Musa Kâzım GÜLÇÜR
1 Zilkade 1446
29 Nisan 2025 Salı
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم
بِسْـــــــــــــــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
{كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِيَدَّبَّرُوا اٰيَاتِهٖ وَلِيَتَذَكَّرَ اُولُوا الْاَلْبَابِ}
[38/29 ، سُورَةُ ص ]
‘Ayetlerini (okuyup) derince düşünmeleri ve sağduyu sahiplerinin öğüt almaları için, bu (Kur’ân) sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.’ (Sâd, 38/29)
{اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ اَمْ عَلٰى قُلُوبٍ اَقْفَالُهَا}
[47/24 ، سُورَةُ محمد ]
‘Onlar, hâlâ Kur’an’ı (ayet-i kerîmelerinin anlamlarını) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?’ (Muhammed, 47/24)
Yüce Allâh, düşünmeye cesaret edenlere, yeni anlayış yolları açar.
Alemlerin Rabbi Allâh’a hamd olsun. Allâhım, icatta, lütufta ve vücutta en evvele, her gözle görülenin fatihine, hem gözle gören hem de şahit olana, zâhirin ışığına, bâtının sırrına, varlık dünyasında ubudiyeti ile en öndeki seçkine, mukaddes ve yüce ruha, parlak ve en mükemmel ışığa, Ma’bûd’un huzurunda kemâl-i ubûdiyet ile kâime, rûhâniyeti ile ruhumu feyizlendirene, ışığı ile kalbimin kandilini aydınlatana, en büyük ve en keremli Resûle, en yakın ve mesut dosta, ayrıca O’nun sırlarının servetleri, ışıklarının maârifi, doğan ayları, hakikatlerinin hazineleri, insanların irşatçıları, kendilerine iktida edenlere hidayet yıldızları olan âl ve ashâbına çokça salât ve selâm eyle.
Salâtü’s-Sır, Mecmûatü’l-Ahzâb, Muhyiddin Arabî, ss. 92-93
İçindekiler
Kavramsal Çerçeve: ‘Düşünme’ Kavramının Tanımı ve Kapsamı
Tarihsel Arka Plan: ‘Düşünme’ Kavramının Tarihsel Gelişimi
Felsefi Yaklaşımlar ve Ontolojik Temeller
İslam’da ve Kur’ân’da ‘Düşünme’
Diğer Dinî Geleneklerde ‘Düşünme’
📘 Takriz
Zorlu bir konu. Düşüncenin tarihsel sürecine katkıda bulunan düşünürleri, belli kronolojiyi takip ederek, kısa ama öz düşünceleri ile ele alıp derlemiş ve toparlamış. Zor bir konunun, zorlu bir çalışma ile insanlara sunumu. Çok teşekkür ederiz. Her düşünür tarafından bilinmesi gereken konular. Yazarımız Musa Kâzım Bey’e katılıyorum. Bir düşünürün olmazsa olmaz iki cevheri, onun aklıdır ve Kur’an’dır. Ayette, Kadir Gecesi Kur’an’ı işaret eder. Bin ay ise ortalama insan ömrüdür. Yani Kur’an’ın vereceği bilgi ve görgü, bir kişinin yaşamı boyu edindiğinin üzerindedir. Kur’an, kalem sahiplerine ‘Nun!’ diyor (nur üstüne nur). Sitesinden yararlandığımız Musa Kâzım GÜLÇÜR Beye tekrar teşekkürlerle. Allah nurunuzu artırsın.
Dr. Orcan TANYALÇIN
📘 Türkçe Özet

Bu çalışma, ‘düşünme’ kavramını tarihsel, felsefi, ontolojik ve dini açılardan ele almakta, konunun İslam ve Kur’an hakikatlerine dayalı şekilde, kapsamlı bir analizini sunmaktadır. Makalede, Antik Yunan’dan modern döneme kadar düşünmenin epistemolojik (bilgi teorisi) ve ontolojik (varlık felsefesi) boyutları incelenmiş, Platon, Aristoteles, Descartes, Kant, Hegel gibi filozofların yorumlarına yer verilmiştir. Ayrıca, düşünmenin bir bilgi kaynağı olarak kullanımı, rasyonalizm ve empirizm gibi akımlar bağlamında değerlendirilmiş, ontolojik açıdan ise, düşünmenin maddeye içkin bir süreç mi yoksa aşkın bir cevher mi olduğu tartışılmıştır.
Makalede, konunun dinler açısından yeri ve önemi ele alınmış, İslam’da ‘düşünme’ konusu; ‘akıl, tefekkür, tedebbür’ gibi kavramlar çerçevesinde incelenmiştir. Yahudilikte Talmut’çu tartışma geleneği ve akılcılık, Hristiyanlıkta iman ve akıl dengesi, Budizm’de doğru düşüncenin etik ve meditasyonel boyutu ve Konfüçyanizm’de düşünmenin ahlâkî ve toplumsal işlevi karşılaştırmalı biçimde sunulmuştur. Düşünmenin, bilgiye ulaşma, ahlâkî gelişim ve metafizik hakikatleri kavrama bakımından, hem bireysel hem de kültürel düzeyde belirleyici bir rol oynadığı gösterilmeye çalışılmıştır.
📗 English Summary
This study presents a comprehensive analysis of the concept of ‘thinking’ from historical, philosophical, ontological, and religious perspectives—particularly within the Islamic/Qur’anic tradition. It explores the evolution of thought from Ancient Greek philosophy to modern times, discussing the epistemological and ontological dimensions of thinking through the works of key philosophers such as Plato, Aristotle, Descartes, Kant, and Hegel. The investigation includes debates over whether thinking is a transcendental faculty or an immanent process of matter.
Within Islam, thinking is examined through key Qur’anic concepts such as ‘tafakkur, tadabbur, and aql’, emphasizing its theological and spiritual significance. The study also compares this with Judaism’s Talmudic tradition and rational discourse, Christianity’s faith-reason synthesis, Buddhism’s ethical and meditative treatment of thought, and Confucianism’s focus on thinking as a tool for moral cultivation and social harmony. In conclusion, thinking plays a pivotal role both individually and culturally in acquiring knowledge, ethical growth, and understanding metaphysical truths.
Önsöz
İnsanlık tarihi, yalnızca savaşların ve imparatorlukların tarihi değildir. Aynı zamanda aklın ve inancın, sorgulamanın ve sezginin kadim yolculuğudur. Bu yolculukta, insan zihni zaman zaman kendince kesin gördüğü haritalara güvenmiş, zaman zaman da görünmeyen ufuklara doğru, sadece yüreği ve cesareti ile yürümeyi seçmiştir. Tarih boyunca akıl ve inanç, kimi zaman karşı karşıya gelmiş, kimi zaman birbirlerinin rehberi olmuşlardır.
Bu gerilimi ve ahengi en güzel şekilde tasvir eden hikâye, iki gezginin, ‘akıl’ ile ‘inanç’ın çölde birlikte yaptığı yolculuktur. Bir gün ‘akıl’ ile ‘inanç’, ıssız bir çölde buluştular. Akıl, elinde pusulası ve haritalarıyla geldi. İnanç ise, kalbinde sıcak bir ateş ve tam bir îtimat ile. Akıl, ‘ben yolumu bulurum’ dedi. İnanç, ‘ben de yolumu bulurum’ dedi. Beraber yürümeye başladılar. Akıl, karmaşık ve taşlı patikalara vardığında pusulasını açtı. Ama fırtına çıktı, pusulası bozuldu ve yolda kalma tehlikesi geçirdi. İnanç ise, yıldızsız gecelerde bile endişesiz bir şekilde devam etti. Fakat bazen serap gördü, yanıldı ve doğru yolu bulmada umutsuzluğa kapıldı. Sonunda, her ikisi de küçük bir vahada tekrar buluştular. Vahada, ne yazılı haritalar, ne yanan ateşler ne de pusula vardı. Yalnızca bir yazı duruyordu kumların üstünde: ‘Düşünen bir kalp ve hisseden bir akıl, doğru yolu birlikte bulurlar.’ Ve işte düşünmenin özü buydu. Yalnızca akla dayalı hesaplamalar değil, ama sadece sorgulamaksızın inanmak da değil, önemli olan beraber yol alabilmekti.
Bu iki yolcunun hikâyesi, bize düşünmenin doğasını, imkânlarını ve sınırlarını gösterir. Ne sadece hesap eden bir akıl, ne de sadece körü körüne ve sorgulamayan bir inanç, insanı hakikate taşıyabilir. Gerçek yol, düşünen bir kalp ve hisseden bir akıl ile ancak bulunabilir.
İnsan, düşündüğü ya da düşünebilmeyi başardığı zaman, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri tarafından, gerçek potansiyeline ulaştırılmış olur. Düşünmeyi başarabilmek için, onu öğrenmek zorundayız. Düşünebilmeye muktedir olabilmemizin temel şartlarından birisi, dikkate almamız sureti ile düşünülmesi lüzumlu, hatta elzem diyebileceğimiz hususları kalben de seviyor olmamız gerektiğidir.
Sadece hayaller kurarak düşünmenin özüne ulaşmak mümkün değildir. Düşünmenin ilk adımı, düşünmek için eyleme geçmek, yani aklı faal hale getirmektir. Bir kimse, yıllar boyunca yapmış olduğu tetebbuata bakarak, ‘düşünebildiğini’ ya da ‘düşünmeye hazır bulunuşluk’ halini iktisap ettiğini varsaydığında hataya düşebilir.
Çünkü birey, düşünme ameliyesine yeterince yönelememişse, konuyu ağırdan almış ya da ‘ileride düşünürüm’ şeklinde kendisini salmışsa, ayrıca ‘düşünme’ böylesine hak etmemişlere çoktandır ‘yüz çevirmişse’, söz konusu kimselerin, görmeleri, anlamaları hatta hissetmeleri dahi imkansız hale gelebilir.
Yapma ve etmelerimizi, bize ‘öz’de hitap eden bir denkliğe getirmemiz, buna muktedir olabilmek için de ‘düşünme yolu’na koyulmamız gerekir. Bu ‘yol’, biiznillâh bizleri, düşünmenin hayranlık verici zirvelerine, inancın hakikatine ve gerçeklikler dünyasına götürür.
Düşünme, ebedî hakikatin ve inancın künhüne ve marifetine ermedir. Kim en derini düşünüyorsa, en canlıya ve en hayattâra varacaktır. Düşünme, bir tasavvur, bulutlu, nemli ve hüzünlü olandan uzaklaşma, düşünülmemiş olan aslî inancın ve tasdikin özüne ve hakikatine, bütün benliği ile yürüme ve yönelmedir.
İnsan, meknuz potansiyellerine ve özelliklerine ait bağlantı yollarını bulmak ve onları keşfetmek mecburiyetindedir. İnsana ait özün sırrına sevk eden, böyle bir sorumluluğu devralan düşünme, bilinçsiz, dizginsiz, dejenere olmuş, boşluğa ve karanlığa doğru hücum eden, köksüz hayallerin ve kuruntuların ürünü değildir.
Düşünme, saklı ve tarifsiz güzelliklere doğru insana rehberlik eden, parlak bir inanç için en gerekli ve vazgeçilmez bir donanımdır. Düşünme, hedefleri imal ve teslim eder, kurallar oluşturur ve araçlar ekler. Yapmanın biçimlerini ve inancı en görkemli bir sanat şeklinde gerçekleştirir.
Giriş

Her saniyede, beynimizde milyarlarca nöron birbirleriyle etkileşim halinde, düşüncelerimizi, duygularımızı ve eylemlerimizi şekillendiriyor. Bu karmaşık süreç, yaşamımızın her anını etkileyen, bizi insan yapan ‘düşünme’ eylemini ortaya koyuyor. Bir çocuğun, hayal gücünün uçsuz bucaksız dünyasında kaybolması, bir bilim insanının evrenin sırlarını çözmek için denklemlerle boğuşması, bir sanatçının tuvale duygu ve düşüncelerini yansıtarak hayranlıkla izlenen bir eser üretmesi… Açıklıkla anlaşılacağı üzere, bu farklı eylemleri birleştiren ortak nokta, düşünmedir. Peki, ‘düşünme’ nedir?
Bu çalışma, söz konusu kadim yolculuğun izlerini sürmeyi amaçlıyor. Düşünmenin tarihsel, felsefi, ontolojik ve dinî temelleri incelenerek, insanın varoluş serüveninde, düşüncenin nasıl merkezî bir rol üstlendiği ortaya konulmaya çalışılıyor. Bu bağlamda çalışma, farklı kültürlerde ve inanç sistemlerinde, düşüncenin nasıl konumlandırıldığını anlamayı ve görmeyi, insanın kendisini ve evreni kavrama çabasına ışık tutmayı, düşünceyi daha derin bir perspektifle değerlendirmemizi sağlamayı hedefliyor.
Bu makale, felsefeden nörobilime, dinlerden psikolojiye uzanan geniş bir perspektifte, düşünmenin işleyişini, çeşitli şekillerini ve gücünü keşfetmeyi deniyor. Düşünmenin tarihsel gelişimini, felsefî temellerini ve başlıca dinî geleneklerdeki yerini inceleyerek, bu olağanüstü yeteneğimizi daha iyi anlamaya çalışıyor. Bu yolculukta, dinlerin, klasik ve çağdaş düşünürlerin görüşlerine yer vererek, düşünme kavramının hem tarihsel derinliğini, hem de güncel yorumunu ortaya koymayı tecrübe ediyor. Gelin, ‘düşünme’nin gizemli dünyasına birlikte girelim.
Kavramsal Çerçeve: ‘Düşünme’ Kavramının Tanımı ve Kapsamı

‘Düşünme’ kavramı, insanlık tarihinin en derin ve çok katmanlı konularından birisidir. Düşünme yetisi, insanın doğuştan sahip olduğu ve onu diğer varlıklardan ayıran temel kabiliyetlerdendir. İnsan, zihinsel faaliyetleri sayesinde bilgi edinir, anlamlandırır, dünyaya ve ukbâya ilişkin kavrayışlar geliştirir. ‘Düşünme’ kavramı, tarih boyunca hem felsefenin hem de dinlerin merkezinde yer almış, akıl yürütme, tefekkür, meditasyon, murakabe gibi çeşitli formlarda incelenmiştir.
