Hz. Nuh (as): Çağrıdan Tufana I

Musa Kâzım GÜLÇÜR 



28 Mayıs 2025 Çarşamba


Âlemler içinde Nuh’a selâm olsun.’ (Saffât, 37/79)

İçindekiler

İngilizce Özet (Abstract)

Şiir: Sırlı Gemi, Sonsuz Çağrı

Önsöz

Giriş

I. Hz. Nuh’un (as) Haberinin ‘Tilâvet’i

A. ‘Tilâvet’ Kelimesi

B. ‘Nebe’ Kelimesi

II. Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Nuh Peygamber (as)

A. Hz. Nuh Peygamberin (as) Soyu ve Yaşadığı Yer

1. Hz. Nuh Peygamberin (as) Soy Ağacı (Hz. Adem’den Hz. Nuh’a kadar)

2. Hz. Nuh Peygamberin (as) Eşi

3. Hz. Nuh’un (as) Oğulları

B. Hz. Nuh Peygamberin (as) Görevi ve Tevhîd Mücadelesi

1. Hz. Nuh Peygamberin (as) Putperest Kavmine Gönderilme Amacı

2. Yunus Suresi 10/71’de Hz. Nuh’un (as) Yüce Allâh’a Muhteşem Tevekkülü, Yedi Maddelik Manifestosu ve Ayetteki Retorik

3. Hz. Nuh’un (as) Tebliğ Görevi Mukabilinde Ücret İstememesi

4. Hz. Nuh’un (as) Tebliğ Görevinde Kullandığı Metotlar ve İnsanüstü Gayreti

C. Hz. Nuh Peygamberin (as) Kavminden Gördüğü Tepkiler

1. Yüce Allâh’a İftirada Bulunduğu İddiası

2. Toplumun Sadece Düşük Kesimlerinin İman Ettiği Gerekçesi

3. Hz. Nuh’un (as) Kendisine İnananları Yanından Kovmasını İstemeleri

4. Hz. Nuh’un (as) Üstünlük Tasladığı İddiası ve Hud Suresi 31’inci Ayetteki Retorik

5. Hz. Nuh’a (as) Yalan İsnat Etmeleri

6. Hz. Nuh’a (as) Cinnet ve Sapkınlık İsnat Etmeleri

7. Hz. Nuh’u (as) Ölümle Tehdit Etmeleri

8. Hz. Nuh’un (as) Duası

III. Kur’an-ı Kerîm’de ‘Tufan’ Hadisesi

A. ‘Tufan’ Kelimesi

B. Geminin Yapımı ve Gemiye Biniş

C. Tufanın Başlaması

D. ‘On İki Saatlik Zaman Diliminin’ Mucidi Hz. Nuh (as)

E. Hz. Nuh’un (as) Gemisinde ‘Levhalar’ ve ‘Perçin’ Tekonolojisi

F. Geminin ‘Dağlar Gibi Dalgalara’ Dayanıklılığı

G. Kur’ân’ın Bilimsel ve Teknik Detaylara Yaklaşımı

H. Tufanın Sona Ermesi

I. Tufanın Teolojik Sebepleri

 أعوذ بالله من الشيطان الرجيم

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنْ مِنْهُ انْشَقَّتِ الأَسْرَارُ وَانْفَلَقَتِ الأَنْوَارُ وَفِيْهِ ارْتَقَتِ الحَقَائِقُ وَتَنَزَّلَتْ عُلُومُ آدَمَ فَأعْجَزَ الخَلائِقِ، وَلَهُ تَضَآءَلَتِ الفُهُومُ فلَمْ يُدْرِكْهُ مِنَّا سَابِقٌ ولا لاحِقٌ، فرِيَاضُ المَلَكُوتِ بِزَهْرِ جَمَـالِهِ مُونِقَة، وَحِيَاضُ الجَبَروْتِ بِفَيْضِ أَنْوَارِه مُتَدَفِقَة، وَلا شَيءَ إلا وَهُوَ بِهِ مَنُوطٌ، إذْ لَوْلا الوَاسِطَةُ لَذَهَبَ المَوْسُوطُ، صَلَوةً تَلِيقُ بِكَ مِنْكَ إِلَيْهِ كَمَا هُوَ أَهْلُهُ

اَللَّهُمَّ إنَّهُ سِرُّكَ الجامِعُ الدَّآلُّ عَلَيْكَ، وَحِجابُكَ الأَعْظَمُ القَآئِمُ لَكَ بَيْنَ يَدَيْكَ، اَلّلهُمَّ أَلحِقْني بِنَسَبِهِ، وَحَقِّقْني بِحَسَبِهِ وَعَرِّفني إيَّاهُ مَعْرِفَةً أَسْلَمُ بِهَا مِنْ مَوَارِدِ الجَهلِ وَأَكْرَعُ بَهَا مِنْ مَوَارِدِ الفَضْلِ، وَاحْمِلْني عَلَى سَبيلِهِ إلى حَضْرَتِكَ حَمْلاً مَحْفُوفَاً بنُصْرَتِكَ وَاقْذِفْ بي عَلَى البَاطِلِ فَأَدْمَغَهُ، وَزُجَّ بِي فيِ بِحارِ الأَحَدِيَّةِ وَانْشُلْني مِنْ أَوْحَالِ التَّوْحِيدِ وَأَغْرِقْني فيِ عَيْنِ بَحْرِ الوَحْدَةِ حَتَّى لاَ أرَى وَلا أسْمَعَ وَلا أَجِدَ وَلاَ أُحِسَّ إِلاَّ بِها

وَاجْعَلِ الحِجَابَ الأعْظَمَ حَيَاةَ رُوحِي ورُوحَهُ سِرَّ حَقِيقَتي وَحَقيقَتَهُ جَامِعَ عَوَالمي بِتَحقيقِ الحَقِّ الأوَّلِ يَاأَوَّلُ يَاآخِرُ يَاظَاهِرُ يَاباطِنُ، اِسْمَعْ نِدَآئي بِمَا سَمِعْتَ بِهِ نِدآءَ عَبْدِكَ زَكَرِيَّا، وَانْصُرْني بِكَ لَكَ، وَأَيِّدْني بِكَ لَكَ، وَاجْمَعْ بَيْنِي وَبَيْنَكَ وَحُلْ بَينيْ وَبَيْنَ غَيْرِكَ، { اَللَّه اَللَّه اَللَّه }

(20/25-28 ، سُورَةُ طه)

Ezelden ebede kadar, bütün olmuş ve olacak hamd ve senalar, tam ve kemaliyle, âlemlerin yegâne Yaratıcısı, yöneteni ve kemale erdiricisi Allâh’ındır. Ey Rabbim! Bütün sırların kendisinden zuhur ettiği, bütün nurların kendisinden saçıldığı ve bütün hakikatlerin kendisinde toplandığı, Âdemoğlunun tüm ilimlerinin kendisine indirildiği, mahlukatı âciz bırakıp idraklerin âciz kaldığı, ne geçmişte ne de gelecekte kendisi hakkıyla idrak edilemeyecek Zât’a salât et. Melekût bahçeleri, O’nun cemâlinin aydınlığı ile şenlenmiş, Ceberût havuzları O’nun nurlarının feyzi ile taşmıştır. Hiçbir şey yoktur ki ona bağlı olmasın. Zira aracı olmasaydı, mevcudiyeti aracıya bağlı olan yok olurdu. Senin şanına lâyık, onun da ehli olduğu bir salât ile ona salât et.

Ey Rabbim! Muhakkak O, her şeyi içinde barındıran, sana delâlet eden sırrındır. Senin katında, senin için duran en büyük perdendir. Ey Rabbim bizi, O’nun nesebine dâhil eyle ve O’nun şerefinin hakikatine vâkıf eyle. Bize O’nu öyle bildir ki, cehalet yollarından selâmette olalım. Erdem kaynaklarından vasıtasız olarak ona salavat ile susuzluğumuzu giderelim. Onun yolunda Sana kulluk etmeyi bize ihsan et. Bizi üzerine göndererek bâtılı yok et. Bizi Ehadiyet denizlerinde yüzdür, tevhîd konusunda bulanıklıklardan çıkar ve vahdet denizinin hakikatine gark eyle. Böylece yalnız vahdeti görelim, duyalım, bulalım ve idrak edelim.

En büyük hicâbı (Resülullah’ı), ruhumuzun hayatı ve O’nun ruhunu, hakikatimizin sırrı ve Hakku’l-Evvel hakkı için O’nun hakikatini, âlemlerimizi kuşatıcı kıl. Ey Evvel! Ey Âhir! Ey Zâhir! Ey Bâtın! Kulun Zekeriya’nın duasını kabul ettiğin gibi bizlerin de dualarını kabul et. Rızanı kazanacağımız şekilde bizlere yardım et. Rızanı netice verecek şekilde bizleri destekle. Bizi seninle kıl ve senden gayrısı ile aramızı ayır. Allâh! Allâh! Allâh! Âmin…

(Es-Salâtü’l-Meşîşiyye, Mecmûatü’l-Ahzâb, Şâzelî, ss. 148-149.)

Onlara, Nuh’un haberini oku.’ (Yunus, 10/71)

In the annals of human history, flood narratives have served as historical touchstones across cultures. This study embarks on a comprehensive examination of Prophet Noah’s lineage, prophetic mission, and monotheistic struggle, as depicted in Islamic, Judaic, and Sumerian sources. It juxtaposes the Qurʾānic, Biblical, and ancient Mesopotamian accounts of the Deluge, evaluates archaeological evidence, and assesses the historical plausibility of these traditions. Furthermore, it conducts a literary analysis of the narrative’s epic structure, symbolism, and allegorical dimensions, exploring its enduring impact on collective psychology and social reconstruction. By integrating theological insights with archaeological and literary perspectives, this work illuminates the universal significance of the flood story and its timeless lessons for humanity.

Sırlı Gemi, Sonsuz Çağrı

(Zamana Çakılan Levhalar)

Çağrı sonrasında, hüküm tufana,

Bekler arzu sema, ‘kün’ fermanına.

Şirke koşarlardı, insanlar her ân,

Tevhîde düşmanlık, sürekli ayân.

Kalpleri donmuştu, yön vesenleri,

İnsanlar olmuştu, asnâm esiri.

Süflîler dalmıştı, zevku safâya,

Mala mülke zebûn, mülhit reâyâ.

Er oğlu er adam, yalnız başına,

Gizemli çehresi, gül bakışına.

Gözleri aydınlık, kalbi pek hüzün,

Çağrısı tevhîde, ışıktır yüzün.

‘Bakınız ey kavmim, pişmanlık yakın,

Giriniz Hak yola, duru ve yalın.

Sığınınız O’na, kurtuluş budur,

Bırakınız kibri, haliniz dumûr!’

İstihzâ ettiler, kaba her zaman,

‘Beyâbanda gemi! Yok bahir, tufan!’

‘Sen dîvâne misin!?’ hep diklendiler.

Ama O sabretti, kibar davetler.

Her sabah yakarış, her akşam çivi,

Levhalarla sırlı, devâsâ gemi.

Mevsimler çakılmış, gök kararmıştı,

Cezalar kesilmiş, tennûr yanmıştı.

Bulutlar göründü, yağmur değildi,

Azaptı gürleyen, titreyen yerdi.

Kasırga patladı, bora inletti,

Yeryüzü sarsıldı, sema dehşetti.

Damlalar düşerken, yağmur sandılar,

Tayfunlar eserken, donup kaldılar.

Bulanmışlardı hep, kabahatlara,

Kapılar kapandı, günahkârlara.

Sürgülendi gemi, mührü kaderle,

Perçinliydi levha, tam hendeseyle.

Çağrı uyarmıştı, gökten bir nida,

Helak oldu hepsi, necât imanda.

Lâlegül

(Lâlegülden örülü, görünmez bir sırlı yol, Kalbimin gür sedâsı, lâ ilâhe illâ hû.)

Ulü’l-azm Peygamberler: Hz. Muhammed, Hz. İsa, Hz. Musa, Hz. İbrâhim ve Hz. Nuh (alâ nebiyyinâ ve aleyhim efdalü’s-salavâti ve’t-teslîmât)

Çok kıymetli okuyucu. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin selamı, rahmeti ve bereketi, evvela Rasûl-i Kibriyâ Muhammed Mustafa’nın, peygamberân-ı izâm hazerâtının hepsinin, bütün mümin müminatın, sizlerin ve bizlerin üzerine olsun.

Bu çalışma, Hz. Nuh Peygamber’in (as) tevhîd çağrısıyla başlayan ve insanlık tarihinin dönüm noktalarından birisi olan küresel tufan sürecini, Kur’ân-ı Kerîm merkezli, fakat aynı zamanda kadîm anlatılarla mukayeseli bir tarzda okuyarak ele alma niyetindedir. Bu niyetin arkasında, sonsuz kelamın ve ebedî kıssanın ruhunu anlama arzusunun yanı sıra, tarihsel bir merak da yer almaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssalar, zamana serpiştirilmiş ilahi kelam tohumları gibidir. Zamanı geldiğinde yeniden filizlenirler ve meyvelerini verirler. Hz. Nuh’un (as) çok ibretli kıssası da böyledir. Hz. Nuh’un (as) çağrısı, sadece kavmine değil, bizlere, her çağa ve her kalbedir. Dolayısı ile çalışmamız, Hz. Nuh’un (as) tevhîd mücadelesini, güçlü sabrını, sağlam tevekkülünü, kavminin inkâr ve direnişini, tufanı ve kurtuluşu, ayetler ışığında, aklın rehberliğinde, kalbin şahitliğinde anlamaya ve aktarmaya çalışan bir düşünce / tefekkür yolculuğudur. Burada, sadece çok önemli ulü’l azm bir peygamber Hz. Nuh’un (diğerleri Hz. Muhammed, Hz. İbrâhim, Hz. Musa ve Hz. İsa’dır [alâ nebiyyinâ ve aleyhim efdalü’s-salavâti ve’t-teslîmât]) hayatı değil, inananların gayretli yürüyüşleri, azimle sabredenlerin bekleyişleri, gerçek kulluğu eda edenlerin sarsılmaz kararlılıkları ve sergüzeşt-i hayatları vardır.

İnsanlık tarihinin derinliklerinden gelen ilahi hitaplar, sadece geçmişe tanıklık yapmakla kalmaz. Bugünün insanına yön veren evrensel mesajlar da taşır. Kur’an-ı Kerîm’de anlatılan kıssalar, tarihsel birer anlatı değil, her dönemin insanına seslenen ahlâkî ve imânî çağrılardır. Bu bağlamda Hz. Nuh (as) ve tufan kıssası, yalnızca bir peygamberin hayat serencâmını değil, sebatla inancın direnişini, tebliğdeki sabrın derinliğini ve insanlığın ahlâkî savrulmalarının götüreceği felaketleri ve helâketleri dile getirir.

Bu çalışma, Hz. Nuh’un (as) tevhîd daveti ile başlayan ve tufanla neticelenen süreçte, Kur’an-ı Kerîm’in çizdiği tabloyu, ayetler ekseninde değerlendirmeyi ve kadîm öğretilerdeki anlatılarla mukayeseli analizleri amaçlamaktadır. Kadîm kitaplarda yer alan rivayetler, insanlığın tarihî mirası olarak kaynaklarda yer bulmuş haberlerdir. Kültür çalışanlarının ulaştıkları sonuçları reddetmek ya da ürünlerine safsata gözüyle bakmak kolaydır. Ancak böyle bir tutum, bireyleri tarihten hakkıyla haberdar olmaktan mahrum bırakır. Dolayısı ile ilahi kıssaları, hem İslâmî hem de tarihî bağlamlarda anlamaya çalışmayı, çağımıza bakan yönleri ile yeniden düşünmeye açmayı önemli bir vazife olarak görmekteyiz.

Bu metin, imânî bir dikkate ve ilâhî kelama kulak veren bir düşünceye destek olma çabasıdır. Kaynağını Kur’an-ı Kerîm’den alan her hakikatin, çağları aşan bir çağrı olduğuna inancımızla, Hz. Nuh’un (as) gür sesindeki aksisedâyı yakalamanın, kıssasını yeniden hatırlamanın ve ayrıntılardaki önemi tekrar gözden geçirmenin yararlı olacağını düşündük.

Ey kavmim! Ben size apaçık bir uyarıcıyım.’ (Nuh, 71/2)

Çalışmanın bu ilk bölümünde, Hz. Nuh’un (as) soy ağacı, Kur’ân-ı Kerîm ekseninde onun tevhîde davet yöntemi, kavminin tepkileri ve peygamberlik misyonunun ‘çağrı’ boyutu incelenmiştir. Gelecek bölümde ise, tufanın gerçekleşmesi sürecine dair Kur’an-ı Kerîm, Tevrat, Sümer tabletleri ve Enok Kitabı’ndaki müşterek unsurlar analiz edilmiştir. Tarihsel zemin ve arkeolojik veriler ışığında, konunun sembolik ve edebî katmanları aralanmış, tevhîdî, ahlâkî ve terbiyevî açılardan toplumsal arınma temalarına kadar nasıl ilham verdiği görülmeye çalışılmıştır.

Çalışmanın bu ilk kısmında, Hz. Nuh’un (as) Kur’an-ı Kerîm’deki anlatımına odaklanılmış, tebliğ sürecinden kavminin inkârına, geminin yapılışından tufanın gelişine dek, ayetlerin rehberliğinde bir yol izlenmiştir. Bununla birlikte, Kur’an’ın metinsel derinliği içerisinde yer alan retorik, hitap biçimleri ve kavramlar da dikkatle değerlendirilmiştir. Amaç, kıssanın parçalarını bir araya getirerek bütüncül bir bakış sunmak ve bu bütünlük içinde, hem tarihsel gerçeklikleri hem de ahlâkî mesajları anlamaya gayret etmektir.

Hz. Nuh (as): Çağrıdan Tufana’ şeklinde bir başlık seçilmesinin bazı gerekçeleri ise şöyledir.

Çağrı’ sözcüğü ile, Hz. Nuh’un (as) peygamberlik misyonunun başlangıcına dikkat çekme, O’nun (as) tevhîd mücadelesi safahatındaki davet ve ikna süreçlerini vurgulama amaçlanmıştır.

Tufan’ sözcüğü ile de sınav, yıkım sonrasında su ile gelen temizlik, arınma ve yeniden doğuş simgelenmiş, böylece felaketin ardından oluşan, tazelenme ve umut vurgusu başlığın ana eksenine yerleştirilmiştir.

Hz. Nuh (as): Çağrıdan Tufana’ başlığı ile, çalışmanın başından sonuna kadar, kronolojik bir yolculuk sürdürme, ilahi ve dünyevi boyutlar arasındaki gerilim ve dönüşüm gibi zıtlıklara vurgu yapılarak, ‘dengenin yeniden doğuşunu çağrıştırma’ ve makaleye zamansal bir akış kazandırma hedeflenmiştir.

Tefsir, tarih, arkeoloji, dil, edebiyat ve sembol yorumları ile örülmüş bu metin, akademik dikkatle, ama aynı zamanda kalbî bir saygıyla inşa edilmeye çalışılmıştır. İlahi kelamın çağrısı açıktır:

Onlara, Nuh’un haberini oku.’ (Yunus, 10/71)

Hz. Nuh’ (as) ve ‘Tufan’ konusunun, İslam kültüründeki ihmal görüntüsü dikkat çekicidir. Çünkü Hz. Nuh (as), Kur’an-ı Kerim’de yirmi sekiz surede ve kırk üç ayet-i kerimede ismen zikredilmekte, Kur’ân-ı Kerîm’in yetmiş birinci suresi, kendi adını taşımaktadır. İnsanlık tarihinde, ‘ikinci baba’ sıfatına sahip müstesna bir peygamberdir.

Onun çok uzun hayatı, tebliğ mücadelesindeki azmi ve ısrarı, kavmi ile yaşadığı oldukça zorlu ve çetin süreç, Kur’an-ı Kerîm’de geniş yer bulur ve pek çok yönü ile dikkat çeker. Hz. Nuh’un (as) kıssası, yalnızca geçmişin unutulmuş bir yankısı değil, bugünün insanına yöneltilmiş diri bir çağrıdır. Bu çağrının sesine kulak verilebilmesi dilek ve temennilerimizle..

I. Hz. Nuh’un (as) Haberinin ‘Tilâvet’i

Çalışma başlığına serlevha yaptığımız ‘Onlara Nuh’un haberini oku’ (Yunus, 10/71) ayet-i kerimesinde üç ana unsur yer almaktadır: 1. ‘Tilâvet’, 2. ‘Nebe’ ve 3. ‘Hz. Nuh (as)’ kelimeleri.

Hz. Nuh (as)’ ve ‘tufan’ hadisesine odaklanacağımız için, öncelikle bu ayet-i kerimedeki ‘tilavet’ ve ‘nebe’ kelimelerinin kısa bir şekilde de olsa tahlili faydalı olacaktır.

Ayet-i kerimede geçen ’tilâvet’ kelimesi, ‘okumak, izlemek, peşi sıra gitmek, uymak’ anlamlarına gelmektedir. İslâmî ilimlerin hemen her dalındaki çalışmalarıyla tanınan Hanbelî âlimi İbnü’l-Cevzî (v. 597/1201), ‘tilâvet’ kelimesinin, Kur’ân-ı Kerîm’de şu beş anlamda kullanıldığını söylemektedir:

1. Kıraat / Okuma. ‘Tevrat indirilmeden önce, İsrail’in (Yakub’un) kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrail oğullarına helâl idi. De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Tevrat’ı getirip okuyun.’ (Ali İmran, 3/93, 113; Fatır, 35/29),

2. İttibâ. ‘(Işık almakta güneşe) Tabi olduğu zaman Ay’a yemin olsun.’ (Şems, 91/2), Ay’a yemin olsun.’ (Şems, 91/2),

3. İnzâl / İndirme. ‘İman eden bir kavim için (faydalı olmak üzere) Musa ile Firavun’un haberlerinden bir kısmını sana gerçek şekliyle indireceğiz.’ (Kasas, 28/3),

4. Amel. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onunla gereği gibi amel ederler.’ (Bakara, 2/121)

5. Rivayet. ‘Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların rivayetlerinin ardına düştüler.’ (Bakara, 2/102)’.[1]

‘Tilâvet’ kelimesi, ‘kıraat / okumak’ kelimesi ile eş anlamlı gibi görünse de, kelimenin taşıdığı ‘izleme’ anlamı sebebi ile, her tilâvet bir kıraattir, fakat her kıraat bir tilâvet değildir. ‘İzleme’ anlam ve keyfiyeti, Kur’an-ı Kerîm için düşünüldüğünde, onu okumak, derinlemesine mana tabakaları üzerinde düşünmek anlamına gelir. Bu düşünme sürecini, etkilenme, amel etme, anlaşılan hususları davranışlara yansıtma izlemelidir.

