Musa Kâzım GÜLÇÜR
6 / 8 / 2020
İçindekiler
İman, Fısk, Küfür, İsyan ve Rüşd 2
Bir önceki yazımızda, Allâh’a (cc) ve Resulüne (sas) karşı takınmamız gereken edep tavrına, saygılı tutum ve davranışlarımızın ancak “takva” dairesine girme ile hasıl olacağına, gönülden gelen bir inançla Allâh’ın (cc) esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulyâsına kendimizi raptetmemizin önemine vurgu yapılmış oldu. Ayrıca, Efendimiz’e (sas) saygısızlıktan kaçınmamızın gereğini, O’na karşı seslerimizi yükseltmememiz, meclisinde yakışıksız sözler söylemememizin hayati ehemmiyetini, haber ve rivayetlerin doğruluğunun araştırılmasının zaruretini, fasık kimselerden gelen rivayet ve haberlere iltifat edilmemesinin önemini açmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise Hucurât suresi yedi, sekiz ve dokuzuncu ayet-i kerimelerinde yer alan “iman, fısk, küfür, isyan, rüşd, çarpışma, ıslah ve adalet” kavramları üzerinde kısaca durmaya çalışacağız.
İman, Fısk, Küfür, İsyan ve Rüşd

وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللَّهِ ۚ لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِنَ الْأَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلَٰكِنَّ اللَّهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الْإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ ۚ أُولَٰئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ 7
“Biliniz ki, aranızda Allah’ın Elçisi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinizde süsleyip çekici kılmış; küfrü (inkârı), fıskı ve (İslâm’ın emirlerine karşı) isyanı da çirkin göstermiştir. İşte bunlar doğru yolda olanların ta kendileridir.” (Hucurât, 49/7)
Allah (cc), bir müminin kalbinde imanı sevdirdiğini, ancak bununla bırakmayıp ayrıca süslü bir hale getirerek güzelleştirdiğini beyan etmektedir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, imanı, insan kalbinde sülüs ya da celi çok güzel bir hat gibi yazdığını düşünecek olursak, bu hattın tezhibini yani süslemesini de yine Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri yapmış olmaktadır. İmanın bu şekilde sevdirilmiş ve güzelleştirilmiş olması, kalbie tam olarak yerleşmesini, kişinin imanı asla terk etmemesini netice vermektedir.
Böyle bir kişide, imanın bütün rükünleri ile ilgili, tam bir kanaat ve itminan hali meydana gelir. İmanın güzelliği kalpte karar bulur, inkâr, fısk ve isyan çirkin hale gelir. Kalp aynası parlar, imanın bütün güzellikleri en ince ayrıntılarına kadar görünür hale gelir. Ayrıca böyle bir kalpte imanın parlaklığı ve göz kamaştırıcılığı da o derece artar. Artık bu kalpte, Hak tecelli eylemiş, din, bütün güzellikleri ve aydınlık gerçekleri ile bu kalpte tezahür etmiştir. İmanın, her daim güzelliği ziyadeleşmiş, ibadetler ve dini mükellefiyetler, en tatlı ve sevilen hususlar olmuştur.
(وَلَٰكِنَّ اللَّهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الْإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ) “Fakat Allah, sizlere imanı sevdirmiştir ve onu kalplerinizde süsleyip çekici kılmıştır.”
Elmalılı’nın ifade ettiği üzere, ayet-i kerimenin bu beyanından, imanda sadece bilmenin / marifetin yeterli olmadığı, aynı zamanda “imanı sevme” iradesinin de gerektiği görülmektedir. Bu açıdan “sevgi / muhabbet”, dinin oldukça önemli bir unsurudur.
Nitekim Hz. Ebu Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Efendimiz (sas) sevgi / muhabbet duygusunun kişileri hem iyi hem de kötü yöne çekebilme özelliği ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Kişi arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin.”[1]
Dinî “muhabbetin / sevginin” nasıl ve hangi şekilde olması gerektiğini Efendimiz (sas) şöyle ifade etmiştir:
“Nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki, ben kendisine ebeveyninden, çoluk çocuğundan ve diğer bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, hiçbiriniz tam iman etmiş olmaz.”[2]
Abdullah b. Hişam (ra) rivayet ediyor:
Efendimiz’le (sas) birlikte oturuyorduk. Efendimiz (sas) Hz. Ömer’in (ra) elini tutmaktaydı. Hz. Ömer (ra):
“Öz nefsim hariç, seni her şeyden fazla seviyorum ya Resulallah!” dediğinde, Efendimiz (sas) şöyle buyurdu:
“Nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki, kendi benliğinden daha çok sevmedikçe olmaz ya Ömer!”
Hz. Ömer (ra) cevap verdi:
“Şu andan itibaren Seni kendi benliğimden daha çok seviyorum.”
Efendimiz (sas) şöyle buyurdular:
“İşte şimdi oldu ya Ömer!”[3]
“İman” ve “fısk” kavramları ile ilgili izahlarımız, “Hucurât Suresinin İncelikleri I” başlıklı yazımızda geçmişti. Bu açıdan şimdi, “küfür, isyan ve rüşd” kavramları üzerinde biraz durmamız gerekmektedir.
1. Küfür Kavramı

“Küfür” kelimesi sözlükte, “örtmek, gizlemek, şükretmemek, nankörlük etmek” gibi anlamlara gelmekle birlikte ıstılahta, “din adına Allah’tan alıp tebliğ ettiği hususlarda, Efendimiz’i (sas) inkâr etmek, ona inanmamak” demektir. Bu şekilde inkârcı kimselere “kâfir” denildiği gibi, inkâr tavrı takındığı için “münkir” de denilmektedir. Farsçadan dilimize geçmiş “gavur” kelimesi de aynı anlamı ifade etmektedir. Kur’an-ı Kerîm’deki “cahd, şirk, tekzîb, tuğyan, zulüm, ism ve fısk” kavramları da “inkâr ve küfür” tavrını belirten kelimelerdir.