En temelde ‘düşünme’, zihnin nesnel gerçekliğini yansıtma, anlamlandırma ve problem çözme yetisidir.
Felsefi bakış açısı ile düşünme, ‘genel ve önemli özellikleri, nesneler arasındaki içsel bağlantıları kavramamızı sağlayan, akla dayalı bir biliş sürecidir’.
Psikoloji literatüründe ise düşünme, ‘insan zihninin en yüksek formu, çevreyi ve gerçekliği anlama aracı ve insan etkinliklerinin rasyonel biçimde gerçekleşmesinin temel koşulu’ şeklinde tanımlanır.
Bir diğer tanıma göre ‘düşünme, zihnin bilinçli bir yansıması; hazır bir çözümün olmadığı bir problemle karşılaşan kişinin, analiz ve sentez yoluyla genelleştirmeler yaparak yeni bilgilere ulaştığı aktif bir süreçtir’.[1]
Bu tanımlar, düşünmenin bilgi üretme, gerçekliği kavrama ve soyutlama yönlerini vurgulamaktadır. Gerçekten de düşünme sayesinde insan, doğrudan duyularla algılayamadığı ilişkileri zihninde kurmakta, kavramlar ve yargılar üretmektedir. Bu da bizi, ‘biliş’ dediğimiz kavrama yönlendirir.
‘Biliş’, düşünme, hatırlama, algılama ve dil kullanımı gibi bilgiyi belirleme ve işleme koyma sürecine dahil olan, her türlü zihinsel aktivitedir. Bilişsel bakış açısının odak noktası, insan düşüncesi ve bilmenin içindeki süreçler, yani ‘düşünme, hatırlama ve anlama’ konularıdır. Bilişsel psikologlar, algı, hafıza, dil kullanımı, düşünme, problem çözme ve karar verme gibi, üst zihin süreçlerini incelemiş, düşünceleri, yapılan hareketlerin hem sebepleri, hem de sonuçları olarak değerlendirmişlerdir.[2]
Görüldüğü üzere, düşünmenin tanımı ve kapsamı çok boyutludur. Bu durumda ‘düşünme’, hem ‘zihinsel-fizyolojik bir süreç’, hem de anlam ve kavrayış üreten ‘entelektüel bir etkinlik’ olarak görülebilir.
Tarihsel Arka Plan: ‘Düşünme’ Kavramının Tarihsel Gelişimi

Antik Çağ’dan günümüze kadar, ‘düşünme’ kavramı farklı felsefi geleneklerle evrimleşmiştir. İlk filozoflar, düşünmeyi varlık ve bilgi ile iç içe ele almışlardır.
Ontolojinin kurucusu olarak kabul edilen Parmenides (M.Ö. 5. yüzyıl) gibi düşünürler, düşünme ile varlık arasında ontolojik bir özdeşlik kurmuşlardır. Parmenides’in ünlü fragmanında dile getirdiği, ‘düşünmek ve var olmak aynıdır’[3] ifadesi, düşüncenin ancak ‘olan’ üzerine gerçekleşebileceğini, ‘olmayan’ın düşünülemeyeceğini öne sürmektedir. Bu, düşünmenin gerçeklikle kopmaz bir bağı olduğunu vurgulayan, ilk klasik örneklerden biridir.
Devamında, İlkçağ Yunan filozofu Platon (Eflatun, M.Ö. 347), gerçek bilginin değişmez idealar üzerine akıl yürütme ile (dianoia) elde edileceğini savunmuş, duyularla algılanan dünyanın ötesinde, akıl yoluyla kavranabilir idealar dünyası olduğunu öne sürmüştür.
İlkçağ filozoflarından Aristoteles (M.Ö. 322) ise, De Anima (Ruh Üzerine) adlı eserinde, zihnin düşünme yetisini ele almış, insan ruhunun düşünme bölümünü (nous), fiziksel bedenle etkileşim içinde, fakat soyut ilkeleri kavrayabilen yanı ile tanımlamıştır.
Helenistik dönemde, Stoacı ve Epiküryen filozoflar, düşünmeyi etik bir yaşam için araç olarak görmüş, Stoacılar aklı (logos) kozmik düzenin yansıması sayarken, antik çağ filozoflarından Epiküros (M.Ö. 270) akıl yürütmeyi huzura erişmek için bir gereklilik olarak görmüştür. Plotinus (ö. 270) gibi Yeni Platoncular, düşünceyi ruhun üst katmanlarına yerleştirerek, mistik bir tefekkür ile evrensel aklın birleşmesinden söz etmişlerdir.
Orta Çağ boyunca düşünme kavramı, teolojik çerçevede yeniden yorumlanmıştır. Hristiyan filozoflar, antik ‘akıl’ mirasını, kendi inançlarıyla mezcetmişlerdir.
Hristiyan filozof ve tanrıbilimci Aziz Augustinus (Augustine of Hippo [v. 430]), ‘inanıyorum ki anlayabileyim’ (credo ut intelligam) diyerek, inanç ve akıl birlikteliğini vurgulamış, Tanrı’yı anlamak için düşünmenin ve akıl yürütmenin önemini kabul etmiştir.
Orta Çağ İslam filozofları, Antik Yunan felsefesini devralarak, ‘akıl’ kavramını daha da geliştirmişlerdir. İslam’ın Altın Çağı’nda yaşamış ünlü filozof ve bilim insanları Farabi (v. 950) ile doktor ve astronom İbn Sina ya da Batılıların söyleyişiyle Avicenna (v. 1037) gibi düşünürler, insanın ‘faal akıl’ sayesinde tümel bilgileri edindiğini, düşünsel faaliyetle hakikate yaklaşabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Orta Çağ’da genel eğilim, düşünmeyi Tanrı’nın insana bahşettiği bir yeti olarak görüp, doğru düşünmenin (makul akıl yürütmenin), hakikati ortaya çıkaracağı inancıdır. Örneğin Yahudi düşünür Maimonides (v. 1204, Musa bin Meymūn olarak bilinir), entelektüel idrak ve bilimsel araştırma yoluyla Tanrı’yı tanımanın, O’na ibadetin en yüksek şekli olduğunu belirtmiştir. ‘Gerçek ibadet, ancak Allah’ın işlerini (doğa yasalarını) akılla araştırmakla mümkündür’ diyen Maimonides, seküler ilimlerin bilgisini edinmeyi, dini bir ödev olarak görmüştür. Bu yaklaşım, Orta Çağ’da ‘düşünme’ ve ‘inanç’ arasında sıkı bir bağ kurulduğunu göstermektedir.
Yeni Çağ ve Aydınlanma döneminde, düşünme kavramında önemli dönüşümler yaşanmıştır. Özellikle René Descartes (ö. 1650), düşünmeyi felsefenin çıkış noktası haline getirmiş, metodik şüphe sürecinde ‘Cogito ergo sum’ (Düşünüyorum, öyleyse varım) önermesine ulaşmıştır. Düşünen öznenin varlığını, en kesin gerçek olarak tanımlamış[4], böylece düşünme, öznenin varlık temelinin ispatı ve bilginin ilk ilkesi haline getirilmiştir. Descartes için insan zihni, ‘res cogitans’ (düşünen töz) idi ve bu töz, bedenden ayrı bağımsız bir varoluşa sahipti. Bu düalist ontoloji, düşünme olgusunu, ruh-beden ikilemi bağlamında tartışmaya açmıştır.
18. ve 19. yüzyıllarda, Aydınlanma’nın rasyonalist tavrı ile empirist itirazlar arasında, düşünmenin doğası hararetle tartışılmaya devam etmiştir.
Prusya kökenli Alman filozof Immanuel Kant (ö. 1804), insan zihninin kategorileri ile deney verilerini işleyerek bilgiyi oluşturduğunu söylemiş ve düşünmeye yeni bir çerçeve kazandırmıştır. Ona göre düşünce formları (anlama yetisinin kategorileri) olmaksızın, duyusal veriler anlamsız, duyum olmaksızın da düşünceler boştur.
Alman filozof Friedrich Hegel (ö. 1831) ise, düşünceyi tarihin ve gerçekliğin özüne yerleştirmiş, var olan her şeyin rasyonel bir temel taşıdığını ve aklın açımlanması olduğunu öne sürmüştür. Hegel’e göre, bireysel zihinlerin düşünceleri, mutlak tin’in ya da mutlak zihnin, kendi kendini bilme sürecinin parçalarıdır. Böylece düşünme, ontolojik olarak gerçekliğin yapısıyla özdeş hale getirilmiştir.[5]
20. yüzyılda farklı disiplinler ve filozoflar, düşünme kavramına yeni boyutlar eklemişlerdir. Analitik felsefe geleneğinde çağdaş İngiliz filozofu Gilbert Ryle (ö. 1976) gibi düşünürler, Descartes’ın zihin-beden ikiliğine meydan okuyarak, ‘zihnin bir hayalet makine olmadığını’, düşünme gibi zihinsel faaliyetlerin, davranışsal eğilimler ve yetiler bütünü olarak anlaşılması gerektiğini savunmuşlardır. Ryle, ‘düşünme nedir?’ sorusunun, tek ve basit bir yanıtı olmadığını, ‘düşünme’ teriminin farklı bağlamlarda, farklı anlamlara gelen çok yönlü bir kavram olduğunu öne sürmüştür. Bu yaklaşıma göre, ‘Tek bir ‘düşünme’ olgusu tanımı yoktur. Nasıl ki ‘çalışmak nedir’ sorusu, tek bir cevapla karşılanamazsa, düşünmek de duruma göre değişen pek çok etkinliği kapsamaktadır’.[6]
Fenomenoloji geleneğinde Alman filozoflar Edmund Husserl (ö. 1938) ve Martin Heidegger (ö. 1976), düşünmeyi bilinç deneyiminin ve varoluşun ayrılmaz bir yönü olarak incelemişlerdir. Heidegger için ‘düşünme’, varoluşu anlamanın bir yolu olup, teknik-akademik hesaplamacı düşünceden farklı, varlığın anlamını sorgulayan daha derin bir eylemdir.
Çağdaş bilişsel bilimlerde ise düşünme, zihin/beyin süreçlerinin işlevi olarak ele alınmakta, yapay zekâ araştırmaları, düşünmeyi algoritmik işleme koyma ve problem çözme yetisi şeklinde modellemeye çalışmaktadır. Amerika’lı bilim insanı Marvin Minsky (ö. 2016) gibi öncü isimler, düşünmenin beynin bilgi işleme etkinliği olduğunu belirterek, zihni bilgisayar analojisiyle açıklamaya yönelmişlerdir. Sıkça alıntılanan, ‘mind is what brain does / zihin, beynin yapıp ettikleridir’ sözü, bu yaklaşımı özetlemektedir.[7]
Görüldüğü üzere, 20. yüzyıl ve sonrası, düşünmeyi sadece felsefi değil, bilimsel ve teknolojik açılardan da inceleyerek, kavramın çerçevesini daha da genişletmiştir.
Felsefi Yaklaşımlar ve Ontolojik Temeller

İnsan, felsefî gelenekte sıklıkla ‘düşünen varlık’ olarak tanımlanmıştır. ‘Düşünme’ olgusuna yönelik felsefi yaklaşımlar, büyük ölçüde epistemoloji (bilgi teorisi) ve ontoloji (varlık felsefesi) bağlamlarında şekillenmiştir. Epistemolojik açıdan düşünme, bilginin kaynağı ve doğruluğuyla ilgili olarak farklı ekollerce tartışılmıştır.
Klasik filozoflar, insan zihninin doğasına dair sorular sorarken, düşünmeyi merkeze almışlardır. Örneğin Aristoteles, insanı ‘rasyonel hayvan’ (logon echon zoon) olarak nitelendirerek, akıl yürütme (düşünme) kapasitesini, ‘insan’ tanımının özü saymıştır. Günümüzde de nörobilim ve bilişsel bilimler, düşünmeyi beynin bir fonksiyonu olarak tanımlamaktadırlar. Bu görüşe göre düşünsel süreçler, beyindeki sinirsel aktivitelerin ürünüdür ve beynin bilişsel işlevlerinin bir yansımasıdır.
Rasyonalizm akımına dahil Fransız filozoflar René Descartes (ö. 1650), Hollanda’lı filozof Baruch Spinoza (ö. 1677) ve Alman matematikçi G. W. Leibniz (ö. 1716), doğru bilgiyi aklın / düşüncenin ürünü olan açık-seçik idelerde görürlerken, Empirizm akımı temsilcilerinden İngiliz filozof John Locke (ö. 1704) ve İskoç filozof David Hume (ö. 1776), tüm düşünce içeriklerinin, ‘deneyime’ dayandığını, zihnin doğuştan ‘boş bir levha’ olduğunu savunmuşlardır.
Bu tartışmalar, düşünmenin doğuştan getirdiği ilkeler olup olmadığı ya da tümüyle sonradan öğrenilip öğrenilmediği sorununu gündeme getirmiş, John Locke, zihni boş bir levhaya benzeterek, ‘düşünce’ dahil tüm zihinsel içeriğin, duyum ve deneyimden türediğini iddia etmiştir. Leibniz ise, zihinde doğuştan bazı aklî prensiplerin bulunduğunu, bunların düşünme sürecinde ortaya çıktığını söylemiştir.
Immaunel Kant (ö. 1804), bu iki yaklaşımı aşarak, zihnin (düşünme yetisinin) deneyime biçim veren kategorileri olduğunu, ancak bu apriori (deneyden önce olan, önsel) formların deneyim olmadan içerik üretemeyeceğini belirtmiş, böylece düşünme ve deneyimin karşılıklı gerekliliğini ortaya koymuştur.
