abdullah, sakın falan kimse gibi olmayasın. O, geceleri namaza kalkardı. Ancak sonra terk etti’[15] buyurarak, teheccüd ibadetini kendisine alışkanlık haline getiren kimselerin, bu güzel alışkanlıklarını terk etmemelerini ihtar etmiştir.
Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayeti ile Nebi (sas) teheccüd vaktinin önemi ile ilgili olarak bizlere şu müjdeli haberi vermektedir:
‘Rab Tebârek ve Teâlâ, her gecenin son üçte birinde en aşağı semaya nüzul eder, ‘Bana dua eden yok mu, onun duasını kabul edeyim. Benden isteyen kimse yok mu, ona vereyim. Benden af dileyen yok mu, onu affedeyim’ der.’[16]
Mekke döneminde, çeşitli baskılar altında olan Müslümanların, gecede ve gündüzde vakitlerinin önemli bir bölümünü ibadetle geçirmeleri istenmişti. Çünkü gece ibadeti, onların ruhuna güç katıyordu. Onlar en büyük huzuru ibadette buluyorlardı. Gece ibadetleri, ruhsal gelişimlerine, manevi yönden beslenmelerine, kişisel disiplinlerini geliştirmelerine yardımcı oluyordu. Bu süreç, ruhsal gelişimlerini destekliyor, değerleri, inançları ve yaşam amaçları üzerine daha derin düşünmelerine zemin hazırlıyordu.
Ancak Medine döneminde, gece ibadetinde kısmen hafifletme yapılmış, hükmü mendup (Şeriat koyucunun, kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda yapılmasını istediği fiil) hale getirilmiş, ellerinden geldiği kadar ibadet etmelerinin yeterli olduğu bildirilmiştir. Hatta başka türlüsüne güç yetiremeyen kimseler için, gece namazı sayılan vitir namazını kılmak bile, içsel huzur, kişisel disiplin ve Rab Teâlâ Hazretlerine şükran duygusu ve bağlılığın ifadesi için yeterli görülmüştür.
Bu vakitlerin seçimi, insanın hem dünyevi hem uhrevi ihtiyaçlarına cevap veren, fiziksel, zihinsel ve ruhsal dengelerini sağlayan bir sistemdir. Namazın vakitlere bölünmüş olması, insanı gün boyunca Yüce Allâh ile bağlantıda tutmakta, ona dünyadaki görevlerini unutmadan, ahirete yönelme bilinci kazandırmaktadır.
Bedîüzzaman Hazretleri, ‘Sözler’ adlı eserinin ‘Dokuzuncu Söz’ başlığı altında, namazların beş vakte tahsisinin hikmetlerini, derinlemesine ve zarif bir üslupla açıklamıştır. Ayrıntılar için, söz konusu makalesini tavsiye ediyoruz.
Diğer taraftan bu konu, ‘Namazın Önemi’ başlığı altında, daha çok ‘önem’ yönü ile ayrıntılandırılmaya çalışılmıştı.
Ahiret Hayatını Önemsemeyip Sadece Dünya Hayatını Sevmedeki Tehlike
(اِنَّ هٰؤُلَاءِ يُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَيَذَرُونَ وَرَاءَهُمْ يَوْمًا ثَقٖيلًا)
‘Onlar, dünya hayatını seviyorlar da önlerindeki ağır günü geriye bırakıyorlar.’ (İnsan, 76/27)

Bu ayet-i kerime, İnsan Suresi 24’üncü ayetinde geçen ‘günahkârları’ ve ‘inançsız nankörleri’ nitelemekte, onların ‘dünyayı sevmeleri, önlerindeki ahireti önemsememeleri’ nazarlara verilerek, müminlerin benzer bir duruma düşmemeleri konusunda dikkatlerini çekmektedir. İnançsız nankörler, hesap gününü arkalarına atmakta, onu küçümsemekte ve hafife almaktadırlar.
Ayet-i kerîmedeki ‘وَرَاءَهُمْ’ kelimesi, Kehf Suresi, 18/79’da olduğu gibi, ‘önlerinde’ anlamındadır. ‘Günahkâr’ ve ‘inançsız nankörler’, önlerindeki şartları çok çetin, dehşetli ve korkutucu hesap gününe inanmamakta, dini hayatı ve dindarları da kendilerince küçümsemektedirler. Yüce Allâh’ın, ‘İşte o gün, oldukça zor/çetin bir gündür. Kafirlere hiç de kolay değildir’ (Müddessir, 74 /9-10) buyruğu da ayet-i kerimedeki bu ‘ağır’ ve ‘çetin’ durumu anlatmaktadır.
Bu ayet-i kerime münasebeti ile Kur’ân-ı Kerîm’de ‘dünya hayatı’ konusunu kısaca tahlil etmenin faydalı olacağını düşünüyoruz.
Kur’ân-ı Kerîm’de hem ‘ed-dünya’ hem de ‘el-âhiratü’ kelimeleri eşit olarak 115 defa, ‘dünya hayatı’ terkibi ise 64 kez geçmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in ‘dünya’ ve ‘dünya hayatı’ ile ilgili beyanları, olumlu, herhangi bir değer atfedilmeksizin tarafsız ve bir de olumsuz olarak üç şekilde yer almaktadır.
Dünya hayatı ile ilgili olumlu yönler, onda insanın mutlu olmasını sağlayan unsurların yer almasıdır. Rab Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, ‘Yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan O’dur’ (Bakara, 2/29) nassı kerimleri ile, öncelikle dünya hayatının olumlu yönünü nazarlarımıza vermektedir. Dünya hayatından bütünüyle uzaklaşarak ahiretin kazanılabileceği düşüncesi onanmamaktadır. ‘Allah’ın kulları için yarattığı süsleri ve temiz rızıkları kim haram kılmaktadır?’ (Araf, 7/32) nass-ı kerimi, kullara lütfedilen süslerin, temiz ve hoş rızıkların, şârî onayı olmaksızın haram kılınmasının açık yanlışlığına dikkatlerimizi çekmektedir.