Abdullah b. Mesud’un (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas), “Müslümanı öldürmek küfürdür”[4] buyurmuştur.
Bazı alimler, küfrü meydana geliş şekli ve sebepleri açısından dörde ayırmışlardır:
a. Küfr-ü inkarî: Bir kimsenin, kalbi ve dili ile Allah’ı tamamıyla inkâr etmesi, O’nu kabul etmemesi, tevhide dair hakikatleri reddetmesidir. Bu şekildeki inkârî küfür, ayet-i kerimede şöyle beyan edilir:
(اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْھُمْ لَا يُؤْمِنُونَ) “Muhakkak ki küfre varanları, (yani iman nurunu şirk karanlığı ve inatları yüzünden örtenleri) azap ile korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir. Onlar iman etmezler.” (Bakara, 2/6)
b. Küfr-ü cühûdî: Kişinin, kalben itirafına rağmen iman etmemesi, inkârı tercih etmesidir. Bu küfür çeşidi İblis’in ve benzerlerinin küfrü gibidir. Şu ayet-i kerime bu durumu betimler:
(فَلَمَّا جَاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِهٖ) “Kendilerine geleni (Kur’an’ı) tanıdıkları (bildikleri) halde (hasetlerinden ve mevki hırslarından dolayı) küfre girmeyi seçtiler.” (Bakara, 2/89)
c. Küfr-i inâdî: Kişinin, kalbi ve dili Allah’ı bilip ikrar ettiği halde, haset ve kıskançlık gibi sebeplerle İslam’ı din olarak kabullenmemesidir. Ebu Cehil ve benzerlerindeki durum gibi.
d. Küfr-ü nifak: Kişinin, diliyle ikrarına rağmen, kalben tasdik etmemesidir.[5]
Emevî halifesi Ebü’l-Velîd Abdülmelik b. Mervân b. el-Hakem (v. 86/705), hadis ve tefsir konusundaki rivayetleri ile meşhur tâbiînden Ebû Abdillâh (Ebû Muhammed) Saîd b. Cübeyr b. Hişâm el-Esedî’ye (ö. 94/713) yazdığı mektupta, “küfür” kelimesinin mahiyetini ve ne anlam ifade ettiğini sormuş, Saîd b. Cübeyr de şöyle cevap vermiştir:
“Küfür, birkaç çeşide ayrılır. Küfrün bir çeşidi, Allâh’a birtakım ortaklar koşmak olup, adı “şirktir.” Bir çeşidi de Allâh’ı ve Resulünü inkâr etmektir. Diğer bir türü, Allâh’a oğul isnat etmektir. İslam ya da Müslüman olduklarını iddia edenlerin küfrü ise, Allâh’ın indirmediği hükümlerle amel etmeye kalkmaları, yeryüzünde fitne ve fesat saçmaları, hakları olmadığı halde diğer insanların hayatlarına kast etmeleridir. Amellerde küfür ise, iki kısımdır: Birincisi Allâh’ın nimetlerinin görmezden gelinmesi, diğeri de Allâh’ı yalanlamadır.”[6]
Kâmil bir imanın zıddı ve mukabili olan üç husus, yani küfür, fısk ve isyan müttaki bir kalp için çirkinleştirilmiştir. Bu negatif unsurlar; kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve uzuvlarla amel olan, kâmil ve müzeyyen bir imanın tam aksi hususlardır ve imanlı bir kalpte asla yer alamazlar.
Ebû Saîd el Hudrî (ra), Hucurât, 49/7 ayetini okumuş ve şöyle demiştir:
“Bu, kendisine vahiy gelen peygamberinizdir. Onun ashabı da önderlerinizin en seçkinleridir. Bu ayette onlar için böyle söylendiyse, bugün sizin haliniz nasıl olur?”[7]
2. İsyan Kavramı

“İsyan” kelimesi, “itaatsizlik, emre karşı gelme, başkaldırı” gibi anlamlara gelmekle birlikte, Kur’an-ı Kerîm’de konuyla ilgili âyetlerde, “Allah’ın emirlerine karşı gelen, O’na itaat etmeyen” anlamlarında kullanılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de “isyan” kavramının geçtiği ayet-i kerimelerden görebildiğimiz kadarı ile; anne-babaya iyilik, onlara karşı sevgi-saygı döngüsünü hasıl etmekte, bu da o kişiyi isyankâr vaziyetten kurtarmada önemli bir âmil olmaktadır (Meryem, 19/44). Yine ayet-i kerimelerden, melekûta ait sırlı bilgilere ancak “isyan” içermeyen bir itaatle ulaşılabileceği anlaşılmaktadır (Kehf, 18/69). Diğer taraftan, Rabbe isyanın, kişiyi şaşkınlığa ve ziyana düşüreceği (Taha, 20/121), Allâh’a ve Elçisine isyanın ise, Rabbin çetin bir tutuşla yakalayıp azap etmesine sebep olacağı (Nisa, 4/14; Müzzemmil, 73/16) beyan edilmektedir. Böyle kimselerin isyanlarının, içinde sürekli kalacakları cehennem ateşini netice vereceği (Cin, 72/23), apaçık bir sapıklıkla yol sapkınlıklarını doğuracağı (Ahzab, 33/36) şeytanın helakinin de isyanı neticesinde meydana geldiği (Meryem, 19/14) görülmektedir.
“İsyan” kelimesi, hadis-i şeriflerde de aynı anlamda kullanılmıştır.
Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayetine göre bir defasında Efendimiz (sas) şöyle buyurdular:
“Ümmetimden, yüz çevirenlerin dışında tamamı Cennet’e girecektir.”