Ontolojik temeller açısından en temel soru, ‘düşünme nedir, nasıl bir varlığa sahiptir?’ sorusudur. Bu çerçevede, iki uç yaklaşım dikkat çekmektedir: İdealizm ve materyalizm.
İdealist perspektifte düşünce (zihin), önceliklidir. Gerçekliğin özü, düşünsel ya da ruhsaldır. Yunan felsefesinde, rasyonalizm geleneğinin ilk filozoflarından Parmenides’in (M.Ö. 5. yüzyıl), ‘düşünme ile varlık birdir’ tezi ve daha yakın çağda, Alman filozof Friedrich Hegel’in (ö. 1831), ‘gerçek olan akılcıl, akılcıl olan gerçektir’ önermesi, varlığın temelinin düşünce olduğunu ifade etmektedir.
Dünyada yalnızca ruhların ve bu ruhların idelerinin var olduğunu, buna karşılık maddenin var olmadığını öne süren düşünür, Hristiyan din adamı ve Anglikan episkoposu George Berkeley (ö. 1753) gibi radikal idealistler, ‘var olmak, algılanmış olmaktır’ diyerek, zihinden bağımsız maddi varlığı reddederken, Hegel tüm tarihi, ‘tinin diyalektik düşünme süreci’ olarak yorumlamıştır. Bu uçta, ontolojik olarak düşünme (öznel veya mutlak zihin) en temel gerçeklik kabul edilmektedir.[8]
Materyalist perspektifte ise düşünme, maddi süreçlerin bir sonucudur. Özellikle modern bilim bağlamında, zihnin beyindeki fizikokimyasal etkileşimlerden ortaya çıktığı görüşü yaygındır. Felsefede materyalizmi, etikte haz ahlâkını, siyasette monarşiyi benimseyen İngiliz filozof Thomas Hobbes (ö. 1679), düşünmeyi beynin mekanik hareketlerinin ürünü sayan ilk filozoflardandır.
19. ve 20. yüzyıllarda pozitivist ve bilimci yaklaşımlar, ‘zihin’ diye ayrı bir cevher olmadığını, düşüncenin sinir sistemi faaliyetlerinin bir epifenomeni (yan ürünü) olabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Günümüz nörolojisi ve bilişsel bilimleri de büyük oranda ‘düşünme, beynin işlevidir’ şeklindeki ontolojik kabul üzerinde çalışmakta, düşünmenin fiziksel temellerini araştırmaktadırlar. Bu yaklaşımda, düşünmenin kendine özgü aşkın bir varlığı yoktur. Düşünme, nöral ağların etkinlik düzeyinde incelenmektedir. Bununla birlikte, çağdaş zihin felsefesinde, ikicilik (dualizm) ile tümtanrıcılık (pan-psişizm) gibi ara konumlar da bulunmaktadır.
Örneğin, Avusturyalı-İngiliz filozof, akademik ve sosyal yorumcu Sir Karl Raimund Popper (ö. 1994) ve Avustralyalı nörofizyolog Sir John Carew Eccles (ö. 1994), etkileşimci ikicilik yaklaşımı ile, zihnin bedenden bağımsız, ancak onunla etkileşim halinde olduğunu savunurlarken, bazı modern filozoflar da bilinç ve düşüncenin, maddeye içkin olabileceğini, her yapıda ilkel de olsa bir zihinsellik bulunduğunu öne sürmektedirler.[9]
Klasik felsefede Descartes’ın düalizmi, ontolojik açıdan düşünmeyi, ‘özdeksel olmayan, düşünen töz’ şeklinde konumlandırmış ve zihin-beden problemini doğurmuştur. Daha sonra Spinoza, bu ikiliği reddederek, tek bir tözün farklı görünümleri (düşünce ve uzam) olduğunu öne sürmüştür. Bu, zihnin ve düşünmenin doğa ile birliğini savunan panteist-tekilci bir görüştür. Leibniz de, ‘zihin ve madde farklı monad’lardır’ dese de, her monadın özü itibariyle algı ve düşünceden oluştuğunu belirtmiş olmaktadır. Leibniz felsefesinde monad, basit, bölünemez, uzamsız ve şekilsiz tözlerdir.
20. yüzyıl başlarında behaviorist (davranışçı) akım, zihni tamamen dış davranışlara indirgemeye çalışarak, zihnin içsel süreçlerini (düşünme, hissetme, algılama gibi) doğrudan incelemek yerine, düşünme kavramını, bilimsel olarak gözlemlenemeyen metafizik bir öğe kabul ederek görmezden gelmiştir. Ancak bu aşırı davranışçı yaklaşım, zihnin içsel deneyimini yok saydığı için eleştirilmiştir.
Daha dengeli bir yorum, Gilbert Ryle gibi filozoflardan gelmiştir. Ryle, Descartes’çı ‘makinedeki hayalet’ tabirini eleştirerek, zihnin ayrı bir hayalet gibi ele alınmasının, bir kategori hatası olduğunu, düşünme kavramının pek çok farklı etkinliği içerdiğini vurgulamıştır. Ryle’ın belirttiği üzere, bir kişinin sessizce düşündüğünü hayal edin (Rodin’in Düşünen Adam heykelinde olduğu gibi). Bu durumda, dışarıdan gözlenebilir bir ‘performans’ yoktur. Fakat yine de o kişinin zihninde bir düşünme faaliyeti gerçekleşmektedir. Bu, düşünmenin sadece dilsel ifadelerden veya davranışlardan ibaret olmadığını, zihnin içsel bir eylem olduğunu göstermektedir.
Ryle, çağdaş makalelerinde, düşünmenin kimi zaman planlama, kimi zaman hayal kurma, kimi zaman problem çözme gibi, farklı formlarda ortaya çıktığını, bu yüzden ‘düşünme nedir?’ sorusuna tek bir yanıt vermeye kalkmanın, hatalı olacağını ifade etmiştir. Böylelikle modern felsefede düşünme, ne bütünüyle maddeye indirgenmiş, ne de tamamen metafizik bir sır olarak bırakılmış, çok disiplinli ve çok katmanlı bir olgu olarak ele alınmaya çalışılmıştır.[10]
Özetlemek gerekirse, felsefi yaklaşımlar bakımından düşünme, bilgi edinme süreçlerimizin merkezinde yer almakla birlikte, bu sürecin kaynağı konusunda farklı görüşler mevcuttur. Ontolojik düzlemde ise, düşüncenin doğası hakkındaki sorular (zihin-beden ilişkisi, düşüncenin maddi temeli vs.), felsefe tarihinin en çetin meselelerindendir. Klasik düşünürlerden modern bilim insanlarına kadar uzanan geniş yelpazede, düşünmeye dair anlayışımız, ‘ilahi bir kıvılcım’dan, beyin nöronlarındaki elektrik sinyallerine dek çeşitlilik arz etmektedir.
İslam’da ve Kur’ân’da ‘Düşünme’

İslam düşünce geleneği, akla ve düşünceye büyük önem vermiştir. İslami literatürde tefekkür (derin düşünme), tedebbür (işin sonunun hesap edilmesi) ve teemmül (anlam üzerinde düşünüp sonuçlar çıkarma) kavramları, ibadet değeri taşıyan zihnî faaliyetlerdir. İslam düşüncesinde tefekkür, kalbin amellerindendir ve iman derinliğini artıran, kişiyi hakikate yaklaştıran bir eylemdir.
Bu kavramlar arasında tefekkür en genel anlamda düşünme, tedebbür daha çok yapılan işlerin sonunun nereye varabileceğinin düşünülerek davranılmasıdır. Tedebbür konusu, Nebi’nin (sas) şu hadîs-i şerîfinde dikkatlerimize getirilmektedir: ‘Hiç şüphesiz ki ameller, sonuçlarına göredir.’[11] Tezekkür ise daha çok geçmişe yönelik düşünme, hatırlayıp ibret alma, i’tibar, düşünüp ders çıkarma anlamlarına gelmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de pek çok ayette, insana aklını kullanması, tefekkür ve tedebbür etmesi emredilmektedir. Kur’an-ı Kerîm, sık sık ‘akletmez misiniz?’, ‘düşünmez misiniz?’ şeklinde uyarılarla, insanları tabiat ve vahiy üzerinde düşünmeye davet etmektedir.
Kur’an-ı Kerîm’de, ‘ulü’l-elbâb / sağduyu sahipleri’ (Ali İmran, 3/190) olarak nitelenen kimseler, göklerin ve yerin yaratılışı, gece ile gündüzün birbiri ardından deveranı üzerinde derin şekilde düşünen, evrendeki yüksek sanat üzerinde düşünüşlerinden ibret alan kişilerdir.
Bir ayet-i kerimede şöyle buyurulur:
‘Yeryüzünü yayıp genişleten ve onun üzerine yerinden oynatılmaz dağlar yerleştirip vadilerinden nehirler akıtan ve orada her türlü bitkiden iki cins yaratan ve gündüzü geceyle örtüp bürüyen O’dur. Doğrusu, bütün bunlarda, düşünen (tefekkür) insanlar için mutlaka (çıkarılacak) dersler vardır.’ (Rad, 13/3)
Bu ayet-i kerimede, günümüz botanik bilimi tarafından keşfinden 14 yüzyıl önce, bir Kur’an mucizesi olarak, bütün meyvelerin ve çiçeklerin erkekli dişili yaratıldığı, kendi türleri içinde döllenmekte oldukları açık bir şekilde bildirilmektedir.
Ayet-i kerimedeki ‘tefekkür’ sözcüğü, fikir üretmek, düşünülen konuda en ileri, yeni ve orijinal fikirleri ortaya çıkarmak, keşif ve icat ufuklarını açma çabası gibi anlamları kapsamaktadır. Bu metotla düşünen kişi ‘mütefekkir’ adını alır.
Kur’an-ı Kerîm, ‘Onlar, Kur’an üzerinde derin şekilde düşünmezler mi? (tedebbür)’ (Muhammed, 47/24) buyurarak, vahyin mesajı üzerinde düşünmeyi, müminlerin görevi yapmaktadır.
Kur’an-ı Kerîm, akıllarını kullanmayan, düşüncenin en önemli işlemcileri olan gözleri, kulakları ve beyan kabiliyetini körelten, dolayısı ile de inanç problemi yaşayan kimseleri, şöyle muhteşem bir benzetme ile kınamaktadır:
‘İnançsızların durumu, (çoban tarafından kendilerine) seslenilen, ancak sadece (kâh) yakın bir (duayı / çağrıyı) sesi, (kâh) veya uzaktan bir seslenilişi (nidayı) duyanlara (hayvanlara) benzer. (Hayvanlar, çobanın nasıl sadece haykırışını ve çağrısını duymakta, ama aslında çobanın konuştuğu dili bilmemekte ve anlamamakta iseler, inançsız kimseler de kendilerine Yüce Allah’ın ayetlerini okuyan kimsenin, yani Hz. Peygamberin (sas) sadece sesini duymaktadırlar. Fakat, ne demek istediğini, tilavet ettiği ayet-i kerimelerin inceliklerini, Rab Teâlâ Hazretlerinin doruk noktadaki hikmetlerini, eşsiz sanatını ve hitaba temel teşkil eden ezelî ve ebedî kelamının kendilerine kazandıracağı sonsuz mutluluk nimetleri ile ilgili ince ve hayatî ayrıntıları kavrayamazlar. Kendilerine tenezzülü ilâhî neticesinde okunan ayetleri, kabul istidadı gösteremezler. Çünkü) Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu sebeple de akıllarını (düşünce donanımlarını) kullanamamaktadırlar.’ (Bakara, 2/171)
Abdullah b. Abbas (ra), bu inançsızların, koyunlar ve benzeri hayvanlar gibi olduklarını söylemiştir.[12]
Kur’ân-ı Kerîm, ‘O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Hiç kuşkusuz bunda, düşünen bir toplum için nice ibretler, nice deliller vardır.’ (Câsiye, 45/13) buyurmakla, evrendeki hakikatlerin araştırılmasını, üzerinde düşünülerek ilahî yasaların keşfedilmesini, varlıkta yer alan sanatın okunmasını talep etmektedir.
Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, ilahi kitap olarak okunmasını istediği kutsal kitabımızın her bir cümlesini ‘ayet’ olarak nitelendirdiği gibi, evrene yerleştirmiş olduğu düzen ve ahenge ait bütün unsurları da ‘ayet’ olarak nitelendirmekte, ilahi kitabın tilavetini talep ettiği gibi, insan dahil bütün bir varlığın okunmasını da talep etmektedir.
Abdullah İbn Ömer (ra), müminlerin annesi Hz. Aişe’ye (r. anhâ), ‘Nebî’nin (sas) en şaşırtıcı amelini anlatır mısın?’ diye sorması üzerine, önce biraz suskun kalmış, daha sonra da şunu anlatmıştır:
‘Bir gece, ‘Ey Aişe, Rabbime ibadet için izin verir misin?’ dediğinde, ‘Yanımda olmandan da seni mutlu edecek amel işlemenden de memnun olurum’ dedim. Bunun üzerine kalktı, abdest aldı, namaz kıldı. Uzun uzun ağladı. Ağlaması ile önce sakalları, sonra yer ıslandı. Sabah namazı için Bilal gelmişti. Nebi’yi (sas) böyle ağlar vaziyette görünce, ‘Geçmiş ve gelecek günahların affedildiği halde, niçin bu kadar ağlıyorsun?’ diye sordu. Allah Resulü (sas), ‘Çok şükreden bir kul olmayayım mı? Allah bu gece ayet (Ali İmran, 3/190-191) indirdi. Bu ayeti okuyup da düşünmeyenlere yazıklar olsun!’ buyurdu.[13]
Bu ayet-i kerimelerin mealleri şöyledir:
‘Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardından gelmesinde, derin şekilde düşünenler için, gerçekten açık ibretler vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin şekilde düşünürler (tefekkür) ve, ‘Rabbimiz, Sen bunları boş yere yaratmadın’ derler.’ (Ali İmran, 3/190-191)
Ayet-i kerimedeki düşüncenin konusu, ‘dünyanın ve göklerin yaratılışı, gece ve gündüzün deveranındaki hikmetlerin anlaşılması’dır. Yaratılıştaki yüksek sanatın, zerreden küreye var olan hassas düzenin, ince ve dakîk hesaplara dayandırılmış dengenin, varlığa nakşedilmiş derin ilmin ve hikmetin, günümüz fizik, kimya, biyoloji, botanik, tıp ve astronomi gibi bilimler açısından görülmeye çalışılmasıdır.