Dünyadaki mutluluk sebeplerini genel olarak iki kategoride değerlendirebiliriz:
Bunlardan birincisi; ilim, fikir, düşünce ve insani yeteneklerin geliştirilmesi, güzel ahlâkın olgunlaştırılması gibi manevi yönlüdür.
İkincisi ise; sıhhat-iyilik, mal-mülk, mevki-makam, güvenlik-esenlik gibi genel olarak maddi yönlü unsurlardır.
Bu iyi ve güzel unsurlara helal dairesinde ulaşmaya çabalayan, Yüce Allâh’a hiçbir şekilde ortak koşmayan takva sahipleri, Rab Teâlâ Hazretlerinin izni ve inayeti ile, ahirette daha iyi ve güzel unsurlara ulaştırılacaklardır (Nahl, 16/30).
Ahiretteki mutluluk sebepleri ise; bu dünyada iken Yüce Allâh’a farzlarla ibadet etmek, O’nun rızasını umarak ve hedefleyerek dünyada iyi ve güzel işler yapmak, Yüce Allah’ın afvına ve merhametine nail olmak amacıyla muhtaçlara zekât ve infak gibi amellerle hayır ve hasenatta bulunmak, nafile ibadetlerle Yüce Allâh’ın yakınlığını ve sevgisini aramak gibi hususlardır.
Kur’ân-ı Kerîm, Yüce Allâh’a samimi şekilde itaati, verdiği nimetlere her daim şükrü ve tevhidde zirve olması sebebi ile Hz. İbrahim’i (as), hem dünya hem de ahiret saadetine ulaştırılanlara bir örnek olarak zikretmektedir (Nahl, 16/122).
Semavi bütün din mensuplarının kendisini büyük bir sevgi ve saygı ile yâd etmeleri, Müslümanların namaz tahiyyelerinde onu gönülden anmaları, kendisinin bolca hayır ve hasenatta bulunabildiği dünyevî ve mali imkanlara sahip olması, salih evlatlarının mevcudiyeti, Yüce Allâh’a itaat içerisinde uzun bir ömür sürmesi ve ateşten kurtarılması (Enbiya, 21/69) gibi hususlar, Hz. İbrahim’e (as) dünyevî anlamda lütfedilmiş hususlardır. Elbette bu büyük meziyetlerin sahibi, ahirette de çok büyük mükafatlarla karşılaşacaktır (Ankebut, 29/27).
Ancak, bireylerde ahiret inancı yoksa, güzellikler sadece dünya hayatına münhasır kalmış olacaktır. Ayet-i kerimede beyan buyurulduğu gibi, sadece dünya ve içindeki güzellikleri isteyen, ‘Ey Rabbimiz! Bize (sadece) dünyada ver’ diyen kimselerin ahirette hiç nasibi yoktur (Bakara, 2/200). Ancak, ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru’ (Bakara, 2/201) diyenlere gelince, ‘Onlara kazançlarında büyük bir nasip vardır. Şüphesiz Allah’ın hesabı çok süratlidir.’ (Bakara, 2/202)
Kur’ân-ı Kerîm, dünyevî lezzetlerin ve nimetlere olan aşırı düşkünlüklerin bireyleri yanlış davranışlara sevk edebileceğinden hareketle, dünya ve ahiret dengesinin sağlanabilmesi için, salih amellerin ebediliğine ve ahiret hayatının önemine dikkatleri çekmektedir (Kehf, 18/46).
Ebu Katade Rib’iyyu’l-Ensârî’nin (ra) rivayetine göre, Resulullah’ın (sas) önünden bir cenaze geçmiş, Resulullah (sas):
‘Kendisi rahatlamış ya da kendisinden rahata ulaşılmış olandır’ buyurmuştu.
Sahabeler: ‘Ya Resulallah, rahatlamış ve kendisinden rahata ulaşılmış olan nedir?’ diye sordular.
Resulullah (sas) cevap buyurdular:
‘Mümin kul, dünyanın yorgunluklarından ve eziyetinden, Azîz ve Celîl Allâh’ın rahmetine gider, istirahat eder. Fâcir olan kula gelince, ondan diğer kullar, şehirler, ağaçlar ve hayvanlar kurtulup istirahat ederler.’[17]
Bu dünya, insanların emeklerinin karşılığını aldıkları ahiret tarlasıdır. Kur’ân-ı Kerîm, hem dünyada hem de ahirette ‘ödüllendirmenin’ Yüce Allâh’a ait olduğunu (Ali İmran, 3/148), ‘dünyevî ödül’ isteyenlerin, ‘dünya ve ahiret ödülü’ kendi katında bulunan (Nisa, 4/134) Rab Teâlâ Hazretlerine yönelmeleri gerektiğini ihtar etmektedir.
Birey bu dünyada iyi kimselerden ise, karşılaşacağı sonuçlar iyi, kötü kimselerden ise, karşılaşacağı sonuçlar o derecede kötüdür. Bireylerin ahiretteki mükâfatları ya da mücazatları, dünyadaki amellerine göre ya ebedî istirahatlerinin bulunduğu Cennetler ya da yorgunluk, sıkıntı ve sefaletlerin bulunduğu Cehennemler olacaktır.