Ebu Hüreyre (ra) sordu:
“Yüz çevirenler kimlerdir ya Resulallah?”
Efendimiz (sas) cevap verdiler:
“Her kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim de bana isyan ederse, yüz çevirmiş olur.”[8]
3. Rüşd Kavramı

“Rüşd” kelimesi sözlükte, “doğru yolu bulma, doğru yolda gitme, doğruyu bilecek ve ayırt edecek seviyede olma, olgunluk, kemal ve erginlik” gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelimeden türeyen “râşid”, doğru yolda olan, “irşad” da doğru yola ulaştırma manasındadır. “Rüşd” kelimesi, anlam açısından “hidayet” kelimesi ile de benzerlik gösterir.
Bakara suresi 256’ncı ayette “rüşd” kelimesine, “hak, hayır, hidayet” manaları, Nisa suresi 6. ayetinde geçen “rüşd” kelimesine ise “aklın ve dini terbiyenin tamam olması, kendini ve sahip olduğu malı güzel bir şekilde koruma gücü elde etme”[9] anlamları verilmiştir. Araf suresi 146’ncı ayette “rüşd” kelimesi, “sebîl/yol” kelimesi ile tamlamalı olarak “doğru yol” anlamında kullanılmıştır. Kehf suresi 17’nci ayetinde yer alan “mürşid” kelimesi de insanlara doğru yolu gösterecek olan “rehber”, aynı surenin 66’ncı ayetindeki “rüşd” kelimesi de “doğru yola ve hakka götüren ilim” anlamındadır. Cin suresinin 10, 14 ve 21’inci ayetlerinde geçen “raşed” kelimesi de sırası ile “hayır, doğru yol ve fayda” anlamındadır.
فَضْلًا مِنَ اللَّهِ وَنِعْمَةً ۚ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ 8
“Bu (imanın sevdirilmesi, kalplerde süslenip çekici hale getirilmiş olması; küfrün, inkârın, fıskın ve İslâm’ın emirlerine karşı isyanın da çirkin gösterilmiş olması), Allah’ın katından bir fazilet ve bir nimettir. Allah Alîm’dir (ilmi ezelî ve ebedî olup her şeyi noksansız bilir), Hakîm’dir (son bulması tasavvur edilemeyen dâimî ve ezelî en yüksek ilme sâhip, künhünü kendisinden başkasının tam manasıyla bilemeyeceği bir ilimle bilen, bütün işlerde gerçek hikmet sahibidir.)” (Hucurât, 49/8)
Evet, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri imanı bizlere sevdirmiş, kalplerimizde onu çok çekici bir hale getirmiştir. Sadece bununla bırakmayarak negatif diğer yönü, yani küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin göstermiştir. Bu yalın gerçeğin en temel anlamlarından birisi, her şeyimizi Allâh’a (cc) borçlu olduğumuzdur. İman ederken de küfürden ateşe atılırmışçasına kaçarken de hidayete sımsıkı sarılıp dalaletten yılandan ve çıyandan kaçar gibi kaçarken de bütünüyle Allâh’ın iradesi, gücü, dilemesi ile hareket etmekteyiz. O (cc) dilemeseydi hidayette olamazdık. O (cc) dilemeseydi marifetullah ve muhabbetullah dairesinde olamazdık. İyi ve güzel ne varsa hepsi Sendendir Allâhım. Çirkin ve kötü ne varsa o da nefsimiz ve şeytandandır. Bizleri daima sırat-ı müstakiminde tut Allahım. Sapıtanların ve dalalete dalanların yolunda değil.
Çarpışma, Islah ve Adalet

وَإِنْ طَائِفَتَانِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اقْتَتَلُوا فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا ۖ فَإِنْ بَغَتْ إِحْدَاهُمَا عَلَى الْأُخْرَىٰ فَقَاتِلُوا الَّتِي تَبْغِي حَتَّىٰ تَفِيءَ إِلَىٰ أَمْرِ اللَّهِ ۚ فَإِنْ فَاءَتْ فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَأَقْسِطُوا ۖ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ 9
“Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşır/çatışırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.” (Hucurât, 49/9)
Ayet-i kerime (طَائِفَتَانِ) “iki grup” şeklinde başlıyor, ancak tesniyeden (tekil ve çoğul dışında yer alan bir kategori, isimlerde iki varlığı, çekimli fiillerde ise iki kişiyi gösteren dilbilgisi kuralı) cemî (çoğul) hale geçiliyor ve (اقْتَتَلُوا) “çatışırlarsa” şeklinde çoğul halde zikrediliyor. Elmalılı’ya göre bunun nüktesi, azdan başlayan bir kıtalin, durdurulmadığı takdirde genişleyebileceğini ihtar içindir.[10]
Ayet-i kerimenin sebeb-i nüzûlü ile ilgili olarak Enes’ten (ra) gelen rivayet şu şekildedir:
(Medine’ye gelişinin ilk günlerinde) Hz. Peygamber’e (sas):
“(Hazrec’lilerin başkanı) Abdullah ibn Ubeyy’in yanına gitseniz (de İslâm’a davet etseniz hayırlı olur)” denildi.
Bunun üzerine, Hz. Peygamber (sas) bir merkebe binerek, Müslümanlar da kendisi ile beraber yürüyerek, Abdullah ibni Ubeyy’in (Âliye’deki konağına) gitti. Gidilen yol, çorak bir arazi idi. Hz. Peygamber (sas), Ubeyy’in menziline vardığında o Peygamber’e (sas):
“Benden uzak dur. Vallahi merkebinin kokusu bana eza veriyor” dedi.
Buna karşılık, Ensar’dan Hazrec’li bir adam:
“Vallahi Resülullah’ın merkebi senden daha temiz kokuyor” dedi.