Nebe’ kelimesi çoğulu olan ‘enbâ’ kelimesi ile birlikte yirmi dokuz ayet-i kerimede yer alır. Dil âlimi ve ahlâk felsefecisi Ragıb el-Isfahânî (v. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği), ‘nebe’ kavramını, dört kategoride değerlendirmektedir:

1. Bir ‘haber’in ‘nebe’ olabilmesi için, onun Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin ve Peygamberimizin (sas) ‘haber’ verdiği hususlar gibi kesinlikle ‘yalandan uzak’ ve ‘mütevatir’ olması gerekir.

2. ‘Nebe’ kelimesi, ‘haber’ anlamı taşır,

3. ‘Nebe’ kelimesi ‘ilim’ yani bilgilenme anlamına gelir,

4. ‘Haber’ çok önemli ise, onun kıymeti yüksektir ve o habere dikkat kesilmek, haberin sıhhatini kontrol etmek, doğruluğuna kanaat getirdikten sonra da onu bir ‘nebe’ olarak kabul etmek gerekir.[2]

II. Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Nuh Peygamber (as)

Kur’an-ı Kerim, seçkin peygamberleri şu şekilde beyan eder: ‘Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.’ (Ali İmran, 3/33) Yine, kendilerine vahiy verilmiş peygamberleri sıralarken, Hz. Nuh’u (as) ilk sırada zikreder: ‘Kuşkusuz Biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen elçilere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlara, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyetmiş ve Davud’a Zebur’u vermiştik.’ (Nisa, 4/163). Peygamberimiz de (sas) Hz. Nuh (as) için, ‘Yeryüzü ahalisi için gönderilmiş ilk resuldür[3] buyurur.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Nuh (as), kırk üç yerde zikredilmiş, kıssası Araf (7/59-64), Hud (11/25-49), Müminun (23/23-30), Şuara (26/105-121), Saffat (37/75-82), Kamer (54/9-16) ve Nuh (71/1-28) surelerinde ise detaylı olarak zikredilmiştir.

Hz. Nuh’un (as) kıssası, güzel sonucun (âkıbetin) müttakilere has olduğunu bildiren çok önemli gaybî haberlerdendir (Hud, 11/49). Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Nuh (as), ‘çokça şükreden’ (İsra, 17/3) ‘mürsel’ (Şuara, 26/105), ‘emin elçi’ (Şuara, 26/107) ‘muhsin’ (Saffat, 37/80), ‘mümin’ (Saffat 37/81), ‘apaçık uyarıcı’ (Nuh, 71/2; Zariyat, 51/50) ve ‘kul’ (Kamer, 54/9) gibi pek çok sıfat ve özellikle yad edilmektedir.

Hz. Nuh’un (as) tam adı, Nuh b. Lemek b. Metuşelah, b. Ehnuh (veya Enok, yani Hz. İdrîs aleyhisselâm) b. Mehlâil b. Kayn b. Anuş b. Hz. Şîs’tir (aleyhisselam). Annesi Kaynûş binti Râkîl’dir.[4]

Hz. Nuh (as), uzun boylu, esmer, ince tenli, uzunca başlı, büyük gözlü, uzun ve enli sakallı, iri vücutlu idi. Kolları ve bacakları ince, uylukları etli idi. 50 yaşında iken kendisine peygamberlik verilmiştir.[5] Hz. Nuh’un (as) tebliği ve tufan dönemi, kutsal kitapların, tarihî ve arkeolojik verilerin kronolojisine göre ‘MÖ. 9500-8500 aralığına’ denk düşmektedir.

Hz. Nuh (as), semavî dinlerin ortak peygamberi, insanlık tarihinde tufan hadisesiyle özdeşleşmiş büyük bir şahsiyettir. Hz. Nuh (as), Kur’ân-ı Kerîm’de ‘azim sahibi peygamberlerden’ (Ahzâb, 33/7; Ahkâf, 46/35) biri olarak zikredilir ve onunla ilgili kıssa, hem ahlâkî hem de kozmik bir mesaj taşır.

Hz. Nuh’un (as) yaşadığı bölge, tufan ile ilişkili bir şekilde, hem kutsal metinlerdeki ifadeler hem de tarihsel-arkeolojik sonuçlar bağlamında önemli araştırmalara konu olmuştur. Hz. Nuh (as) kıssasında geçen kavim, ‘su taşkınlarıyla helak olmuştur’ (Araf, 7/64).

Kur’ân-ı Kerîm’de, Tufan’ın ardından Hz. Nuh’un (as) gemisinin, ‘Cudi dağı’ üzerine oturduğu şu şekilde beyan edilmektedir:

Sonunda yere, ‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de suyunu tut!’ denildi. Sular çekildi, iş bitirildi ve (Gemi) Cudi dağına oturdu. O zalimler toplumuna da ‘uzak olsunlar!’ denildi’ (Hud, 11/44)

Bu beyan, tufanın ardından geminin karaya oturduğu coğrafyayı bildirmekte, Hz. Nuh’un (as) yaşadığı bölge hakkında doğrudan bir bilgi vermemektedir. Erken dönem Süryanî metinleri benzer şekilde, geminin Cudi’ye oturduğunu kaydetmektedir. Hatta bazı Hristiyan keşişlerin bu dağa hac ziyareti yaptıkları bilinmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’e dayalı bir şekilde İslam kaynaklarının verdiği bilgiler doğrultusunda, Hz. Nuh’un (as) yaşadığı coğrafya, büyük ihtimalle Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki Mezopotamya bölgesinde, özellikle de Kuzey Mezopotamya (bugünkü Güneydoğu Anadolu ile Kuzey Irak) sınırları olmalıdır.

Geminin karaya oturduğu yer ise, Kur’ânî bağlamda açık bir şekilde Cudi Dağı olarak belirtilmiştir. Tevrat’ta geçen ‘Ararat’ ifadesi, belirsiz bir coğrafyayı işaret etmekte, Kur’ân’daki ‘Cudi’ beyanı ise daha somut ve yerelleşmiş bir coğrafî belirleme sunmaktadır. Bugün Cudi Dağı, Türkiye’nin Şırnak ili sınırlarında yer alır ve 2.100 metre yüksekliğindedir.

1. Hz. Nuh Peygamberin (as) Soy Ağacı (Hz. Adem’den Hz. Nuh’a kadar)

Hz. Âdem’den (as) Hz. Nuh’a (as) kadar soy zinciri şu şekildedir:

İlk insan ve ilk peygamber 1. Hz. Âdem (as), 2. Hz. Âdem’in oğlu Hz. Şît (Seth) (as). Aynı zamanda Peygamber olarak gönderilmiştir. İlahi hikmet ve bilgeliğiyle tanınır. 3. Hz. Şît’in oğlu Enûş (Enosh) 4. Enûş’un oğlu Kaynan (Kenan). 5. Kaynan’ın oğlu Mehlail (Mahalaleel). 6. Mehlail’in oğlu Yared (Jared). 7. Yared’in oğlu Ehnuh (Enok) ki Hz. İdrîs’tir (as). 8. Hz. İdrîs’in oğlu ve Hz. Nuh’un büyükbabası, aynı zamanda uzun ömürlü olduğu rivayet edilen Metuşelah (Methuşelah / Matusalah). 9. Metuşelah’ın oğlu ve aynı zamanda Hz. Nuh’un babası Lemek (Lâmek). 10. Lemek’in oğlu ve büyük tufanla birlikte yeni bir başlangıcın peygamberi Hz. Nuh (as).

Hz. İdrîs (as), Kur’an’da iki yerde doğrudan zikredilmektedir. Bunların birinde, ‘Kitapta İdrîs’i de an. Çünkü o çok sadık bir peygamberdi. Biz onu yüce bir makama yükselttik’ (Meryem 19/56-57), diğerinde, ‘İsmâil’i, İdrîs’i, Zülkifl’i de hatırla. Bunların hepsi sabredenlerdendi. Onları rahmetimize kabul ettik. Onlar hakikaten iyi kimselerdendi’ (el-Enbiyâ 21/85-86) denilmektedir.

Kur’an’da Hz. İdrîs (as) hakkında, ‘şanının ve mekânının üstün ve yüce olması’ (Meryem 19/57), ‘ağlayarak secde etme, doğruya ulaştırılma, seçkin kılınma’ (Meryem 19/58); ‘çokça sabreden’ (Enbiya, 21/85), ‘sıddîk ve nebî olma’ (Meryem, 19/56) gibi nitelikler de yer almaktadır.

Hadis-i şerîflerde, Hz. İdrîs’ten (as) sadece mi’rac hadisesi dolayısıyla bahsedilir. Hz. Peygamber (sas) onunla dördüncü kat semada karşılaşmıştır.[6] Rivayetlere göre, ‘İdrîs’ olarak isimlendirilmesinin sebebi, Yüce Allâh’ın kitabı ve İslam’ın temelleri ile ilgili çokça ders yapmasıdır. Kendisine gelene kadar insanlar, giyim için deri malzemeleri kullanmaktayken, ilk defa kumaş kullanarak elbise tasarlayan, bir anlamda terzilik yapan ve kalem kullanarak yazıyı icat edendir.[7]

Hz. Nuh (as) ise, geçimini marangozluk yaparak temin ederdi.[8]

2. Hz. Nuh Peygamberin (as) Eşi

Kur’an’da, Hz. Nuh’un (as) eşinin adı geçmemektedir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Nuh’un eşinin inanmadığını ve helak olduğunu şu şekilde beyan etmektedir:

Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lut’un karısını örnek verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kulun nikahı altında idiler. Ancak onlar, eşlerine ihanet ettiler. Salih kocaları, Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara, ‘Haydi ateşe girenlerle birlikte siz de girin!’ denildi.’ (Tahrim, 66/10)

Kur’ân-ı Kerîm, bu ayet-i kerimesi ile, Hz. Nuh’un (as) ve Hz. Lut’un (as) eşlerini iman etmeyen ve helak edilen figürler olarak tanıtmış olmaktadır. Ayet-i kerimedeki her iki eş için beyan edilen ‘ihanet’, İbn Abbas Hazretlerinin (ra) tespitleri ile zina değil, Hz. Nuh’un (as) eşinin insanlara onun ‘mecnun’ (Kamer, 54/9) olduğunu söyleyerek imanî sadakatsizlik göstermesi, Hz. Lut’un (as) eşinin de eve gelen melekleri başkalarına haber vermesidir.[9] Kur’ân, aile bağının kurtuluş için yeterli olmadığını, bireysel imanın asli şart olduğunu vurgulamaktadır.

Hz. Nuh’un (as) ve Hz. Lut’un (as) eşlerinin ‘örnek’ olarak verilmesi, bireylerin özgür iradesiyle yaptıkları inanç tercihini yansıtmaktadır. Psikolojik olarak, bireysel özerklik ve inanç farklılığının, aile içinde dahi derin ayrılıklara neden olabileceğine dikkatler çekilmektedir. Peygamberin davetine rağmen, eşinin inançsızlığı tercih etmesi, duygusal kopuş ve ideolojik yabancılaşma şeklinde tezahür etmektedir. Böyle bir duruma maruz kalan inançlı ve evli birey, ciddi bir içsel yalnızlık hali yaşayabilir.

Toplumun neredeyse tamamı inkârcı bir tutum içindedir ve Hz. Nuh’un (as) eşi, bu müşrik toplumun normlarına bağlı kalmayı seçmiştir. Sahih dini inancı reddetmesi, sosyal çevresinin etkisiyle şekillenmiştir denilebilir. Kur’ân-ı Kerîm, bu ‘örneği’ kadının ‘bireysel sorumluluğuna’ dikkat çekmek için vermektedir. Kadın da tıpkı erkek gibi, ya imanla yücelen ya da inkâr ile helak olan, ancak inançta bütünüyle özgür bir bireydir.

Kur’ân-ı Kerîm’in bu yaklaşımı, iman sorumluluğunu bireyselleştirir ve ailevi yakınlıkların ahiret kurtuluşuna etkili olamayacağını açık bir şekilde ortaya koyar. Bu ayet-i kerime vesilesi ile, inanç farklılıklarının bireylerdeki evlilik bağlarını yok edebildiği, net bir şekilde gözlemlenmiş olur.

3. Hz. Nuh’un (as) Oğulları

Rivayetlerde, Hz. Nuh’un (as) dört oğlundan söz edilmektedir:

1. Hz. Nuh’un (as) inkârcı oğlu

Kur’an-ı Kerîm, Hz. Nuh’un çocuklarından birinin inkârcı olduğunu beyan etmektedir. Kur’an’da ismi verilmeden ‘Hz. Nuh’un inkârcı oğlu’ olarak beyan edilen kişinin ismi rivayetlere göre Ken’ân’dır (كنعان). İslam’ı reddetmiş ve babasından yüz çevirip müşriklerin safında yer almıştır. Kur’ân, bu hususu şöyle beyan eder:

Gemi, onları dağlar gibi dalgalar arasında yüzüp götürüyordu. Nuh, bir tarafa çekilip duran oğluna bağırdı: Ey oğulcağızım! Bizimle birlikte bin, kafirlerle beraber olma. Oğlu: Beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım, dedi. Nuh da: Bu gün Allah’ın emrinden koruyacak yoktur. Ancak Allah’ın rahmet ettiği kurtulur dedi. O sırada aralarına bir dalga girdi. O da boğulanlardan oldu.’ (Hud, 11/42-43)

Dolayısı ile Hz. Nuh’un ailesinden yok oluşları takdir edilenler, hanımı ve oğludur. Bu ikisi Cenâb-ı Hakk’ın şu kavlinin muhatabıdırlar:

‘…Nefislerine zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.’ (Hud, 11/37)

Nuh Rabbine seslenerek, ‘Ey Rabbim! Oğlum benim ailemdendir; senin sözün elbette gerçektir; çünkü Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın!’ dedi. Allah buyurdu: ‘Ey Nuh! O, senin ailenden değildir. Çünkü yaptığı kötü bir iştir. Hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmayasın diye öğüt veriyorum.’ (Hud, 11/45-46)

Cenâb-ı Hak, Hz. Nuh’u (as), aile ferdi olma vasfını kaybeden, isyan ederek küfür ehli olan oğlu için dua etmesinin uygun olmadığı konusunda uyarmıştır. Bunun üzerine Hz. Nuh (as), Yüce Allah’tan şu şekilde hemen özür dilemiş ve affedilmesini istemiştir.

Nuh dedi: ‘Ey Rabbim! Bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan, ziyana uğrayanlardan olurum!’ (Hud, 11/47)

Bu ayet-i kerimenin mantukunca, Hz. Nuh’un (as) şeriatinde, bir ailenin ferdi sayılmak için evlilik akdi veya kan hısımlığı yanında, ayrıca din birliğinin de gerektiği görülmektedir. Hz. Nuh’un (as) oğlu küfür ehli idi ve aile birliğinde küfürle iman bir araya gelemezdi.

2. Sâm (سام)

Gemiye binerek kurtulan ve mümin oğludur. Nebi (sas), ‘Araplar, Sâm’ın soyundandır[10] demektedir. İslamî anlayışta, Hz. Nuh’un (as) nesli, Sâm üzerinden devam etmiştir. Kur’an’da dikkat çeken bir ayette şöyle buyurulmaktadır: ‘Onun soyunu devam ettirdik.’ (Saffat, 37/77)

3. Hâm (حام)

O da gemiye binip kurtulan ve mümin diğer oğludur. Nebi’den (sas) gelen rivayette, ‘Hâm, Habeşlilerin (Afrika kavimlerinin) babasıdır.’[11]

4. Yâfes (يافث)

Gemideki diğer mümin oğludur. Nebi (sas), Rumların onun soyundan geldiğini belirtmektedir.[12]

Hz. Nuh (as), insanlığa gönderilen ilk ulül-azm (büyük sabır ve kararlılık gösteren) peygamberlerden biridir. Görevinin özü, Yüce Allah’ın birliğini (tevhîd) anlatmak, putperestliği reddetmek, insanları şirkten ve zulümden uzaklaştırmak, onları güzel ahlâka, adalete ve kulluğa davet etmektir.

Kur’an’da şöyle buyrulur:

Biz Nuh’u kavmine, ‘Kendilerine can yakıcı bir azap gelmezden önce kavmini uyar!’ diye gönderdik. Ey kavmim, dedi, kuşkusuz ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’a kulluk edin, O’ndan korkun ve bana itaat edin ki Allah, günahlarınızdan bir bölümünü bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Ancak Allah’ın belirlediği süre geldiğinde o ertelenmez. Keşke bilseydiniz.’ (Nuh, 71/1-4)

Yüce Allah, Hz. Nuh’u (as) kavmine uyarıda bulunması için elçi olarak göndermiştir. Hz. Nuh (as), görevi çerçevesinde muhatap olduğu toplumuna, günahlarının bağışlanması ve azaba uğramamaları için, Yüce Allah’a ibadet etmelerini, O’ndan korkmalarını, ilahi emir ve yasaklar konusunda kendisine itaat etmelerini söylemiş, fakat kavmi onun sözünü dinlememiştir. Şayet Hz. Nuh’u (as) dinlemiş, onun taraf-ı ilâhîden aldığı emir ve yasaklara uymayı taahhüt etmiş olsalardı, ayet-i kerimede buyurulduğu üzere, daha önceden işlemiş oldukları bütün günahlar, Yüce Allâh tarafından adeta bir kalemde silinecek, yepyeni ve tertemiz bir sahife açarak hayatlarına devam edeceklerdi. Çünkü bireyler ve toplumlar, gerçek dine girdikleri anda, ‘İslâm, kendinden önce işlenmişleri (küfrü ve günahları) yok eder[13] hadis-i şerifinin delaleti ile, önceki bütün günahları itibarı ile bağışlanırlar.

Hz. Nuh (as), bir Allâh’a ibadeti ve O’nu (cc) tevhîd prensibini ilan edip, putperest geleneği yıkmaya çalışınca, toplumdan büyük tepki gördü.

Ve (küfür kodamanları halka) dediler ki: Sakın mabutlarınızı bırakmayın. Hele, Vedd’den, Suva’dan, Yeğus’tan, Yeuk’tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin.’ (Nuh, 71/23)

Bu ayet-i kerimede isimleri verilen putlarla ilgili olarak, İmam Buhari’nin İbn-i Abbas’a (ra) dayandırdığı bir rivayet şöyledir:

‘Nuh kavmindeki bu putlar, daha sonraları Arap toplumuna da yerleşmiş, Vedd putu Dumetü’l-Cendel’deki Kelb kabilesinin, Suvâ’ putu Hüzeyl kabilesinin, Yeûs Murad kabilesinin, daha sonraları ise Yemen’in Saba şehrinin yanında Cevf mevkiinde Gutayf oğullarının putu olmuştur. Yeûk, Yemen’li bir kabile olan Hemdan’ın, Nesr de Himyer’in Zü’l-Kelâ hanedanının putuydu. Bu isimler esasen bazı salih kimselerin isimleriydi. Bu iyi kimseler vefat ettiklerinde, şeytan onların mensup oldukları kavimlere gelerek, ‘hayatlarında iken oturageldikleri mevkilere putlarını dikin ve diktiğiniz putlara da bu adamların isimlerini verin’ diye fısıldamıştır. Onlar da böyle yapmışlardır. Bu heykellere ilk zamanlarda ibadet edilmemiş, ancak bu putları dikmiş olan nesiller vefat edip, salih kişilerle ilgili gerçek bilgiler de unutulunca, cehaletle bu putlara tapınılmaya başlanmıştır.’[14]

Hz. Nuh (as), bir Allah’a ibadete davet etmek üzere, Peygamberlikle görevlendirildi. Hz. Nuh (as), halkı Allâh’a ibadete çağırıyor, ancak Hz. Nuh’un (as) bu çağrısı yönetime jurnalleniyordu. O zaman, Yemhavîl adındaki yönetici, bu şikayetler üzerine, Hz. Nuh’a yaptığı tevhîd davetini sona erdirmesini istedi. Daha sonra yönetime Dermeşîl geçti.

Halk, büyük putların her birinin yanında, yılın belli vakitlerinde toplanıp bayram yapar, bu putlar için kurban keser ve onları tavaf ederlerdi. Halk yine, Yağus bayramı için her taraftan gelip toplanmıştı. Hz. Nuh Aleyhisselâm, onların yanlarına vardı. Ortalarında, ayakta dikilip, ‘Lâ ilahe illallah = Allâh’tan başka ilâh yoktur deyin’ şeklinde onlara seslendiği zaman, Hz. Nuh’un (as) sesini duymamak için, başlarını elbiselerinin altına soktular, parmaklarını da kulaklarına tıkadılar.

Hz. Nuh’un (as), tevhîd cümlesini söylemesi ile, putlar kürsülerinden yere düştü. Halk, Hz. Nuh’un (as) üzerine yürüyüp onu dövdüler, başını yardılar. Kendisini çeke çeke Kralın her türlü altın objelerle ve ipekli örtülerle süslenmiş köşküne götürdüler. Kral, Hz. Nuh’a (as):

‘İlâhlarla ilgili işlere karışmamanı sana söylemedik mi? Bilmedikleri bir hususta halka çağrı yapmamanı tembihlemedik mi? Hatta putları, kürsülerine, şerefli yerlerine koydurduğumda, onlara secde edeceksin diye sana emir vermedim mi? Bunları sana kim öğretti? Sana bunlar nereden geldi’ diyerek çıkıştı.

Hz. Nuh (as), kanı yüzüne akmış bir halde Krala: ‘Eğer onlar birer ilâh olsalardı, yerlere düşmezlerdi? Ey Dermeşîl! Allâh’tan kork. Allah’a, hiç bir şeyi ortak koşma! Çünkü O, seni görüyor’ dedi.

Dermeşîl: ‘Sen, bana böyle hitap etme kudretini kendinde nasıl buluyorsun?’ dedi.

Kral Dermeşîl, Sanem Bayramı hazırlığı sonuna kadar Hz. Nuh’un (as) hapsedilmesini, sanemler için kurbanlar kesilmesini ve yere düşen sanemlerin kürsülerine tekrar konulmasını emretti. Emri, yerine getirildi. Ancak Kral Dermeşîl, Hz. Nuh (as) hakkında korkunç bir rüya gördü ve: ‘Mecnundur! Yaptıklarından mesul değildir!’ diyerek, hapisten çıkarılmasını emretti.[15]

Hz. Nuh’un (as) tebliği 950 yıl sürdü (Ankebut, 29/14). Bu uzun süre boyunca halkın büyük kısmı iman etmedi. Özellikle ileri gelen zenginler, mevkice yüksek olanlar, Hz. Nuh’a (as) karşı çıkmışlardır. Onu, ‘yalancı, delirmiş’ biri olarak nitelendirmişlerdir. Hz. Nuh’a (as) inananlar, az sayıda yoksullar ve zayıf kişiler olmuştur.