Bir insan, ya ayaktadır, ya oturuyordur veya yanı üzerine yatıyordur. Fakat dördüncü bir hâl bulunmamaktadır. Bir insan, bu her üç halde de Cenâb-ı Allah Tealâ ve Tekaddes Hazretlerini zikredebiliyorsa, bir anlamda ‘daimî zikre’ ulaşmış olur. Kur’ân-ı Kerîm bu kimseleri, ‘ulû’l elbâb / şaibelerden uzak, saf ve süzülmüş (selim) akıl sahipleri, kalp gözü açık olanlar ya da basîret / anlayış, derin kavrayış sahipleri’ şeklinde tanımlamakta, tefekkürün imana götüren bir iç faaliyet olduğuna dikkat çekmektedir.
‘Ulü’l-elbâb’ kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de on altı ayette (Bakara, 2/179, 197, 269; Ali İmran, 3/7, 190; Maide, 5/100; Yusuf, 12/111; Rad, 13/19; İbrahim, 14/52; Sad, 38/29, 43; Zümer, 39/9, 18, 21; Mümin, 40/54; Talak, 65/10) ve hep çoğul şekilde gelmektedir. Bu on altı ayet-i kerimede ‘ulü’l-elbâb’ın ortak özellikleri, fizikî varlıklardaki ahengi düşünmeleri neticesinde ibretler ve dersler almaları, varlık dünyasındaki ince sanatlar ve nakışlar üzerindeki derin düşünceleri neticesinde, metafizik hakikatlere ulaşmaları, bu gaye ile gecelerini ibadetlerle değerlendirmeleri, Yüce Allah’a candan bağlılıkları ve O’na (cc) yönelişlerinin hep takva dairesinde olmasıdır.
Şanlı Nebi (sas), Abdullah b. Abbast’an (ra) rivayet edilen merfû bir hadis-i şerîfinde, ‘Bir saat düşünce, bir gece boyunca kıyamdan (ibadetten) daha hayırlıdır’[14] buyurmakta, Hz. Ali’nin (ra), bizzat Hz. Peygamber’den (sas) duyduğunu belirterek naklettiği bir diğer merfu hadîs-i şerîfinde ise, ‘Düşünce gibi ibadet yoktur’[15] tembihi ile, düşüncenin yüksek önemine parmak basmaktadır.
Nakletmeye çalıştığımız ayet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, İslam’ın düşünmeyi ne derece yücelttiğinin en özlü beyanlarıdır.
İslam düşünce geleneğinde, yukarıda işaret etmeye çalıştığımız farklı düşünme türleri birlikte ele alınmış, filozoflar ve âlimler ‘düşünme’ üzerine kapsamlı analizler yapmışlardır. Alimlerimizin hemen hepsi, konuyu insanın akıl nimetini doğru şekilde kullanması olarak değerlendirmiş, düşünmeyi teşvik etmekle birlikte, akıl ve iman dengesine de dikkat çekmişlerdir.
Klasik dönem İslam alimleri, örneğin büyük müctehid İmam-ı Azam Ebu Hanife (v. 767), ‘Akıl, azgın dalgalar arasında seyreden bir geminin yetenekli bir kaptanı olmadan yoluna devam etmesini imkânsız gördüğü gibi, kâinatın da bilgili ve her şeye gücü yeten bir yaratıcısı olmadan var olup düzenli şekilde devam etmesini muhal görür’[16] demektedir.
İslâm felsefesini metot, terminoloji ve problemler açısından temellendiren ünlü Türk filozofu Farabi (v. 950), mantık ilmini geliştirerek doğru düşünmenin kurallarını sistematik hale getirmiştir. Farabi’ye göre insanın en mükemmel erdemlerinden biri, nazarî aklı (teorik düşünmeyi) kullanarak, varlıkların ilk nedenine ulaşmaya çalışmaktır.
Farabi, ‘Din, kıyas sanatlarının tamamı anlattığımız tarz ve tertibe göre, birbirinden ayrıştıktan sonra, olgunlaşmış felsefeye tabi olduğunda son derece iyi, doğru bir din olur…[147] Din, bozuk bir felsefeye tabi olduğunda, sonra da din mensuplarına bunun ardından, sahih-burhanî felsefe nakledildiğinde, felsefe o dine bütün yönlerden karşı olur ve din de bütünüyle felsefeye karşı olur. Din ve felsefeden her biri, diğerini iptal etmeyi ister. Bu nedenle hangisi galip gelir ve nefislerde yer edinirse, diğerini iptal eder ve hangisi o millete hakim olursa, diğerini geçersizleştirir [150]’[17] diyerek, sahih felsefi düşünmeyi dini bir görev olarak görmüştür.
İbn Sina (v. 1037), insan zihnini, suretleri soyutlayıp tümel kavramları oluşturan bir güç olarak tanımlamış, ‘Tümel suret ve bilgiler, insanın düşünme (nazar) yetisi ile bir konuma gelen nefsin, faâl akıl ile ilişkisi (ittisal) sonucu kazanılmaktadır’[18] diyerek, metafizik bilginin ancak düşünceyle elde edilebileceğini savunmuştur.
İmam Gazali (v. 1111), klasik İslam düşüncesinde tefekküre mistik bir boyut eklemiş, kalbin temizliği ile birleşen akla (düşünceye), melekut aleminden ve gayb hazinelerinden hayır hatıralarının (havâtır) bu kalbe aktarıldığını vurgulamıştır. Gazali’ye göre akıl, hayırların inceliklerini anlamak ve faydalarına muttali olmak için, kalbe gelen havâtırı düşünüp anlamaya yönelir.[19] Bu nedenle, kalbi disipline etme, nefsi ve zihni denetim altında tutma, Yüce Allah hakkında derin tefekkür etme, en faziletli amellerdendir. Gazali’ye göre tefekkür, nurların anahtarı, basiret sahibi olmanın başlangıcıdır. İlim, marifet ve anlayış, tefekkür sayesinde elde edilir.[20]
Tefsir, hadis ve fıkıh bilgini, aynı zamanda İbn Teymiyye’nin (v. 1328) en önde gelen talebelerinden İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye (v. 1350), ‘fikrin en yararlı olanı, ahiret hayatının faydalarını ve bu faydaları celp eden yolları tefekkür etmek, ahiret hayatını ifsat edecek faktörleri ve bu faktörlerden uzak durma yollarını düşünmektir’[21] diyerek bu kavramın temel işlevine temas etmiştir.
Yine el-Cevziyye’ye göre, marifetullah’ın iki kapısı bulunmaktadır:
1) Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün âyet-i kerîmeler üzerinde tefekkür ve tedebbür etmek, Yüce Allâh’ın ve Resulünün (sas) söylediklerini anlamak,
2) Müşâhede edilen âyetleri (Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı ve yarattığı şeyleri) tefekkür etmek ve bu âyetlerdeki hikmetleri, kudreti, ihsanı, lütfu ve adaleti düşünmek.[22]
Tasavvuf geleneğinde de ‘düşünce’ merkezi bir kavramdır. Zâhid, sûfî ve muhaddis İbrâhîm b. Edhem (v. 778), ‘İbadetin başı tefekkürdür, Allâh’ı zikretmedir, onun dışında ise susmaktır’[23] demektedir. Horasan’ın ilk büyük sûfîlerinden Fudayl b. İyâz (v. 803), ‘Pişman olmadan önce tefekkür edin, amel işleyin’[24] nasihatinde bulunmaktadır.
Yine ilk dönem sûfîlerinden Zünnûn-i Mısrî (v. 859) şöyle söylemektedir: ‘Üç şey yakînin alâmetlerindendir: Her şeyde Allah Teâlâ’yı görmek / düşünmek. Her durumda yüce Allah’a sığınmak. Her hâlükârda Allah Teâlâ’dan yardım dilemek.’[25]
Nîşâbur sûfîlerinden Ebû Alî Hasen b. Alî ed-Dekkâk (v. 1015), ‘İbadetin temeli vera‘dır. Vera‘nın temeli takvâdır. Takvânın temeli nefis muhasebesidir. Nefis muhasebesi havf ve recâdan neş’et eder. Havf (Allah’tan korkmak) ve recâ (Allah’ın mağfiretine ümitvar olmak) da mârifetten neşet eder. Mârifetin temeli ise ilim sahibi olmak ve tefekkürdür’[26] demektedir. Mürid, sürekli Yüce Allah’ın öğretilerini düşünerek, kalbini arındırmaya çalışmalıdır.
Çağdaş İslam düşünürlerinden Mısır’lı Türk eğitimci, yargıç ve reformcu Muhammed Abduh (v. 1905), Pakistanlı İslam alimi, şair, filozof ve politikacı Muhammed İkbal (v. 1938), Bosna-Hersek cumhurbaşkanlığı konseyinin ilk başkanı, İslam filozofu ve yazar Aliya İzzetbegoviç (v. 2003) gibi bilginler ise, İslam’ın ilk dönemlerinde aklın ve içtihadın aktif kullanımı sayesinde medeniyetin yükseldiğini, akılcı düşüncenin terk edilmesinin ise gerilemeye yol açtığını belirtmişlerdir.
Aliya İzzetbegoviç’e göre, dünya ve ahiret hayatından biri, diğeri için feda edilmez. Ne dünyevi olan öncelenerek uhrevi ihmal edilir, ne de uhrevi olan öncelenerek bu dünya. İslam’da dünya ile ahiret hayatı arasında sağlam bir denge kurulmuştur. İzzetbegoviç, ‘İslam her zaman, iç ve dış, ahlakî ve tarihî, bugünü ve ahireti, iki dünyayı istemiştir. İslam bu ikili davetle tanımlanabilir’[27] diyerek, düşünmede denge kültürünü hatırlatmıştır.
İslam geleneğinde düşünme, sadece teorik bir faaliyet değil, aynı zamanda pratik sonuçları olan bir eylemdir. Nitekim Şanlı Nebi (sas) bir hadis-i şerîfinde, ‘Ameller, niyetlere göredir’[28] buyurmuş, düşünce ile çok yakından ilgili olan niyet kavramının, fiil ile birlikteliğinin büyük önemine dikkat çekmişlerdir. İslam ahlâkında kişi, herhangi bir eylemi icra etmeden önce, niyetini (yani o eylem üzerine düşüncesini) düzgün hale getirmekle yükümlüdür. Bu anlamda niyet etmek, bilinçli bir düşünme süreci ve sahih aktivitenin başlangıcı konumundadır.
Kur’an ahlâkı, bireylerin boş ve yararsız düşünce ve işlevlerden uzaklaşmalarını, zihni faydalı ve yapıcı düşüncelerle meşgul etmelerini öğütlemektedir. Örneğin Kur’an, gerçek müminleri ‘lağv’dan, yani değersiz düşünce ve uğraşlardan yüz çeviren kimseler olarak tanımlamaktadır (Müminun, 23/3).
İslami bağlamda düşünme (tefekkür), hem Yüce Allah’ın varlık ve ayetlerini anlamanın, hem de kulluğu derinleştirmenin önemli bir aracıdır. Kur’an-ı Kerîm ayetleri ve Şanlı Nebi’nin (sas) hadîs-i şerifleri ışığında gelişen düşünce geleneği, Müslümanların bilim, felsefe ve sanat alanlarında büyük başarılara imza atmasını sağlamış, aynı zamanda her mümine, gündelik hayatında bile sürekli bir iç muhasebe ve tezekkür (hatırlayarak düşünme) halini tavsiye etmiştir.
Aklın dar olmayan anlama kapasitesine ve zihnin bulanık olmayan berrak kavrayışına ‘fıtnat’, bu ruhsal donanımların hızlı ve süratli işleyişine ise ‘zekâ’ denilmiş, İslam düşüncesi, ‘aklını kullanmayanları’ kınayan (Enfal, 8/22) ve ‘ilim sahiplerinin derecelerini yücelten’ (Mücadele, 58/11) mesajları ile, düşünmenin ihmal edilmesini çok büyük bir manevi kayıp saymıştır.
Diğer Dinî Geleneklerde ‘Düşünme’
Yahudilikte ‘Düşünme’

Yahudi geleneği, düşünme ve öğrenme eylemini, dini yaşamın merkezine yerleştiren kadim birikime sahiptir. Yahudilikte, Tora’yı (Tevrat’ı) ve Talmud’u, tetebbu ve tefekkür etme, ibadet kadar önemlidir. Rabbinik literatürde, ‘Yasa Kitabı’nda yazılanları dilinden düşürme. Tümünü özenle yerine getirmek için gece gündüz onu düşün. O zaman başarılı olacak ve amacına ulaşacaksın’ (Yeşu, 1:8) denilerek düşünmede süreklilik öğütlenmektedir.
Yahudi ibadetinin bir parçası olan Shema duasında, ‘Dinle, ey İsrail: Allahımız RAB bir olan RABDİR; ve Allahın RABBİ bütün yüreğinle, ve bütün canınla, ve bütün kuvvetinle seveceksin. Ve bugün sana emretmekte olduğum bu sözler senin yüreğinde olacaklar; ve onları oğullarının zihnine iyice koyacaksın, ve evinde oturduğun, ve yolda yürüdüğün, ve yattığın, ve kalktığın zaman bunlar hakkında konuşacaksın. Ve onları alâmet olarak elinin üzerine bağlayacaksın, ve onlar gözlerinin arasında alın bağı olacaklar. Ve onları evinin kapı süveleri üzerine, ve kapılarının üzerine yazacaksın.’ (Yasanın Tekrarı, 6:4-9) denilir.