Dünya hayatına aşırı düşkünlük gösterme, helal-haram demeden sadece dünya menfaatlerini hedefleme, dünyevî çıkarlar için her yolu mübah sayma, dünya hayatı ile ilgili negatif sonuçlar üretecektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, ahirete inanmayan, sadece dünya hayatıyla tatmin olan, dolayısıyla da ‘dünya hayatının aldattığı kimseler’ ise, genel olarak şu şekilde beyan edilmişlerdir:
1. Dinlerini oyun ve eğlence edinen, dünya hayatının aldattığı kimseler (Enam, 6/70),
2. Yüce Allâh’ın ayetlerini tilavet eden, insanları hesap günü için uyaran resulleri (ase) yalanlayanlar (Enam, 6/130),
3. Hesap gününü hiç önemsemeyen, dünya hayatından razı ve o hayatla mutlu olanlar (Yunus, 10/7-8),
4. Dünya hayatını, ahiret hayatına karşı tercih edenler (İbrahim, 14/3),
5. Sadece dünya kazancını tercih edenler (Şura, 42/20),
6. Yüce Allâh’ın ayetlerini alaya almaları neticesinde, dünya hayatının kendilerini aldatmış olduğu kimseler (Câsiye, 45/35),
7. Dünya hayatını tercihleri sebebi ile azgınlaşanlar (Naziat, 79/37-39),
8. Dünya hayatını sevip de ahireti önemsemeyenler (Kıyamet, 75/20-21).
Sadece ‘dünya hayatı’ ile yetinenlerin, ‘ahiret hayatını önemsemeyenlerin’ karşılaşacağı olumsuz sonuçlar ile ilgili bir ayet-i kerime şöyledir:
مَنْ كَانَ يُرٖيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فٖيهَا مَا نَشَاءُ لِمَنْ نُرٖيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَ يَصْلٰیهَا مَذْمُومًا مَدْحُورًا
‘Kim geçici dünya hayatını isterse, ona orada dilediğimiz kadarını veririz, sonra da yerini Cehennem yaparız. Kınanmış ve kovulmuş bir şekilde oraya girer.’ (İsra, 17/18)
Yüce Allâh, her isteyene değil de, kendi dilediğine, dilediği kadar dünyevî nimet vermektedir. Fakat hep dünyaya yönelen, bütün amacı ve hedefi dünya olan kimseler, ahiretle ilgili bir istekleri de olmadığı için, din günü geldiğinde, ilahi rahmetten mahrum ve kınanmış bir vaziyette Cehennem’deki yerlerine atılırlar.
İsra Suresi’ndeki bir sonraki ayet-i kerime ise, ahiret hayatını unutmayan, onun için çaba ve gayret gösteren muhsinlere şöyle bir muştuda bulunmaktadır:
وَمَنْ اَرَادَ الْاٰخِرَةَ وَسَعٰى لَهَا سَعْيَهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَاُولٰئِكَ كَانَ سَعْيُهُمْ مَشْكُورًا
‘Fakat ahiret hayatını(n güzelliklerini) isteyen ve bunun için gösterilmesi gereken çabayı gösterenlere gelince, (gerçek) müminler bunlardır. (Yüce Allâh katında) Çabalarına değer verilen kimseler de işte böyleleridir.’ (İsra, 17/19)
‘Ahiret için çaba..’ cümlesinin genel anlamı, dünyevî nimetlerin helal dairesi dahilinde talep edilmesi, dini emir ve yasakların önemsenip icra edilmesi, İlahî rıza yörüngeli bir yaşantının tercih edilmesidir.
‘Ahiret hayatını önemsemeyenler’ ile ilgili bir başka ayet-i kerime ise, insanlardaki dünya hayatına yönelik sevginin, ahiret hayatını unutturmasına şu şekilde temas etmektedir:
كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْاٰخِرَةَ
‘Hayır, siz geçici dünyayı seviyorsunuz da, ahireti (hesap gününü hiç) önemsemiyorsunuz.’ (Kıyamet, 75/20-21)
Şimdi aktaracağımız ayet-i kerimede, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, dünya hayatını ya da sonsuz kazançlı ahiret hayatını tercih edecekleri mukayese ederek, her iki seçim ile ilgili oluşacak neticeyi şimdiden haber vermektedir:
فَاَمَّا مَنْ طَغٰى وَاٰثَرَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا فَاِنَّ الْجَحٖيمَ هِىَ الْمَاْوٰى وَاَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهٖ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوٰى فَاِنَّ الْجَنَّةَ هِىَ الْمَاْوٰى
‘Kim azgınlık eder ve dünya hayatını tercih ederse, şüphesiz ki onun varacağı yurt, Cahîm Cehennemidir. Kim de, Rabbinin huzuruna geleceğinden (hesaba çekileceğinden) korkar ve nefsini boş heveslerden alıkoyarsa, şüphesiz ki onun varacağı yurt, Me’vâ Cennetidir.’ (Naziat, 79/37-41)
Eskilerin Yerine Yeni Varlıkların Getirilmesi Ya da Yaratılması
(نَحْنُ خَلَقْنَاهُمْ وَشَدَدْنَا اَسْرَهُمْ وَاِذَا شِئْنَا بَدَّلْنَا اَمْثَالَهُمْ تَبْدٖيلًا)
‘Onları yarattık ve yaratılışlarını sapasağlam yaptık. Dilediğimizde, onların yerlerine benzerlerini getiririz.’ (İnsan, 76/28)

İnsan Suresi’nin başında, insanın nutfeden, kadın ve erkeğin suyunun karışarak yaratılması, göz ve kulaklar gibi insani donanımlar verilerek yaratılışının kemale ulaştırılması beyan edilmişti.