Abdullah ibni Ubeyy hesabına kavminden biri öfkelendi, bu Hazrec’li Ensârî ile sövüştüler. Her birinin taraftarları öfkelendiler, hurma dalları, eller ve pabuçlarla aralarında bir kavga meydana geldi.
Enes (ra), bu hadise üzerine yukarıdaki ayet-i kerimenin nazil olduğunu söylemektedir.”[11]
Mücahid’e göre de ayet-i kerime Evs ve Hazrecliler hakkında inmiştir. İki kesim sopalarla birbiriyle çarpıştılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerime indi.[12]
Süddî’ye göre de Ensar’dan Ümmü Zeyd diye anılan bir kadın, Ensar’dan olmayan bir adam ile evli idi. Kocası ile aralarında tartışma çıktı. O akrabalarını ziyaret etmek istediği halde, kocası ona engel oldu. Akrabalarından hiçbir kimsenin yanına giremeyeceği yüksekçe bir yerde onu tecrit etti. Kadın da akrabalarına haber saldı. Akrabaları gelip onu götürmek üzere bulunduğu yerden aşağıya indirdiler. Bu sefer kocası çıkıp kendi yakınlarından yardım istedi. Akrabaları tarafından kadının alınıp götürülmesini engellemek üzere amca çocukları çıkıp geldi. Aralarında itiş kakış oldu, ayakkabılarla birbirlerine vurdular. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.[13]
Şimdi ara başlıkta yer alan “çarpışma, ıslah ve adalet” kavramlarını ayrı ayrı tahlil etmeye çalışalım:
1. Çarpışma

Ayet-i kerimede (اقْتَتَلُوا) kelimesi, Türkçemizde “savaşma, çarpışma ya da çatışma” kelimeleri ile karşılanmaktadır. Böyle bir durumda Müslüman toplumun âkil insanlarının üzerine düşen görev, taraflardaki düşmanlık duygularını körükleme ve köpürtme değil, “sulh, barış ve antlaşma” zeminine çekmektir. Çünkü Müslüman gruplar arasındaki çatışmada asıl tehlike, Efendimiz’in (sas) beyanı ile “Müslümanı öldürmenin küfür”[14] olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de, bilerek ve taammüden bir Müslümanı öldürmenin uhrevi elim sonucu dört yönlü ceza ile şu şekilde beyan edilmektedir: “İçinde ebedî kalacağı cehennem, Allah’ın öfkesi, Allah’ın lâneti ve katil için hazırlamış olduğu çok büyük bir azap” (Nisa, 4/93). Efendimiz’in (sas) beyanı ile, hem Müslüman kardeşini öldüren hem de maktul Cehennem’dedir.
Ahnef b. Kays’tan (ra) rivayet edildiğine göre, kendisi şöyle demiştir:
“Şu adama yardıma gidiyordum. (Buhari’nin Fiten’deki rivayetine göre, Hz. Peygamber’in (sas) amca oğlu Hz. Ali’ye (ra) yardım için gitmekteydi.)[15] Ebu Bekre (ra) karşıma çıktı ve:
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
“Şu adama yardım etmek istiyorum” dedim.
Ebu Bekre (ra) bana:
“Geri dön. Çünkü ben Resülullah’tan (sas) işittim, şöyle buyurmuşlardı:
“İki Müslüman, kılıçları ile karşılaştıkları zaman, ölen de öldüren de Cehennemdedir.”
“Ya Resulallah, öldüren böyle, ya ölene ne oluyor” diye sordum. Şöyle buyurdular:
“Ölen, arkadaşını öldürme kastındaydı da ondan.”[16]
Efendimiz (sas), Abdullah b. Mesud (ra) hazretlerinden mervi başka bir hadis-i şeriflerinde ise, Müslüman bir kimsenin kanının başka bir Müslümana kesinlikle haram olduğunu, üç istisnası ile birlikte şöyle beyan etmektedir:
“Allâh’tan başka (ibadete layık) tanrı bulunmadığına ve benim Allâh’ın Resulü olduğuma şahitlik eden bir Müslümanın kanı helal değildir. Ancak şu üç husus müstesnadır: Nefse karşı nefs, evli iken zina etmesi ve İslâm dininden çıkıp Müslüman cemaatini terk etmesi.”[17]
2. Islah

Ayet-i kerimedeki “ıslah”, kişinin kendisini veya insanlar arasındaki ilişkileri düzeltme ve dengeleme faaliyetlerinin geneline verilen bir addır. Bu kelimeden türeyen “muslih” ise “daha iyi bir şekle ve hâle koyan, iyileştiren, düzelten, ıslah eden, barışı sağlayan ve ara bulan kimse” anlamına gelmektedir. Kur’ân terminolojisinde ıslah ifsadın, muslih de müfsidin karşıtıdır.
Enes’ten (ra) rivayet olunduğuna göre Efendimiz (sas) şöyle buyurdular:
“Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.”
Sahabeler sordular:
“Ya Resulallah! mazluma yardım edelim. Zalime nasıl yardım ederiz?”
Efendimiz (sas) buyurdular:
“Zâlimin iki elinin üstünü tutarsın (Yani onu zulümden men edersin).”[18]
Bir toplumda ıslahçılar varsa, o toplumda barış, iyileşme, düzelme, yeniden düzenleme, yenileştirme ve tamir faaliyetleri kesintisiz bir şekilde devam edebilecek, bu da o toplumun manevi, ruhsal ve ahlâkî yapısının terakki ve takaddümüne vesile olacaktır. Bu manevi terakkinin sosyal ve entelektüel ilerlemeyi beraberinde getireceği şüphesizdir.