Bu, kutsal metinler üzerine, sürekli düşünsel meşguliyeti işaret eder.
Talmudik düşünce geleneği, dünyadaki her meseleye dair, derin analitik tartışmalarıyla ünlüdür. Talmud sayfalarında bilginler, en küçük pratik konuları bile, mantıksal akıl yürütme yoluyla, soru-cevap ve tartışma yöntemiyle ele alırlar.
Talmud’un temel varsayımlarından biri, ‘düzen kaostan, düşünme keyfilikten üstündür’ şeklinde özetlenebilir. Talmudik tartışmalarda önemli olan, geçmiş otoritelerin körü körüne taklidi değil, onların gerekçelerini akıl yürüterek anlamaktır. Bu yüzden Talmud’da sorular çoğunlukla, ‘falanca görüşün sebebi nedir?’ şeklindedir. Burada amaç, her dini kuralın ardındaki akli prensibi keşfetmektir.[29]
Yahudi geleneğindeki, ‘Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı, onu Allah’ın suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı’ (Tekvin, 1:27) akidesi, insana verilen akıl nimetiyle de ilişkilendirilir. Talmudik ifadeye göre, ‘insan aklını kullandığında, Tanrı’nın suretinde olmanın gereğini yerine getirir.’ Çünkü Tanrı, insanı diğer yaratıklardan farklı olarak, düşünme ve anlama yeteneğiyle donatmıştır. Bu bağlamda Yahudi düşüncesi, akıl yürüttüğü an, insanın Tanrısal bir niteliğini (O’nun imgesini) gerçekleştirdiğini vurgular: ‘İnsan, zihnini kullandığında, Tanrı gibi davranmaktadır’.[30]
Orta Çağ Yahudi filozoflarından, aynı zamanda ‘İslam Düşüncesi’nin bir tilmizi’ olarak da görebileceğimiz Musa bin Meymūn (v. 1204) ki Maimonides olarak da bilinir, akıl ile inancı uzlaştırma çabasıyla öne çıkar.
Musa bin Meymūn, Delâletu’l-Hâirîn (Rehber) adlı eserinde, felsefi düşünceyi bilhassa Aristo’nun akılcı yöntemlerini, Yahudi teolojisine uygulamış ve Tanrı bilgisinin en yüksek formunun, entelektüel tefekkür ile elde edilebileceğini belirtmiştir. Onun görüşüne göre, bir Yahudi sadece Tora’yı okumakla kalmamalı, aynı zamanda tıp, astronomi gibi seküler ilimleri de öğrenmelidir. Zira doğa bilimlerini düşünmek, Tanrı’nın işlerini düşünmektir ve bu da O’nu tanımanın bir yoludur.
Bu yaklaşım, dinî düşüncenin, aklî ve bilimsel düşünmeyle beslendiği takdirde derinleşeceğini ortaya koyar.
Polonya kökenli Amerikalı haham ve 20. yüzyılın önde gelen Yahudi teologlarından Abraham Joshua Heschel (ö. 1972), God in Search of Man (Tanrı’yı arayan insan) adlı eserinde, modern insanın en büyük problemlerinden birinin, ‘hayret duygusunu yitirmek’ olduğunu söyleyerek[31], tefekkür ve hayranlık dolu düşünmenin, manevi bir ihtiyaç olduğunu vurgular. Heschel, bilimsel akılcılığın ötesine geçip, huşu ve merak ile düşünmeyi, Tanrı tecrübesinin başlangıcı olarak tanımlar.[32]
Yine Yahudi felsefesi, varoluşçuluk, etik ve ontoloji ile ilgili çalışmalarıyla tanınan Litvanya kökenli Fransız filozof Emmanuel Levinas (ö. 1995), Cuatro Lecturas Talmúdicas (Dört Talmud Okuması) adlı eserinde, Talmud okumaları yaparak etik bir şekilde düşünmenin (başkalarının gözü önünde sorumluluk bilinciyle düşünmenin) önemini dile getirmiştir.[33]
Kısacası, Yahudilikte düşünme, hem kutsal metinleri anlamak hem de dünyevi bilgeliği edinmek için vazgeçilmez bir araçtır. Dini uygulamalar, düşünsel derinleşme ile el ele gider. Hatta bir deyişe göre, ‘Tora öğrenimi’ diğer tüm iyi işlere götürür. Bu, eğitimin ve entelektüel uğraşının ibadet sevabıyla bir tutulduğunu gösterir.
Eleştirel düşünme geleneği Yahudi kültürüne özgü bir canlılık kazandırmış, tarih boyunca Yahudi toplumlarının yenilikçi ve araştırıcı karakterinin temelini oluşturmuştur. Sonuç olarak Yahudi dini düşüncesinde akıl, Tanrı’nın insana bahşettiği kutsal bir emanettir ve doğru kullanıldığında insanı hem dindar hem de erdemli kılar.[34]
Hristiyanlıkta ‘Düşünme’

Hristiyan geleneğinde düşünme kavramı, ‘akıl’ ve ‘iman’ arasındaki ilişki ekseninde şekillenmiştir. Hristiyanlık, başlangıçta Yahudi tektanrıcılığının içinden çıkıp, Greko-Romen felsefesiyle karşılaştığı için, erken dönemde bile teolojik düşüncenin felsefi akıl yürütmeyle desteklenmesi söz konusu olmuştur.
İncil’de, ‘Tanrın Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin’ (Matta, 22:37) ifadesi yer almaktadır. Burada akıl (mind), sevgi eyleminin bir parçası olarak anılmaktadır. Yine Pavlus’un mektuplarında, ‘düşüncenizin yenilenmesiyle değişin’ (Romalılar, 12:2) öğüdü, inananlara düşünce tarzlarını, ilahi doğrultuda dönüştürme çağrısıdır. Bu ifadeler, Kitab-ı Mukaddes’te düşünsel tutumun önemsendiğini göstermektedir.
Erken Hristiyan yazarları, Grek felsefesinden beslenerek, Yunanca λόγος logos kavramını merkez almışlardır. Yuhanna İncili’nin girişinde (Yuhanna 1:1), Mesih için, ‘Başlangıçta söz (logos) vardı..’ denilir. Buradaki logos, aynı zamanda ‘ilahi akıl’ anlamına gelir ve Hristiyan teologlar tarafından, Tanrı’nın akıl düzenini ifade etmekte kullanılmıştır.
İlk Hristiyan apolojistlerden Justin Martyr (100-165) gibi Kilise Babaları, Logos kavramını Stoacı ve Platoncu anlamda yorumlayarak, Hz. İsa’yı (as) evrensel akıl ve hikmet olarak tanımlamışlardır.[35] Justin, Hristiyan olmayan filozofların da Logos spermatikos (tohum halinde logos) sayesinde, gerçeğin bir parçasını bulduklarını söyleyerek, akıl yoluyla gerçeğe kısmen ulaşılabileceğini, ancak onun bedenlenmiş tam halinin Mesih’te olduğunu savunmuştur.[36]
Bu yaklaşım, erken Hristiyanlıkta, akıl ile iman arasında köprü kurma çabasını yansıtmaktadır.
Orta Çağ Hristiyan filozofları, ‘iman ve akıl’ meselesini sistematik biçimde ele almış, Hristiyan filozof ve tanrıbilimci Aziz Augustinus (Augustine of Hippo [v. 430]), ‘Kuşkusuz kimi zaman daha çok, kimi zaman daha az inanıyordum. Ama her zaman Senin varlığına ve koruyuculuğuna inandım. Seninle ilgili herhangi bir bilgiye sahip değildim. Sana giden ve sana götüren yollardan da haberim yoktu. Salt akılla gerçeği keşfedemeyeceğimiz gerçeğine ulaştım. Kutsal kitapların yardımına gereksinimimiz var. Onlar aracılığı ile Seni aramamızı ve Sana inanmamızı istemeseydin, onlara bütün dünyada bu kadar seçkin bir yer vermezdin’[37] diyerek, ‘iman ve akıl’ konusunun birbirlerini gerektirdiğini düşünmektedir.
Augustinus, ‘Sen aklı yaratmasaydın, sanatçının yeteneği nereden gelirdi? Sanatçı, var olan ve değiştirilmeye uygun olan toprak, tahta, altın gibi cisimlere tasarladığı düşünceyi uygular. Ama Sen bu şeyleri yaratmamış olsaydın, onlar nasıl var olurlardı? Sanatçının vücuduna, kol ve bacaklarına kumanda eden ruhunu, eserini yarattığı malzemeyi, dışarıda yaratacağı şeyi içinde tasarlayan dehasını, aklından geçen düşünceleri maddeye geçirdiği ve yaptığını aklına ileten bu içsel hakeme, eserin iyi olup olmadığını öğrenmek için başvuran duyu organlarını da sen yarattın’ diyerek, aklın alanı ile imanın alanını ayırmakta, aklın asla imana ters düşmeyeceğini belirtmiş olmaktadır.[38]
Tanrı’nın varlığına ilişkin ontolojik kanıtıyla tanınan Benedikten keşişi, filozof ve ilahiyatçı Canterbury’li Anselmus (v. 1109), ünlü ifadesi ‘fides quaerens intellectum / inanç aklı arar’ yaklaşımı ile, imanın aklı beslediğini, ancak aklın da imanı derinleştirdiğini vurgulamıştır. Anselmus, Tanrı’nın varlığına dair ontolojik argümanını, saf akıl yürütme ile ortaya koyarken, aklî düşünmenin inanç doğrularını pekiştirebileceğini göstermiştir.[39]
Frederick Christian Bauerschmidt, ‘Thomas Aquinas’ adlı eserinde, bilgi felsefesi, metafizik, siyaset ve ruhun ölümsüzlüğü konularındaki yorumlarıyla skolastik düşünceye önemli katkılar sağlamış Dominikan rahip Thomas Aquinas’ın (v. 1274), Hristiyan düşünce tarihinde akıl ile iman arasında kapsamlı bir sentez yaptığını öne sürer. Ona göre Aquinas, Summa Theologica’da, ‘gratia naturam perficit’ (lütuf, tabiatı mükemmelleştirir) prensibiyle, insan aklının (tabiî ışığın) hakikate ulaşmada yetersiz kaldığı noktada, vahiy (lütuf) onu tamamlamakta, bazı hakikatler (örneğin Tanrı’nın varlığı) akılla bilinebilmektedir.[40]
Bu yaklaşımda düşünme (akıl yürütme), inanç için bir hazırlık aşaması, bir ‘preambula fidei’ (imanın önsözü) olarak değerlendirilmiştir. Aquinas ayrıca, ‘insan, Tanrı’nın varlığı gibi bazı doğruları sadece akıl ile de bulabilir’ diyerek, felsefi tefekküre alan açar. Fakat teslis gibi sırların, insan aklının sınırlarını aşacağını ve ancak vahiy ile bilinebileceğini söyler.[41]
Dolayısı ile Orta Çağ Hristiyanlığında düşünme, Tanrısal hakikatleri anlamada kullanılan, fakat vahyin rehberliğine muhtaç bir araç konumunda görülmektedir.
Hristiyanlıkta, maneviyat açısından kontemplasyon (müstakim tefekkür) kavramı da önemlidir. Mesela, Dominiken teolog, filozof ve Alman mistisizminin babası sayılan Meister Eckhart (v. 1328)[42] ve İspanyol Katolik rahibe ve mistik Teresa d’Avila (v. 1582) gibi aziz ve azizelerde, ‘tefekkürî dua’ (contemplative prayer), yani dünyadan içe dönüp, Tanrı hakkında yoğun düşünme yolu ile O’na yakınlaşma pratiği vardır.[43]
Bu anlamda düşünme, sırf entelektüel değil, aynı zamanda ruhsal bir etkinlik olarak değerlendirilmektedir.
Erken Hıristiyan ilahiyatçısı Adamantius Origen olarak bilinen bilgin İskenderiye Origeni (v. 253), ‘kutsal metin üzerinde derin düşünme’ (theoria) kavramını geliştirirken, Yunan akılcılığı ile Yahudi-Hristiyan düşüncesini birleştirmesiyle ünlü Yahudi filozof İskenderiyeli Philon’dan (M.Ö. 50) beri gelen, ‘tefekkür yoluyla Tanrı’ya erişme’ fikrini devam ettirmiştir.
Doğu Hristiyan geleneğinde (Ortodoksluk), ‘noetik dua’ (akli / ruhsal dua) terimiyle, zihin ve kalbin birlikte Tanrı’ya yönelmesi amaçlanır. İsihazm (Hesychasm) adı verilen uygulamalarda (sükûnet, sessizlik, dinginlik), sürekli aynı duayı düşünceye ve nefese dahil ederek tekrarlamak (ör. ‘İsa Duası’), zihni arındırmanın yolu sayılmıştır.
Reformasyon’la birlikte, Protestanlığın babası ve Reformun öncüsü Martin Luther’in (v. 1546) ‘sola fides / yalnızca iman’[44] vurgusu yapması, ayrıca insan aklının günahkar doğası nedeniyle, aklın ve iradenin Tanrı’ya karşı düşman olduğunu savunması nedeniyle[45], Hristiyan dünyada bir akıl karşıtlığı düşüncesi gelişmiştir. Luther’in ‘akıl karşıtlığı’ düşüncesi, onun ‘sola fides’ doktrinini destekler görünmektedir. Ancak, aydınlanma sonrası modern dönemde, Hristiyanlıkta akıl kavramı yeniden yorumlanmış, Hristiyan entelektüelleri, aklı bütünüyle reddetmekten kaçınmışlardır.