Bu ayet-i kerimede ise, insanın yaratılışı ile ilgili en başta zikredilen hakikat pekiştirilmekte, insanı yaratan yüce kuvvete ve insanın yaratılışındaki ihtişama yeniden dikkatler çekilmektedir.
Ayet-i kerimede geçen (اَسْرَهُمْ) kelimesi, çeşitli şekillerde açıklanmıştır:
1. Bu kelime, insanın yaratılışındaki güzellik, ihtişam ve ahengi anlatmaktadır.
2. Kelime, içinde bulundurduğu ‘tutmak’ anlamından hareketle, insanın eklemlerinin, damarlarının ve sinirlerinin büyük bir ahenk ile birbirlerine tutturulmuş olmasını ifade etmektedir. Bu yorum, İnsan Suresi, 76/2 ayet-i kerimesinde yer alan اَمْشَاجٍ / karışık ya da eklemlerin, damarların ve sinirlerin birbirlerinde tutturulmuş olması anlamı ile daha uyumlu görünmektedir.
3. Bazı yorumcular da bu kelimeye ‘güç, kuvvet’ anlamı vererek, insanın hayatiyetini devam ettirebileceği güçte ve kabiliyette yaratılmış olmasını anlamışlardır.
Ayet-i kerimenin bu kısmı, Kur’ân-ı Kerîm’deki şu ayet-i kerime ile birlikte düşünüldüğünde daha güzel olmaktadır:
يَا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرٖيمِ اَلَّذٖى خَلَقَكَ فَسَوّٰیكَ فَعَدَلَكَ فٖى اَیِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ
‘Ey insan, keremli Rabbine karşı seni aldatan nedir? O (Rab) ki, seni yarattı, seni düzenledi, sana ölçülü bir biçim verdi. (Azalarını ve donanımlarını) Bir araya getirerek, seni (tam da) istediği gibi şekillendirdi.’ (İnfitar, 82/6-8)
Bu ayet-i kerimelerde, kalıtım özelliklerine işaret vardır. Nitekim Yüce Allâh’ın elçisi (sas), bu ayet-i kerimeyi okuyarak şöyle buyurmuştur:
‘Sperm hücresi, yumurta hücresiyle birleşip kadının rahmine yerleşince, Allâh onunla Âdem (as) arasında bulunan bütün soyu (yani Âdem’den kendisine kadar geçen atalarının bütün özelliklerini) getirir, onu o insanlardan herhangi birinin biçiminde yaratır. Sen, ‘O, seni istediği biçimde meydana getirdi’ (İnfitar, 82/8) ayetini okumadın mı?’[18]
Şimdi de ayet-i kerimenin ikinci yarısında yer alan, (وَاِذَا شِئْنَا بَدَّلْنَا اَمْثَالَهُمْ تَبْدٖيلًا) ‘Dilediğimizde, onların yerlerine benzerlerini getiririz’ kısmı üzerinde biraz durmaya çalışacağız.
Kur’ân-ı Kerîm’de, benzer bir ayet-i kerime şöyledir:
اِنْ يَشَاْ يُذْهِبْكُمْ اَيُّهَا النَّاسُ وَيَاْتِ بِاٰخَرٖينَ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى ذٰلِكَ قَدٖيرًا
‘Ey insanlar! Eğer Allâh dilerse sizi yok eder ve yerinize başkalarını getirir. Allâh buna gücü yetendir.’ (Nisa, 4/133)
İnsanı ve bütün evreni yaratan yüce Allâh, dilerse yeni varlıklar yaratır, dilerse kendisine isyan eden toplumları yok eder, onların yerlerine yeni topluluklar getirir. Bazı toplulukları yükseltir, bazılarını alçaltır. Ayet-i kerimeye daha başka bir bakış açısı ile nazar ettiğimizde, Yüce Allâh’ın yıpranan bedenleri yok ettiğini, yok olan insan hücrelerinin yerlerine yenilerini getirdiğini anlamak da imkan dahilindedir.
وَرَبُّكَ الْغَنِىُّ ذُو الرَّحْمَةِ اِنْ يَشَاْ يُذْهِبْكُمْ وَيَسْتَخْلِفْ مِنْ بَعْدِكُمْ مَا يَشَاءُ كَمَا اَنْشَاَكُمْ مِنْ ذُرِّيَّةِ قَوْمٍ اٰخَرٖينَ
‘Rabbin, (sonsuz) zenginlik ve rahmet sahibidir. Dilerse sizleri yok eder, sizlerden sonra yerlerinize dilediğini getirir. Nitekim sizleri de başka bir topluluğun soyundan meydana getirmiştir.’ (Enam, 6/133)
Bu ayet-i kerimede, Yüce Allâh’ın yolundan ayrılanlara açık bir uyarı vardır. Yüce Allâh, sonsuz zenginliğine ve engin rahmetine dikkatleri çekmekte, kullarına imkânlar ve fırsatlar verdiğini bildirmektedir. O (cc) dilerse, insanlık âlemini bir anda yok eder ve yerine, kendisine itaatte hiç kusur etmeyen yeni varlıklar getirebilir.
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّ اِنْ يَشَاْ يُذْهِبْكُمْ وَيَاْتِ بِخَلْقٍ جَدٖيدٍ
‘Allâh’ın gökleri ve yeri (eksiği bulunmayan bir) gerçeklikle yarattığını görmedin mi? O, dilerse sizleri yok eder ve yerinize yeni bir toplum getirir.’ (İbrahim, 14/19)
Yüce Allâh, gökleri ve yeri eksiği bulunmayan, tam bir düzene dayalı gerçeklikle yarattığını, dilerse buyruğuna karşı gelen toplumları yok edip, onların yerine başka toplumlar getireceğini ve bunun kendisi için güç bir şey olmadığını bildirmektedir.