Islah, bir toplumda yaşayan insanların hayatlarının bütününü, barışa ve olumluya yönlendiren bir rehberlik faaliyetidir. Islah faaliyetinin müspet yeni ufukları işaret etmesiyle, toplum ayrık otlarının ve menfi bakış açılarının dayattığı yanlışlıklardan kurtulacak, sosyal, ruhsal, kültürel ve entelektüel terakkiye ve barış atmosferine, Allâh’a hakiki kul olma özgürlüğüne kavuşacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:
(وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرٰى بِظُلْمٍ وَاَهْلُهَا مُصْلِحُونَ)
“Senin Rabbin, ahalisi (hem nefislerini hem yekdiğerlerini) ıslah edip dururken, o memleketleri helak edecek değildir.” (Hud, 11/117)
Elbette ahlâkî, manevi, sosyal ve kültürel barış ve ıslah faaliyetlerinin birtakım zorlukları, statüko mensuplarının değişime direnmeleri ile her dönemde karşılaşılabilecektir. Ancak inişli çıkışlı da olsa ıslah ve barış faaliyetlerinin mutlaka olumlu sonuçlar doğuracağı bilimsel bir kesinliktir. Kur’ân’a ve Sünnete dayalı, temel ve ilk prensipleri önceleyen, kâmil imanları, takvaları, salih amelleri ve dini bilgileriyle, selef-i sâlihînin örnek ahlâkî tutum ve davranışlarını modelleyen üstün bir anlayış, gerçek ve sahih İslam inancını da beraberinde yükseltecek, hakiki Allâh dostlarından muktebes güçlü ışık ile insanlık aydınlanacaktır. Kur’an-ı Kerim, “Karşı taraf, silm u selama, sulh ve barışa yönelirse, siz de yönelin ve Allah’a tevekkül edin!” (Enfal, 8/61) buyurmaktadır. Buna yeniden iman, yeniden İslam, yeniden ihsan da denilebilir.
Efendimiz (sas), insanların arasındaki anlaşmazlık, dargınlık ve düşmanlıkların dini yok edebilme tehlikesine ve ıslah faaliyetlerinin önemine dikkat çekmişler ve şöyle buyurmuşlardır:
“Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi?”
Ashab hazeratı:
“Evet (Ey Allah’ın Resulü, söyleyin)” dediler. Efendimiz (sas):
“İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki bozukluk (dini) kazır. Ben saçı kazır demiyorum, velakin dini kazır (diyorum).”[19]
Kur’ân ve sünnet, dinin esası, hatta bütün boyutlarıyla dinin kendisidir. Çünkü, din duygusunu insanlarda yeniden yeşertecek ve dindarlığa istikamet verecek ahlâkî değerler ve kılavuz hükümler, ancak Kur’ân ve Sünnet-i sahihadan istinbat edilebilir. Islahçının görevi, Kur’ân ve sahih Sünnetin aydınlık mesajlarını uyanık gönüllere, ruh, zihin ve kalplere mümkün mertebe yaklaştırmak olmalıdır. Bir ıslahçı bu şekilde, bireysel kalp ve ruh itminanına, toplumsal barış atmosferine, en önemlisi ve büyüğü de Allâh’ın rızasına ulaşma imkanını yakalayacaktır.
3. Adalet
Ayet-i kerimenin fezlekesinde, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri (إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ) “Allâh, adaletli davrananları sever” buyurarak adil davranmanın önemine işaret buyurmuştur.
“Adâlet”, “davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak” gibi manalara gelmektedir. Adâlet, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvaya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi anlamlarda kullanılmıştır. Adâlet, başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk, ahlâk kanununa itaatle gerçekleşen ruhî denge ve ahlâkî kemaldir.
İbn-i Miskeveyh adaleti, kişinin önce Rabbine karşı gerekli vazifelerini yerine getirmesi, ikinci olarak insanların kendi aralarında hukuka, muâmelâta ve emanetlere karşı adil davranışları, üçüncü olarak da borçların ödenmesi, vasiyetlerin yerine getirilmesi, vb. olarak tanımlar.[20]
Yahya ibni Adî de adaleti, “eşitliğin tesisi, işlerin yerinde ve zamanında, uygun tarz ve miktarda, aşırılık ve eksiklik, takdim-tehir olmadan ifa edilebilmesi için gereken ahlâkî tutum ve davranış”[21] şeklinde tarif eder.
Adalet hakka dayalı bir kanunun gereğini yerine getirmektir. İhsan ise affetmek, bağışlamaktır. Bu affı ve bağışlamayı, ancak ihsan ahlakı gerçekleştirebilir. Hak Teâlâ dünya düzeninin aksamaması için her şeyden önce adaleti emretmiş, sonra da ihsanı tavsiye ve emir buyurmuştur. İşte insanların ruhi olgunluğu da bu ikisi ile mümkündür.[22]
Kardeşlik Ahlâkı

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ ۚ وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ 10
“Müminler (dinde) ancak kardeştirler. Onun için (ihtilâf ettikleri zaman) kardeşlerinizin arasını düzeltin ve (Allah’ın emirlerine muhalefet etmekten) sakının ki, merhamet olunasınız.” (Hucurât, 49/10)
Tevhid inancını esas alan, manevi birliği, dayanışma ve paylaşma sorumluluğunu ifade eden önemli konulardan birisi de “uhuvvet / kardeşlik” kavramıdır. “Uhuvvet / kardeşlik” kelimesinin çoğulu olan “ihve-ihvân / kardeşler” kelimeleri, Kur’ân-ı Kerîm’de, kan bağı olsun veya olmasın aynı inanç ve idealleri paylaşmaktan dolayı, aralarında manevi yakınlık bulunan kişileri ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu manevî yakınlığı ifade eden “ihve / kardeşler” kelimesi yukarıdaki ayet-i kerimede geçmişti. Diğer çoğul tür olan “ihvân / kardeşler” kelimesi de şimdi aktaracağımız ayet-i kerimede şöyle geçmektedir:
“Hep birlikte Allah’ın dinine (şeriatına) sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın. Allah’ın üzerinizdeki (İslâm) nimetini düşünün ki, cahiliyet devrinde birbirinize düşmanlar iken O, sizin kalpleriniz arasında ülfet (yakınlık ve sıcaklık) meydana getirdi de onun nimeti sayesinde din kardeşleri oldunuz. Hem siz ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da Allah, Müslümanlığınız sebebiyle o ateşe (Cehenneme) düşmekten sizi kurtardı. İşte Allah, size ayetlerini böylece açıklıyor ki, doğru yola eresiniz.” (Âli İmrân, 3/103)
Evet, kalplerimizi telif buyuran, İslâm nimetini üzerimize sağanak sağanak yağdıran, Müslümanlığımız vesilesi ile bizleri Cehennem azabından kurtaran sadece Allâh’tır (cc). Bütün hidayet vesile ve vasıtaları da O’ndandır (cc). Bu sayılamayacak ve vasfından akıllarımızın ve kalplerimizin aciz kaldığı büyük nimetlere karşı kainattaki zerrat, ilm-i ilâhîdeki malumat adedince hamdler ve şükürler olsun. Doğruyu gösteren ve ilham eden, her türlü kötülükten muhafaza buyuran Rahman, Rahîm, Ferd, Hayy, Kayyûm ve zü’l-Celâli ve’l-İkrâm’a hanîf bir şekilde yöneliyor, her türlü şirki reddediyoruz.