Yüce Allâh’ın, Hz. Nuh Peygamberi (as) biyolojik ve fiziksel anlamda 950 yıl yaşatmaya kadir olduğu konusunda, en küçük bir şüphemiz dahi bulunmamaktadır. Hz. Nuh’un (as), kavmi arasında 950 yıl yaşamış olması, Hz. Adem’den (as) itibaren, insan türünün günümüze kadar, gerek boy gerekse de ortalama ömür müddeti itibarı ile hep geriye gitmesi ile birlikte düşünülmelidir. İmam Müslim’in Hz. Adem’in (as) boyu ile ilgili merfu olarak naklettiği hadîs-i şerîf şu şekildedir:

Adem’in boyu altmış ziradır. Adem’in kendisinden sonra gelen torunları, şimdiye kadar onun vücut güzelliğinden birer parçasını kaybetmeye devam ettiler.[16]

Bazıları, Hz. Adem’in (as) boyu ile ilgili, İmam Müslim’in Ebu Hüreyre’den (ra) yaptığı bu rivayeti diline dolamakta, Hz. Ebu Hüreyre’yi (ra) İsrailî rivayetler yapmakla suçlamakta, işin daha garibi, ondan bu rivayeti aktaran Hemmam b. Münebbih’in, mevkuf bir hadisi merfu hadis zannetmiş olabileceğini çok rahatlıkla öne sürebilmektedirler. Halbuki İmam Müslim’in bu aktarımında, Hemmam b. Münebbih açık bir şekilde, ‘Bu hadis-i şerif, Ebu Hüreyre’nin bize Resulullah’tan (sas) naklettiklerindendir..’ demektedir. Dolayısı ile Hemmam b. Münebbih, iddia edildiği gibi hadis-i şerifi mevkuf falan zannetmemekte, pekala merfu olarak görmektedir.

1. Hz. Nuh Peygamberin (as) Putperest Kavmine Gönderilme Amacı

Gerçekten biz Nuh’u, kendilerine elem verici azap gelmezden evvel uyar diye kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim, ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’a ibadet edin, O’ndan korkun ve bana itaat edin’ dedi.’ (Nuh, 71/1-3)

Hz. Nuh (as) kavmini, Allah’ın vahdaniyetini itirafa, O’na hiçbir şeyi şirk koşmamaya ve Allah ile birlikte putlara, heykellere ve tağutlara ibadet etmemeye çağırdı.

Cenab-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, anlam itibarı ile yukarıdaki ayet-i kerimeye önemli ölçüde benzeyen diğer iki beyanında ise şöyle buyurur:

Muhakkak Biz Nuh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. ‘Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. O’ndan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu sizler için büyük bir günün azabından korkuyorum’ dedi.’ (A’raf, 7/59)

Doğrusu biz, Nuh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O kavmine: ‘Şüphesiz ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Ancak Allah’a ibadet edin. Ben sizin için can yakıcı bir günün azabından korkarım’ dedi.’ (Hud, 11/25, 26)

Dolayısı ile şimdi, bu üç ayet-i kerimenin arka planındaki ilahi hikmetleri ve evrensel mesajları daha iyi kavrayabilmemiz için; A. Teolojik, B. Psikolojik, C. Sosyolojik ve D. Politik açılardan analizlerle konu üzerinde derinleşmeye çalışacağız.

A. Teolojik Açı:

Yukarıdaki ayet-i kerimelere teolojik açıdan baktığımızda, hepimizin açıklıkla bildiği üzere, ‘lâ ilâhe illâllah / Allâh’tan başka tapılacak hiçbir mabud yoktur’ kelime-i kudsiyesi ile şekillenen ‘tevhîd’ inancındaki mutlaklığı müşahede ederiz.

Hz. Nuh’un (as) mesajının özü de, ‘tevhîd’ (Yüce Allah’ın varlığı ve birliği) inancıdır. Bu, İslam’ın en temel akidesidir ve tüm peygamberlerin ortak davetidir. ‘Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, ‘Benden başka ilah yoktur, şu halde sadece bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.’ (Enbiya, 21/25) ayeti, Hz. Nuh’un (as) mesajının evrenselliğini gösterir.

Tevhîd’, tüm sahte ilahları reddetmektir. ‘Tevhîd’, insanı ‘gerçek dışı mabudlara kulluk’ zincirlerinden kurtararak, yalnızca Yüce Allah’a yöneltir. Bu, hem bireysel hem de toplumsal özgürlüğün temelidir.

Şirk’ ise, sadece putlara tapmak değil, aynı zamanda maddenin, hevanın veya beşeri sapkın ideolojilerin Yüce Allah’a denk tutulmasıdır. Hz. Nuh (as), işte bu çoklu otorite sistemlerine meydan okumuştur.

Peygamberlik (nübüvvet)’, Yüce Allah’ın insanlığa sonsuz rahmetidir. Hz. Nuh (as), kendisinin ‘açık bir uyarıcı..’ (Nuh, 71/2; Zariyat, 51/50) olduğunu belirterek, kendilerine yapılan tebliğ konusunda toplumunun ‘bilinçli bir tercihte bulunması gerektiğini’ vurgulamıştır.

Aynı zamanda bu ifade, peygamberlerin iki temel görevine işaret etmektedir: 1. ‘Tebliğ’ (açıkça duyurma), 2. ‘İnzar’ (azaba karşı uyarma). Bir başka ayet-i kerimede ise bu temel görevlere üçüncüsü şu şekilde ilave edilir: ‘Biz peygamberleri ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz.’ (Kehf, 18/56)

Konuya ‘hikmet’ boyutundan bakmak istersek, peygamberlerin (ase) insanlara ‘hatırlatma (tezkir)’ görevi ile vazifeli olduklarını da görürüz. Çünkü insan fıtraten Yüce Allah’ı bilmekle beraber (A’raf, 7/172), gaflet ve şeytan gibi menfi unsurların onu saptırma tehlikesi bulunmaktadır.

Ayet-i kerimede yer alan, ‘Doğrusu sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum..(A’raf, 7/59) cümlesi, doğrudan ‘ahiret bilinci’ ve ‘hesap vermek’ ile ilgilidir. Ayetteki vurgu, ‘ahiret inancının’ pratik sonucudur. ‘Ahiret bilinci’, müminin dünyadaki her eylemine anlam katmaktadır.

Hz. Nuh (as), kavmine ilahi tebliği reddetmelerinin meydana getireceği yalnızca dünyevî acı sonuçları değil, aynı zamanda onlara ‘uhrevî sorumlulukları’ da hatırlatmış olmaktadır. ‘Âhiret günü’ne iman’ rüknü, insana ‘sorumluluk’ duygusu kazandırmaktadır. Eksiksiz adaletin dayanacağı temel, dünyadaki zulümlerin hesabının ahirette sorulmasıdır.

Ayet-i kerimedeki ‘büyük gün..’ ifadesi, Yüce Allah’ın ‘din günü’ icra buyuracağı tam ‘adalet’ ve ‘rahmet’e işaret etmekte, ‘azap’ uyarısının arka planında yer almaktadır. Azap, inkârcılar içindir, tövbe kapısı ise her daim açıktır (Nuh, 71/10-12).

Her iki ayet-i kerimedeki ‘Allah’a ibadet ediniz..’ (A’raf, 7/59; Hud, 11/26) emri, hayatın tümünü Yüce Allah’ın rızasına göre düzenleme gereğini ifade etmektedir. Çünkü geniş anlamda ‘ibadet’, hayatı Allah için yaşamaktır.

Hz. Nuh’un (as) kavmi, ‘politeist ve ekonomik-politik bir sisteme’ bağlıydı. Onların ibadet ettikleri putları (sanemler), aynı zamanda kölesi oldukları ‘sosyal statü ve iktidar simgeleri’ydi. Halbuki gerçek ibadet, insanı ‘kölelikten kurtarandır’. Aynı zamanda Yüce Allâh’a ‘ibadet’, fani ve geçici maddeye, şöhrete veya ideolojilere kul olmama anlamını da kapsamaktadır.

Bu izahlarımızda, yukarıdaki ayet-i kerimelerin (A’raf, 7/59; Hud, 11/26) ‘teolojik anlam tabakası’ üzerinde durmuş olduk. Şimdi ise Hz. Nuh’un (as) ışık saçan beyanlarının, ‘psikolojik, sosyolojik ve politik’ boyutlarını analiz etmeye çalışacağız.

B. Psikolojik Açı:

Ayet-i kerimelere ‘psikolojik’ açıdan bakmak istediğimizde, Hz. Nuh’un (as), Araf Suresi’nde ‘sizler için büyük bir günün azabından korkuyorum.. (A’raf, 7/59), Hud Suresi’nde de ‘elemli bir günün azabından korkuyorum..’ (Hud, 11/26) diyerek, muhataplarındaki psikolojik savunma mekanizmalarını harekete geçirdiğini, insanlarda yerleşik olan temel ‘korku’ ve ‘umut’ dinamiklerini uyardığını görürüz.

Korku’, insanı tehlikelere karşı alarma geçiren çok temel bir duygudur. Hz. Nuh (as), kendisine gelen vahiy bilgisinde yer alan ‘büyük bir günün azabı..’ ve ‘elemli bir günün azabı..’ cümleleri ile, toplumun gaflet içindeki ruh haline çok güçlü bir şok dalgası göndermiştir. Buna mukabil, sorumluluğunun hakkını vererek, ‘Sizler için korkuyorum..’ beyanı ile, kavmine olan büyük şefkatini ve merhametini de ifade etmiştir. Bu ifade, aynı zamanda bir peygamberin ümmetine karşı gayet güçlü psikolojik bağını ve oldukça yüksek liderlik sorumluluğunu yansıtmaktadır.

C. Sosyolojik Açı:

Konuyu ‘sosyolojik’ açıdan değerlendirdiğimizde, Hz. Nuh’un (as) toplumsal yapıyı ‘müspete dönüştürme’ çabasını ve iyiye doğru büyük bir ‘değişim çağrısı’ yapmasını müşahede ederiz. Hz. Nuh’un (as) kavmi, çoktanrıcılık ve ahlâkî çöküş içerisindeydi. Toplumsal şirk çok fazla yaygınlaşmıştı ve iyilik endeksli kurallara karşı itaatsizlikleri de had safhadaydı. Buna karşın Hz. Nuh’un (as), ‘Sadece Allah’a kulluk ediniz..’ vurgusu, sosyolojik olarak o günün yerleşik inanç sistemini kökünden sarsan, statükolarını sorgulayan, bütünlüklü sosyal değişim çağrısı yapan bir meydan okumaydı.

Hz. Nuh (as), şirk vadilerinde parçalanmış bir toplumu, ‘tevhîd’ inancı ekseninde ortak bir değer etrafında birleştirmeye, bozulan toplumsal düzeni ilahi yasalar çerçevesinde yeniden inşa ederek, ‘kolektif bilinç’ oluşturmaya çalışıyordu. Bu aynı zamanda, sosyal bütünleşme için gerekli olan ‘ortak kimlik’ vurgusudur. Hz. Nuh (as), sosyal sınıf farklılıklarını aşan evrensel bir mesaj sunarken, elitler ve muhalefet, kendilerine kadar gelen ilahi mesaja karşı çıkıyorlardı. Bu durum, bir toplumun bilhassa önde gelenlerinin sosyal statülerinin, hakikati reddetme tavrında onları nasıl saptırabileceğini göstermektedir.

D. Politik Açı:

Konuya ‘politik’ açıdan baktığımızda, Hz. Nuh’un (as) tevhîd çağrısı, yerleşik sosyal düzen için ‘yeni ve gerçekçi bir alternatif’ sunuyor, mevcut politik düzene, bilhassa putperest liderliğe karşı bir direniş oluşturuyordu. Fakat, mevcut politik düzen, gücünü sahte tanrılardan almaktayken, Hz. Nuh (as) haktan ve ilahi kaynaktan güç alıyordu. Bu durum, kavminin mevcut seküler ve politeist iktidarlarına meydan okuyan teopolitik bir söylemdir. Ancak Hz. Nuh’un (as) kavmi, onu ‘sapkınlık’ ile suçlamıştır (A’raf, 7/60). Bu, ilahî hakikatleri siyasi çıkarları için tehdit görenlerin klasik karalama taktikleridir. Hz. Nuh (as), bütün bu anlamsız politik dirençleri peygamberane bir sabır ve metanet ile aşmaya çalışmıştır.

Hz. Nuh’un (as) sabrı ve stratejik dili, modern aktivizm, çağdaş liderlik ve toplumsal değişim hareketleri için oldukça önemli dersler barındırmaktadır.

Yemin olsun ki, biz Nuh’u kavmine göndermiştik de onlara: ‘Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilahınız yoktur. Hâlâ korkmayacak mısınız?’ demişti.’ (Müminun, 23/23)

2. Yunus Suresi 10/71’de Hz. Nuh’un (as) Yüce Allâh’a Muhteşem Tevekkülü, Kavmine Karşı Yedi Maddelik Manifestosu ve Ayetteki Retorik

Asır Suresi

Onlara Nuh’un önemli haberini oku. Hani o, kavmine (şöyle) demişti: ‘Ey kavmim! Eğer benim duruşum ve Allah’ın ayetleri ile öğüt vermem sizlere ağır geliyorsa, (bilin ki) ben sadece Allah’a güvenip dayanırım. (Şimdi) Sizler, yapacağınız her şeyi yapınız. (Size destekçi olacak) Ortaklarınızı da toplayınız. (O suretle ki) Daha sonra bu (yapacağınız) işiniz, sizde hiç bir tasa (ve pişmanlık) oluşturmasın. Sonra, bana hükmünüzü uygulayınız. (Hatta) Bana mühlet de vermeyiniz!’ (Yunus, 10/71)

Hz. Nuh (as), bütünüyle Yüce Allah’a güvenip dayanmış, kavmini uyardıktan sonra, gerçek güç ve kuvvetin Yüce Allah’a ait olduğunu belirtmiştir.

Bu ayet-i kerimede, Hz. Nuh’un (as) retorik (belagat) sanatı açısından son derece incelikli ve etkileyici yedi maddelik sözleri yer almaktadır. Bu yedi madde, tam bir mantıksal sıralama içerisindedir ve muarız kitlede psikolojik baskı oluşturmaktadır. Her bir cümle, muhatapların zihninde hem farklı hem de güçlü bir etki uyandırmaktadır. Hz. Nuh (as) bu konuşma üslubu ile, hem muhataplarını açık bir şekilde ikna etmekte hem de onlara rahatlıkla meydan okumaktadır.

Şimdi, Hz. Nuh’un (as), muarız ve elit kitleye karşı, bu çok önemli yedi maddelik düşünce silsilesini ayrıntılandırmaya çalışacağız inşâAllâh.

1. Hz. Nuh (as) önce, ‘Ey kavmim! Eğer benim duruşum ve Allah’ın ayetleri ile öğüt vermem, sizlere ağır geliyorsa..’ demiştir.

Ayet-i kerimenin bu kısmı, psikolojik ve ideolojik boyutlara temas etmektedir. Hz. Nuh (as) bu sözü ile, muhataplarının içsel psikolojilerine dokunmaktadır. Çünkü yapmış olduğu hak dine daveti, onların inanç sistemlerine, çıkarlarına ve konfor alanlarına tehdit oluşturmaktadır. ‘Ağır geliyorsa..’ ifadesi, muarız ve elit kitlenin, hem vicdani rahatsızlıklarına hem de zihinsel karşı duruşlarına ve dirençlerine işaret etmektedir. Burada Hz. Nuh (as), onlara hakikatin ağır geldiğini vurgulamakta ve psikolojik bir ‘aynalama’ yapmaktadır. ‘Aynalama’ (mirroring), bireyler arası ilişkilerde, karşıdaki kişilerin davranışlarını, beden dillerini, konuşma tarzlarını ve duygusal tepkilerini yansıtan bir iletişim şeklidir. Bu fenomen, sosyal iletişim ve etkileşimde bağ kurmayı kolaylaştıran bir süreçtir.

Hz. Nuh (as), bu ifadesi ile aynı zamanda onların ‘ideolojik retlerini’ de sorgulamış olmaktadır. Bu, muarızlarının kendi benlikleri ile yüzleşmelerini amaçlayan, korkusuz, kararlı, karşı tarafın vicdani tereddütlerini açığa çıkarmaya yönelik çok güçlü bir söylemdir.

Batıl dinlerine, yanlış örf ve adetlerine iyice alışmış kâfir ve müşrik bir kitlenin, hak dine davet edilmesi, inançlarının boş ve yanlış olduğunun anlatılması, söz konusu kitleye pek ağır gelmiştir. Ayrıca, Hz. Nuh’un (as) bütün daveti müddetince, hak davasındaki sebatı, muarız kitleye daha bir ağır olmuştur. Gözlerini dünya hırsı ve sevgisi kaplamış, dünyevî lezzetlere düşkün karakterler, Hakk’a itaat ile emrolunmaktan, günahlardan ve yanlışlıklardan vazgeçmelerinin istenmesinden, ölümün ve hesabın hatırlatılmasından son derece rahatsız olmuşlardır. Dolayısı ile bu tür kimseler, iyiliğin emredilmesi, kötülüklerin durdurulması tavsiyelerini ağır bulmuş, hoşlanmamışlardır.

Buradaki retorik strateji, kabullenme (concessio) şeklindedir. Hz. Nuh (as), yaptığı tebliğ faaliyetinin, muhataplarına ağır geldiğini görmektedir. Bu retoriğin muhatap dinleyicilerdeki etkisi de ‘evet, bu bize ağır geliyor..’ şeklinde bir iç kabul meydana getirmektedir. Böylece muhatabın / muhatapların tepkisi tanınarak diyaloğa girilmektedir. Bu, aynı zamanda muhataplardaki ‘otomatik düşüncelerin’ açığa çıkarılması ve bir ‘bilişsel davranışsal terapi’dir. Muhatapların, psikolojik durumlarının farkına varmalarının sağlanmasıdır.

2.Ben sadece Allah’a güvenip dayanırım..’ demiştir.

Hz. Nuh (as), Yüce Allah’ın ‘azap’ vaadine güvendiğini, O’nun (cc) vaadinden asla caymayacağını, ölüm ve işkence ile tehdit edilmesinin, Yüce Allah’ın yoluna davetten kendisini alıkoyamayacağını ifade etmiştir. Bu, Hz. Nuh’un (as), müşrik kitleye karşı inançsal-psikolojik ve politik duruşudur, bir ‘güven deklarasyonu’dur.

Hz. Nuh’un (as), siyasi, maddi ya da toplumsal bir güce değil, sadece Yüce Allah’a güvendiğini beyan etmesi, müşriklerin tüm dünyevi güç dengelerini hiçe sayan destansı bir direniş sembolüdür. İnançsal-psikolojik açıdan bu durum, parlak bir özgüvenin en zirvesidir. Çünkü genelde insanlar, çoğu zaman dahil olduklarını düşündükleri bir topluluğun / cemaatin onayı ya da desteği ile cesaret bulurlar. Güstav le Bon buna, ‘kitle psikolojisi’ der. Ancak burada Hz. Nuh (as), tek başına da olsa, o peygamberane sarsılmaz dirayetini göstermektedir. Böyle bir azim, muhatapları için bütünüyle sarsıcıdır. Çünkü onların kof mekanizmaları ve boş tehditleri karşısında ürkmeyen, çekinmeyen ve korkmayan Hz. Nuh (as), çok tanrılı sistemi tehdit etmektedir. Politik olarak bu durum, politeist elit sınıfa, ‘sizin meşruiyetinize ihtiyacım yok’ demekle eş anlamlıdır. Çok tanrılı inanca sahip güç odaklarını ifşa etmekte, halkı etkilemekte, mevcut politeist sistemin onulmaz çelişkilerini görünür hale getirmektedir.

Muarız müşrik kitlenin aşırı kin ve nefreti, Hz. Nuh’a (as) eziyet etmeye sevk etmiş, ancak onların bu şerli ve kötü tutumlarına karşı Hz. Nuh’un (as) tavrı, hep Yüce Allah’a dayanmak ve sığınmak olmuştur. Müşrik muarızlarının şerrine karşı, Yüce Allah’a tevekkül etmiş, güven deklarasyonunda bulunmuştur.

Buradaki retorik strateji, güvenilirlik vurgusudur (ethos). Hz. Nuh’un (as), Yüce Allah’a olan teslimiyeti, onun karakterinin sağlamlığını göstermektedir. Bu retorikle muhataplara, ‘benim davam, sizin perestiş ettiğiniz dünyevî fenomenlerden mutlak bir şekilde üstündür’ mesajı verilmektedir.

3.Yapacağınız her şeyi yapınız..’ demiştir.

Burada bir meydan okuma ve stratejik netlik bulunmaktadır. Hz. Nuh (as) onlara, ‘amacınızı gerçekleştirecek sebep ve yollarla, gücünüzün yettiği her şeyi toptan uygulayın, yapmayı düşündüğünüz her kötülüğe hazırlanın ve ne yapacağınıza bir an önce karar verin’ demiştir. Ayetin takdiri, ‘içinizden, kötü maksatlarınızı gerçekleştirebilecek olan kişileri bir araya toplayınız’ şeklindedir. Ayetteki ‘yapacağınız her şey..’ cümlesinden maksat, onların çeşitli hile ve tuzaklarıdır.

Yapacağınız her şeyi yapınız..’ ifadesi, bir meydan okumadan öte, özgürleştirici bir tekliftir. Böyle bir ifade ile, pazarlığın mümkün olmadığını müşrik muarızlarına açıkça aktarmış olmaktadır. Psikolojik açıdan baktığımızda, bu ifadenin karşı tarafı sıkıştırdığını görürüz. Çünkü kendilerine ‘üstünler’ gözü ile bakan politeistler, çoğu zaman tehditlere muhatap olmadan üstünlüklerini kullanmayı tercih ederler. Halbuki Hz. Nuh (as), onlara açıkça rest çekmekte, ‘yapacağınız her şeyi yapınız..’ demektedir. Bu, toplumsal sahnede kararsız kalan halkı etkileyecek, çok net bir güç gösterisidir, ‘ben korkmuyorum’ demektir.

Buradaki retorik strateji, meydan okumadır (provocatio). Adeta, ‘artık son hamlenizi yapın’ çağrısıdır. Retoriğin etkisi ise, dinleyicilerde ‘acz hissi’ uyandırmasıdır. Çünkü Hz. Nuh (as), onların dayandıklarını zannettikleri tüm güçleri yok saymaktadır.

4. ‘(Size destekçi olacak) Ortaklarınızı da toplayınız..’ demiştir.

Hz. Nuh (as), ‘ortaklar’ kelimesi ile, müşrikûn ve müşrikâtın, kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyen ‘ilah’ saydıkları putları kast etmiş olabileceği gibi, muhataplarının batıl inançlarına dahil kimseleri kast etmiş de olabilir.

Toplumsal ve politik açılardan analiz etmek istersek, bu cümle, Hz. Nuh’un (as) karşısındaki muarız müşrik yapının, kolektif bir klikten oluştuğunu bildiğini göstermektedir. ‘Mele’ tabakası, birbirlerine genellikle çıkar ilişkileri ile bağlıdır. İşte Hz. Nuh (as), bu klik yapıyı ifşa etmekte, ‘tüm destekçilerinizle / ortaklarınızla gelin’ demektedir. Politik açıdan bu ifade, müşrik güç odaklarının ittifaklarına anlamlı bir göndermedir. Aynı zamanda, bu yapının içindeki çelişkileri açığa çıkarmayı da amaçlamakta, adeta ‘istediğiniz kadar birlik hali sergileyin, ne kadar süre dayanabileceksiniz?’ sorusunu sormaktadır.