Makalemizin bu kısmında, yüksek önemine binaen istitrâdî (bir düşünceden başka bir düşünceye geçmek) bir şekilde, Martin Luther’in yukarıdaki paragrafta yer verdiğimiz ‘aklı aşağılama’ tavrının kökenine, ayrıca İslam’ın konu ile ilgili gerçekçi çözümüne kısaca temas etmek istiyoruz.
Luther, insanı (Hz. Adem’i) Cennet’te isyana sevk eden asıl amilin, ‘akıl’ olduğunu varsaymaktadır. Halbuki, kaynaklarımızdan anladığımız kadarı ile, Hz. Adem’in (as) Cennet’teki yaşayışı esnasında sahip olduğu ‘akıl’, ‘arzî / yersel / dünyevî akıl’dan daha farklıdır. Kanaatimizce, Hz. Adem’in (as) Cennet’ten çıkarılmadan önce taşıdığı ‘akıl’ ile, Cennet’ten indirildiğinde kendisine verilen ‘arzî / yersel akıl’, birbirleri ile kıyaslanmaları ve benzeştirilmeleri yanlış olan, tamamen farklı işleyişlere sahip akıl çeşididirler. Kaynaklarımızdaki rivayet şu şekildedir:
‘Hz. Adem (as) yeryüzüne indirildiğinde, Hz. Cebrâîl (as) ona üç şey, ‘akıl, din ve güzel ahlâkı’ getirerek, ‘Allâh (cc), içlerinden birisini seçmen konusunda seni muhayyer bırakıyor’ demiştir. Hz. Adem (as), ‘Ey Cibrîl, ben bu kadar güzel unsurları, sadece Cennet’te gördüm’ diyerek, elini uzatmış, aklı seçmiş ve onu kucaklamıştır. Hz. Cebrâîl (as), din ve güzel ahlâk unsurlarına, ‘Aklı seçtiğine göre, siz ikiniz (din ve güzel ahlâk) yükseliniz (ayrılınız)’ demiş, onlar, ‘Yapamayız’ dediklerinde, Hz. Cebrâîl (as), ‘Bana karşı mı geliyorsunuz?’ demiş, onlar da, ‘Hayır, biz sana karşı gelmiyoruz. Ancak her durumda, biz akıl ile birlikte olmakla emrolunduk’ deyince, Hz. Adem (as), üçüne birden sahip olmuştur.’[46]
Hz. Adem’in (as), Cennet’teki yaşayışı esnasında, sanki ‘arzî / yersel akıl’ sahibiymiş gibi değerlendirilmesi, Martin Luther ve benzer teologları, Yüce Allâh’ın lütfu ile yeryüzündeki en önemli donanımız olan ‘arzî / yersel aklı’ aşağılamaları davranışına sevk etmiştir. Bu şekilde düşünenlere göre, Hz. Adem’in (as) Cennet’ten çıkarılmasının sebebi, onun ‘arzî / yersel akıl’ ile yaptığı muhakeme ve ulaştığı sonuç neticesinde, Cennet’teki yasak ağaca yaklaşması ve Cennet’ten çıkarılmasıdır. Dolayısı ile bu davranışa sebebiyet veren ‘akıl’ suçlanmalıdır!
Halbuki, Hz. Adem’in (as), Cennet’i ve içindeki nimetleri müşahedesi ve idraki, kendisine lütfedilmiş olan ‘semâvî / göksel akıl’ vasıtası ile olmaktaydı, ‘arzî / yersel akıl’ ile değil. Hz. Adem (as) ve Hz. Havva annemiz, Cennet’te, ‘semâvî / göksel akıl’ ile, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin baş döndüren lütuflarına ve bilgisine daha rahat bir şekilde erişebilmekteydiler. Dünyada ise, dünyanın fiziksel sınırlılıkları ve zorlukları içerisinde yaşanabilmesi ve arza uygun kararların alınabilmesi için, ‘arzî / yersel akıl’ donanımına ihtiyaç duyulmaktadır. Semâvî alemde, yani Cennet’te ikamet edebilmek için, Hz. Adem’e (as) ve annemiz Hz. Havva’ya gereken, elbette ‘semâvî akıl’ idi. Çünkü melekût aleminde ikamet ve oradaki nimetleri müşahede, ‘arzî / yersel akıl’ ile değil, ancak ‘semâvî akıl’ ile olabilirdi.
Yukarıdaki rivayetten de açıkça anlaşılacağı üzere, Hz. Adem (as), ‘arzî / yersel akıl’ nimetine dünyada iken ve Cennet’ten indirildikten sonra ulaştırılmıştır. Martin Luther ve benzer teologlar, ‘semâvî’ ve ‘arzî’ akılları, birbirleri ile aynı fonksiyonlara sahip akıllar kategorisine alma yanlışlığına düşmüşlerdir. Günümüzde de akıl ile ilgili bu türden yanlış kıyaslamalara dayanan ve aklı aşağılayan bakış açılarına rastlamak mümkündür. Gururlanmadan söylemeliyiz ki, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin izni ve inayeti ile, yapmış olduğumuz bu yorum, İslamî yazın alanında bir ilktir ve orijinaldir.
Saded harici yaptığımız bu yorumdan sonra, konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
II. Vatikan Konsili (1962-65) ile Papa II. Jean-Paul’un (v. 2005) 14 Eylül 1998’de tanıtılan genelgesi olan Fides et Ratio (İnanç ve Akıl, 1998) gibi metinler, iman ile aklın birbirini desteklediğini beyan etmektedir. II. Jean-Paul, ‘iman ve akıl, insan ruhunun hakikate yükseldiği iki kanat gibidir’ diyerek, Hristiyan inancında düşünmenin (aklın) önemine dikkat çekmiştir. Yine aynı metinde, ‘insan yüreğine, hakikati bilme arzusu yerleştirilmiştir ki böylece Tanrı’yı bilerek kendini de tam olarak anlayabilsin’ denilir.[47]
Bu yaklaşım, modern Hristiyan teolojisinin aklı olumladığını, onu imanın hasmı değil, ortağı olarak gördüğünü söylemek mümkündür.
Günümüz Hristiyan düşünürleri arasında Kuzey İrlandalı yazar ve öğretim üyesi Clive Staples Lewis (ö. 1963) ve din felsefesi, epistemoloji ve mantık alanlarında çalışan Amerikalı analitik filozof Alvin Plantinga (93 yaşında) gibi isimler, inancın entelektüel temellerini tartışmışlardır.
C.S. Lewis, ‘Hıristiyanlık sadece kalple değil, zihinle de onaylanmalıdır’ diyerek, eleştirel düşünmenin imanda oynadığı role dikkat çeker. Plantinga ise, teistik inancın akılsal meşruluğunu savunan argümanlar geliştirmiş (inancın temel oluşu gibi tezler), Tanrı inancını, mantık ve epistemoloji zemininde tartışmaya açmıştır.
Hristiyan kültürde ayrıca, ‘din ve ilim ilişkisi’ önemli bir alan teşkil eder. Birçok Hristiyan bilim insanı, Tanrı’nın evrenini anlamanın, O’nu yüceltmek olduğuna inanır.
Bu, Orta Çağ’ın ‘inancı, anlamak için kullanma’ geleneğinin, adeta bir devamı gibidir.
Hristiyanlık düşünce geleneğinde düşünme (akıl), hiçbir zaman bütünüyle reddedilmemiş, fakat vahiy ve iman ışığında değerlendirilmiştir. Erken dönemden beri Logos kavramıyla aklı kutsal plana dahil eden Hristiyanlık, Orta Çağ’da Aquinas gibi dâhiler eliyle, felsefi aklı teolojinin hizmetine sokmuş, modern çağda ise akıl ve inancın birbirine destek veren kanatlar olduğu fikrini benimsemiştir.[48]
Hristiyan pratiğinde, tefekkür ve zikir (contemplation) formlarıyla düşünce, ibadetin derin bir boyutu olmayı sürdürmektedir.
Budizmde ‘Düşünme’

Budist öğreti, zihnin ve düşüncelerin doğasını anlamaya yönelik, kapsamlı analizler sunar. Budizm’de esasen ‘düşünce’ denince iki boyut akla gelebilir:
1. Ahlâkî düşünce (doğru-yanlış düşünceler),
2. Meditasyonel düşünce (zihni disipline etme bağlamında düşüncelerle ilişki).
Dört Yüce Hakikat’in pratiğe dökülmesinde, sekiz aşamalı yol vardır ve bunun ikinci basamağı Samma Sankappa, yani ‘doğru düşünce / doğru niyet’tir. Doğru Düşünce, Budizm’de arzu, nefret ve zarar verme fikrinden uzak, şefkat ve şiddetsizlikle yoğrulmuş düşünceleri ifade eder. Yani kişinin zihninden geçen niyet ve düşüncelerin arındırılması, erdemli bir yaşamın temelidir. ‘Doğru düşünce, benliksiz bir vazgeçiş (feragat) düşüncesi, sevgi dolu düşünceler ve şiddetsizlik düşünceleridir’ diye belirtilir.[49]
Bu yönüyle Budizm, etik bir perspektifle, hangi düşüncelerin beslenip hangilerinin terk edilmesi gerektiğini öğretir. Kişi, ‘kötü ve yararsız düşünceleri zihninden defetmeye, iyi ve faydalı düşünceleri ise geliştirmeye çalışmalıdır.’ Bu, ‘doğru çaba’ ve ‘doğru farkındalık’ ile de desteklenen zihinsel bir terbiyedir. Nitekim Buddha, Vitakka-santana Sutta’da (Majjhima Nikaya, 20), zihne gelen istenmeyen düşünceleri yönetme ve sağlıklı düşünceleri geliştirme konusunda yöntemler öğretmiştir.[50]
Bu, düşüncelerin otomatik akışına kapılmak yerine, onları bilinçli bir şekilde yönlendirme pratiğidir ve Budist eğitimde önemli bir yer tutar.
Budist felsefe, düşüncelerin (fikri faaliyetlerin) zihin ve gerçeklik içerisindeki konumunu da derinlemesine inceler. Theravada geleneğinin Abhidhamma (Yüksek Öğreti) literatürü, zihnin işleyişini ayrıntılı bir şekilde analiz etmiştir. Düşünceler, zihinsel olaylar (citta ve cetasika) kapsamında ele alınır. Her an zihinde beliren düşünceler, geçmiş karmanın ve mevcut koşulların bir sonucudur.
Budizm’in temel öğretisi ‘skandha’ veya khandha ilkesi, benlik duygusuna temel teşkil eden ve bu duyguya bağımlılığa neden olan beş tür olgudan her birine verilen addır. İnsan, beş küme’den (skandha) oluşur. Bu beş küme, genelde ‘bir fiziksel ve dört zihinsel’ küme halindedir:
1. İçsel ve dışsal madde (rūpa). Dışsal olarak, rupa fiziksel dünyayı ifade eder. İçsel olarak, rupa maddesel bedeni ve fiziksel duyu organlarını kapsar. 2. Duyu veya duygu (vedanā). 3. Algı, anlayış, kavrayış, idrak veya yargı (saññā). 4. Zihinsel oluşumlar, dürtüler, istenç veya düzensel faktörler (saṅkhāra). 5. Düşünsel oluşumlar veya bilinç (viññāṇa). Bunların hiçbirinde kalıcı bir benlik yoktur.’ Düşünceler de bu sankhara (düşünsel oluşumlar) içinde yer alır ve gelip geçicidir.[51]
Budist analizlere göre, düşünceler doğaları gereği boştur, kalıcı bir özleri yoktur ve bağımlı olarak ortaya çıkarlar. Mahayana Budizm’i, özellikle Madhyamaka felsefesiyle her türlü kavramsal düşüncenin nihai gerçekliği tam yansıtamayacağını, kavramların göreli düzeyde yararlı olsa da ‘boş’ (şunyata) olduğunu vurgular.
Bu yüzden Zen gibi bazı Budist okullar, nihai hakikati deneyimlemek için kavramsal düşünceyi aşmayı, ‘zihni durdurmayı’ veya ‘hiç zihin’ haline ulaşmayı öğütlemiştir. Örneğin bir Zen deyişi, ‘düşünmemeyi düşün’ derken, meditasyonda zihnin normal akıl yürütme alışkanlıklarının ötesine geçilmesini kasteder.
Bununla birlikte Budizm, düşünceyi bütünüyle değersiz görmez. Aksine doğru kullanıldığında özgürleşmeye giden yolda önemli bir araç olduğunu kabul eder. Abhidharma geleneğinde geliştirilmiş felsefi düşünce, son derece incelikli mantıksal analizler içerir. Özellikle Büyük Öğretmen Nagarjuna (2. yy.), mantıksal düşünce yolunu kullanarak (tetralemma gibi yöntemlerle) yanlış görüşleri çürütmüş ve orta yol doktrinini açıklamıştır.
Keza, Hintli Budist filozof ve mantıkçı Dignaga (ö. 540) ve Budist atomizminin başlıca teorisyenlerinden Dharmakirti (ö. 670) gibi Budist filozoflar, düşünme, akıl yürütme, doğru bilginin nasıl elde edilebileceği, kişinin nasıl bilebileceği, nasıl bilemeyeceği veya bir şey hakkında bilginin ne ölçüde edinilebileceği konularında sofistike epistemolojik teoriler (pramana teorileri) geliştirmişlerdir. Bu, bir bakıma Budizm’in iki yönünü gösterir:
1) Meditasyon pratiğinde, zihni saf farkındalık halinde tutup, sıradan düşünce akışını dindirmek amaçlanırken,
2) Felsefi pratikte, doğru düşünme (mantık ve diyalektik) ile gerçeğin kavramsal analizi yapılır.