“Allah’a ve onun Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl 8/46)
Bireyler ya da topluluklar arası “çekişme, kavga, anlaşmazlık ve ihtilâf” anlamlarına gelen “nizâ”, bilhassa da manevi kardeşlik sütunları üzerinde yükselen topluluklarda görülebilecek en zararlı davranışlardan birisidir. Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lütufları ile bir araya gelmiş, O’nun sekînet atmosferinde her türlü şüphe, korku, endişe ve sıkıntılardan kurtulmuş, iç huzuruna, gönül rahatlığına ve huzura kavuşturulmuş bireylerin ve toplulukların, bu paha biçilemez manevi nimetlere şükretmeleri gerekirken, nefis ve şeytanın iğvası ile dalalet ve düşmanlık derelerine düşmelerinden, parlaklıklarını yitirmelerinden daha hazin bir durum tasavvur edilemez. Böylesine tehlikeli bir vaziyete düşülmemesi için, yukarıdaki ayet-i kerimede Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri çok önemli bir donanımı nazarlarımıza veriyor ve pek çok yanlışın, sabır-şükür mekiğini çalıştırmakla yok olacağını müjdelemiş oluyor.
Efendimiz (sas), müminler arası kardeşlik ve dayanışma duygularını bizlere somut bir örneklikle şu şekilde tasvir ediyor:
Ebu Musa’nın (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas); “Müminler, bir binanın parçaları gibi birbirini tamamlar”[23] buyurmuş ve iki elinin parmaklarını birbirine geçirmiştir.
İhvan olmanın, İslâm’ın gösterdiği kardeşlik çizgisinde kalabilmenin diğer bir göstergesi de ihvanın maruz kalabileceği dert ve sıkıntıların diğerlerince de paylaşılabilmesi, sıkıntıda olanların yardımına koşulabilmesidir.
Numan b. Beşir’den (ra) rivayete göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Müminleri, birbirlerine karşı merhamet, sevgi ve bağlılıkta, bir vücut gibi görürsünüz. Bu vücudun bir azası rahatsız olunca, vücudun diğer azaları da onun acısına ateşli bir rahatsızlık ve uykusuzlukla iştirak ederler.”[24]
İmânî ve İslâmî heyette yer alanların hata ve kusurlarının diğerlerini sevindirmemesi, tam aksine heyette ve dairede bulunan bir kimsede vaki olabilecek kusur ve kabahatin, aslında heyet azalarını yansıtacağı, bir kimsenin yanlışının nihayette heyeti de bağlayabileceği düşüncesinden hareketle görülen hata ve yanlışlıkların mutlaka düzeltilmesi yoluna gidilmesi gereği bizlere şu şekilde ihtar edilmektedir:
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Mümin (din) kardeşinin aynasıdır. Onda bir kusur gördüğünde düzeltir.”[25]
Mümin ve Müslüman kimseler de neticede insani zafiyetlerle mualleldir. Bu insani zafiyetlerin başında da nefisperestlik ve dünya sevgisi bulunur. Mümin, bu zaaflarına karşı Mevlây-ı Müteâle yönelir ve O’ndan yardım ister. Fakat bütünüyle kendini zafiyetlerinden kurtaramayacağı için, şeriat bu mümine bir çıkar yol göstermiştir. Bu çıkar yol, kişinin kendi için istediği ve arzu ettiklerini kardeşlik dairesi içerisinde gördüğü kimseler için de istemesi ve arzu etmesidir.
Enes’ten (ra) rivayetle Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri, kendi şahsı için istediğini kardeşi için istemedikçe, iman etmiş olmaz.”[26]
Takva, Yaratana saygı ve sorumluluk hassasiyeti ve yüksek bir sorumluluk bilincidir. Bu bilinç, müminleri kötülüklerden ve günahlardan uzak tutar. Diğer taraftan da iyiliklere ve hayırlara sevk eder. İşte, kalbinin en mûtenâ köşelerinde bu takva bilinci ile hareket eden, oturup-kalkan, Allâh’a (cc) saygı ve hürmet duyguları ile dopdolu inançlı bireyler, ihanet, yalan, ırza ve namusa tasallut gibi sonucu ebedî hüsran ve Cehennem azabı olan kötülüklerden fersah fersah uzak olmanın farzlar ötesi bir vücûbiyet olduğunun da farkındadırlar.