Buradaki retorik strateji, putperestlerin şirk inancında dayanışma içerisinde oldukları ‘ortakları’ ya da ‘taptıkları putları’ ile ilgili inançlarını butlan ve tehekküm ile nefyetmektir (ironi ve reductio ad absurdum). Bu retoriğin etkisi ise, ‘tüm gücünüzü toplayınız, ancak yine de hiçbir şey yapamayacaksınız’ şeklindedir.

5.Daha sonra bu (yapacağınız) işiniz, sizde hiç bir tasa (ve pişmanlık) oluşturmasın..’ demiştir.

Ayet-i kerimenin bu kısmı ile, müşrik müşrikâtın yapacakları iş her ne ise, onun ayrıntılı bir şekilde anlaşılmasını, işlerinin kendilerine alabildiğince açık ve net olmasını kastetmiştir.

Psikolojik ve ideolojik çözümleme yapmak istersek, Hz. Nuh’un (as) burada politeist muarızlarının içsel çelişkilerine bir gönderme yaptığını görürüz. Bu ifadesi ile sanki, ‘beni ortadan kaldıracaksanız, sonra pişman olmayacağınızdan emin olunuz’ demiş gibi olmaktadır. Bu ifade, onların ‘vicdani tereddütlerini’ hedef almaktadır. Çünkü kötülük yapanlar, çoğu zaman bir savunma mekanizmasıyla kendilerini haklı çıkarmak isterler. İşte Hz. Nuh (as), muarızlarındaki bu savunma duvarını yıkmaktadır.

Buradaki retorik strateji, hicvetme (sarkasmós) ve uyarıdır (admonitio). Muhataplarına, yaptıklarının sonucuna katlanacaklarını ima etmektedir. Bu retoriğin etkisi ise, dinleyicide ‘acaba hata mı yapıyoruz?’ endişesi oluşturmasıdır.

6.Sonra, bana hükmünüzü uygulayınız..’ demiştir.

Bu altıncı beyandan maksat, müşrik muarızlarının tasarladıkları bütün kötülükleri kendisine yöneltmelerini istemesidir. ‘Bana karşı kötülüklerinizi icra ediniz ve beni tehdit ettiğiniz her unsuru yerine getiriniz. Aklınızda olan bütün kötülükleri yürürlüğe koyunuz ve benimle aranızdaki meseleyi sonuçlandırınız’ demektir.

Hz. Nuh’un (as) bu ifadesinde, sosyolojik açıdan bir egemenlik vurgusu vardır. Çünkü onun bu ifadesi, bir karşı tahakküm teklifidir. ‘Eğer gücünüz varsa, bana uygulayınız. İktidarınıza dayanınız ve ama görün bakın, ne sonuç alacaksınız!’ demiş gibidir. Burada Hz. Nuh (as), politeist egemen sınıfın fiilî baskılarını ve zulüm aygıtlarını görmezden gelmemekte, fakat buna rağmen onlara meydan okumaktadır. Bu aynı zamanda, halkın gözünde ‘politeist elit kesimin meşruiyeti’ sorusunu da gündeme getirmekte, ‘gerçekte kim daha güçlü?’ sorusunun düşünülmesine zemin hazırlamaktadır. Hz. Nuh (as), hakikate dayalı bir liderlik örneği sergilemekte, statükoya karşı sarsılmaz direniş sembolü haline gelmektedir.

Buradaki retorik strateji, tehdit içeren çağrıdır (tehaddî) ‘Artık ne yapacaksanız yapın!’ anlamında bir meydan okumadır. Etkisi ise, muhatabın güçsüzlüğünü vurgulamasıdır. Çünkü Hz. Nuh (as), onların kararlarını hiçbir şekilde önemsememektedir.

7.Bana bir mühlet de vermeyiniz!’ demiştir.

Hz. Nuh (as), böyle diyerek yukarıdaki düşünce silsilesine yedinci bir hususu ilave etmiştir. Bu, ‘yapabileceğiniz her şeyi yapınız, bunun için bana hiçbir şekilde zaman da tanımayınız’ demektir.

Bu cümle, Hz. Nuh’un (as) tüm söyleminin en zirvesidir. Zaman kazanmak isteyen politeist elit kesim karşısında, kendisine bir ‘mühlet verilmesi’ unsurunu da elinin tersiyle iten altın bir irade vardır. Hz. Nuh (as), düşmanlarının elinde olabilecek en son kozu, yani ‘tehditlerini gerçekleştirme için bir süre vermelerini’ bile anlamsız hale getirmektedir.

Bu, tam anlamıyla psikolojik bir hâkimiyet manifestosudur. ‘Belirli bir süre istemek, zaman kazanmaya çalışmak’ zayıflık emaresidir. Hz. Nuh (as) ise, ‘ne yapacaksanız şimdi yapın’ diyerek, tam ve mutlak bir özgüven sergilemektedir.

Buradaki retorik strateji, son üst perdeden meydan okumadır (ultimatum). ‘Artık beklemeye bile tahammülüm yok’ mesajı vermektedir. Bunun etkisi ise, dinleyicide çaresizlik hissi uyandırmasıdır. Hz. Nuh’un (as) kararlılığı mutlaktır.

Ayet-i kerimedeki yedi aşamalı sıralama (tertîp), muarız muhataplara adeta bir ‘psikolojik çöküş’ senaryosu yaşatır. Bu cümlelerin muhatapları, adım adım çaresizliğe yürümektedirler. Her bir cümle, özlü anlatım (îcâz) özelliği taşımakta, kısa ama yoğun anlam içermektedir. Ayet-i kerimede, karşıtlık (mukâbele) sanatı da yer almaktadır. Hz. Nuh’un (as), Yüce Allah’a dayanması (tevekkül) ile, kavminin yönetimdeki ortaklarına ya da taptıkları putlara güvenmesi arasında zıtlık kurulmuştur. Ayet-i kerime, üslup değişimi (iltifat) yaparak ‘Ey kavmim..’ hitabı ile başlamış, sonunda ise ‘bana bir mühlet de vermeyiniz..’ emri ve meydan okuması ile tamamlanmıştır. Bu hitap şekli, otorite vurgusunu doruk noktasına çıkarmaktadır.

Bu yedi madde, sadece bir savunma değil, tam aksine korkutucu ve yıkıcı bir karşı taarruzdur. Bütün peygamberlerde (as) müşahede edilen ‘tevhîd mücadelesi’nin, adeta zamana meydan okuyan ruhunu yansıtmaktadır. Günümüz inananları için de inançları ve ilkeleri doğrultusunda, inançsız yapılara karşı nasıl bir direniş sergileyebileceklerini öğreten dersler barındırmaktadır.

3. Hz. Nuh’un (as) Tebliğ Görevi Mukabilinde Ücret İstememesi

Eğer yüz çevirirseniz (siz zararlı olursunuz), ben sizden herhangi bir ücret de istemedim. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. Ben Müslümanlardan olmakla emrolundum.’ (Yunus, 10/72)

Ey kavmim! Bundan (bu tebliğden) dolayı sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim yalnız Allah’a aittir.’ (Hud, 11/29)

‘(Kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti:) Ben, buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak âlemlerin Rabbine aittir.’ (Şuara, 26/109)

Hz. Nuh (as) kavmine, onların arasında sıdk ve emanetiyle bilinen birisi olduğunu hatırlatıyor. Onlardan herhangi bir ücret veya mal istemiyor. Ücretini ve sevabını sadece Yüce Allah’tan bekliyor.

Şimdi, peygamberlerdeki (ase) İlahi tebliğ gibi büyük bir görevin, neden dünyevi bir ücret talep edilmeden yürütüldüğü konusunu, çeşitli açılardan görmeye çalışacağız.

Peygamberlerin (ase), ‘Ben sizden buna karşılık bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir..’ demeleri, onların Yüce Allah adına hareket ettiklerini ve ‘yetkiyi O’ndan (cc) aldıklarını’ açık bir şekilde ifade eder. İlahi tebliğin kaynağı ve sahibi Yüce Allah’tır. İlahî tebliğ görevi, peygamberlerin şahsi fikirleri veya projeleri değildir. Yüce Allah’tan gelen vahyi insanlara iletmekle görevlidirler. Dolayısıyla bu görev, insanlardan alınacak ücrete bağlı bir ‘memuriyet’ değil, bütünü ile bir ‘emanet’tir.

İlahi tebliğ, dünyevi menfaatlerden arındırılmış bir hakikat çağrısıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle Şuara Suresi boyunca Peygamberlerin (ase), ‘Ben sizden buna karşılık bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir..’ (Şuara, 26/109, 127, 145, 164, 180) şeklinde tekrarlanan ortak beyanları, bu ilkenin evrenselliğinin ve temel oluşunun belirtisidir. Peygamberlerin (ase) ücret istememeleri, ilahi mesajın ‘en katışıksız / en saf’ olduğunun açık bir göstergesidir. Çünkü insanlara, ‘bunu size Rabbim emretti’ diyen kişi, bu tebliğine karşılık ‘bana şu kadar mal ya da ücret verin’ dese, mesajın saflığı sorgulanabilecektir.

Peygamberlerin (ase) ücret istememeleri, muhataplar üzerinde ‘derin bir psikolojik etki’ meydana getirir. Yaptıkları ilahi tebliğ karşılığında, herhangi bir ücret beklemeyen nebiler, tam anlamı ile inandırıcı, güven verici ve samimidirler. Peygamberler (ase) böylece muhataplarına fiilen, ‘biz sizleri kandırmıyoruz, çıkar gözetmiyoruz’ demiş olurlar. Çünkü ilahi tebliğ bir ‘emek pazarı’ değildir. Modern ikna kuramları açısından baktığımızda dahi, çıkar gözetmeyen kaynakların çok daha etkili ve ikna edici olduğu görülür. Ücret talep etmemek, ‘yaşayan ahlâk’ olma misyonunun çok önemli bir parçasıdır.

Peygamberlerin (ase) hayatlarını riske atarak, zahmetli ve çoğu zaman düşmanlıkla karşılanan tebliğ görevlerini ücretsiz yapmaları, muhatapların onlara saygı duymalarını sağlamaktadır. Dini tebliğ bir manevi sermaye üretimidir. Bu sermaye, maddi karşılıkla değiş-tokuş edilirse, içeriği zayıflar ve yozlaşır. Sadece bu açıdan baktığımızda dahi peygamberler (ase), kendilerini feda eden örnek ve büyük şahsiyetlerdir. İnsan, her ne zaman bilhassa maddi tamahtan uzak olursa, sözü kalplerde daha tesirli olur.

Şayet peygamberler (ase) tebliğleri karşılığında ücret talep etselerdi, insanlar kendilerini bir borçluluk ilişkisine girmiş gibi hissedebilirlerdi. Oysa peygamberlerin (ase) amacı, insanları Yüce Allah’tan başka unsurlara boyun eğmekten kurtarmak ve onları tam anlamı ile özgürleştirmektir. Peygamberler (ase), ücret almadıkları için bütünüyle bağımsızdırlar, çok rahatlıkla sistem eleştirisi getirebilirler.

Peygamberler (ase), çoğunlukla ezilen, yoksul ve güçlüler tarafından dışlanan zayıf kitlelere hitap etmişlerdir. Eğer onlar ücretli birer ‘din adamı’ gibi görülselerdi, mevcut iktidar yapısının bir parçası olarak algılanabilirlerdi. Oysa peygamberler, mevcut yapıları sorgular, sınıf ayrımlarını ortadan kaldırır ve toplumları iyiye ve güzele doğru dönüştürürler. Peygamberlerin ‘ücret istememeleri’ bu anlamda, ‘ahlâken en saf eylem’in eşsiz bir örneğidir.

Yaptığı iş karşılığında ücret alan kişi, çoğu zaman o ücreti verenin himayesine girer. Peygamberler (ase) ise, bu tür bağımlılık ilişkilerinden tamamen uzak, ‘toplumun tüm kesimlerine karşı bağımsız ve tarafsız’ bir duruş sergilerler ve toplumlarının vicdanı olurlar. Peygamberlerin örnekliği, bu konuda ahlâkî bir çıta koymaktadır. O da dini hizmetlerin, mümkün mertebe dünyevi kazançlardan arındırılmış olmasıdır.

Eğer peygamberler (ase) ücret alsalardı, onların söylemleri, ekonomik ya da siyasi çıkarlarla ilişkilendirilebilirdi. Oysa ücret talep etmeden yapılan ilahi tebliğler, daima iktidar ve otorite ilişkilerinden arınmış, ‘hakikatin en saf sesi’ olarak yankılanmışlardır. Peygamberlerin (ase) ücret istememeleri, samimiyetin, adaletin, fedakârlığın ve tam bağımsızlığın doruk noktadaki örneğidir.

Konuya, ekonomik açıdan baktığımızda, ‘ücret almayışın’ ilahi tebliğlerin ticarileşmesini engellediğini görürüz. Din, kutsal bir mesaj taşıdığı için, herhangi bir maddi kazanç aracı hâline getirildiğinde, yozlaşmanın başlayacağı aşikardır. Peygamberlerin (ase), ilahi tebliğ karşılığında en küçük bir ücret dahi istememeleri, böyle bir yozlaşmayı daha baştan önlemiştir.

Peygamberler (ase), ücret almamakla topluma, ‘gönüllülük ve fedakârlık kültürü’ aşılamış, adeta şunu söylemişlerdir: ‘Ben bu vazifeyi, Yüce Allah için yapıyorum. Sizler de manevi ticaretlerinizde gönüllüler olunuz, karşılıksız iyilikler yapınız.’ Peygamberler (ase) sayesinde insanlar, dünyevi karşılık beklemeden hayır yapmanın yüksek değerini öğrenmiş, bir tür ‘toplumsal dayanışma kültürü’ ve ‘manevi ekonomi’ oluşturmuşlardır.

Peygamberler (ase) açısından ücret istememek, onların görevlerinin manevi büyüklüğü ve derinliğiyle de ilgilidir. Peygamberlerin (ase) kendilerini tamamen Yüce Allah’a adamaları, en küçük bir ‘dünyevi’ karşılık beklememeleri, ruhsal yüceliğin şahikasına ulaşmış olmalarının önemli bir göstergesidir. Çünkü, ‘Ben sadece O’nun kuluyum, sadece O’ndan beklerim’ demek, kulluğun özüdür. Görev mukabili ücret almak ya da istemek ise, görevi sıradanlaştırır. Oysa peygamberlerin misyonları ebedidir ve ulvidir. Böylece görevin yüceliğini muhafaza etmişlerdir.

Peygamberler (ase), görevlerinin ilahi kaynağını vurgulamak, mesajın saflığını korumak, toplumsal dönüşümde güvenilir bir figür olmak, insanlara örnek bir gönüllülük ve fedakârlık modeli sunmak için asla ‘ücret talep etmemişlerdir’. Bu tutumları, hem bireysel hem toplumsal düzeyde çok ‘derin etkiler ve dönüşümler’ meydana getirmiştir. Bu ilkeyi yaşatmak, bugün de bireyler ve toplumlar için, erdemli bir yol haritası çizmek demektir.

4. Hz. Nuh’un (as) Tebliğ Görevinde Kullandığı Metotlar ve İnsanüstü Gayreti

Hz. Nuh (as), asla Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe ve ye’se kapılmazdı. Bundan dolayı da geceyi gündüze katarak, gizli açık her zaman kavmini hidayete davet ederdi:

Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Ben, kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim onlarda ancak (imandan) kaçmayı artırdı. Doğrusu ben, onları mağfiret edesin diye her davet edişimde, onlar parmakları ile kulaklarını tıkadılar. Ve elbiselerine hüründüler ve küfürde ısrar ettiler, son derece kibir gösterdiler. Sonra onları açıkça davet ettim. Sonra onlara ilan da ettim. Gizli olarak da söyledim. Rabbinizden bağışlanma dileyin, çünkü O çok bağışlayandır dedim.’ (Nuh, 71/5-10)

Bu ayet-i kerime grubunda da açıkça görüldüğü üzere, Hz. Nuh (as) farklı davet metotlarını kullanarak kavmini tevhîd düşüncesine davet etmiştir. Ayet-i kerimelerdeki sıralama itibarı ile bu davet metotları şunlardır:

A. Sürekli Davet (Nuh, 71/5):

Hz. Nuh (as), muhataplarının aklına hitap ederek, onlara önce enfüsî, daha sonra da âfâkî delilleri getirmiş ve ikna etmeye çalışmıştır. Onların dikkatlerini, Yüce Allah’ın kulları üzerindeki nimetlerine çekmiş, Allah’ın vahdaniyetine hidayet bulmalarını, hiçbir zarar veya fayda vermeyen şeylere ibadet etmekten vazgeçmelerini istemiştir.

Bu ‘sürekli davet’ metodunda, Hz. Nuh’un (as) insanları hak dine hidayet için beyan ettiği enfüsî ve âfâkî deliller sırası ile şöyledir:

1. Yüce Rabbe istiğfarın önemini hatırlatmış, Rab Teâlâ Hazretlerinin ‘Ğaffâr’ âlî sıfatı ile kullarının hatalarını ve yanlışlıklarını mutlaka ve çokça affettiğini beyan etmiştir (Nuh, 71/4, 10).

2. İstiğfar neticesinde Rab Teâlâ Hazretlerinin mutlaka büyük bereketler lütfedeceğini bildirmiştir (Nuh, 71/11).

3. Beldelerinin ekonomik ve askerî açıdan büyüyeceğini, yeni su kanallarının meydana getirilmesi ile ülkelerinin ekilebilir ve dikilebilir alanlarının artacağını, buna muhazî şekilde tarım rekoltesinin yükseleceğini haber vermiştir (Nuh, 71/12).

4. İnsanın Yüce Rabbe saygı dolu olması gerektiğine, insanın yaratılış safhalarına dikkat çekerek, var oluşlarının kendiliğinden meydana gelmediğine, dolayısı ile Yüce Yaratıcı inancına dahil olmaları gereğine parmak basmıştır (Nuh, 71/13-14).

5. Göklerin yedi kat olarak yaratılışını, güneşin ve ayın önemli vazifeler gördüğünü nazarlara vermiştir (Nuh, 71/15-16).

6. İnsanın topraktan yaratılışına, toprağa döneceğine, oradan da dünyada iken işledikleri amellerinin karşılığını almaları için Rab Teâlâ Hazretlerine döndürülecekleri hakikatine temas etmiştir (Nuh, 71/17-18).

7. Rab Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri tarafından, yeryüzünün insanlar için yaşanılabilir alan haline getirildiğine, çeşitli ulaşım vasıtaları ile rahatlıkla seyahat edebilecekleri şekilde yaratıldığına dikkat çekmiştir (Nuh, 71/19-20).

B. Açık Davet (Nuh, 71/8):

Hz. Nuh (as), zamanı geldiğinde, kavmini dinî esaslar olan tevhîd, nübüvvet ve haşir akidelerine açıktan davet etmiştir.

C. Açıklığı ve Gizliliği Müşterek Davet (Nuh, 71/9):

Hz. Nuh (as), bütün bu davet metotlarını kullanmasına rağmen, insanların inkarcı tavırda diretmeleri karşısında, yeni ve daha orijinal bir başka davet metodu üretmiştir. Bu metot, ‘hem açık hem de gizli davet metodu’nun birlikte icrasıdır. Açık ve gizli davet metotlarının birlikte uygulanması, diğer metotlara göre daha etkilidir. Bu metotları, hem gecede hem de gündüzde uygulamasına rağmen, müşrik ve müşrikât toplumun Hz. Nuh’a (as) karşı tavırları şu şekillerde olmuştur:

1.Parmaklarını kulaklarına tıkamışlardır.’ (Nuh, 71/7) Tevhîde yönelik delilleri duymamak için, işi parmaklarını kulaklarına tıkayacak noktaya kadar vardırmışlardır.

2.Elbiselerine bürünmüşlerdir.’ (Nuh, 71/7) Hz. Nuh’un (as) ve ona inananların yüzlerini görmemek için, elbiselerini başlarına geçirmişlerdir. Böylece, hem davetine kulaklarını tıkamış, hem de hakikatlerden gizlenmeye çalışmışlardır. Bu durum, Hz. Nuh’un (as) tevhîde davetini hiçbir şekilde dinlemek istemediklerini göstermektedir. Tevhîde olan davete karşı, hem kulaklarını hem de gözlerini kapatmışlardır.

3.Ayak diremişlerdir.’ (Nuh, 71/7) Onlar, kendi şirke dayalı tasavvurlarında kalma, tevhîde yönelik daveti reddetme, batıl inançlarından dönmeme konularında kuvvetli bir ısrar hali göstermişlerdir.

4.Alabildiğine büyüklük taslamışlardır.’ (Nuh, 71/7) Kibir konusunda çok fazla ileri gitmişlerdir. Kendilerinde ve batıl inançlarında, aklı yok sayan delicesine bir tutum sergilemişlerdir.

5.Büyük tuzaklar kurmuşlardır.’ (Nuh, 71/22) Tevhîd, inançtaki en büyük dereceyi haiz olduğu için, Hz. Nuh (as) dönemindeki müşrik yönetim, halkı tevhîd inancından alıkoymayı sürdürmek, şirki dayatmak istemişlerdir. Halkı, Hz. Nuh’u (as) dinlememeleri hususunda sık sık uyarmış, ‘Sakın tanrılarınızı bırakmayınız. Vedd’di, Suva’ı, Yeğus’u, Yeuk’u ve Nesr’i asla terk etmeyiniz’ (Nuh, 71/23) demişlerdir.

Şirk, en büyük çirkinliktir ve zulümdür. Halkın tevhîd inancından uzaklaştırılmaya çalışılması da en büyük tuzaktır. Cenâb-ı Hak bu müşrik tavrı, ayet-i kerimede ‘büyük tuzak..’ olarak nitelemiştir. Tevhîdi emretmek ise, hayırda ve dinde elbette en büyük makamı haizdir.

Hz. Nuh’un (as), tertemiz bir lisanla, mükemmel bir üslûpla ve samimice davet ettiği yüksek hakikatler, kavminin sadece küfrünü ve inadını artırmaktaydı (Nuh, 71/6).

Hz. Nuh (as), kavmini yok olmaktan kurtarmayı çok istiyordu. Onlar için hayırdan başka bir şey temenni etmiyor ve de onlardan hiçbir ücret ve mükafat beklemiyordu. Bundan dolayı onlara hitapta çok yumuşaktı. Onları davet etmede her yola başvuruyordu.

Cenab-ı Hakk’ın şu ayet-i kerimeleri, Hz. Nuh’un (as) kavmine karşı olan muhabbetini ve şefkatini göstermektedir.