Her ikisi de nihai amaç olan prajna’ya (hikmet, içgörü) hizmet eder. Budist doktrininin ve uygulamasının temeli, fenomenlerin doğasını anlamak için orta yol yaklaşımıdır. Etki düzeyinde orta yol, aşırı hoşgörü ve çilecilik uçlarından uzak dururken, zihinsel düzeyde sonsuzlukçuluk ve yok oluşçuluğun aşırı metafizik konumlarından kaçınır. Böylece, orta yol ‘içgörü ve bilgeliğe götürür, sükunet, bilgi, aydınlanma ve nirvanayı üretir.’ Orta yol hem etik bir yöntem hem de doğru akıl yürütme için bir temel olarak tasarlanmıştır.[52]
Budizm’de günlük hayatta düşünce disiplini de önemlidir. Dhammapada’nın ilk dizeleri, ‘Zihin öncüdür, zihin önderdir, zihin her şeyi yaratır. Eğer kişi kötü düşünceyle bir şey söyler veya yaparsa, peşinden acı gelir… Eğer kişi saf düşünceyle bir şey söyler veya yaparsa, peşinden mutluluk gelir’ şeklindedir.
Bu dizeler, düşüncenin insanın kaderindeki merkezi rolünü ifade eder. İyi düşünceler mutluluğa, kötü düşünceler ıstıraba götürür.
Santideva isimli 8. yüzyıl Hint filozofu, Budist keşiş ve şair, Bodhisattvacaryāvatāra adlı eserinde, ‘Dünyanın sevinç tohumu ve dünyanın acılarının ilacı olan akıl cevherinin değeri nasıl ölçülebilir?’[53] diyerek, zihnin (düşünsel tutumun) mutluluk ve acı üzerinde belirleyici olduğunu belirtir.
Düşünce, ‘karma’ ve ‘nirvana’ya giden yolda bir araçtır. Zen Budizm’de, ‘zihnin boşaltılması’ (meditasyon) önerilir. Böylece Budizm, ıstırabı sonlandırmak (Dukkha’nın sonu Nirvana’ya erişmektir) için, zihnin doğru bir şekilde eğitilmesini, yani yanlış düşünce kalıplarının dönüştürülmesini şart koşar.
Günümüz dünyasında Budist meditasyon teknikleri (özellikle mindfulness / farkındalık) seküler bağlamda da yaygınlaşmış, bununla birlikte Budist düşüncenin özü olan ‘düşüncelerin gözlemlenmesi’ pratiği evrenselleşmiştir. Modern psikoloji ve nörobilim, meditasyonun zihni sakinleştirip, düşünce süreçlerini kontrol etmede etkili olduğunu göstermektedir.
14. Dalai Lama gibi çağdaş Budist liderler, bilim insanlarıyla diyaloglara girerek, zihnin yapısını anlamaya çalışmakta ve ‘eğer bilim, Budist öğretilerden bir şeylerin hatalı olduğunu kesinleştirirse, o öğretiyi değiştirmeye hazırız’ demektedir ki bu, Budizm’in sorgulamaya ve rasyonel incelemeye açık tutumunu yansıtmaktadır.
Budizm’de inanç, körü körüne değil, aksine Kaluama Sutta’da Buddha’nın öğüdünde olduğu gibi, ‘kendi tecrübenle doğrula, aklına ve vicdanına uygun buluyorsan kabul et’ prensibiyle, bir tür eleştirel düşünce süzgecinden geçirilerek tesis edilir.
Budizm, düşünme eylemini hem etik-manevi gelişimin hem de felsefi içgörünün ayrılmaz parçası sayar. ‘Doğru düşünce’ ahlâkın, ‘derin düşüncesizlik’ (no-mind) ise yüksek meditasyonun hedefidir. Düşünceler hem özgürleşmeye götüren bir araç hem de yanlışa yöneldiğinde acıya yol açan bir etkendir. Bu yüzden Buddha, zihin terbiyesini üç eğitimden biri (diğer ikisi ahlak ve bilgidir) olarak belirlemiş, ‘zihni ehlileştirmek’ gereğini salık vermiştir.
Budist geleneğin değişik kolları, düşünmenin farklı yönlerine vurgu yapsa da (Zen’de düşüncesiz kalmak, Tibet geleneğinde düşünceleri dönüştürmek, Theravada’da düşünceleri tek tek analiz etmek gibi), hepsi sonuçta prajna denen hikmetli anlayışı hedef alır.
Konfüçyanizmde ‘Düşünme’

Uzak Doğu’nun köklü ahlâkî ve felsefî sistemi Konfüçyanizm, düşünmeyi, öğrenme ve erdem ilişkisi içinde ele alır. Kurucusu Konfüçyus (MÖ. 551-479), bilgi edinme ve düşünme arasında dengeli bir ilişki kurulmasını öğütlemiştir. Onun meşhur sözünde dediği gibi, ‘öğrenip de düşünmezseniz, kaybolursunuz, düşünüp de öğrenmezseniz, tehlikedesiniz.’ Şu özlü ifade, Konfüçyus’un The Analects (Konuşmalar) adlı eserinde geçer: ‘Öğrenmeden düşünmek faydasızdır, düşünmeden öğrenmek tehlikelidir.’[54]
Konfüçyanist anlayışta, salt kitap bilgisi, eğer üzerine düşünülmezse içselleşmez ve yararsız kalır. Öte yandan ham düşünme de eğer kültürel ve ahlâkî bilgiyle beslenmezse insanı yanlış yollara sevk edebilir. Bu nedenle ideal olan, öğrenme (Xue) ile yüce düşünme’nin (Si) birlikte yürütülmesidir. Konfüçyus, ‘Bir kimse eski bilgisini korur, sürekli olarak yeni bilgiler edinirse, başkalarına öğretmen olabilir’ demektedir.[55]
Bu da geçmiş bilgeliği düşünerek özümsemenin, yeni durumlara ışık tutacağını ifade eder. Yani düşünme, geçmiş deneyimler ile yeni sorunlar arasında bağlantı kurma sanatıdır.
Konfüçyus ve takipçileri için düşünme, öncelikle ahlâkî karakterin geliştirilmesi amacına hizmet eder. Konfüçyus, ‘günlük öz-eleştiri’ üzerinde şöyle durur: ‘Her gün kendimi üç şeyde yoklarım: İnsanlar için çalışırken sadakat gösterdim mi? Arkadaşlarımla ilişkilerimde dürüst oldum mu? Bana aktarılan bilgileri uyguladım mı?’[56]
Bu gibi ‘öz değerlendirme’ soruları, öğrencilerine tavsiye ettiği bir düşünsel pratikti. Bu, kişinin her gün kendi davranış ve niyetlerini düşünerek gözden geçirmesi, hatalarını düzeltmesi anlamına gelir ki, Konfüçyus’un ideali olan ‘Junzi’ (erdemli beyefendi) olmanın yolu da budur. Dolayısıyla düşünme, Konfüçyus öğretisinde hem bir öğrenme yöntemi hem de bir ahlâkî disiplin aracıdır.
Konfüçyus’un halefi sayılan Mengzi (Mencius, M.Ö. 4. yy) de insan doğasının özünde iyi olduğunu, bu iyiliğin açığa çıkması için doğru düşünme ve eğitim gerektiğini savunmuştur. Mencius’a göre, her insanda bulunan ren (iyilikseverlik), yi (doğruluk), li (uygunluk), zhi (bilgelik) ve xin (kalp/zihin) gibi ‘dört filiz’, uygun şekilde düşünce ve eğitim ile geliştirilirse, erdeme dönüşür.
Bu bağlamda, kişi kendi içindeki iyilik potansiyelini tefekkür ile keşfedebilir. Mencius, bir hükümdara, ‘kalbini (xin) derinlemesine araştırmasını’ tavsiye ederken, aslında vicdanına ve aklına danışmasını istemiştir. Konfüçyanist gelenekte ‘xin’ kavramı, hem ‘kalp’ hem ‘zihin’ anlamına gelir. Dolayısıyla Konfüçyusçuluk, duygusal zekâ ile rasyonel aklı birleştirici bir düşünme anlayışını içerir.
Konfüçyanizm, sadece bireysel değil, toplumsal düzlemde de düşünmeye önem verir. ‘Danışma ve istişare’, Konfüçyus’un yöneticilere öğütlediği bir ilkedir. Yöneticinin erdemli olması kadar bilgece düşünmesi, alacağı kararları önce zihninde tartıp, başkalarının görüşlerini alması beklenir.
‘Shu, Gao Zong’un her zamanki imparatorluk yasını tutarken üç yıl boyunca konuşmadığını söylediğinde bununla ne kastedilmektedir? Üstat dedi ki, Gao Zong neden buna örnek olarak anılmak zorunda? Çünkü, eskilerin hepsi böyle yapardı. Hükümdar öldüğünde, memurların hepsi çeşitli görevlerini yerine getirir, üç yıl boyunca başbakandan talimat alırlardı.’[57] sözü, aceleci davranmayıp, iyice düşünüp öyle harekete geçmeyi salık verir. Bu prensip, sadece yönetici için değil, her insanın önemli kararlar alırken düşünsel süreçlere gereken zamanı ayırmasını öğütler.
Konfüçyanist eğitim anlayışı, ezberi değil, anlamaya dayalı öğrenme’yi vurgular. ‘Ezberle ve tekrar et’ yerine, ‘anla ve uygula’ yaklaşımı vardır. Bu da öğrencinin, sürekli soru sormasını ve irdelemesini gerektirir. Konfüçyus, öğrencilerinden gelen soruları sabırla cevaplamış ve farklı kapasitedeki öğrencilerine farklı şekillerde hitap etmiştir.
Bu, eğitimin bireysel düşünme süreçlerine göre uyarlanması demektir. Nitekim Analektler’de, Konfüçyus’un bir soru karşısında bir öğrenciye, ‘evet yapmalısın’ diğerine ise, ‘hayır yapmamalısın’ diye zıt cevaplar verdiği, çünkü öğrencilerin durumlarının farklı olduğu anlatılır. Burada gizli mesaj, kişinin kendi durumunu düşünerek, evrensel prensibi kendine göre uygulaması gerektiğidir.
Güney Song hanedanı döneminde yaşamış ve imparatorun öğretmeni ve danışmanı olarak görev almış Çinli kaligraf, tarihçi, filozof, şair ve siyasetçi Zhu Xi (v. 1200) gibi alimler, Konfüçyanist düşünceyi Budizm ve Taoizm’den etkilenerek, metafizik bir sisteme kavuştururken, ‘tefekkür’ ve ‘araştırma’ kavramlarına yeniden vurgu yaptılar. Zhu Xi, ‘şeylerdeki ilkeleri araştırma’ (gewu) kavramını ortaya atarak, doğayı gözlem ve akıl yoluyla incelemenin ahlâkî gelişim için şart olduğunu belirtti.[58] Ona göre bir Konfüçyusçu, her nesne ve olaydaki evrensel prensibi bulmak için derince düşünmelidir.
Günümüz modern Çin toplumunda, Konfüçyanist düşüncenin izleri hâlâ görülebilmektedir. Eğitime verilen önem, aile büyüklerinin deneyimlerinden ders alma, toplumsal uyumu korumak için empatik düşünme gibi konuların, Konfüçyanizm’den miras kaldığı düşünülmektedir.
Tu Weiming (85 yaşında) gibi Çağdaş Konfüçyüsçü düşünürler, Konfüçyanizm’in sadece geçmişe yönelik sorunlarının yansıtılmasını değil, aynı zamanda farklı medeniyetlerle iletişim kurulmasını, Konfüçyüsçü düşünürlerin bu tür diyaloglardan yararlanabilmelerini, böylece küresel dünyaya katkıda bulunabilmeleri gereğine vurgu yapmaktadırlar.[59]
Konfüçyanizm’de düşünme, öğrenme sürecinin ayrılmaz bir parçası, erdemli yaşamanın yöntemi ve toplumsal düzenin teminatı olarak görülür. Konfüçyus’un, ‘öğrenme ve düşünme’ dengesini kurma öğüdü, bugün dahi eğitim felsefesinde değerini koruyan bir ilkedir.[60]
Onun yaklaşımı, entelektüel faaliyet ile, pratik ahlâkın birleşmesini hedefler. Konfüçyanist insan, okumayı ve öğrenmeyi sever, ama bununla yetinmez. Üzerinde düşünerek, onu hikmete dönüştürür. Bu nedenle Konfüçyanizm, bir anlamda ‘düşünen ahlâk’ geleneği olarak nitelenebilir.
Karşılaştırmalı Tablo:
| Din/Felsefe | Düşünmenin Amacı | Temel Yaklaşım |
| İslam | Hakikati bulmak (tefekkür) | Akıl + Vahiy dengesi |
| Yahudilik | Tora’yı anlamak | Hukuki yorum (Talmud) |
| Hristiyanlık | Tanrı’yı bilmek | İman + Mantık |
| Budizm | Zihni özgürleştirmek | Meditasyon |
| Konfüçyüsçülük | Toplumsal ahenk | Pratik ahlâk |
Sonuç
Bu inceleme göstermektedir ki ‘düşünme’ kavramı, insanlık tarihinin hem entelektüel hem de manevi serüveninin merkezinde yer almıştır. Tarihsel gelişim içerisinde düşünme, antik filozofların varlıkla özdeşleştirdiği bir yetiden, modern bilim insanlarının beyin temelli çözümlemelerine kadar geniş bir yelpazede ele alınmıştır.
Felsefî yaklaşımlar, düşünmeyi bazen hakikatin yegâne ölçütü (rasyonalizm), bazen de güvenilmez bir yanılsama kaynağı (mistisizmde veya bazı geleneksel yaklaşımlarda) olarak değerlendirmiştir.
Ontolojik boyutta ise, düşünmenin mahiyeti konusunda düalist, idealist ve materyalist açıklamalar yarışmış, düşünceyi ruhsal bir öz olarak görenlerin yanı sıra, onu biyolojik bir yan ürün olarak görenler de olmuştur. Klasik çağın ‘düşünen ruh’ anlayışı, yerini modern dönemde kısmen ‘işleyen zihin/beyin’ paradigmasına bıraksa da, günümüzde bile zihin felsefesinde düşüncenin özü tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
Dinî gelenekler perspektifinden baktığımızda, büyük dinlerin tümü, düşünmeye kendi öğretileri çerçevesinde önemli roller atfetmişlerdir.