اِنْ يَشَاْ يُذْهِبْكُمْ وَيَاْتِ بِخَلْقٍ جَدٖيدٍ
‘O, dilerse sizleri yok eder ve yerlerinize yeni bir toplum getirir.’ (Fatır, 35/16)
اَوَلَيْسَ الَّذٖى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِقَادِرٍ عَلٰى اَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ بَلٰى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلٖيمُ اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْپًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
‘Gökleri ve yeri yaratan, bu insanların benzerlerini yaratamaz mı? Elbette yaratır. Çünkü O, çok iyi bilen yaratıcıdır. O’nun işi, bir şeyin olmasını dilediğinde ona, sadece ‘ol’ demesidir. Hemen oluverir.’ (YâSîn, 36/81-82)
Bu ayet-i kerimede, gökleri ve yeri yaratan Yüce Allâh’ın, bu insanların benzerlerini yaratmaya da gücünün yeteceği vurgulanmaktadır. Ayet-i kerime, Yüce Allâh’ın ‘tekvîn’ sıfatını ifade etmektedir. Bu sıfat sübutîdir, ezelî ve ebedîdir. Yüce Allâh, bu sıfatı ile var olanı yok eder, yok olanı da var eder. Yaratmak, rızık vermek, azap etmek, diriltmek ve öldürmek gibi bütün fiiller, O’nun (cc) tekvîn sıfatına bağlıdır. Bu konu, daha önce ‘Cenâb-ı Hakk’a Ait Sübûtî Sıfatlar 2’ bahsinde ayrıntılandırılmaya çalışılmıştı.
نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمُ الْمَوْتَ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقٖينَ عَلٰى اَنْ نُبَدِّلَ اَمْثَالَكُمْ وَنُنْشِئَكُمْ فٖى مَا لَا تَعْلَمُونَ
‘Sizlerin yerine benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz şekilde tekrar var edelim diye, aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilemez.’ (Vakıa, 56/60-61)
Bu ayet-i kerimelere göre, bir nesil gider onun yerine benzer genleri taşıyan yeni nesiller getirilir ve insan nesli farklı bir şekilde devam ettirilir. Diğer yandan 61’inci ayetin başındaki ‘alâ’ harfinin bağlı olduğu fiil ‘ve mâ nahnu bi mesbûkîn’ cümlesi kabul edilirse, 61’inci ayetin anlamı şöyle olur:
‘Biz, sizleri benzerlerinizle değiştirmekten ve sizleri bilemeyeceğiniz bir şekilde yaratmaktan âciz değiliz.’
Kur’ân-ı Kerîm’in Bir Öğüt Olması
(اِنَّ هٰذِهٖ تَذْكِرَةٌ فَمَنْ شَاءَ اتَّخَذَ اِلٰى رَبِّهٖ سَبٖيلًا)
‘Hiç kuşkusuz bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar.’ (İnsan, 76/29)

Ayet-i kerimedeki (تَذْكِرَةٌ) kelimesi, ‘öğüt, nasihat’ anlamındadır. (هٰذِهٖ) kelimesi ile kast edilenin ise İnsan Suresi’nin kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısı ile İnsan Suresi, içermiş olduğu uyarılar, müjdeler, sakındırmalar ve teşvik edici ayet-i kerimeleri ile tam bir öğüt halindedir. İnsanların bu uyarılara ve öğütlere uyup uymamaları bilcümle kendi tercihlerine bırakılmıştır.
Bazı alimlerimiz, Zuhruf, 43/44; Sad, 38/87 ve Hakka, 69/48’de geçen (تَذْكِرَةٌ) kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını nitelemesinden hareketle, bu ayet-i kerimedeki kelimenin de bütün Kur’ân-ı Kerîm’i kast ettiğini kabul etmişlerdir.
Ayet-i kerimede geçen (سَبٖيلًا) kelimesi, Peygamberlerde ‘ismet’ sıfatı ile ilgili inancın temellerini oluşturan Mukâtil b. Süleyman’a (v. 150/767) göre, ‘Rabbe giden yol, Rabbin rızasına giden yol, Cennet ya da mükafat yolu’ olarak anlaşılmıştır. Her kim bu anlatılanlardan ibret almak ister, Allâh’a şükreder, O’nun varlığını ve birliğini kabul ederse, Cennet’e giden bir yol tutmuş olacaktır.[19]
Yüce Allâh’ın Meşîeti
(وَمَا تَشَاؤُنَ اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٖيمًا حَكٖيمًا)
‘Allâh’ın dilemesi olmadıkça sizler dileyemezsiniz. Kuşkusuz Allâh çok iyi bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.’ (İnsan, 76/30)

29 ve 30’uncu ayetlerde, Yüce Allâh’ın yolundan ayrılan kimselerin tutum ve davranışları kınanmış ve Hz. Peygamber teselli edilmiştir. Mutezile, 29’uncu ayetten insanın yapacağı işlerinde serbest olduğunu, Cebriye ekolü ise, 30’uncu ayetten insanın yapacağı işlerde zorunlu olduğu sonucunu çıkarmıştır. Oysa 30’uncu ayette insanın dilemesinin Allâh’ın yaratması dahilinde olduğuna işaret edilmektedir. İnsanın dilemesi de Allâh’ın dilemesi ile gerçekleşmektedir. Fakat dileyen insandır. Bu yüzden insan, iradesini hangi yönde kullanırsa kullansın sorumlu olmaktadır.
Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
وَإِنْ أَصَابَكَ شَىْءٌ فَلاَ تَقُلْ لَوْ أَنِّي فَعَلْتُ كَانَ كَذَا وَكَذَا . وَلَكِنْ قُلْ قَدَرُ اللَّهِ وَمَا شَاءَ فَعَلَ فَإِنَّ لَوْ تَفْتَحُ عَمَلَ الشَّيْطَانِ .
‘Başına bir şey gelirse, ‘keşke şöyle yapsaydım, böyle olurdu’ deme. Fakat, ‘Allâh’ın takdiridir, Allâh dilediğini yapar’ de. Çünkü, ‘keşke’ sözü, şeytan işine yol açar.’[20]
Sorumluluk doğuran fiillerin, ancak insanın kendi dilemesi ya da iradesi ile gerçekleştiğini ileri süren itikadî mezhebin adı literatürde ‘kaderiye’ olarak geçer. Bu mezhep, ilâhî kaderi inkâr etmekte ve her şeyi insanın irade ve kudretine bağlamaktadır. Bu mezhep mensupları, kader konularına çok ölçüsüz bir şekilde dalmışlardır. Bu mezhep taraftarlarının çoğu Mutezile’ye kaymış olmakla birlikte, onlardan daha ayrı bir fırka durumundadırlar.
Nebi (sas), bu mezhebin meydana geleceğini, şu gaybî ihbarı ile bizlere bildirmiştir:
Bağdat’lı sika ve sebt (adalet ve zabt vasıflarını haiz güvenilir ravi) bir hadisçi olan Abdullah b. Büşran’ın (v. 430/1038)[21], El-Emâlî adlı eserinde, İbn Abbas’ın (ra) naklettiğine göre, Resulullah (sas) şöyle buyurmuştur:
‘Yüce Allâh, Kaderiye’ye lanet etsin, zaten lanetine uğradılar da. Yüce Allâh, Kaderiye’ye lanet etsin, zaten lanetine uğradılar da. Yüce Allâh, Kaderiye’ye lanet etsin, zaten lanetine uğradılar da. Onlar, meleklerin dediği gibi demediler. Peygamberlerin dediği gibi demediler. Cennet ahalisinin dediği gibi demediler. Cehennem ahalisinin dediği gibi demediler. İblis’in dediği gibi dahi diyemediler. Zira melekler, ‘Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur..’ (Bakara, 2/32) demişlerdir. Peygamberler, Nuh’un kıssasında (olduğu gibi), ‘Ben size öğüt vermek istesem de, eğer Allâh sizi azdırmak istemişse, öğüdüm size fayda vermez..’ (Hud, 11/34) demişlerdir. Cennet ehli, ‘Eğer Allâh bizi doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık..’ (Araf, 43) demişlerdir. Cehennem ahalisi, ‘Ey Rabbimiz, şekavetimiz bize galip geldi..’ (Müminun, 23/106) demişlerdir. İblis ise, ‘Rabbim, beni azdırmana karşılık..’ (Hicr, 39) demiştir.’[22]
Bu hadîs-i şerifte, kaderin ve iradenin bütünü ile Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin elinde olduğu açık bir şekilde görülebilmektedir. ‘Meşîet’ ve ‘irade’ konusu, daha önce ‘Ezelî Plan ve Program & Kaza ve Kadere İman Rüknü 3’ başlığı altında incelenmeye çalışılmıştı. Ayrıntılar için ilgili makaleyi referans olarak vermekteyiz.
İnsan Suresi’nin şimdi gelecek son ayet-i kerimesi, bu söylemeye çalıştığımız ince hakikati bütünüyle tasdik etmektedir:
Yüce Allâh’ın Dilediğini Rahmetine Alması
(يُدْخِلُ مَنْ يَشَاءُ فٖى رَحْمَتِهٖ وَالظَّالِمٖينَ اَعَدَّ لَهُمْ عَذَابًا اَلٖيمًا)
‘O, dilediğini rahmetine alır. Zalimlere ise can yakıcı bir azap hazırlamıştır.’ (İnsan, 76/31)

Bu ayet-i kerimede, Cehenneme gireceği bildirilen zalimler, küfür ehli kimselerdir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin sonsuz meşîeti ile ilgili bir diğer ayet-i kerîmede ise, dilediğini rahmetine alması ile ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:
وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَهُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰكِنْ يُدْخِلُ مَنْ يَشَاءُ فٖى رَحْمَتِهٖ وَالظَّالِمُونَ مَا لَهُمْ مِنْ وَلِىٍّ وَلَا نَصٖيرٍ
‘Allâh dileseydi, onları tek bir ümmet yapardı. Ama O, dilediğini rahmetine almaktadır. Zalimlere için ise, ne bir koruyucu ne de bir yardımcı olacaktır.’ (Şura, 42/8)
Yüce Allâh dilemiş olsaydı, bütün insanları tek ilâhî bir dinde toplayabilir, hidâyeti herkese yayardı. Fakat bu bir zorlama anlamına gelirdi. Çünkü hikmet gereği, insanoğluna akıl ve irade gücü vermiş, dünya hayatında bir imtihana tabi tutmuş, insanın serbest iradesinin sonucunda gideceği hayır veya şer durumuna göre, ahiretteki konumunu belirleme gücünü yine kendisine vermiştir.