Sizin üzerinize Kıyamet gününün acıklı azabından korkarım.’ (Hud, 11/26)

‘(İleri gelenler) Dediler ki: ‘Ey Nuh! Sen gerçekten bizimle tartışmaya girdin! Bu konuda çok da ileri gittin. Eğer doğru söylüyorsan, bizi tehdit ettiğin (azabı) bize getir!Nuh: ‘Eğer azabı dilerse, size ancak Allah getirir. Ve siz Onu bundan aciz bırakamazsınız. Eğer Allah sizi helak etmek isterse, ben size nasihat etmek istesem de benim nasihatim size fayda vermez. O, Rabb’inizdir ve sonunda Ona döndürüleceksiniz’ dedi.’ (Hud, 11/32-34)

Hz. Nuh’un (as) kavminden ileri gelenler (el-Mele), O’na karşı amansız bir harbe girişti ve vahşice saldırıya geçtiler. Yeryüzünde fesat çıkarmak için planlar uyguladılar. Ulü’l-azm bir Peygambere karşı, pek çok vasıtaları ve aleyhteki propagandaları kullandılar.

Ayet-i kerîmelerin şehadetliği ile, onların vahşi propagandalarından bazıları şöyleydi:

1. Yüce Allâh’a İftirada Bulunduğu İddiası

Yoksa, Allah’a iftira etti mi demektedirler? De ki: Eğer iftira etmiş isem, günahı benim üzerimedir. Bana isnat ettiğiniz suçlamadan (Yüce Allâh’a iftirada bulunma günahından) uzağım.’ (Hud, 11/35)

Hz. Nuh’un (as) davetine karşı, toplumun ileri gelenlerinin bu tepkisi, insan psikolojisinin ve ideolojik direncin derinliklerine işaret eden çarpıcı bir örnektir. Bu ayet-i kerimede geçen, ‘Allah’a iftira etti..’ suçlamasının arkasındaki psikolojik dinamiklerden birisi, ‘bilişsel çelişki’dir. İnsanlar, alıştıkları inanç sistemlerini ve iktidar yapılarını sorgulatan bir davetle karşılaşmış ve zihinsel çelişki yaşamışlardır. Hz. Nuh’un (as) tevhîde çağrısı, onların atalarından gelen geleneksel putperestlik ve çoktanrıcılık inançları ile çatıştığı için, ‘bu sözler iftiradır / uydurmadır..’ diyerek savunma mekanizmaları geliştirmişlerdir.

Ayet-i kerime, politeist ve elit kesimin, ‘değişime direnç’ ve ‘statükoyu koruma içgüdüsü’ ile hareket ettiklerini göstermektedir. Toplumun elit liderleri, Hz. Nuh’un (as) mesajını kabul etmeleri halinde, statülerini ve otoritelerini kaybedeceklerini düşünmüşlerdir. Bu nedenle mesajı, kişiselleştirilmiş bir ‘iftira..’ olarak nitelendirmiş, halkın gözünde Hz. Nuh’un (as) meşruiyetini zedelemeye çalışmış, onunla ‘özdeşleşme’ halini, kendileri açısından psikolojik bir ‘tehdit’ olarak görmüşlerdir.

Sosyolojik açıdan, konunun ‘ideolojik iktidar mücadelesi’ ile de ilgisi bulunmaktadır. Siyasi ve ekonomik gücü elinde tutan kesim, putlar üzerinden kurmuş oldukları ticareti ve teolojik hiyerarşik düzeni tehdit ettiğini düşündükleri için, Hz. Nuh’un (as) tevhîd davetine, ‘güç ve kontrol kaygısı’ ile cevap vermiş, Hz. Nuh’u (as) ve getirdiği ilahi mesajı, ‘iftira..’ diyerek etkisizleştirmeye çalışmışlardır.

Hz. Nuh’a (as) bu tür bir suçlama yöneltmeleri, aslında kendi içlerindeki ‘suçluluk’ duygusunu örtme çabası, bir tür psikolojik ‘savunma mekanizması’ ve ‘yansıtma (projeksiyon)’ tavrıdır. Zira politeist elit kesim ve onların güdümünde hareket eden toplum, Yüce Allah’a ortak koşarak asıl kendileri gerçek anlamda ‘iftira (şirk)’ içerisinde olmuşlardır. ‘Bu davet, Nuh’un şahsi çıkarı için uydurduğu bir iftiradır!..’ diyerek, mesajın ilahi kaynağını inkâr etmekle kalmamış, kendi batıl inançlarını meşrulaştırmaya çalışmış, ‘mantığa büründürme (rasyonalizasyon)’ hali sergilemişlerdir.

Hz. Nuh’un (as) cevabında ise çok büyük bir ‘psikolojik derinlik’ bulunmaktadır. Hz. Nuh (as), ‘Eğer iftira etmiş isem..’ cevabı ile, doğrudan ‘sorumluluğu üstlenmiş’, ‘günahı benim üzerimedir..’ ifadesi ile de davetinde samimi olduğunu, hesap vermekten korkmadığını göstermiştir. Bu yüksek belâgatli ifade, muhataplarının iddialarını boşa çıkaran ‘ahlâkî üstünlük’ vurgusudur. ‘Beni suçladığınız husustan (Yüce Allâh’a iftirada bulunma günahından) uzağım’ diyerek net bir sınır koymuş, onların ‘iftira’ suçlamasını kendisinden uzaklaştırmış, dikkatleri tebliğin asıl kaynağına, Yüce Allah’a çekmiştir.

Ayet-i kerimenin son cümlesi, meal yazarları tarafından büyük ölçüde yanlış anlaşılmış, ‘Benim, sizin günah işlemenizle bir ilişkim yoktur!’, ‘Sizin işlemekte olduğunuz suçlardan uzağım..’ vb. şekillerde çevrilmiştir. Halbuki doğru çeviri, ‘Bana isnat ettiğiniz suçlamadan (Yüce Allâh’a iftirada bulunma günahından) uzağım’ şeklinde olmalıdır. Meal yazarlarının çoğunun hatalı çeviri yapmalarının sebebi, ayet-i kerime sonundaki (تُجْرِمُونَ) kelimesinde hazfedilmiş mütekellim ‘’ (ي) harfini görememeleridir. Kelimenin aslı, (تُجْرِمُونِي) şeklindedir ve ‘bana isnat ettiğiniz suçlama..’ manasını verir.

Ayet-i kerime, hakikati tebliğ edenlerin karşılaşabilecekleri, psikolojik ve sosyal dirençlere temas etmiş, inkar psikolojisinin evrensel prototipini ortaya koymuştur.

2. Toplumun Sadece Düşük Kesimlerinin İman Ettiği Gerekçesi

Nuh’un kavminden kâfir (el-Mele) ileri gelenler dediler ki: Biz seni ancak kendimiz gibi bir insan olarak görüyoruz ve sana yalnız, içimizdeki bayağı ayak takımı kimselerin düşünmeden uyduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı, bir üstünlüğünüzü de göremiyoruz. Aksine sizin yalancı olduğunuzu sanıyoruz!’ (Hud, 11/27)

Onlar: Sana iman mı edelim? Halbuki sana tabi olanlar en rezillerdir, dediler. Nuh dedi ki: Onların ne yaptıklarına ben vâkıf değilim. Onların hesabı Rabb’ime aittir. Eğer iyice düşünseydiniz bunu anlardınız.’ (Şuara, 111-114)

‘Mele’ kelimesi, Arap dili ve edebiyatı âlimi, müfessir ez-Zeccâc el-Bağdâdî’ye göre (v. 311/923) toplumun önde gelenlerini, liderleri ifade etmektedir.[17] Müfessir, Arap dil âlimi ve ahlâk felsefecisi Râgıb el-İsfahânî’ye (v. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) göre, ‘bir görüş etrafında bir araya gelen ve görünüşleri ile göz dolduran topluluk’ anlamına gelmekte[18], Fahreddin er-Râzî’ye (v. 606/1210) göre, bir toplumun önde gelenleri, heybet ve görünüm bakımından göz dolduran, bir mecliste bulunduklarında mekânı dolduran kimseler demektir.[19]

Mele’nin Hz. Nuh’u (as) hor gördüğü ve başına kaktığı şeylerden biri de, O’na tabi olanların fakir ve mustazaflar (zayıf ve güçsüzler) olmasıydı. Hz. Nuh’un (as) davetine ileri gelenlerden ve önderlerden hiçbirisi icabet etmemişti.

Tarih boyunca her peygamberin karşısına, kimi zorbaların ve onlara akıl hocalığı yapan elit bir zümrenin çıktığı görülür. Genelde iktidar nimetini elinde tutan bu grup, menfaatlerini kaybetmemek için peygambere ve tebliğine karşı çıkar, inançlı fakat alt ve zayıf zümreyi küçümserler. Bu ayrışma, Firavun ve adamları ile İsrail oğullarını esaretten kurtarmaya çalışan Hz. Musa (as) arasında çok çetin geçmiştir. Ancak her peygamber döneminde olduğu gibi, gerçek daima üstün gelmiş, Firavun ve benzerleri yok olup gitmiştir.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu gerçeği, Zuhruf Suresi’nde şöyle haber vermektedir:

Biz, senden önce, hangi kente bir uyarıcı gönderdiysek, oranın yoldan çıkmış varlıklıları (mütref kesim) mutlaka, ‘Biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerinde gidiyoruz’ demişlerdir.’ (Zuhruf, 43/23)

Peygamberimiz (sas) hakkında da bu kural geçerli olmuştur. İmam Müslim’in Sahih’inde bizzat Ebu Süfyan’ın (Kureyş kabilesinin reislerinden, sahâbî) anlatışına göre, kendisi Şam topraklarında iken Resulullah’tan (sas) Rumların kralı Herakleios’e mektup getirildi. Bu mektupta, Hz. Peygamber (sas), Bizans İmparatoru Herakleios’u İslâm’a davet ediyordu. Mektubu Dihye el-Kelbi getirmişti. Herakleios Kudüs’te iken Resulullah’ın (sas) mektubunu alınca Herakleios: ‘Burada kendisinin bir nebi olduğunu iddia eden bu adamın kavminden herhangi bir kimse var mı?’ diye sordu. Huzurundakiler: ‘Evet’ dediler.

(O dönemde henüz Müslüman olmamış Ebu Süfyan devamla): ‘Kureyşlilerden bir kaç kişi ile birlikte çağırıldım. Herakleios’un huzuruna girdik. Bizi önünde oturttu ve ‘Kendisinin bir nebi olduğunu ileri süren bu adama nesep itibari ile hanginiz daha yakındır?’ diye sordu. Ebu Süfyan, ‘Ben’ deyince, beni önüne oturttular. Arkadaşlarımı da arkama oturttular. Sonra tercümanını çağırttı ve ona dedi ki: ‘Ben kendisinin bir nebi olduğunu ileri süren bu adam hakkında soru soracağım. Eğer bu (Ebu Süfyan), bana yalan söylerse siz de onu yalanlayınız.

Ebu Süfyan diyor ki: ‘Allah’a yemin olsun ki, eğer benim yalan söylediğimin nakledileceği korkusu olmasaydı, kesinlikle yalan söyleyecektim.’ Herakleios tercümanına: ‘Buna sor. Onun aranızdaki şerefi nasıldır?’ dedi. Ben: ‘O aramızda şerefli, asil birisidir’ dedim. Herakleios, diğer sorularını da sorduktan sonra şöyle dedi:

Ben sana onun şerefi, asaleti hakkında sordum. Onun aranızda soylu birisi olduğunu söyledin. İşte resuller kavimleri arasında böyle soylulardan gönderilir. Yine ben sana, onun ataları arasında hükümdar kimse var mıydı diye sordum, sen ‘hayır’ dedin. Eğer onun ataları arasında bir hükümdar bulunmuş olsaydı, ben de ‘atalarının mülkünü isteyen bir adamdırderdim. Sana, ona uyan insanların zayıfları mı yoksa şereflileri mi olduğunu sordum. Sen, hayır zayıflarıdırdedin. İşte resullere uyanlar bunlardır..[20]

3. Hz. Nuh’un (as) Kendisine İnananları Yanından Kovmasını İstemeleri

Hz. Nuh’un (as) kavminden ileri gelenler, iman eden yoksulları küçümsüyor ve onlarla birlikte olmak istemiyorlardı. Bu yüzden zenginler, Hz. Nuh’tan (as) bu yoksul kişileri yanından uzaklaştırmasını istemiş, Hz. Nuh da (as) onları yanından kovmayacağını söylemiştir.

Ben iman edenleri (sizin isteğinize uyarak) yanımdan kovacak değilim. Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Ama ben sizi gerçekten bilgisiz bir toplum olarak görüyorum! Ey kavmim! Ben onları yanımdan kovarsam, o zaman Allah’a karşı bana kim yardım edebilir? Hâlâ düşünüp öğüt kabul etmez misiniz?’ (Hud, 11/29-30)

Ben iman edenleri kovmam.’ (Şuara, 26/114)

Bu ayet-i kerimeler, Hz. Nuh (as) kavminin ileri gelenlerinin ‘sınıfsal ve ideolojik bir tasfiye’ talebinde bulunduğunu ortaya koymaktadır. Talep ettikleri şey, sadece fiziksel bir uzaklaştırma değil, ‘sosyal bir saf dışı bırakma’dır. Peki neden?

Hz. Nuh Peygamber’in (as) kavminin, özellikle de politeist elit kesimin, ona inanan müminleri yanından kovmasını istemelerinin arkasında, çeşitli psikolojik, sosyolojik ve politik sebepler yatmaktadır. Böyle bir taleple gelmelerinin sebepleri şu şekilde düşünülebilir:

1. Psikolojik Sebepler:

Hz. Nuh (as), kavminin inandığı karanlıklı putperest sistemi yok etme gücüne sahip parlak bir güneştir. İnsan psikolojisinde, batıl da olsa derinden benimsenen inançlara aykırı bir mesajla karşılaşıldığında ‘bilişsel çelişki’ (cognitive dissonance) ve ‘inkar mekanizması’ (denial / defence mechanism) devreye girer. Bu durumda insanlar, ya yeni mesajı kabul eder ya da onu reddederek eski inançlarını korumaya çalışırlar. Hz. Nuh’un (as) kavmi, müminlerin varlığını bir tehdit olarak görmüştür. Çünkü müminler, onların batıl inanç sistemlerinin yanlışlığını ortaya koyan somut bir delil halindeydiler.

Hz. Nuh’a (as) inanan müminlerin ‘kovularak ötekileştirilmeleri’ talebi, onlarda yerleşik bu çelişkileri bastırmak için bir savunma mekanizmasıydı. ‘Eğer Nuh’un yanındaki inananlar kovulursa, etkileri ortadan kalkar ve inancımızın doğruluğu muhafaza edilir’ düşüncesi hakimdi. Hz. Nuh (as) dönemi elitlerindeki yerleşik ‘kirlenme algısı’ (contamination bias), müminlere karşı tiksinti ve uzaklaşma tepkisine dayalı bir şekilde ortaya çıkmıştır. Elitler, inananları sadece statü olarak değil, ‘manevî ve sosyal’ anlamda da kendi ‘temiz!’ kimliklerini ‘kirletici!’ olarak görmüşlerdir.

Hz. Nuh’un (as) yanında yer alan müminlerin genellikle ‘toplumun alt tabakasından’ (Hud, 11/27) olması, elitler açısından bir ‘statü kaybı’ demekti. Elit kesim, kendilerini ‘üstünler’ olarak görmekteydi. Hz. Nuh’un etrafındaki inananlar ise, çoğunlukla toplumun alt sınıfından, yoksul, eğitimsiz ve güçsüz bireylerdi. Elitlerin egosu, Hz. Nuh’un tebliğ meclisinde kendilerini ‘eşit’ bir düzlemde algılamayı kaldıramamıştır. ‘Bizim gibi asil ve elit insanlar değil de bu bayağı ve ayak takımı kimseler mi hakikati temsil ediyor!?’ düşüncesi, onları müminlerden kurtulma talebine itmiştir. Bu, toplumsal statülerin altüst olması korkusunun psikolojik yansımasıdır.

2. Sosyolojik Sebepler:

Politeist toplum, farklı kabilelerin ve sınıfların inançlarını çoktanrıcılık ile sentezlemek, toplum bütünlüğünü, grup dinamiğini ve sosyal uyumu bu şekilde devam ettirmek istiyordu. Müminlerin varlığı ise, onlara göre toplumda ‘bir ayrışma (polarizasyon)’ meydana getiriyordu. İnkarcılar, müminlerin Hz. Nuh’un (as) yanından ‘kovulmaları’ halinde, toplumun yeniden ‘homojen’ hale geleceğini ve böylece kendi otoritelerinin sağlam kalacağını düşünüyorlardı.

İnkarcılar, müminlerin diğer insanlar üzerinde ‘örnek’ oluşturmasından da korkuyorlardı. Eğer müminler toplum içinde meşru bir konumda kalırlarsa, başkalarının onlara katılabileceği endişesini taşıyorlardı. Bu açıdan müminlerin ‘kovulması’ talebi, bir sosyal kontrol ve baskı uygulayarak ‘cezalandırma’ stratejisiydi. Müminlerin dışlanması, diğerlerine ‘Nuh’a uyanların sonu budur!’ mesajı verecek, böylece bir korku iklimi üretilmiş olacaktı.

Politeist elitler, dini inançlarının yanı sıra ‘siyasi ve ekonomik çıkarlarını’ da korumak istiyorlardı. Politeist sistem, genellikle put satışları, tapınak ekonomisi ve ticaretine dayalıydı. Bir anlamda kâhinler, yarı tanrı sayılan krallar ve yöneticilerle yani siyasi otoriteyle iç içeydiler. Hz. Nuh’un (as) tevhîde daveti, bu düzeni altüst edecek bir potansiyele sahipti. Müminlerin varlığı, ‘alternatif bir toplumsal örgütlenme’ ihtimalini doğuruyordu. Bu da elitlerin iktidarını tehdit ediyordu.

İnkarcılar, Hz. Nuh’u (as) ve ona iman etmiş müminleri, ‘marjinal bir grup’ olarak göstermeye çalıştı. ‘Bakın, Nuh sadece birkaç saf insanı peşine takmış, onları kandırıyor!’ mesajıyla, halkın gözünde peygamberin meşruiyetini zedelemek istemişlerdi. Eğer Hz. Nuh (as) müminleri kovsaydı, bu, onun ‘zayıf ve desteksiz’ olduğu algısını pekiştirecek ve tevhîd davetinin etkisini kıracaktı. Böylece kendilerine göre bir ‘ideolojik zafer’ elde edecek, müminlerin kovulması ile, politeist inancın üstünlüğünü gösterecek ve tevhîd fikrini zayıflatacaklardı. Neticede ‘toplumsal itaatin devamı’ sağlanmış olacak, insanlar elitlerin gücünün sarsılmadığını görüp onlara olan bağlılıklarını sürdürecekti. En sonunda da ‘Hz. Nuh’un izole edilmesi’ ile, müminleri yok olmuş Hz. Nuh’un (as) daveti etkisiz kalacak, zamanla da unutulup gidecekti.

Ancak Hz. Nuh (as), müminlerin ‘kovulması’ talebini reddetmiş, müminleri feda etmeyeceğini, inkarcıların dünyevi menfaatlerinin yok olacağını, ahirette de hüsrana uğrayacaklarını beyan etmiştir.

3. Politik ve İdeolojik Sebepler:

Hz. Nuh’un (as) tevhîd daveti, elit kesime göre sadece teolojik değil, aynı zamanda ‘politik bir iddiadır’. Onlara göre ‘yeni bir otorite belirmiştir’. Halbuki elit kesim, otoritenin sadece kendilerine mahsus bir mana olduğunu kabul etmekteydiler. Dolayısı ile Hz. Nuh’un (as) tevhîd daveti, mevcut siyasi-ideolojik düzeni temsil eden elitler için açık bir meydan okumaydı. Onlar için Hz. Nuh (as), sadece bir ‘din eri’ değil, aynı zamanda ‘iktidar alanını tehdit eden bir lider’di. İnananlar da bu liderliğin ‘tabanı’ idi. Onların kovulması talebi, aslında bu ‘yeni yapı’nın dağıtılması teşebbüsüdür.

Elitlerin bu talebi, aynı zamanda ‘toplumun kutuplaştırılması’ ve Hz. Nuh’un (as) tevhîd hareketini yalnızlaştırma stratejisidir. Hz. Nuh’un (as) cevabı çok dikkate değerdir: ‘Ben iman edenleri kovacak değilim.’ Bu cevap, bir ‘prensip beyanıdır’. Çünkü tevhîd inancı herkese açıktır. Değer, statüyle değil, takva ile belirlenmektedir. Akıl ve şeriat, mümin ve müttakî kimseleri değerli görme, facir ve inançsız kimseleri de önemsiz görme hususunda ittifak halindedir.

Eğer bu kural ters yüz edilirse, Yüce Allah’ın emir ve hükümlerinin aksine hareket edilmiş olur. Dolayısı ile Hz. Nuh (as) kavmine, ‘Ben onları yanımdan kovarsam, o zaman Allah’a karşı bana kim yardım edebilir?’ demiştir. Ayrıca Peygamber, halkı ayıklamakla değil, ‘toplamakla’ görevlidir. Hz. Nuh’un (as), bu cevabı, elitlerin ‘kamplaştırma ve tahakküm’ projesini boşa çıkarmıştır.

Şayet Hz. Nuh (as), elit kesimin bu talebine ‘evet’ demiş olsaydı, tevhîd daveti sınıfsal bir kimliğe bürünecek, halk nezdindeki eşitlikçi ve evrensel cazibesini kaybedecek ve elitler yeniden meşruiyet alanı kazanacaktı. Ama Hz. Nuh’un (as) sabır ve metanetle direnişi, onların bu aşağılık oyununu bozmuştur.

4. Hz. Nuh’un (as) Üstünlük Tasladığı İddiası ve Hud Suresi 31’inci Ayetteki Retorik

Kavminin, inkârcı ileri gelenleri (el-mele) şöyle dediler: ‘Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah (elçi göndermek) isteseydi, melekleri gönderirdi. Biz önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.’ (Müminun, 23/24)

Bu ayet-i kerime, Hz. Nuh’a (as) karşı, o toplumun elitlerinin (el-mele) yaptığı ‘reddiye’yi içermektedir. Toplumun önde gelenlerinin bu reddiyesi, onların psikolojik savunma mekanizmalarını, dayandıkları güç ilişkilerini ve katı düşünce alışkanlıklarını adeta ifşa etmektedir.

Onlardaki bu psikolojik savunmanın amillerinden birisi, taşımış oldukları ‘kibir’ ve ‘üstünlük’ duygusudur. Söz konusu toplumun ileri gelenleri (el-mele), Hz. Nuh’un da (as) sıradan bir insan olduğunu öne sürmektedir. Bunu yaparken de ‘sadece sizin gibi bir beşerdir..’ mantığı ile hareket etmektedirler. Otoriteye ve ayrıcalığa alışmış ve yolunu şaşırmış bu zihinler, halktan gördüğü bir hakikat erinin kendilerine ders vermesini kabullenememektedirler. Bu tutum, vahiy hakikatleri ile karşı karşıya gelen elit kesimdeki ‘egosal tehdit’e işaret etmektedir.