İslam, aklı ve tefekkürü imanın temeli saymış, Kur’an-ı Kerîm ‘akıl sahiplerini’ övmüş ve tefekkürü ibadet makamına yükseltmiştir.
Yahudilik, sürekli öğrenme ve tartışma kültürüyle düşünmeyi kutsal bir görev addetmiş, Talmudik gelenekte mantıkî tartışma, kutsal pratiğe dönüşmüştür.
Hristiyanlık, aklı vahyin ışığında kullanmayı salık vermiş, Orta Çağ’da inşa edilen iman-akıl sentezi, modern kilise tarafından ‘iki kanat’ metaforuyla yeniden ifade edilmiştir.
Budizm, doğru düşünceyi ruhsal gelişimin basamağı yaparken, öte yandan düşüncelerin gelip geçici doğasını vurgulayarak zihnin nihai dinginliğini hedeflemiştir.
Konfüçyanizm, düşünmeyi ahlâkî erdemin ve toplumsal uyumun aracı olarak görmüş, dengeli düşünme ve öğrenme ile, ideal insan ve toplum tasavvurunu desteklemiştir.
Bu dinî ve felsefî perspektiflerin karşılaştırmalı analizi, bazı ortak tema ve farkları da ortaya koymaktadır:
İslam’daki nefis muhasebesi, Yahudilik’teki günlük vicdan yoklaması, Hristiyanlıktaki vicdan hesabı ve Konfüçyanist öz eleştiri hep benzer temalardır. Hem İbrahimi dinler, hem de Konfüçyanizm, eleştirel düşünme ve öz değerlendirme geleneğini canlı tutmuştur. İslam ve Budizm, farklı biçimlerde de olsa, tefekkürün ruhsal değerini vurgulamışlardır.
İslam, akıl-vahiy dengesi’ni sürekli vurgulayarak, ne bütünüyle rasyonalizme kapı açmış ne de aklı devre dışı bırakmıştır. ‘Kalb-i selim’ kavramı ile, sağlıklı düşünce ve iman birlikteliğini savunmuştur.
Budizm, düşüncelerin ötesine geçmeyi nirvana için şart görürken, Yahudi-Hristiyan gelenek, düşünmeyi, daima kişisel Tanrı anlayışının içinde tutmuş ve sınır ötesine geçmektense vahiy ile çerçevelendirmiştir.
Konfüçyanizm ise, düşünmeyi dünyevi etik ve yönetim sanatıyla ilişkilendirmiştir.
Klasik ve çağdaş düşünürlerin bakış açılarını birlikte ele almak, düşünme kavramının dinamik yapısını gözler önüne serer. Klasikler, düşünmeyi insanın tanımı ve erdemi olarak görürlerken (Aristoteles, Farabi, Konfüçyus vb.), çağdaşlar düşünmenin sınırlarını ve imkânlarını yeni bilimsel veriler ışığında tartışmışlardır (nörobilimciler, yapay zekâ uzmanları, modern filozoflar).
Bir yanda Parmenides’in ‘düşünce = varlık’ önermesi, diğer yanda Minsky’nin ‘zihin = beyin fonksiyonu’ tezi, insanın kendi zihnine dair anlayışının nereden nereye geldiğini göstermektedir. Ancak bunca değişime rağmen, düşünme eyleminin insan hayatındaki merkezi rolü değişmemiştir. Aksine, çağımızın karmaşık sorunları, eleştirel ve yaratıcı düşünme becerilerini, her zamankinden daha hayati kılmaktadır.
‘Düşünme’ hem bireysel planda bir öz farkındalık ve anlama çabası, hem toplumsal planda bir kültür ve medeniyet motoru, hem de aşkın anlamda bir hakikat arayışı yöntemi olarak insanla birlikte var olagelmeye devam etmektedir.
Tarih boyunca filozoflar düşünmeden yana tavır almış, zalimler ise düşünceden korkmuşlardır. Peygamberler (ase), insanları tefekküre davet etmiş, dogmatikler ise körü körüne itaati yeğlemişlerdir.
Bu bağlamda, farklı uygarlık ve inançlardaki birikimler bize gösteriyor ki, düşünme yetimizi kullanmak, insan olmanın gereği ve onurudur.
İnsan, düşünen canlıdır. Bu ifade, sadece biyolojik bir tespit değil, aynı zamanda etik bir çağrıdır. Düşünme, insanı diğer varlıklardan ayıran temel bir özelliktir. Dinler bunu, ‘anlam’ boyutuyla, felsefe ise, ‘varlık’ ile ilişkilendirmektedir.
İslam’da tefekkür bir ibadet, Budizm’de ‘düşünceden arınmak’ bir hedef iken, Batı felsefesi düşünceyi mantıksal sistematiğe tabi tutmuştur. Düşünmek, varoluşumuzun hem hakkı hem sorumluluğudur. Bu sorumluluğu, tarihten ve kadim öğretilerden aldığımız ilhamla yerine getirmek, günümüz dünyasında daha bilinçli, anlayışlı ve erdemli bir insanlık için vazgeçilmezdir.
‘Düşünme’ kavramı üzerine literatür son derece zengindir ve burada yapmaya çalıştığımız analiz, incelenen konular bağlamında, klasik ve modern görüşlerin sadece bir kısmını yansıtmakta, farklı felsefi bakış açılarının, İslam’ın yanı sıra diğer semavî dinlerin ve gayr-ı semâvî geleneklerin, ana fikirlerini karşılaştırmalı bir bakış açısıyla öz bir şekilde de olsa göstermeyi amaçlamaktadır.
Bu analiz göstermektedir ki, başta Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinde, Nebi’nin (sas) hadîs-i şeriflerinde, diğer dini ve felsefi metinlerde ‘düşünme’ye atıf yapıldığında, insanın kendi özü, Yüce Tanrı ve evren ile ilişkisi açıklanmakta, insanlığın ortak entelektüel mirasına dikkatler çekilmektedir.
Yüce Allah doğrusunu en iyi bilendir. Dönüş ve yöneliş O’nadır.
Allâhım, bütün işlerde akıbetimizi güzel kıl. Bizleri dünyada aşağılanmaktan, âhirette de azaptan koru. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, [17778]; Taberani, Kebîr, [1198]) Allâh’ın rahmeti ve sonsuz selamı, Şanlı Elçisine ve âlinden gelen uğurlu imamlara olsun.
[1] Pulatov, B., ‘Philosophical Description of the Concept of Thinking and its Characteristics’, Current Approaches and New Research In Modern Sciences içinde (C. 3, Sayı: 9, ss. 169-174, inlibrary.uz)
[2] Richard J. Gerrig-Philip G. Zimbardo, Psikoloji ve Yaşam, s. 11, Çev: Gamze Sart, Nobel Yayınları, İstanbul-2012.
[11] Buhari, Sahih, Hadis no: 6493.
[12] Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, 3/45, Kahire-2001.
[13] İbn Hibban, Sahih, Hadis no: 620.
[14] Suyutî, Camiu’l-Ehâdîs, Hadis no: 10521.
[15] Taberânî, el-Muʿcemu’l-Kebîr, Hadis no: 2688.
[16] Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İşârâtü’l-Merâm min ʿİbârâti’l-İmâm, s. 82, 85, nşr. Yûsuf Abdürrezzâk, Kahire-1949.
[17] Farabi, Kitâbü’l-Hurûf, s. 88, 90, Çev: Ömer Türker, Litera Yayıncılık, İstanbul-2008.
[18] Ömer Mahir Alper, “İbn Sînâ ve İbn Sînâ Okulu”, s. 261, İslâm Felsefesi Tarih ve Problemler, Ed. Cüneyt Kaya, İSAM Yayınları, İstanbul-2014.
[19] İmam Gazali, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 3/105, terc. A. Serdaroğlu, Bedir Yayınevi, İstanbul-2011.
[20] İmam Gazali, age, 4/762.
[21] İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye, El-Fevâid [Faydalar], s. 321, terc. A. Tunçer, Polen Yayınları, İstanbul-2006.
[22] el-Cevziyye, age, s. 281.
[23] Beyhakî, Şuʿabu’l-İmân, Hadis no: 4669.
[24] Beyhakî, Kitabu’z-Zühd, Hadis no: 484.
[25] Beyhakî, age, Hadis no: 967.
[26] Beyhakî, age, Hadis no: 841.
[27] Aliya İzzetbegoviç, İslamî Yeniden Doğuşun Sorunları, s. 18, çev. Rahman Ademi, Fide Yayınları, İstanbul-2010.
[28] Buhârî, Sahih, Bedü’l-Vahy, 1.
[31] Abraham Joshua Heschel, God in Search of Man, p. 46, Harper & Row, New York-1955.
[32] Heschel, age, pp. 184-186.
[33] Emmanuel Levinas, Cuatro Lecturas Talmúdicas, Página, 62, Les Édıtıons De Mınuıt, París-1968.
[35] originalchristianity.netnewadvent.org
[37] Saint Augustinus, İtiraflar, ss. 107-108, (Türkçesi: Dominik Pamir), Kaknüs Yayınları, İstanbul-2016.
[38] Saint Augustinus, age., s. 245.
[39] Anselmus, Sözün İlanı Üzerine Mektup, ‘… Nullus quippe Christianus debet dispature, quomodo quod catholica ecclesia corde credit et ore confiteturnon sit; sed semper eandem fidem indubitanter tenendo, amando et secundum illam uiuendo humiliter quantumpotest quaerere rationem quomodo sit. Si potest intelligere, deo gratiasagat… / Gerçekten hiçbir Hıristiyan, Katolik Kilisesi’nin kalbiyle inandığı ve ağzıyla itiraf ettiği şeylerin doğru olmadığını tartışmamalıdır. Ama her zaman aynı inancı sorgusuz sualsiz benimseyerek, onu severek ve ona göre yaşayarak, onun nasıl olduğunun nedenini mümkün olduğunca alçakgönüllülükle araştırsın. Anlayabiliyorsa Allah’a şükretsin…’, Latince’den Çeviri: Jasper Hopkins ve Herbert W. Richardson, Anselm of Canterbury: Trinity, Incarnation, and Redemption: Theological Treatises, p. 8, Harper & Row, New York-1970.
[40] Frederick Christian Bauerschmidt, Thomas Aquinas (Faith, Reason, and Following Christ), p. 143, Oxford University Press, United Kingdom-2013.
[41] Muhammet Tarakçı, St. Thomas Aquinas, s. 20, İz Yayıncılık, İstanbul-2006.
[42] Franz Pfeiffer, Meister Eckhart, p. XI, (Translation by . C. de B. Evans), London-1947. Ayrıca bkz. The Complete Mystical Works of Meister Eckhart, (Translation by: Maurice O’C Walshe), The Crossroad Publishing Company, NewYork-2009.
[43] St. Teresa of Avila – The Life of by Herself, p. 21, (Translated from the Spanish By David Lewis), Thomas Baker, London-MCMIV (1904); The Life of Teresa of Jesus – The Autobiography of Teresa of Ávila, s. 123, (Translated & Edited by E. Allison Peers), 1995.
[44] Martin Luther, Selections from His Writings, s. 22, (Editor, John Dillenberger), Anchor Books, New York-1961.
[45] Martin Luther’in ‘aklı aşağılayan’ ifadeleri şöyledir: ‘In the sacred matter of divinity therefore let our sentiments be, that reason in all men stands as the greatest enemy against God; and also that the best will in men is most adverse to the will of God; seeing that from this very source arise hatred of the Word and persecution of all godly ministers. Wherefore, as I said, let us never extenuate, but rather magnify that mighty evil, which human nature has derived from the sin of our first parents / Kutsal ilahiyat meselesinde duygularımız, tüm insanlardaki aklın Tanrı’ya karşı en büyük düşman olarak durduğu ve ayrıca insanlardaki en iyi iradenin, Tanrı’nın iradesine en aykırı olduğu olsun; çünkü bu kaynaktan (akıldan), Söz’e karşı nefret ve tüm dindar hizmetkarlara karşı zulüm doğar. Bu nedenle, dediğim gibi, insan doğasının ilk atalarımızın günahından türediği o kudretli kötülüğü asla hafifletmeyelim, bilakis onu büyütelim.’ The Project Gutenberg e-Book of Commentary on Genesis, by Martin Luther
[46] İbn Ebü’d-Dünya (v. 281/894), Kitâbu’l-ʿAkli ve Fadlih, s. 20 (Hadis no: 21), Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiyye, Beyrut-1993; İbn Kuteybe (v. 276/889), ʿUyûnü’l-Aḫbâr, 1/403 (Hadis no: 1461), el-Mektebetü’l-İslâmî, Beyrut-2008; İbn Asâkir (v. 571/1176), Târîhu Medîneti Dımaşk, 7/444, Dâru’l-Fikr, Beyrut-1995; İbnü’l-Cevzî (v. 597/1201), Zemmü’l-Hevâ, s. 16, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-1971.
[51] https://tr.wikipedia.org/wiki/Skandha
[53] ‘How can one measure the merit of the jewel of the mind, which is the seed of the world’s joy and is the remedy for the world’s suffering?’ Santideva, A Guide to the Bodhisattva Way of Life, p. 21, (Translated from Sanskrit and Tibetan by Vesna A. Wallace & B. Alan Wallace), Snow Lion Publications, New York-1997.
[54] The Analects, 2:15 (https://ctext.org/analects/wei-zheng)
[55] The Analects, 2:11 (https://ctext.org/analects/wei-zheng)
[56] The Analects, 1:4 (https://ctext.org/analects/xue-er)
[57] The Analects, 15:41 (https://ctext.org/analects/xian-wen)
[58] https://en.wikipedia.org/wiki/Zhu_Xi
[59] https://iep.utm.edu/tu-weimi/
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com sayfalarındaki yazı, resim, fotoğraf, grafik, çizim, vs. her türlü görüntü malzemesinin elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması kesinlikle yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.