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir, ona hainlik yapmaz, ona yalan söylemez, onu yüzüstü bırakmaz. Müslüman’ın, Müslüman’a ırzı, namusu, malı ve kanı (canı) haramdır. Takva (Allah’a karşı sorumluluk bilinci) işte şuradadır (kalptedir). Müslüman’ın, Müslüman kardeşini küçük görmesi, kötülük olarak ona yeter.”[27]
Kardeşlik dairesinin olmazsa olmazlarından birisi de zulümlere asla iştirak etmemek, tam aksine yardım heyetlerine dahil olabilmek için elinden geleni yapmaktır. Şuurlu bir mümin bilir ki muhtaç durumdaki kişiye yardım ettiği anda mutlaka Allâh’ın rızasına ulaşmıştır. Bu yardım ister aynî-nakdî şekillerde isterse de manevî tarzda olsun, bire yedi yüz ve daha fazla katlar şeklinde Allâh (cc) tarafından eksiksiz fakat fazlalıklı bir şekilde mükafatlandırılacaktır.
Abdullah ibni Ömer’den (r. anhuma) rivayetle Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:
“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu terk etmez. Kim kardeşinin ihtiyacını gidermek için yardım ederse, Allah da ona ihtiyacında yardım eder. Kim bir Müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah da kıyamet günü onun sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da kıyamette onun ayıbını örter.”[28]
Bir diğer hadîs-i şerîflerinde de Efendimiz (sas) yardımlaşmanın önemini şu şekilde beyan etmektedir:
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“…Kul, din kardeşine yardımcı olduğu sürece, Allah da onun yardımcısıdır…”[29]
Kardeşlik atmosferinin temel harçlarından birisi de “sevgi”dir. Bir benzetme ile söylememiz gerekirse sevgi, kum içerisine karıştırılan çimento gibidir. Sevgi halesi ile birbirine bağlı bireyler, aslında çökmez ve sarsılmaz bir İslâm binası inşa etmiş olurlar. Böyle bir binanın en şiddetli depremlerle bile yıkılmayacağını söylemek mübalağa değildir. Bu şekilde bir inşada en sırlı kavramlardan birisi Efendimiz’in (sas) yüksek beyanları ile “selâm” kelimesidir.
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“İman etmedikçe Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de mümin olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!”[30]
Müminlerin kardeşlik duygularını törpüleyen ve hırpalayan unsurların en önemlileri düşmanlıkta yarışmaya başlama ve birbirinde gördükleri ile haset hastalığına yakalanmalarıdır. Düşmanlık ve haset duygularının birbiri ile yarıştığı bir cemiyetin fertleri, tıpkı sonbahar rüzgarlarının ağaç yapraklarını tek tek savurması gibi yok olup giderler. Halbuki müminin benzediği ağaç, Efendimiz’in (sas) muhteşem beyanları ile yaz ve kışta yaprağını dökmeyen hurma ağacı gibidir.[31] Bu şekildeki bireylerin bir arada olduğu yerde en şiddetli düşmanlık ve haset rüzgarları dahi olumsuz bir etki meydana getiremez.
Enes b. Malik’in (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:
“Birbirinizle buğz (düşmanlık) yarışına girmeyiniz. Birbirinize haset etmeyiniz. Birbirinize arkanızı dönüp ayrılmayınız. Ey Allâh’ın kulları! Birbirinizle kardeşler olunuz.”[32]
Açıkça belli olmasa da insanî ilişkilerine tam odaklanabilen ve hüsnü zan ile yaşayabilen bir insan, etrafına huzur saçan bir berraklık ve iç dünyasında da bir itminan kesinliği oluşturmaktadır. Bu tutum ve tavır dışında kalıp da kendi küskünlük, dargınlık ve sû-i zan hislerinin bulanıklığında hareket eden kişi ise, zamanının çoğunu, huzur ve itminana odaklanabileceği noktanın dışında, yani şüphe ve tereddütler ağında geçirecektir. Böyle bir insanın zihin ve ideal dünyasında sınırlar kaybolmuş, eğri ile doğru birbirine karışmış, kelimeler net anlamlarını yitirmiş ve bir mana ifade etmez hale gelmişlerdir. Böyle bir kalp ve ruh atmosferinde hemen hiçbir şey kesin olarak bilinemez hale gelir. Kişinin bilinç berraklığı kaybolur, puslu, gizemli ve kasvetli stiller meydana gelir. Artık bu küskünlük ruh haleti içinde o kişi üretememe hastalığına yakalanmıştır. Bu açıdan, küskünlük durumu yaşayan bireylerde kısıtlılık hali, gizli depresif duygu durumları ya da sıklıkla gergin ve sinirli bir hal oluşur.
Ebu Eyyub’un (ra) rivayetine göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir Müslümanın diğer bir Müslüman kardeşiyle üç günden fazla dargın durması helal değildir. Bu küsler birbirleri ile karşılaşırlar da biri yüzünü bir tarafa, diğeri de öbür tarafa çevirir. Bunların hayırlısı, selam vermeye önce başlayandır.”[33]
İnsan, hasta olmadıkça sağlığının kıymetini bilemez. Hastalıklar imtihandır. En güzel ahlâkı yaygınlaştıran Allah’ın Resulü Hz. Muhammed (sas), en insanî duygularla donatılmış bir yardımlaşma ve kardeşlik ortamı oluşturmuştur. Hasta ziyareti, insanî duygulardan biridir. Çünkü hasta, kendisine yapılan ziyaretlerle yalnızlık hissetmez, kendini biçare görerek bedbahtlık ve ümitsizliğe düşmez, acıları hafifler. Resülullah (sas), Müslim, gayr-i Müslim ayırt etmeden hastaları ziyaret etmiştir. Hasta ziyareti Müslüman için bir görevdir.