Size üstünlük sağlamak istiyor..’ cümlesi, aslında kendi hedeflerini ve niyetlerini, psikolojik projeksiyonla Hz. Nuh’a (as) yansıtma çabalarıdır. Bir anlamda, ‘güç istencine’ sahip olanlar, muhatap oldukları hakikat erinin çağrısını da bu çerçevede okumak istemektedirler. Çünkü varlıklarındaki esas motivasyon, daima iktidarlarını muhafaza etmektir.

Konunun, sosyolojik bir başka veçhesi ise, toplumun politeist önde gelenlerinin, statükolarını koruma arzularının devamlı şekilde diri kalması için uğraş vermeleridir. Peygamberler (ase), çoğu zaman alt tabakadan insanlarla birlikte hareket etmişlerdir. Hz. Nuh da (as) böyledir. Fakat, politeist toplum yöneticileri için bu durum bir tehdit oluşturmaktadır. Çünkü ‘mevcut hiyerarşik düzenleri’, gelmiş olan ‘yüksek hakikatler’ ile sarsılmaya başlamıştır.

Konuya kültürel açıdan baktığımızda ise, ‘ataların geleneğine bağlılık’ düşüncesinin ağır bastığı görülür. ‘Biz önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık..’ demeleri, politeist toplum yöneticilerinin ‘kültürel muhafazakârlıkları’nın bir göstergesidir. Söz konusu yöneticiler ve elit kesim, çoğu zaman ‘dinî ya da ahlâkî normları’, atalarının geleneğine aykırı bularak reddetme tavrı içinde olmuşlardır. Onların bu sözleri, aynı zamanda ‘meşruiyet ölçütü’ olarak, geçmişlerini referans aldıklarını göstermektedir. Bu şekilde düşünen politeist elit kesime göre, ‘yeni bir hakikat asla doğru olamaz, çünkü ataları böyle yapmamıştır.’

Ayet-i kerîme, önde görünen münkir yöneticilerin, ‘teolojik’ ve ‘epistemolojik’ gerekçeleri hususunda da önemli bir ışık tutmaktadır. Söz konusu toplumun ileri gelenleri, ‘melek beklentisi’ içerisindedirler ve ‘doğaüstücülük’ tavrı sergilemektedirler. ‘Eğer Allah (elçi göndermek) isteseydi, melekler gönderirdi..’ diyerek, ilahi mesajın ‘insan aracılığı ile gelmesini yetersiz’ bulmaktadırlar.

Aslında bu tavır, ‘vahyin hikmetini kavrayamama’dır. İlahi mesajın, insanlar aracılığıyla gelmesi, onlarla birlikte yaşamış, aralarında uzun bir ömür sürmüş ve örnekliği ile bilinen model olan Hz. Nuh’u (as) daha iyi anlamalarını sağlayabilecekken, onlar nebevi misyonu ‘aşkınlaştırmak’, böylece de kendilerinden ‘uzaklaştırmak’ istemektedirler. Bu ise açık bir ‘inkâr’ tavrı ve savunmasıdır. Çünkü insan peygamber, onları doğrudan sorumluluk altında bırakacaktır. Şayet gelen elçi melek bir peygamber olursa, ‘o zaten melek, biz onun gibi olamayız’ deme imkânları olacaktır.

Hz. Nuh’un (as) çağrısı, sadece akidevî değil, aynı zamanda ‘ahlâkî ve yapısal dönüşüm’ talebidir. Bu ise, müşrik yöneticilerin ‘kontrolü kaybetme korkusu’nu tetiklemektedir. Çünkü politeist elit kesime göre, yeni bir inanç eski yapılarını sarsabilir, otoriteleri sorgulanabilir, halkın sadakati bölünebilir. Bu korku, politeist elit kesimin değişime direncinin en temel nedenlerinden birisidir.

Bu açıdan ayet-i kerîmede, Hz. Nuh’a (as) karşı yöneltilen karşı çıkışlar, aslında çok derin ‘insanî zaafları ve dirençleri’ ortaya koymaktadır. Söz konusu zaaflar ve dirençler, kibir ve statükoyu koruma arzusu, atalara körü körüne bağlılık, inanca değil görünüşe odaklı yaklaşım, kendi içlerindeki niyetleri başkalarına yansıtma ve sorumluluktan kaçma arzusu gibi unsurlardır.

Bu ayet-i kerîme, sadece tarihsel bir karşı çıkışı değil, her çağda hakikatle karşılaştığında müşrik inkârcıların içlerinden yükselen ‘evrensel bir savunma refleksini’ anlatmaktadır.

Hz. Nuh, politeist elit kesimin kendisine yönelttiği ‘üstünlük taslıyor!’ (Müminun, 23/24) iddiasına, ahlâkî bir manifesto ile şu şekilde karşılık verir:

Ben sizlere, ‘Allah’ın hazineleri yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Melek olduğumu da söylemiyorum. Küçümsedikleriniz (müminler) hakkında, ‘Allah, bunlara hiçbir nimet vermeyecektir!’ diyemem. Çünkü Allah, onların içlerinde olanı daha iyi bilir. Böyle yaptığım takdirde, ben elbette zalimlerden olurum.’ (Hud, 11/31)

Hud Suresi 31. ayet, Hz. Nuh’un (as) kavmine uzun süreli tebliğinden sonra karşılaştığı psikolojik, sosyolojik ve ideolojik dirençlere ayrıntılı bir cevaptır. Bu nedenle ayet-i kerime, hem bir ‘savunma’ hem de bir ‘ahlâki duruş’ bildirgesi olarak okunabilir.

Kur’ân-ı Kerîm’deki bu beyanlar, Hz. Nuh’un (as) peygamberlik misyonunun derinliklerini, toplumsal mücadele yöntemini ve ahlâkî tutarlılığını çok katmanlı biçimde gözler önüne sermektedir. Ayet-i kerime bir bakıma, peygamberin hem toplumla hem de kendi misyonuyla kurduğu ilişkinin özeti gibidir.

Konunun bir de ‘tarihsel süreklilik’ ifade eden yönü bulunmaktadır. Çünkü bu tür karşı çıkışlar, sadece Hz. Nuh’un (as) dönemine özgü değildir. Benzer karşı çıkışlar, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Şuayb ve diğer peygamberlere (ase) yapılmış, nüzul dönemi Mekke politeist elitleri, son Nebi Hz. Muhammed (ase) için de aynı tepkileri vermişlerdir. Buna karşın Yüce Allah, Nebi’ye (sas) şöyle söylemesini vahyetmiştir:

De ki: ‘Allah’ın hazineleri yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Ben sizlere melek olduğumu da söylemiyorum. Ben, ancak bana vahy olunan şey ne ise ona uyarım. De ki: Hiç görmeyenle gören bir olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?’ (Enam, 6/50)

Bu her iki ayet-i kerimede (Hud, 11/31 ve Enam, 6/50) geçen ‘gayb’kelimesi, gerek akıl ve gerekse de duyular yoluyla hakkında bilgi edinilemeyen geçmişi, geleceği ve bilhassa metafizik varlık alanını ifade etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de ‘gayb’ kelimesinin Yüce Allah’a nispet edildiği ayet-i kerimelerde ‘Âlimü’l-ğayb (Enam, 6/73; Sebe, 34/3; Cin, 72/26), Âlimü’l-ğaybi ve’ş-şehâde (Tevbe, 9/94, 105; Rad, 13/9; Müminun, 23/92; Secde, 32/6; Zümer, 39/46; Haşir, 59/22; Cuma, 62/8; Tegabün, 64/18), Allâmü’l-ğuyûb (Maide, 5/109, 116; Tevbe, 9/78; Sebe, 34/48), Âlimü ğaybi’s-semâvâti ve’l-arz’ (Fatır, 35/38) terkipleri kullanılmıştır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, ‘bilinemeyen önemli haberler’ şeklinde çevirebileceğimiz ‘enbâü’l-ğayb’ (Ali İmran, 3/44; Hud, 11/49; Yusuf, 12/102) terkibini, geçmişte yaşanmış ve fakat insanların mevcut bilgi kaynakları ile kendi zamanlarında bilemedikleri ve öğrenemedikleri tarihî olayları nakletmek için kullanmaktadır.

Gayb alanını, yalnızca Yüce Allah bilir. Ancak Yüce Allah, dilediği peygamberlerine vahiy veya ilham yoluyla bazı gaybî hususları kendi izni dahilinde bildirebileceğini şu şekilde beyan buyurur: ‘Allah, gayb bilgisini (akıl ve duyular vasıtası ile, geçmiş, gelecek ve fizik ötesi alemlere yönelik bilinemeyecek hususları) hiç kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir.’ (Furkan, 25/7-8)

Her iki ayet-i kerimedeki (Hud, 11/31 ve Enam, 6/50) münkir politeistlerin akıl dışı talepleri ve tavırları, hakikat erleri karşısında yer alan kesimlerdeki inkârın, adeta ‘evrensel psikolojisidir’.

Şimdi, peygamberlerin tebliğ metotlarındaki inceliklerin, kavimlerinin itirazlarına karşı îrat ettikleri güçlü hitapların ve İslam’daki peygamberlik anlayışının temel prensiplerinin anlaşılabilmesine yardımcı olabilmek için, Hz. Nuh’un (as) Hud Suresi 31’inci ayet-i kerimede yer alan beyanlarını analiz etmeye çalışacağız. Hz. Nuh (as):

1.Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum..şeklinde hitap etmiştir.

Bu cümle, Hz. Nuh’un (as) ‘tevazuunu ve konum bilincini’ göstermektedir. Kavmi ondan mucize, maddi bolluk, gökten rızık, olağanüstü güçler beklemektedir. Fakat o, ilahî kaynakların sahibi olmadığını, sadece ‘elçilik’ görevi yaptığını belirtmiştir. Bu ifadesi ile, peygamberlik makamının ‘tanrısallaştırılmaması’ gereğini de vurgulamış olmaktadır. Yani bir peygamber, insan üstü bir varlık değildir, ancak Allah’tan gelen mesajı ileten rol modeldir.

Hz. Nuh (as), bu ifadesi ile, müşriklerin kendisinden talep ettikleri ‘maddî güç’ beklentisini reddetmiştir. Kavmi, Hz. Nuh’un (as) peygamberliğini kabul etmeyerek, ondan mucizeler veya maddî güç (servet, iktidar) talep etmişlerdir. Tarih boyunca inkârcılar, peygamberleri ‘sıradan insanlar’ olarak görmüş, ‘Eğer peygambersen, bize maddî nimetler getir, gücünü ispatla, vb.’ şeklinde meydan okumuşlardır Mesela, Mekkeli müşrikler de Hz. Muhammed’e (sas) benzer mucize talepleri yöneltmiş, onların akıl dışı taleplerinin neler olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de yer almıştır. (Bkz. İsra, 17/90-93)

Hz. Nuh (as), peygamberlerin dünyevî zenginlik dağıtma veya maddî güç gösterme gibi bir rolleri olmadığını vurgulamış, Yüce Allah’a gönülden imanın ve güzel ahlâkın önüne maddî beklentileri koyan çürümüş ve kof bir zihniyeti reddetmiştir. Bu, peygamberlerin (ase) ‘beşer’ oluşlarının da bir teyididir.

2.Gaybı bilmem..demiştir.

Bu ifade, Hz. Nuh’un (as) insanî sınırları içtenlikle kabul ettiğinin açık bir göstergesidir. Hz. Nuh (as), insan olarak sınırlarını kabul ederek, kavmini ‘gayb bilgisi’ gibi sadece Yüce Allâh’ın bilgisine dahil bir ölçüte göre değerlendirme yapmaktan alıkoymuştur. Bu, tevazu ve dürüstlük örneğidir.

Bu aynı zamanda, ‘güç peşinde olanlar için büyük bir hayal kırıklığı’dır. Çünkü onlar liderden maddi üstünlük, olağan üstü manevi güç ve büyük bir kontrolörlük beklentisi içindedirler. Fakat Hz. Nuh’un (as) bu cevabı, onların zihinlerindeki ‘kahin-peygamber’ modelini yıkmıştır.

Bazı toplumlar, peygamberlerden gaybı bilmelerini, geleceği okumalarını veya olağanüstü bilgilere sahip olmalarını beklemişlerdir. Oysa gayb, yalnızca Yüce Allah’a aittir (Enam, 6/50; Araf, 7/188).

3. ‘Melek olduğumu söylemiyorum..’ demiştir.

Ayet-i kerimenin bu kısmında da ‘beşer olma’ vurgusu devam etmiştir. İnkârcılar, genelde peygamberlerin ‘insan’ olmasını eleştirmişlerdir (İbrahim, 14/10). Büyük bir ihtimalle Hz. Nuh’un kavmi de onun ‘melek’ veya ‘göksel bir varlık’ olmasını beklemişlerdir. Halbuki Hz. Nuh (as), ‘insan olmanın onurunu’ sergilemektedir. Elçilik görevi, insan üstü olmayı değil, insanî olmayı gerektirmektedir.

Hz. Nuh (as), Yüce Allah’ın elçilerini ‘beşer’ olarak gönderdiğini hatırlatmış, peygamberliğin bir ‘insan modeli’ halinde olduğuna dikkat çekmiştir. Çünkü melekler değil, ancak insanlar örnek olarak alınabilirler. Zira melekler, insanlara ne fizikî ne de ‘sorumluluk’ açısından benzemezler.

4.Küçümsedikleriniz (müminler) hakkında, ‘Allah, bunlara hiçbir nimet vermeyecektir!’ diyemem..şeklinde hitap etmiştir.

Bu cümle, ‘sınıfsal kibri’ hedef almaktadır ve büyük bir ‘sosyolojik devrim’ oluşturmaktadır. İnsanlar görünüşe, makama, zenginliğe göre değer biçerlerken, Hz. Nuh (as) bir grup mümini, ‘bunlar Allah’ın nimetine layık değildir’ demek sureti ile dışlamanın ve Yüce Allah adına hüküm vermenin ‘zalimlik’ olduğuna dikkat çekmiştir. Din adına insanları dışlamanın tehlikesini çok erken bir dönemde ortaya koymuştur.

Hz. Nuh (as), hiç kimsenin insanların kalplerindeki imanı tartamayacağını, onlara lütfedilecek ilâhî nimetleri ölçemeyeceğini, hakikate dayanmayan önyargıların bir nevi zulüm olduğunu belirtmiştir. Bu, toplumsal sınıf ayrımcılığına karşı bir uyarıdır. Aynı zamanda, insanların hidayeti konusunda peygamberlerin bile mutlak hüküm sahibi olmadığını göstermektedir. Hidayet, bütünüyle Yüce Allah’a aittir.

5.Böyle yaptığım takdirde, ben elbette zalimlerden olurum..demiştir.

Bu ifade, peygamberlerin tebliğlerindeki ölçünün, hakikati olduğu gibi aktarmak, insanlar hakkında keyfî yargılar vermemek olduğunu göstermektedir.

Bir tebliğ stratejisi olarak bu şekildeki katmanlı anlatımın hikmetlerinden birisi ‘reddiye mantığı’dır. Hz. Nuh (as), kavminin olası tüm itirazlarını (servet, gayb bilgisi, melekîlik, sınıf ayrımcılığı) tek bir cümlede çürütmüştür. Bu, Kur’an’daki ‘şümul’ (kapsayıcılık) özelliğinin bir yansımasıdır.

Bu ayet, peygamberlerin ortak metodunu yansıtmakta, tüm zamanların hakikat temsilcilerine bir ‘ahlâk ve hikmet manifestosu’ sunmaktadır.

Hud Suresinin 31’inci Ayet-i Kerîmesindeki Retorik

Hud Suresi 31’inci ayet-i kerîmesi, sadece bir içerik beyanı değil, aynı zamanda çok güçlü ve etkili bir ‘hitabet sanatı’ örneğidir. Kur’ân-ı Kerîm’in belagati, özellikle peygamberlerin halklarına hitaplarında en güzel şekilde ortaya çıkar.

Şimdi, Hz. Nuh’un (as) cümlelerinde yer alan söz sanatları ile ilgili inceliklerin bir kısmını görmeye çalışacağız.

1. Negatif İddialarla Başlayan Savunma Sanatı (Retorik Reddiye)

Ben sizlere, ‘Allah’ın hazineleri yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Melek olduğumu da söylemiyorum.

Bu üçlü ifade zinciri, klasik retorikte ‘reddiye’ veya ‘negatif ön kabul yöntemi’ olarak bilinir. Konuşmacı, muhatabının zihninde oluşabilecek veya zaten var olan ‘önyargılı iddiaları’ peş peşe zikrederek reddeder. Bu tür ifade stratejisi, muhatapta şu etkileri meydana getirir:

‘Konuşmacı dürüsttür, abartmamaktadır. Samimidir, haddini bilmektedir. İnandırıcıdır, güç gösterisi yapmamaktadır ve sınırlarını aşmamaktadır.’

Bu, etkili bir ‘ön savunma’ taktiğidir. Çünkü böyle bir hitap şeklinde, muhatabın önce zihin direnci çözülür, daha sonra ise asıl mesaja zemin hazırlanmış olur.

2. Üçlü Tekrar (Müselles) Yapı ile Vurgu

Ayet-i kerimede dikkat çeken diğer retorik teknik, ‘Ben demiyorum… ben bilmem… ben söylemiyorum…’ üçlü tekrarının (tricolon veya müselles) dinleyici belleğinde güçlü bir etki meydana getirmesidir. Çünkü, bir ritim oluşturmakta, dikkatleri çekmekte ve vurguyu artırmaktadır. Bu tekrarlar anlamı derinleştirir, mantıklı bir çerçeve inşa eder. Dolayısı ile hitaba güven kazandırır, ilahi mesajı zihinlere adeta kazır.

3. Sınıfsal Önyargı Taşıyan Zihinleri Sarsma

Küçümsedikleriniz (müminler) hakkında, ‘Allah, bunlara hiçbir nimet vermeyecektir!’ diyemem.

Ayet-i kerimenin bu kısmında da çok ince retorik bir manevra yer almaktadır. Hz. Nuh (as), ‘müminleri doğrudan savunmak yerine’, muhataplarının onları ‘küçümseyişlerini’ ve bütünüyle Yüce Rabbe ait hüküm alanına cüretkar bir şekilde girişlerini söz konusu etmektedir. Bu, retorikte ‘aksettirme / yansıtma’ tekniğidir. Bu teknikte, dinleyicinin sözü ayna gibi yansıtılarak, ‘kendi zihinsel yargısıyla yüzleştirme’ gerçekleştirilir.

Müşrik muhataplar, fakir halk tabakasından Hz. Nuh’a (as) tabi olan müminlerin, Allah katında bir sevaba nail olamayacaklarını öne sürerlerken, bu müminleri ‘münafık’ olarak göstermek istemişlerdir. Buna karşın Hz. Nuh (as), hiç kimsenin kalbindeki imanın ölçülemeyeceği gerçeğine dikkatleri çekmiş, ‘Allah, bunlara hiçbir nimet vermeyecektir diyemem!’ cevabını vermiştir. Böylece muhataplarının, müminlerle ilgili olarak Yüce Allâh adına karar verme cüretlerini reddetmiş olmaktadır. Onları düşünmeye zorlamış ve önyargılarıyla yüzleştirmiştir.

Bu retorik tekniğine apophasis ya da paraleipsis denir. Bu teknikte konuşmacı, bir şeyi söylemeden geçiyormuş gibi yaparak aslında onu vurgulamaktadır. Bu yolla, muhatabın düşünce ve algılarındaki çelişkilere, eksikliklere ve yanlışlıklara, muhataplar reaksiyona itilmeden ve incitilmeden dikkatler çekilmektedir. Bu retorikte konuşmacı, konuyu ıslah edici bir üslupla ele almakta ve muhataplarının kendi hatalarını görmelerini sağlamaktadır. Buna aynı zamanda hikmetli hitabet (eloquent prudence) ya da edebî teblîğ denilmektedir.

4. Tanrısal Bilgi Vurgusu ve Tevazu

Hz. Nuh’un (as), ‘Çünkü Allah, onların içlerinde olanı daha iyi bilir’ ifadesinde, peygamberin ‘bilgi sınırına işaret etmesi ve tevazudaki zirvesi’ söz konusudur. Retorikte buna ‘otoriteye havale’ (argumentum ad verecundiam veya appeal to authority) denir. Yani konuşmacı, nihai hakemlik konumunu ‘kendine değil, yüce otoriteye verir’. Bu söylem, hem dinleyicinin Allah korkusunu harekete geçirir, hem de Hz. Nuh’un (as) konumunu tanrısallaştırmaksızın onu daha etkili hale getirir. Çünkü konuşmada, ‘tevazu ile ikna bir aradadır’ ve ‘kibre bürünme değil, hakikate sığınma’ vardır.

5. Ahlâkî Uyarı ve Vicdana Dokunuş

Ayet-i kerimenin son cümlesi, ‘Böyle yaptığım takdirde, ben elbette zalimlerden olurum.’ şeklindedir ve bu durum retorikte ‘vicdanî telkin’ (appellatio ad conscientiam ya da argumentum ad misericordiam) olarak adlandırılır. Burada, inançlı bireylerin akıbetleri ile ilgili, hakikate dayalı olmayan gerçek dışı söylemlere girmenin ceza gerektireceğine yönelik doğrudan ve ahlâkî/duygusal ikna tekniği vardır. Konuşmacı, kendi eylemiyle ilgili ‘ahlâkî bir sınır çizmekte’, aynı zamanda dinleyicinin vicdanına seslenmektedir. Bu cümle, dinleyeni ‘ahlâkî sorumluluk’ ile yüzleştirir. Konuşmacı, kendisini yargılamadan ama onların yargılayan ve sorgulayan bir strateji yürütmektedir. Bu strateji, dinleyicinin ‘iç dünyasında bir hesaplaşma’ oluşturur.

Bu ayet-i kerime, adeta bir hitabet haritası gibi işlemektedir. Hz. Nuh (as), kendisini tanrısallaştırmadan bir savunma yapmaktadır. Tevazuu ile insanlığını ve sınırlarını belirlemekte, muhataplarının ön yargılarını onların sözleri ile ifşa etmektedir. Muhataplarını duygusal ve ahlâkî zemine çekerek vicdanlarını uyarmakta, ikna sürecini estetikle örmektedir.

Bu ayet-i kerime bizlere, sadece Hz. Nuh’un (as) ‘ne’ söylediğini değil, ‘nasıl söylediğini’ de göstermektedir. Bu ‘nasıl’ kısmı, Kur’ân-ı Kerîm’in en az ‘ne’ kısmı kadar muhteşem bir yönüdür. Çünkü, ‘asıllar’ kadar ‘usül’ de önemlidir. Hukuk dili ile söylersek, ‘usül, esasa mukaddemdir’, yani ‘usül, esastan önce gelir’.