Cenâb-ı Hakkın dilediğini rahmetine alması ile ilgili bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadır:
هُمُ الَّذٖينَ كَفَرُوا وَصَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَالْهَدْیَ مَعْكُوفًا اَنْ يَبْلُغَ مَحِلَّهُ وَلَوْلَا رِجَالٌ مُؤْمِنُونَ وَنِسَاءٌ مُؤْمِنَاتٌ لَمْ تَعْلَمُوهُمْ اَنْ تَطَؤُهُمْ فَتُصٖيبَكُمْ مِنْهُمْ مَعَرَّةٌ بِغَيْرِ عِلْمٍ لِيُدْخِلَ اللّٰهُ فٖى رَحْمَتِهٖ مَنْ يَشَاءُ لَوْ تَزَيَّلُوا لَعَذَّبْنَا الَّذٖينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابًا اَلٖيمًا
‘Onlar öyle kimselerdir ki inkâr ettiler. Sizlerin Mescid-i Haram’ı ziyaretinize ve beklettiğiniz kurbanların yerlerine ulaşmasına engel oldular. Eğer henüz tanımadığınız mümin erkeklerle, mümin kadınları bilmeyerek çiğnemeniz ve bu yüzden de kınanmanız olmasaydı, Allâh (Hudeybiye’de) savaşı önlemezdi. Böylece Allâh, dilediğini rahmetine almaktadır. Eğer onlar (Mekke’deki müminler, kâfirlerden) ayrılmış olsalardı, onlardan kâfir bulunanları acıklı bir azab ile azablandırırdık.’ (Fetih, 48/25)
Mekkeli müşrikler, Müslümanların umre amacı ile getirdikleri hediye kurbanlıkların, Mina’ya ulaşmasını engellemişlerdi. Yüce Allâh, Hz. Peygamber’e (sas) Hudeybiye antlaşmasını yaptırmak sureti ile, Müslümanlara savaş ve fetih iznini vermemiş, Mekke’de Müslüman olup da kendilerini gizleyen kimselerin, böyle bir çatışmada zarar görmelerinin önüne geçmiştir. Müminler, henüz müşrik Mekke toplumu içinde gizli halde olmasalardı, böyle bir sakınca söz konusu değildi.
Ayet-i kerime, genel olarak Kur’ân-ı Kerîm’in tavsiyelerini kulak ardı edeceklerin, pişman olacakları bir gelecekle karşılaşacaklarını açık bir şekilde belirlemektedir.
Sonuç

İnsan suresi, uçsuz bucaksız evrenin yaratılışından, insanın karışık bir nutfeden başlayarak, hayranlıkla seyredilen yüksek donanımlı bir canlı haline getirilişine, sınamalarla karşılaştığı dünya hayatından, Cennet gibi muhteşem bir mükafata ya da (hafazanAllah) Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile karşılaşacağı ahiret hayatına kadar, insanın sergüzeşt-i hayatını ortaya koyan çok dikkat çekici bir sure-i kerimedir. Surenin tamamı, insanı konu edinmektedir.
Surede, insanın bilhassa beş vakit ile şekillenen ibadet hayatı, gecenin koyu karanlıklarında kendisine ebedi bir ışık olacak teheccüd namazı nazarlara verilmekte, kalbinin güçlendirilmesi, şahsiyetinin güzelleşmesi ve imanının artması için, bu ibadetleri ifa etmesinin büyük ehemmiyetine temas edilmektedir. Surede, sırf dünya hayatını seven, sadece dünya hayatını önemseyen, ahiret hayatını hatırına dahi getirmek istemeyenler kınanmakta, bu tür kimselere itaat edilmemesi emredilmektedir.
Sure, Kur’ân-ı Kerîm’in emirlerine, yasaklarına ve nasihatlerine uymanın insanların mutlak şekilde faydasına olduğu, ahiret hayatında mutluluğu yakalamanın bu emir ve yasaklarla örülü bir dünya hayatı yaşanmasından geçtiği konuları üzerinde hassasiyetle durmaktadır. İnsanlar, ahiret hayatlarındaki konumlarını, Yüce Allâh’ın kendilerine lütfettiği özgür iradeleri ile şekillendireceklerdir. Sure, insanlarda bu bilincin oluşabilmesi için, Cennet hayatının lüks ötesi ayrıntılarını büyük bir titizlikle işlemektedir.
Hâkim en-Nîsâbûrî’nin (v. 405/1014) el-Müstedrek ʿale’ṣ-Ṣaḥîḥayn’ında Ebû Zer’e (ra) dayandırdığı rivayete göre, Resulullah (sas) İnsan Suresi’ni sonuna kadar okumuş, daha sonra şöyle buyurmuştur:
إِنِّي أَرَى مَا لاَ تَرَوْنَ وَأَسْمَعُ مَا لاَ تَسْمَعُونَ أَطَّتِ السَّمَاءُ وَحُقَّ لَهَا أَنْ تَئِطَّ مَا فِيهَا مَوْضِعُ أَرْبَعِ أَصَابِعَ إِلاَّ وَمَلَكٌ وَاضِعٌ جَبْهَتَهُ سَاجِدًا لِلَّهِ لَوْ تَعْلَمُونَ مَا أَعْلَمُ لَضَحِكْتُمْ قَلِيلاً وَلَبَكَيْتُمْ كَثِيرًا وَمَا تَلَذَّذْتُمْ بِالنِّسَاءِ عَلَى الْفُرُشِ وَلَخَرَجْتُمْ إِلَى الصُّعُدَاتِ تَجْأَرُونَ إِلَى اللَّهِ . لَوَدِدْتُ أَنِّي كُنْتُ شَجَرَةً تُعْضَدُ .