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kim Allah rızası için bir hastayı veya din kardeşini ziyaret ederse bir münadi şöyle seslenir: “Ne iyi ettin. Attığın adımlar mübarek olsun. Kendine Cennet’te bir konak edindin.”[34]
Eş, dost ve tanıdıkların, iyi ya da kötü günlerinde yanlarında olmak, çok sık ziyaret edemeseniz bile, her zaman yanlarında olacağınız hissini vermiş olmanızın manevi mükafatını Sevban’ın (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas) şöyle haber vermektedir:
“Müslüman, Müslüman kardeşini ziyaret ettiğinde, dönünceye dek cennet bahçelerindedir.”[35]
Duanın hakikati, kulun Rabb’inden yardım istemesidir. Dua, kulluk makamlarının en önemlisidir. Din kardeşlerinin sıkıntı ve darlık anlarında Cenâb-ı Hakk’ın yardımını göndermesi için bir kulun içten ve samimi bir şekilde Allâh’a yönelmesi aslında kardeşleri için istediği iyilik ve güzelliklerin kendisine dönmesi demektir.
Ebu’d-Derdâ’nın rivayeti ile Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:
“Kim gıyabında bir din kardeşi için dua ederse, mutlaka melek ona, ‘aynı şeyler sana da verilsin’ diye dua eder.”[36]
Bir kimsenin kusurlu ve eksik taraflarını bulduğunu sanarak küçümsemek ahlâkî bir zaaftır. Bir şahsı, onun yanında veya gıyabında küçümser bir şekilde sözle veya hareketle aşağılama, başkalarını üzme, onlar üzerinde bir üstünlük hissi oluşturma, karalama, vb. davranışların olumsuz uhrevi sonuçları kesindir.
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimsenin, Müslüman kardeşini küçük görmesi, günah olarak kendisine yeter.”[37]
Bediüzzaman Hazretleri “Mektubat” adlı eserinde, “uhuvvet / kardeşlik” konusunu, müminlerde ayrılıklara, düşmanlıklara sebep olan tarafgirlik, inat ve hasedin İslâm, toplum ve birey hayatı itibarı ile ne derece çirkin ve zararlı olduğunu altı vecihle çok güzel bir şekilde işlemiştir.[38]
İnşâAllâh “Hucurât Suresinin İncelikleri III” ile Kur’ân-ı Kerîm’i anlama çabamıza kaldığımız yerden devam edeceğiz.
[1] Ebu Davud, Edeb, 19 (4833); Tirmizi, Zühd, 45 (2378).
[2] Buharî, İman, 8 (15); Müslim, İman, 16 (70); Nesaî, İman 19 (5013); İbn Mâce, Mukaddime, 9 (67).
[3] Buhârî, Eymân 3 (6632).
[4] Buhari, İman, 36 (48); Müslim, İman, 28 (64); İbn Mace, Mukaddime, (69).
[5] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, 12/119, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut-1999.
[6] İbn Manzur, ay.
[7] Tirmizi, Tefsir, 50 (3269).
[8] Buhârî, İ’tisâm, 2 (7280).
[9] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 2/1293.
[10] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 6/4463.
[11] Buhari, Sulh, 1 (2691)
[12] Tefsîru’l-İmâm Mücâhid b. Cebr, s. 611; Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 15/373.
[13] Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 15/374-375.
[14] Buhari, İman, 36 (48); Müslim, İman, 28 (64); İbn Mace, Mukaddime, (69).
[15] Buhari, Fiten, 10 (7083).
[16] Buhari, İman, 22 (31); Müslim, Fiten, 4 (2888)
[17] Buhari, Diyât, 5 (6878).
[18] Buhari, Mezalim, 4 (2444); Müslim, Birr, 62; Ahmed b. Hanbel, 3/99 (11971).
[19] Tirmizî, Kıyamet, 56 (2509); Ebû Dâvud, Edeb, 58 (4919).
[20] İbn Miskeveyh, Tehzîbu’l-Ahlak, s. 99, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-1985.
[21] Yahya ibni Adî, Tehzîbu’l-Ahlak, s. 38, (Çev. Harun Kuşlu), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul-2013.
[22] Nedvi, s. 304.
[23] Buharî, Salât, 88 (481); Mezâlim, 5 (2446); Müslim, Birr, 17 (2585); Tirmizi, 18 (1928).
[24] Müslim, Birr, 17 (2586); Ahmed b. Hanbel, 4/270 (18570).
[25] Buhari, Edebu’l-Müfred, (Thk: Emin ez-Zühri), C. 1, s. 125 (238), Mektebetu’l-Mearif, Riyad-1998.
[26] Buhârî, İman, 7 (13); Müslim, İman, 17 (45); Tirmizî, Kıyâme, 59 (2515); İbn Mâce, Mukaddime, 9 (66); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/176 (12832).
[27] Tirmizi, 18 (1927).
[28] Buhari, Mezalim, 3 (2442); Müslim, Birr, 15 (2580); Ebû Dâvûd, Edeb, 46 (4893).
[29] Müslim, Zikir, 11 (2699); Tirmizi, Hudud, 3 (1425); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/252 (7421).
[30] Müslim, İman, 22 (54); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/391 (9073); 2/477 (10180).
[31] Buhârî, Edeb, 79 (6122); Müslim, Kıyâme, 15 (2811).
[32] Buhari, Edeb, 58 (6066).
[33] Buhârî, İstizân, 9 (6237); Tirmizî, Birr, 21 (1932).
[34] Tirmizî, Birr, 64 (2008); İbn Mace, Cenaiz, 2 (1443).
[35] Müslim, Birr, 13 (40, 41); Tirmizî, Cenâiz, 2 (967).
[36] Müslim, Zikir, 23 (86).
[37] Müslim, Birr, 32 (2564).
[38] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, ss. 242-249, Tenvir Neşriyat, İstanbul-1990.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.