5. Hz. Nuh’a (as) Yalan İsnat Etmeleri

Kavmi onu yalanladı… Çünkü onlar kör bir kavim idiler.’ (Araf, 7/64)

Dedi ki: Ey Rabb’im, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et.’ (Müminun, 23/26)

Onlardan önce Nuh’un kavmi de yalanlamıştı. Kulumuz Nuh’u yalanladılar. ‘O mecnûndur.’ dediler. Böylece, (davetten vazgeçirilmeye) zorlandı.’ (Kamer, 54/9)

Nuh’un kavmi Peygamberlerini yalanladılar. O vakit kardeşleri Nuh onlara; ‘Allah’tan korkmaz mısınız? Ben size gönderilmiş emin bir Peygamberim’ demişti.’ (Şuara, 105-107)

Bu ayet-i kerimelerde yer alan ‘Hz. Nuh’un (as) yalancılıkla suçlanması’ meselesi, müşrik bir toplumun hakikatlere karşı göstermiş olduğu karmaşık psikolojik, sosyolojik ve siyasal savunma mekanizmalarıdır.

Konuya ‘bilişsel çelişki’ (cognitive dissonance) açısından bakacak olursak, Hz. Nuh’un (as) mesajının, müşrik kitlenin alıştığı yaşam tarzına, çıkarlarına ve inanç kalıplarına meydan okuduğu görülür. Sadece kendi hayat tarzlarını meşru sayan söz konusu toplumlar, bu tarzın yanlış olduğunu söyleyen birisini ya yalancı ya da deli ilan ederek, kendi içsel huzurlarını korumaya çalışırlar.

Konuya ‘savunma mekanizmaları’ açısından baktığımızda, Hz. Nuh’un (as) ‘yalancılık’ ile suçlanmasının, toplumdaki ‘inkar’ (negation) ve ‘yansıtma (projeksiyon)’ psikolojisi ile ilgili olduğu görülür. ‘İnkâr’, gerçeği kabul etmek istememe, ‘yansıtma’ da içlerindeki suçluluk, korku veya şüpheyi dışarı atarak, bu negatif unsurları peygambere yöneltmek şeklinde gerçekleşmektedir. Böylece kendilerini rahatlatmakta, ‘biz değil, o yanlış’ fasit mantığını sürdürmek istemektedirler.

Konunun bir de ‘ego tehditi’ boyutu bulunmaktadır. Hz. Nuh’un (as) tevhîde çağrısı, onların atalarından devraldıkları şirke dayalı kültürel ve inançsal miraslarını, yerleşik düzenlerini sorguluyordu. Bu durum, kimliklerine yönelmiş bir tehdit gibi algılanmaktaydı.

Konuyu sosyolojik açıdan değerlendirdiğimizde, Hz. Nuh’un (as) yerleşik toplumsal normlara karşı çıktığı düşünülüyordu. Hz. Nuh (as), şirke dayalı mevcut toplum düzenine karşı, alternatif değerler sistemi sunuyordu. Tevhîd, nübüvvet, ahiret ve adalet inancı… Bu değerler, o günün yerleşik ‘sosyo-kültürel normlarına’ zıttı. Toplumlar genelde, kendi normlarını tehdit eden bireyleri dışlama ve etiketleme eğiliminde olmuşlardır.

Diğer taraftan, Hz. Nuh’a (as) ‘yalan’ isnadının arkasında, ‘sosyal statüyü koruma çabası’ görülmektedir. Peygamberin çağrısı, sadece fakir ve zayıf görülen kimseler tarafından sahipleniliyordu. Bu ise üst sınıfları rahatsız ediyordu. Bilhassa elit kesim, ‘sınıfsal kibir’ içerisindeydi ve kendi statülerini tehdit eden her çağrıyı değersizleştirme çabasındaydı.

Grup psikolojisi ve sürü davranışı da konunun bir başka veçhesidir. Topluluklar çoğu zaman bireysel düşünmez, kalabalıkların psikolojisi ile hareket ederler. Toplumsal linç ya da dışlama mekanizması da bu şekilde işler. Hz. Nuh’a (as) ‘yalancı’ diyen elit kesimin arkasından, halkın çoğunluğu bu suçlamayı tekrar etmiştir.

Siyasal açıdan ise, bir güç ve otorite mücadelesi görürüz. Hz. Nuh’un (as) mesajı, sadece bireysel iman çağrısı değil, aynı zamanda ‘mevcut politeist otorite yapısına karşı bir meydan okuma’ idi. Hz. Nuh’un (as), ‘Allah’a kulluk edin’ (Nuh, 71/3) demesi, güç sahiplerini rahatsız etmiş, onların mutlak görülen otoritesini sarsmıştır.

Hz. Nuh’a (as) ‘yalan’ isnadının bir de ‘söylem kontrolü ve algı yönetimi’ konusu ile de ilgisi vardır. Politeist yöneticiler ve müşrik elit kesim, halk üzerindeki otoritelerini korumak için ‘söylem üstünlüğü’ne ihtiyaç duymuşlardır. Hz. Nuh’un (as) hakikatleri dile getirmesi, batıl ve safsata üzerine kurdukları yalan düzenlerini tehdit etmiş, itibarsızlaştırmak için bu iftirayı yapmış, ‘siyasal bir manipülasyon’ üretmişlerdir.

Hz. Nuh’un (as) çağrısı, ‘tevhîde dayalı ahlâkî bir devrim’ idi. Bu devrim, çıkar ilişkileri ile birbirine bağlanmış kof sistem için tehdit oluşturmaktaydı. Mevcut düzenin hamileri, bunu bir güvenlik problemi gibi görmüş, peygamberlerini suçlayarak etkisizleştirmeye çalışmışlardır.

Hz. Nuh’un (as) ‘yalancılık’ ile suçlanması, basit ve sıradan bir iftiradan daha çok, insan psikolojisinin, toplum dinamiklerinin ve güç yapılarının ortak savunma refleksi şeklinde tezahür eden ayak diretmeleridir. Hakikatler karşısında karanlık zihinler korkar, çıkarlar sarsılmaya başlar, otoriteler dehşetten titrer. Bu yüzden tarihin her döneminde, peygamberler (ase) bu tür asılsız isnatlar ile karşı karşıya kalmışlardır.

6. Hz. Nuh’a (as) Cinnet ve Sapkınlık İsnat Etmeleri

O, kendisinde cinnet (delilik) olan bir kimsedir. O’nu bir müddet bekleyin, dediler.’ (Müminun, 23/25)

Kavminin içinden ileri gelenler, ‘Biz seni açık bir sapkınlık içinde görüyoruz!’ dediler.’ (Araf, 7/60)

Hz. Nuh’a (as) yöneltilen ‘cinnet / delilik’ ve ‘sapkınlık’ isnatlarını, psikolojik, sosyolojik ve siyasal olmak üzere üç temel düzlemde anlamaya çalışacağız.

A. Psikolojik Düzlem

Konuya psikolojik açıdan bakarsak, yerleşik müşrik düzeni sarsacak seviyede farklı düşünceler ve davranışlar sergileyen bir insanın, sıklıkla ‘sapkınlık’ ya da ‘cinnet geçirmiş’ olmakla etiketlendiği görülür. Hz. Nuh’un (as) ısrarla ve uzun bir dönem tevhîde daveti, azimle inkarcılara karşı duruşu ve devâsâ bir gemi yapımı, onların gözünde akıl dışıydı. Bu yüzden onu ‘cinnet / delilik’ ile suçladılar.

Norm dışılığa karşı, insanların psikolojik savunmaları devreye girmiş, radikal biçimde farklı olanı ‘tehdit’ olarak görmüşlerdir. Farklılığa karşı duyulan bu rahatsızlık, onu ‘anlamlandırmak’ yerine ‘yaftalama’ya dönüşmüştür. Bu durum, bir tür ‘psikolojik otosansür’dür. ‘Ya doğru söylüyorsa?’ düşüncesi rahatsız etmiş, onu ‘mecnun / deli’ ilan ederek zihin konforlarını korumayı seçmişlerdir.

B. Sosyolojik Düzlem

Konuya sosyolojik açıdan yaklaştığımızda, ‘toplumsal düzenin tehdidi’ korkusu ile karşılaşırız. Hz. Nuh’a (as) ‘sapkınlık / dalalet’ isnadı, ‘politeist inanca dayalı mevcut sosyal, ahlaki ve dini düzenin dışında’ bir yol izlediğini vurgulamak için kullanılmıştır. Onlara göre Hz. Nuh (as), atalarının dininden uzaklaşmış, ‘geleneksel çizgiden sapmış’ bir kimsedir. Bu durum, hakikatlere muhatap olan toplumlarda sık rastlanan bir davranıştır ve statükonun korunması için başvurulan güçlü bir toplumsal etiketlemedir.

Burada, bir ayrıştırma ve dışlama stratejisi uygulanmaktadır. Toplum içinde birlik sağlamak için bir ‘öteki’ üretilmiştir. Hz. Nuh’a (as) ‘cinnet ve sapıklık’ isnat etmeleri, onu sıradan halktan ayırmak, ‘yalnızlaştırmak’, sözlerini itibarsızlaştırmak için kullanılmıştır. Bu yöntem, Hz. Nuh’un (as) itibarını sarsmak ve onunla ilişki kurmak isteyen diğerlerini caydırmak için üretilmiştir.

C. Siyasal Düzlem

Konuyu siyasal açıdan değerlendirdiğimizde ise, ‘yeni bir lider oluşumuna reaksiyoner duruşun’ söz konusu olduğu görülür. Çünkü Hz. Nuh’un (as) mesajı sadece manevi değil, aynı zamanda ‘otorite’ ile ilgiliydi. ‘Bana itaat edin’ (Nuh, 71/3) diyordu. Bu söz, yerleşik müşrik otoriteler için büyük bir tehlikeydi. Bu nedenle ‘mecnun’ ve ‘sapkın’ göstermek, Hz. Nuh’un (as) ‘siyasal meşruiyetini ortadan kaldırmak’ için kullandıkları bir stratejiydi. Bu bir kitle psikolojisini yönetme aracıydı. Söz konusu ithamlar, ‘halkı yönlendirmek için’ kullanılan kavramlardı.

Hz. Nuh’a (as) atfedilen asılsız suçlamalar, onun ‘hakikate olan bağlılığı, kararlı ve yalnız yürüyüşü, toplumun yerleşik yapısına meydan okuyan çağrısı’ karşısında, çaresiz kalan inkarcıların sarıldığı savunma kalkanlarıdır. Hz. Nuh (as), çok uzun bir süre boyunca bu tür hakaret ve aşağılamaları sabırla, vakarla ve kararlılıkla karşılamış, kavminin bu mesnetsiz iftiralarını ve itirazlarını şöyle cevaplamıştır:

Nuh dedi ki: ‘Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Sizlere, Rabbimin (bana vermiş olduğu) risalet görevini duyurmakta, öğüt vermekteyim (veya, ben sizlere risalet görevimi samimi bir şekilde icra etmekteyim). Ben, Allah’tan gelen (bilgi) ile, sizlerin bilemeyeceğinizi (vahiy ile bana bildirilen hakikatleri) bilmekteyim. İçinizden bir adam aracılığı ile uyarılmanız, Allah’a karşı gelmekten sakınmanız ve rahmete ulaşmanız için, Rabbinizden sizlere zikir (vahiy ve öğüt) gelişini mi yadırgıyorsunuz?’ (Araf, 7/61-63)

7. Hz. Nuh’u (as) Ölümle Tehdit Etmeleri

Dediler ki: ‘Ey Nuh! Eğer bu söylediklerine bir son vermezsen, mutlaka taşlananlardan olacaksın!’ (Şuara, 26/116)

Kavminin, Hz. Nuh’un (as) tevhîd davetine verdiği bu şekildeki tehditler ve tepkiler, sadece o döneme özgü değildir. İnsanlık tarihi boyunca, hakikati dile getiren her peygamber ve her erdemli insan, benzer şekilde aşağılanmış, dışlanmış, etiketlenmiş ve yalnızlaştırılmıştır. Böyle bir tehdit, çoğu zaman peygamberlerin, gönderildikleri toplumların normlarına uymamasıyla ilişkilidir.

Halbuki o peygamberler (ase), bütünüyle evrensel hakikatlere bağlıdır, sadece azgın çoğunluğa uymamaktadır. Toplumlar çoğu kez, kendi statükolarını sarsacak fikirleri bastırmak, farklı olandan kurtulmak isterler. Bu yüzden hakikati dile getiren başta peygamberan-ı izam hazeratı, çoğu zaman kalabalıkların dışındadır, hatta onların hedefindedir. Yine bu sebeple hakikatler, çoğu zaman sessizdir, sadedir ve yalnızdır.

8. Hz. Nuh’un (as) Duası

‘(Nuh): ‘Ey Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!dedi.’ (Müminun, 23/26)

Rabb’ine dua etti ve dedi ki: Şüphesiz ki mağlup oldum, bana yardım et.’ (Kamer, 54/10)

Andolsun Nuh bize niyaz etmişti de, ne güzel kabul ettik. Onu ve ailesini o büyük sıkıntıdan kurtardık.’ (Saffat, 37/75)

Hz. Nuh (as), 950 yıl boyunca sabırla çağrısını sürdürdü. Kimsenin inanmadığı yerde, alay edildikçe daha çok ciddileşti, yalnız kaldıkça daha çok Rabbine sığındı. Kur’an-ı Kerîm’deki ‘dokuz yüz elli yıl’ (Ankebut, 29/14), sadece biyografik bir bilgi değil, sabrın ve adanmışlığın büyüklüğünü anlatan bir duraktır. Hz. Nuh (as), insanlar dinlemese de anlatmaya devam etmiş, bu süreçte ondan uzaklaşanların alaylarına, hakaretlerine ve tehdit savuranların kötülüklerine, sadece sabırla karşılık vermiştir. Durumundan hiç şikayetçi olmamış, Rab Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine her daim ‘çokça şükür ile yönelen kul’ (İsra, 17/3) olmuştur.

Yalnızlık, hakikat erinin ve yolcusunun çok çetin sınavlarından birisidir. Hz. Nuh (as), tevhîd davetine cevap verilmemesinden, bu sebeple yalnız kalmaktan hiç yılmamış, insanların yüz çevirmesine bakmadan, yüzünü ve özünü Yüce Allah’a dönmeyi tercih etmiştir. Gece anlatmış, gündüz anlatmış. Gizli konuşmuş, açık seslenmiş. Bire bir konuşmuş, topluca seslenmiş. Davet etmiş, ama şefkat ve umudu elden bırakmamıştır.

Kavmin hiçbir şekilde inanmayacağı anlaşılınca, artık dualarının neticesinde dünya ve insanlık tarihini değiştirecek büyük bir ‘tufan’ hadisesi gerçekleşecektir. Şimdi, Kur’ân-ı Kerîm’in bu konuyu nasıl ele aldığını beraberce görmeye çalışacağız.

III. Kur’an-ı Kerîm’de ‘Tufan’ Hadisesi

Çalışmamızın bundan sonraki kısımlarında, tufan ile ilgili Kur’ân-ı Kerîm’deki beyanları esas ve temel alacak, daha sonra da sırası ile Tevrat’ta ve Sümer Tabletleri’nde yer alan tufan anlatımının özelliklerine odaklanmaya çalışacağız. Çünkü Hz. Nuh Peygamber’in (as) hadisesi, çok eski ve geniş bir kültürel etkiye sahiptir. Kur’ân-ı Kerîm öncesinde Tevrat ve daha öncesinde ise Sümerler gibi kadim uygarlıklarda, bu kıssanın izleri açık bir şekilde görülmektedir.

Köksoy’un temas ettiği gibi[21], Kur’ân-ı Kerîm ‘tufan’ hadisesini bir tabiat olayını incelemek amacı ile aktarmamaktadır. İnsanlara ders ve ibret olması için farklı surelerde ve ayet-i kerimelerde önemli noktalarına değinmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılış şekli ile tufan hadisesinin, akla ve bilime ters düşen en küçük bir çelişkisi yoktur. Tufan, bugün dahi aynıyla tekrarlanabilecek bir tabiat hadisesidir.

Tufan’ kelimesi, ‘karanlıklar misali, her yeri kaplayan engin su’[22], ‘yağmurların, kasırgaların hortumların eşlik ettiği, sel baskınları’[23] demektir.

Tufan’ kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de iki ayet-i kerimede yer alır. Bu ayet-i kerîmelerin birincisi, Hz. Musa’nın (as) tevhîd çağrısına uymayan Firavun yönetimine gönderilen göksel ilahi cezaları tavsif eder:

Biz onlara; tufanı, çekirgeyi, keneyi, kurbağayı ve kanı ayrı ayrı mucizeler olmak üzere gönderdik. Ama onlar, yine büyüklük tasladılar ve günahkâr bir toplum oldular.’ (Araf, 7/133)

Bu ayet-i kerimede, Hz. Musa (as) döneminde Firavun yönetimine gönderilen felaketlerle dolu mucizeler sayılmaktadır. Günlerce yağan yağmurlarla (tufan) Firavun kavminin yurdu sular altında kalmış, bahçeleri ve tarlaları çekirge ve haşere sürüleri istilâ etmiş, ardından evlere kurbağalar musallat olmuş, daha sonra çeşmelerden içtikleri sular, ırmaklar ve göller kan halini almıştır. Bu felâketlerin her biri geldikçe, Firavun ve mütref kesim, Hz. Musa’ya (as) yalvarmışlar, kendilerini bu felaketlerden kurtarması için Yüce Allah’a dua etmesini istemişlerdir. Bu musibetlerden kurtarıldıkları takdirde tevhîd dinine gireceklerini, köleleştirdikleri İsrail oğullarını serbest bırakacaklarını taahhüt etmişlerdir. Fakat Yüce Allah Hz. Musa’nın (as) duası ile belâları her kaldırdığında, sözlerinden caymışlardır.

Tufan’ kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığı ikinci ayet-i kerîme şöyledir:

Ant olsun Biz, Nuh’u kavmine elçi olarak gönderdik. O, onların arasında, elli yılı eksik bin yıl kaldı. Sonunda tufan, zulümlerini sürdürdükleri bir sırada onları ansızın yakalayıverdi.’ (Ankebut, 29/14)

Tufan, günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce meydana gelmiştir.[24]

Nuh şöyle demişti: Ey Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden bir tek kişi bırakma. Eğer onları bırakırsan, kullarını saptırırlar. Ve ancak fâcir ile kafir doğururlar.’ (Nuh, 71/26-27)

Biz de ona (şöyle) vahyettik: ‘Gözlerimizin önünde ve vahyimizle gemiyi yap. Sonra, buyruğumuz gelip tandır kaynayınca, her (cinsten) ikişer çifti ve haklarında karar verilmiş olanlar dışında, aileni gemiye bindir. Zalimler konusunda benimle muhatap olma. Çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır!’ (Müminun, 23/27)

Sonunda buyruğumuz gelip, yeryüzünden sular kaynamaya başlayınca, Nuh’a dedik ki:Her (cinsten) ikişer çifti, haklarında karar verilmiş olan kimselerin dışında, aileni ve iman edenleri gemiye bindir. Ancak onunla birlikte çok az kişi iman etmişti.’ (Hud, 11/40)

Gerçekten Biz, (Nuh tufanında) sular kabarıp taşınca, sizi gemide taşıdık. Onu belleyen kulaklar da bellesin için (öyle yaptık).’ (Hakka, 69/11-12)

Bu her iki ayet-i kerimede yer alan ‘tennûr’ kelimesi, Türkçemize içinde ekmek pişirilen ‘tandır’ olarak geçmiştir. Arap dilindeki anlamı da aynıdır. Hem hadis hâfızı, müfessir ve fakih İbn Ebu Hatim’in (v. 327/938) hem de tarihçi, müfessir, muhaddis ve Şâfiî fakihi Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr’in (v. 774/1373) Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm adlı eserlerinde, İbn Abbas’a (ra) dayandırarak yaptıkları bir rivayete göre, ‘tennûr’ kelimesi ‘yeryüzünü’ betimlemektedir.[25]

Müctehid İmam eş-Şevkânî (v. 1250/1834), Hûd 11/40 ayetinde geçen ‘tennûr’ kelimesi ile ilgili müfessirlerin çeşitli görüşlerini şöyle sıralamaktadır:

1. İbn Abbas, İkrime, Zührî ve İbn Uyeyne’ye göre, ‘tennûr’ kelimesi ile kast edilen ‘yeryüzüdür’. Nitekim Araplar, yeryüzünü, ‘tennûr’ olarak isimlendirmişlerdir.

2. İbn Mesud, Ata, Hasan el-Basrî ve İbn Abbas’tan rivâyetle ‘tennûr’, ekmeğin pişirildiği yerdir.

3. Katâde’den rivayetle ‘tennûr’ kelimesi, yeryüzünün en yüksek mevkilerini beyan etmektedir.[26]

Bu tevcihlerden hareketle diyoruz ki, Kur’ân-ı Kerîm ‘tennûr’ kelimesini kullanarak, dünyayı, içerisinde ateş yakılan yuvarlak ekmek tandırına benzetmiş, dolaysız bir şekilde yeryüzünün içinde yer alan ‘magma’ ateş tabakasına işaret etmiştir. Bu durumda ayet-i kerîmedeki (وَفَارَ التَّنُّورُ) pasajı, ‘yeryüzünün magma çekirdeği kızdırıldı’ (Hud, 11/40) anlamına gelir. Neticede, tufan esnasında yeryüzünün tamamı, kaynayan su gözeleri ile dolmuştur.

Son devir din âlimlerimizden Elmalı’lı Hamdi Yazır da (v. 1942), Hak Dini Kur’an Dili adlı eserinde İbn Abbas’ın (ra), ‘tennûr kelimesi ile kast edilen yeryüzüdür’ ifadesi için, ‘küre-i arzın (yeryüzünün), büyük bir fırın manasında olduğunu gösteren bu rivayet, dikkat çekicidir’ demektedir.[27]

İbn Kesîr’in (v. 774/1373) naklettiğine göre, Allah Teâlâ Hz. Nuh’a (as), kendisiyle beraber her cinsten ikişer çifti gemiye yüklemesini emrettiğinde, Hz. Nuh (as) ruh taşıyan her bir yaratık cinsinden ikişer çifti yanına almıştır. Erkek ve dişi olmak üzere nebatlardan da ikişer tane almakla emrolunduğu da söylenmektedir. Yine rivayetlere göre, onun gemiye ilk aldığı, küçük papağan kuşudur. En son gemiye aldığı hayvan ise merkeptir. İblîs aleyhillane, merkebin kuyruğuna yapışmış olarak gemiye girmek istemiş, merkep ayağını gemiye basmasına rağmen doğrulmayı başaramamıştır. Çünkü kuyruğuna yapışmış olan İblîs aleyhillane, onu ağırlaştırmıştır. Hz. Nuh merkebe, ‘Sana ne oluyor? Yazıklar olsun, girsene!’ dediğinde, merkep tekrar doğrulmaya çalışmış, ancak yine başaramamıştır. Bunun üzerine (duruma vakıf olan) Hz. Nuh (as), ‘Seninle İblîs olsa dahi gir’ demiş ve ikisi birden gemiye binmişlerdir.[28]

Bu rivayetten açıkça anlaşılan, diğer peygamberlerde mesela Hz. Süleyman’da (as) ve Hz. Muhammed’de (sas) olduğu gibi, Hz. Nuh’un da (as) hayvanların dilinden anladığı, onlarla rahatlıkla iletişim kurabildiğidir. Bu iletişim özelliği sayesinde, her çiftten ikişerli bir şekilde hayvanları gemiye rahatlıkla yerleştirebilmiştir.