‘Ben sizin görmediklerinizi görüyor, işitmediklerinizi işitiyorum. Sema çatırdadı ve çatırdamakta da haklı idi. Çünkü semada dört parmaklık bir yer kalmamıştı ki, Yüce Allâh’a secde eder vaziyette melekler orayı doldurmamış olsun. Vallahi benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, az güler ve çok ağlardınız. Yataklar üzerinde kadınlardan zevk almaz, sokaklara dökülür ve Allâh’a yakarırdınız. (Bu yüzden) Ben de kesilip yok edilen bir ağaç olmak istedim.’[23]
Resul-i Ekrem (sas), peygamberlik gözü ve kulağı ile, kâinatın gerçeklerini, melekût âlemini, Yüce Allâh’ın azametini, ahiret hayatı ile ilgili olayları, Cehennem azabının şiddetini, mahşerdeki dehşetli halleri, Yüce Allâh’ın izni ve yardımı ile görür ve işitirdi. Hadis-i şerifteki ‘göğün gıcırdaması..’ ifadesi, hakiki anlamda şeref sudur olmuştur. Ancak, meleklerin tesbih, hamd, takdis ve zikirleri ile göğün çınlıyor olması da anlam dahilindedir. Hadis-i şerifte geçen ‘suudât..’ kelimesi ‘yollar’ demektir. Bu kelime, ‘çöller ve meskun olmayan sahalar’ anlamında da kullanılmıştır.
Yüce Allah’ın, insan için bu sure ve Kur’ân-ı Kerîm’in bütünü itibarı ile gönderdiği uyarılar, emirler, yasaklar ve öğütler kıyamete kadar her zamanda ve toplumda geçerlidir ve tamamı ile evrenseldir.
.والله أعلم بالصواب وإليه المرجِع والمآب
اللهمّ أحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي الأُمُورِ كُلِّهَا، وَأجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الآخِرَةِ وَصَلَّى اللهُ عَلَى رَسُولِهِ وَالأَئِمَّةِ المَيامِينَ مِنْ آلِهِ وَسَلَّمَ تَسْلِيْمَاً كَثِيْرَاً
Yüce Allah doğrusunu en iyi bilendir. Dönüş ve yöneliş O’nadır.
Allâhım, bütün işlerde akıbetimizi güzel kıl. Bizleri dünyada aşağılanmaktan, âhirette de azaptan koru. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, [17778]; Taberani, Kebîr, [1198]) Allâh’ın rahmeti ve sonsuz selamı, Şanlı Elçisine ve âlinden gelen uğurlu imamlara olsun.
[1] Ebu Abdillâh el-Kurtubî, el-Câmiʿ li-Aḥkâmi’l-Ḳurʾân, 15/407, Müessesetü’r-Risale, Beyrut-2006; Fahreddin er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr Mefâtîḥu’l-Ğayb, 32/27, Dâru’l-Fikr, Beyrut-1981.
[2] Buhari, Sahih, 4993.
[3] Abdürrezzâk b. Hemmâm es-San‘ânî, Tefsîru’l-Kur’ân, 2/339, Mektebetü Rüşd, Riyad-1989.
[4] Buhari, Sahih, 7429; Müslim, Sahih, 632a.
[5] Müslim, Sahih, 179a.
[6] Buhari, Sahih, 574; Müslim, Sahih, 635a.
[7] Muhammed b. Cerîr et-Taberi, Câmiʿu’l-Beyân ʿan Teʾvîli âyi’l-Ḳurʾân, 13/457, Dâru Hecr, Kahire-2001.
[8] Darimî, Sünen, 2685.
[9] Buhari, Sahih, 46; Müslim, Sahih, 11a.
[10] Buhari, Sahih, 8; Müslim, Sahih, 16a.
[11] Buhari, Sahih, 7394.
[12] Tirmizî, Sünen, 3549.
[13] Beyhakî, Es-Sünenü’l-Kübrâ, 8456, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-2003; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11739’da sadece, ‘Kış, müminin baharıdır’ şeklindedir.
[14] Müslim, Sahih, 1163b.
[15] Müslim, Sahih, 1159e; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6584.
[16] Buhari, Sahih, 1145.
[17] Buhari, Sahih, 6512.
[18] Taberânî, Kebîr, 4624; Ali el-Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 3055.
[19] Mukâtil b. Süleyman, Tefsîru Mukâtil, 4/535, Müessesetü’t-Târîhu’l-Arabi, Beyrut-2002.
[20] Müslim, Sahih, 2664; İbn Mâce, Mukaddime, 79.
[21] Ebû Abdillâh Osman ez-Zehebî, Siyeru Aʿlâmi’n-Nübelâ, 17/311-313, Müessesetü’r-Risale, Beyrut-1983.
[22] Abdullah b. Büşran, El-Emâlî, Cilt: 2, Hadis no: 1368, Dâru’l-Vatan, Riyad-1999.
[23] Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ʿale’ṣ-Ṣaḥîḥayn, 3883; Tirmizi, Sünen, 2312; İbn Mace, Sünen, 4190.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. Site sayfalarındaki yazı, resim, fotoğraf, grafik, çizim, vs. her türlü görüntü malzemesinin elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması kesinlikle yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Ciddi bir emek olduğu çok açık. Bu gece kısa bir süre göz gezdirebildim. Derli toplu bir anlatım yanında görsel bir sunumla sure tamamlanmış oldu. Dilerim birçok okurlara değsin. Biraz daha incelemem, anlamam, kavramam gerekiyor, oldukça detaylara girilmiş. Dilerim Allah gayretlerinizi başarılar ile buluşturur. Sağlık, sıhhat, afiyet dileklerimle.
BeğenBeğen
Çok Saygıdeğer Büyüğüm, teşvik edici sözleriniz için gönül dolusu teşekkürler. Zât-ı âlinizi Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin kilâet, riayet ve hıfzına emanet ederim. Sevgi ve saygılarımla..
BeğenBeğen