Ancak, gemiye bindirilecek hayvan çiftlerinin seçimi ve sevk edilmesi, bütünü ile melek Hz. Cebrail (as) tarafından gerçekleştirilmiştir. Konuyla ilgili rivayet şu şekildedir:

‘Gemiye, ailesi ile birlikte hayvanların da bindirilmesi emri gelince, Hz. Nuh Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine şu şekilde tazarruda bulunmuştur: ‘Ey Rabbim, bu insanları gemiye bindirebildim. Ancak hayvanları, vahşileri, yırtıcıları ve kuşları nasıl bindireceğim?’ Cenâb-ı Hak, ‘Ben, onları sana yönlendireceğim’ buyurmuş, arkasından da Hz. Cebrâîl’i (as) bu işle görevlendirmiştir. Hz. Cebrâîl (as) her iki eli ile hayvanlardan birer çifte dokunmuş, sağ elini erkek, sol elini de dişi canlılar için kullanmış, kendisine Cenâb-ı Allâh’ın gemiye girdirmesini istediği miktarda canlıyı gemiye almıştır. Hz. Cebrâîl (as), canlıları gemi önüne getirdiğinde bu canlılar vuku bulacak azabı hissettiklerinden, Hz. Nuh’un (as) ayaklarını yalamaya başlamış ve ‘bizi de gemiye al’ demişlerdir. Hz. Nuh (as) ise, ‘Sadece ‘her (cinsten) ikişer çifti’ (Hud, 11/40) almakla emrolundum’ demiştir.[29]

İbn Ebu Hatim’in naklettiğine göre, Zeyd İbn Eslem’den, o da babasından rivayetle, Allah Resulü (sas) şöyle buyurmuştur:

Hz. Nuh (as), gemiye her bir cinsten birer çift yüklediğinde ashabı, ‘yanlarında aslan varken hayvanlar nasıl sükûnet içinde olacaklar?’ diye sormuşlar, Allah Teâlâ da aslana hummayı musallat kılmıştır. İşte bu, yeryüzüne inen ilk humma olmuştur. Sonra fareden şikâyet etmişler, ‘şu küçük hayvancık bizim yiyeceklerimizi ve eşyalarımızı bozuyor’ demişler, Allah Teâlâ da aslana vahyetmiş, onun hapşırmasıyla kedi çıkmıştır. Bunun üzerine fareler kediden saklanmışlardır.[30]

Hud Suresi 40. ayetin sonu ve 41. ayetin ilk kısmı

Kavmi: Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin. Bu mücadelende ileri de gittin. Eğer sen sözünde doğru isen bizi tehdit edip durduğun azabı getir dediler.’ (Hud, 11/32)

Biz de göğün kapılarını şarıl şarıl akan sulara açtık. Arzı da kaynaklar halinde coşturduk (Kamer, 54/11). Nihayet (gökten yağan ve yerden fışkıran bu iki) su belirlenen miktara erişti (Kamer, 54/12). O’nu (Hz. Nuh’u), birbirlerine perçinle tutturulmuş levhalardan gemiye bindirdik (Kamer, 54/13). (O gemi, hakkında) Nankörlük edilmiş bulunan kimseye (Hz. Nuh’a), bir mükafat olarak, gözetimimiz altında akıp gidiyordu (Kamer, 54/14). Şüphesiz ki biz onu (gemiyi), bir alamet olarak bıraktık. Hiç ibret alan var mı? (Kamer, 54/15) Azabım ve uyarılarım nasılmış?’ (Kamer, 54/16)

Nuh kavmini de, Peygamberleri yalanladıkları vakit suda boğduk. Onları insanlara bir ibret yaptık ve zalimlere elem dolu bir azap hazırladık.’ (Furkan, 25/37)

Sen ve seninle birlikte olanlar gemiye yerleştiğinizde, ‘Bizi o zalim kavimden kurtaran Allah’a hamdolsun!’ de. Ve yine de ki: ‘Ey Rabbim! Beni bereketli bir yere indir. Çünkü Sen konuk edenlerin en hayırlısısın!’ (Müminun, 23/28)

Hud Suresi, 11/32 ayet-i kerimesinin nüzulü ile ilgili olarak, ilk dönem Şia İmâmiyyesi’nde sika kabul edilen, hadis ve fıkıh âlimi Muhammed b. el-Hasen el-Kummî’nin (v. 290/903), Ebû Abdillâh’tan (İsnâaşeriyye’nin altıncı imamı Cafer es-Sâdık’tan [v. 148/765]) naklettiği bir rivayet şöyledir:

‘Hz. Nuh (as), kavmini üç yüz yıl imana davet etmiş, ama davetine kimse icabet etmemiştir. Onlara beddua etmeye niyet eder. Güneşin doğuşu esnasında, meleklerin büyüklerinden on iki bin birinci gök katı melek topluluğu ile karşılaşır. Hz. Nuh (as) onlara, ‘Siz kimsiniz?’ diye sorunca, ‘Bizler, birinci gök katı meleklerinden on iki bin kişilik bir grubuz. Dünya gök katına ulaşmamız beş yüz yıl, dünya gök katından dünyaya ulaşmamız da beş yüz yıldır. Biz güneş doğarken çıktık (Yüce Allâh bizi sana gönderdi), bu vakitte huzuruna gelebildik. Senden, kavmine beddua etmemeni istiyoruz’ derler. Hz. Nuh (as), ‘Onlara, üç yüz yıl süre veriyorum’ der. Altı yüz yıl geçmiş, ama iman etmemişlerdir. Hz. Nuh (as), onlara tekrar beddua etmeye niyetlenir. Bu defa, ikinci gök katının meleklerinden on iki bin kişilik bir grup gelir. Hz. Nuh (as) onlara, ‘Siz kimsiniz?’ diye sorunca, ‘Bizler, ikinci gök katı meleklerinden on iki bin kişilik bir grubuz. İkinci gök katı, beş yüz yıllıktır. Birinci gök katına ulaşmak beş yüz yıl, birinci gök katından dünya gök katına ulaşmak beş yüz yıl, dünya gök katından dünyaya ulaşmak da beş yüz yıldır. Güneş doğarken çıktık, şimdi batarken ancak gelebildik. Senden kavmine beddua etmemeni istiyoruz’ derler. Hz. Nuh (as) yine, ‘Onlara, üç yüz yıl süre veriyorum’ der. Tam dokuz yüz yıl geçip de Hz. Nuh (as) tekrar beddua etmeye niyetlendiğinde, ‘Nuh’a vahy olundu ki, ‘Kavminden, daha önce inanmış olanların dışında, hiç kimse iman etmeyecektir. Bu yüzden onların yapmakta olduklarından dolayı üzülme!’ (Hud, 11/36) ayet-i kerimesi nazil olur. Hz. Nuh (as), davetinin kabul edilmeyeceğini, vahiy yolu ile anladığı ve bildiği için şu şekilde dua eder: ‘Ey Rabbim! Yeryüzünde inkâr edenlerden hiç kimseyi bırakma! Sen onları bırakırsan, senin kullarını saptırırlar. Sadece ahlâksız, nankör (insanlar) yetiştirirler.’ (Nuh, 71/26-27)’[31]

Dil, edebiyat, Kur’an ilimleri, hadis ve tarih sahalarındaki eserleriyle tanınan âlim İbn Kuteybe ed-Dîneverî’nin (v. 276/889) el-Meârif’inde, ‘bu bilgiler Tevrat’tandır’ diyerek aktardığı hususlar şöyledir:

‘Tufan, Hz. Nuh (as) 600 yaşında iken, ikinci ayın on yedisinde vuku bulmuş, kırk gün kırk gece devam etmiş, sel suları yeryüzünde yüz elli gün kadar kalmıştır. Daha sonra Allâh Teâlâ rüzgar göndermiş, yeryüzünün sularını kurutulmuş, yerin su kaynakları, göğün su olukları kapatılmış, Gemi, altıncı ayda Cudi dağı üzerine oturmuştur. Onuncu ayda dağların tepeleri belirmeye başlamıştır. Hz. Nuh (as) altı yüz bir yaşında, senenin ilk ayı ve birinci günde iken, yeryüzü kurumuştur. Hz. Nuh (as) geminin kapağını açmış, yeryüzünü görmüştür. İkinci ayın yirmi yedinci gününde yeryüzü tamamen kurumuştur.’[32]

Öyle anlaşılıyor ki miladî 10. ve 11. asırlarda, Tevrat’taki Cudi dağı ifadesi yerinde durmaktaydı. Muhtemelen daha sonraki tarihlerde bu kelime, Ararat şeklinde tahrif edilmiştir.

Tufan, inanan çok küçük sayıda kesimin dışında (rivayetlerde seksen kişi kadar), bütün bir yeryüzünü kaplayan küresel bir felakettir. Bir hadîs-i şerîf, tufan ile ilgili önemli bir ayrıntıyı şu şekilde nazarlara vermektedir:

‘Nuh kavmi, suyun yükselmeye başladığını gördüklerinde, çocuğu olan bir kadın, sudan korumak için onu önce sırtına aldı. Su yükselince çocuğu göğsüne kadar kaldırdı. Su daha da yükselince onu başında taşımaya başladı. Yükselen su kadını da aşınca, elleri ile çocuğu başından daha yüksekte tutmaya çalıştı. Allâh (cc) buyurdu: ‘Şayet bunlar arasında bir kimseye merhamet edecek olsaydım, çocuğa olan şefkatinden dolayı bu kadına merhamet ederdim.[33]

İbn Kesîr (v. 774/1373), İslâm tarihine dair eseri el-Bidaye ve’n-Nihaye’sinde, bu rivayetin Ka’b el-Ahbâr ve Mücâhid’den de nakledildiğini, fakat kendisinin bu hadîs-i şerîfi ‘garip’ (senedinde veya metninde benzeri bulunmayan, tek başına kalan hadislere verilen isim) kabul ettiğini ve ‘mevkuf’ (sadece sahabeden rivayet edilen söz ve fiillere ait haberler) olarak gördüğünü belirtmektedir.[34]

Bu hadîs-i şerîfi, Hud Suresi 11/41’inci ayet-i kerimesi çerçevesinde değerlendirmek ve anlamaya çalışmakta fayda olduğunu düşünüyoruz:

Nuh, ‘haydi gemiye Allah’ın adı ile binin ki, onun akıp gitmesi de durması da Allah’ın iradesi iledir. Rabbim çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.’ (Hud, 11/41)

Muhtemelen, ‘merhamet’ konusu yeterince anlaşılamadığından, hadîs-i şerîf ‘garip’ ve ‘mevkuf’ kategorisinde görülmüştür. Halbuki, yukarıdaki hadîs-i şerîf ve bu ayet-i kerimeden anlaşılan husus, tufan ile hem ilâhî adaletin (suçun cezasız kalmaması) hem de insanlığın ehlileştirilmesi ve yeryüzünün yeni bir nesle dayalı şekilde tevhîd ekseninde imar edilerek ilâhî rahmetin tecelli ve tezahür etmesidir. Tufandaki ‘rahmet’ yönü, insanlığa ve tarihe ahlâkî bir ders vermesi, fıtrata dayalı bir şekilde insanlığın yenilenmesine fırsat sunmasıdır. Dolayısı ile tufanda, ‘ilâhî merhamete’ zıt bir durum söz konusu değildir.

İnsanlık tarihi boyunca zamanın ölçülmesi, sadece teknik değil, aynı zamanda ibadet, düzen ve hikmetle ilgili bir mesele olmuştur. Bu bağlamda, özellikle ‘on iki saatlik zaman dilimi sistemi’, hem antik medeniyetlerde hem de semavi dinlerin kutsal anlatılarında özel bir yere sahiptir.

Modern tarih araştırmaları, ‘on iki saatlik zaman dilimi sisteminin’ ilk örneklerinin, MÖ. 2000’li yıllarda Antik Mısır’da kullanıldığını iddia eder. Mısırlılar, gündüzü ve geceyi on ikişer parçaya bölmüş ve bu sisteme göre güneşi ve yıldızları esas alan ilkel saatler geliştirmişlerdir. Bu veriler, arkeolojik bulgular açısından önemlidir. Ancak, ‘tarihin manevî kökenini’ araştıranlar için ‘bu bilgi yeterli değildir’.

İslam tarihçisi İbn Asâkîr, sahabeden İbn Abbas’ın (ra) şu dikkat çekici rivayetini nakletmektedir:

İbn Abbas (ra) kendisine, ‘Hz. Nuh (as) ve beraberindekiler, gemide ‘namaz’ vakitlerini nasıl biliyorlardı?’ şeklinde yöneltilen bir soruya şöyle cevap vermiştir:

‘Cenabı Allah, Hz. Nuh’a (as) iki inci vermişti. Biri, gündüz aydınlığı gibi beyaz, diğeri ise, gece karanlığı gibi siyahtı. Akşama girdiklerinde, birinin siyahlığı öbürünün beyazlığına galip gelirdi. Sabahladıklarında da ötekinin beyazlığı diğerinin siyahlığına galip gelirdi. Bu, on iki dilimlik saat sistemine göreydi. Bu saat sistemini, birbirlerine karışmayacak şekilde ilk defa icat eden kişi Hz. Nuh’tur. Bunu, namaz vakitlerini ayarlayabilmek için uygulamıştır. Gemi, Mekke’den geçmiş, Yemen’e yönelmiş ve Habeşistan’a ulaşmıştır. Sonra tekrar dönmüş ve Cidde’ye yönelmiştir. Ardından Rum’a (Anadolu’ya) yönelmiş ve orayı da geçmiştir. Tekrar dönmüş ve arz-ı mukaddes (Filistin) üzerinde dolaşmıştır. Bu sırada Cenabı Allah, geminin bir dağın başında duracağını Hz. Nuh’a vahyetmiştir. Bu haberi duyan dağların hepsi, köklerini yerden çıkararak, geminin kendi üzerlerine inmesi için yarışmışlardır. Cudi dağı ise, Yüce Allah’a (cc) mütevazı olmuştur. Onun için gemi, bütün dağları geçerek Cudi’ye varmış ve onun üstüne oturmuştur. Tıpkı, Cenabı Allah’ın şu ayetinde buyrulduğu gibi: ‘(Gemi) Cudi dağına oturdu. O zalimler toplumuna da, ‘uzak olsunlar!’ denildi.’ (Hud, 11/44) Bunun üzerine dağlar, Allah Teâlâ’ya şikayette bulunarak, ‘Ya Rabbi, Hz. Nuh’un gemisi için köklerimizi yerden dışarı çıkardık ve başımızı uzattık. Fakat gemi, daha düşük rakımdaki Cudi’nin üstüne oturdu’ dediler. Cenabı Allah da ‘İşte ben böyle yaparım. Benim için mütevâzı olanı yükseltir, Bana karşı büyüklük taslayanı ise küçültürüm’ buyurdu.[35]

Bu rivayet itibarı ile, gecede ve gündüzde ‘zamanın on iki parçaya bölünmesi’, ilahi bir emirle ve hikmetle ‘ilk kez Hz. Nuh (as) tarafından uygulanmıştır’. Günü iki eşit parçaya bölen 12 saatlik zaman dilimi sisteminin ‘en ilk kullanıcısı ve mucidi Hz. Nuh’tur (as)’. Gemi yolculuğunda, özellikle ‘namaz vakitlerinin tayini için bu sistemi kullanmıştır.

Hz. Nuh’un (as) tebliği ve tufan dönemi, kutsal kitapların ve tarihî verilerin kronolojisine göre ‘MÖ. 9500-8500 aralığına’ denk düşmekte, bu durumda ‘on iki saatlik sistemin kökeni’, Antik Mısır’dan daha eskiye gitmektedir. Dolayısı ile Antik Mısırlıların geliştirdiği sistem, ya ‘Hz. Nuh’tan (as) kalan bir bilgi mirasının sekülerleşmiş’ biçimidir, ya da ‘vahyin izlerinin beşerî hafızada unutulmuş bir yansımasıdır’.

Zaman, yalnızca ölçülen bir şey değil, ‘anlam verilen, ibadetle işaretlenen bir akıştır’. On iki saatlik zaman dilimi sistemi de, bu anlamda sadece teknik bir gelişme değil, ‘ilahi iradenin insana verdiği bir düzenleme görevidir’.

İbn Abbas’tan (ra) gelen bu rivayetten açıkça anlaşılan, ‘on iki saatlik zaman sisteminin ilk uygulayıcısının Hz. Nuh (as)’ olduğudur. Ve bu sistem, ‘ilahi hikmetin ve kulluğun bir aracı olarak’ tarih sahnesine çıkmıştır.

Buradan hareketle rahatlıkla diyebiliriz ki, ‘rivayetler’ sadece tarihsel bir hadiseyi anlatmakla kalmaz, aynı zamanda ‘hakikatlerin daha iyi anlaşılmasına hizmet eder.’ ‘Rivayet’, bir sözü veya hadiseyi kaynağına bağlayarak aktarmak anlamına gelirken, ‘dirayet’, bu bilgilerin önemsenmesini, yok sayılmamasını, anlaşılmaya çalışılarak yorumlanmasını ve değerlendirilmesini ifade eder. Bu iki unsurun bir arada görülmesi, hem geçmişte aktarılan bilgilerin ehemmiyet verilerek tahlilini, hem de bu bilgilerin günümüzdeki anlamını ve önemini çözümlemeyi hedefler.

İmam Şevkânî, rivayet ve dirayet birlikteliğinin ehemmiyetini iyi kavramış çok yönlü alimlerimizdendir. Şevkânî, hem rivayet hem de dirayet metodunu birlikte yürütenlerin daha doğru yaptıklarını, sadece tek bir yönteme dayanmanın, Kur’ân-ı Kerîm’i anlamada tek başına yeterli olmayacağını, hem rivayet hem de dirayetin birleştirilmesi ile ilahî Kelâm’ın daha iyi anlaşılabileceğini, her iki cenahın beraber düşünülmesi gerektiğini belirtir.[36]

Dolayısı ile, Kur’an-ı Kerîm’in insanlığa mesajını, sadeceçağın bilimsel verileri ile yorumlama’ önerileri ya da teşebbüsleri, ‘İslâmî kadîm rivayetleri görmezden gelme / önemsememe’ anlamına gelir, indirgemecidir ve yanlıştır.

Kur’ân-ı Kerîm, tarihî kıssaları sadece bilgi vermek amacıyla değil, aynı zamanda ibret alınacak sahneler ve derin anlam katmanlarıyla sunar. Hz. Nuh’un (as) gemisinin inşasıyla ilgili olarak Kamer Suresi’nde geçen şu ayet-i kerime, hem içerdiği teknik detay hem de verdiği mesaj itibariyle dikkat çekicidir:

O’nu (Hz. Nuh’u), birbirlerine perçinle tutturulmuş levhalardan oluşan gemiye bindirdik. (O gemi, hakkında) Nankörlük edilmiş olan kişiye (Hz. Nuh’a) bir mükâfat olarak, gözetimimiz altında akıp gidiyordu.’ (Kamer, 54/13-14)

Bu ayet-i kerimeler, Kur’ân-ı Kerîm’de çok önemli bir mühendislik detayına, yani geminin ‘levhalar’ ve ‘perçinlerle’ inşa edildiğine işaret etmektedir. Şimdi, söz konusu ayet-i kerimeyi teknik, tarihî ve anlam boyutları ile birlikte ele alınacak, Kur’ân’ın çağlar üstü mesajlarından biri olarak değerlendireceğiz.

Ayet-i kerimenin Arapça orijinalinde geçen ‘düsür / دُسُرٍ’ kelimesi, Arapça’da ‘çivi, zıvana, perçin’ anlamları taşır. Müfessirler bu ifadeyi genellikle ‘çivilerle tutturulmuş tahtalar’ şeklinde yorumlamışlardır. Ancak dikkat çekici olan nokta, burada sadece geminin ‘tahtalardan yapılmış’ olması değil, ‘levhalar’ın birbirine bağlanma biçiminin özellikle vurgulanmış olmasıdır. Ayrıca bu ‘levhalar’ kelimesi, müfessirlerce her ne kadar ‘tahtalar’ şeklinde yorumlanmış olsa da, burada kullanılan malzemenin başka bir çeşitten olması ihtimali de vardır. Ayet-i kerimede ‘levhalar’ın birleştirilmesi ile ilgili olarak yapılan teknik vurgunun, çağlar boyunca gemi ve daha sonra uçak vb. vasıtalar yapımında kullanılan perçinleme yöntemiyle doğrudan ilişkilendirilmesi yanlış olmayacaktır. Bugün dahi, modern uçak gövdelerinde yüz binlerce perçin kullanılması, bu yöntemin dayanıklılık açısından ne denli güvenilir olduğunu göstermektedir.

Levhaların birbirlerine perçinle tutturulması, günümüzün bütün gelişmiş teknolojilerine rağmen, uçak ve gemi gövdelerinin yapımında hala kullanılan ve vazgeçilmeyen bir tekniktir. Parçaların birbirlerine perçin ile tutturulmasının ardındaki temel gerekçe, titreşimin en aza indirgenmesidir. Çünkü bilhassa uçaklar ve gemiler, seyir esnasında çok fazla dış kuvvete maruz kalmaktadırlar. Yolcuların yer aldığı kabin içerisinde ve dışarısında oluşan basınç farkının, vasıtanın gövdesi tarafından karşılanması gerekmektedir.

Benzer şekilde çok güçlü rüzgarların da perçin tekniği ile dikkate alındığı görülmektedir. Perçin dışında yapılan bağlantı tekniklerinin, uzun süreli titreşimleri, mekanik stresi ve sarsıntıları karşılayamadığı görülmektedir. Perçin tekniği ise, sert dış koşullara daha iyi direnç sağlamaktadır. Perçin tekniğinin bir diğer önemi ise, hasar görebilecek kısmın süratli bir şekilde çıkarılıp yenilenebilmesidir. Eski bir teknoloji olmasına rağmen, bir uçakta yüz binlerce perçinin kullanılması, uçakların günümüzde dahi emniyetli bir şekilde uçabilmesine çok önemli katkılar sağlamaktadır.

Perçinleme, farklı parçaların, titreşim, basınç ve dış kuvvetlere karşı daha sağlam bir şekilde birleştirilmesini sağlar. Yapısal olarak esnekliğin yanında, dayanıklılık da sunduğu için, savaş gemileri, denizaltılar, köprüler ve uçaklar gibi yapılarda tercih edilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Nuh’un (as) gemisinin bu yöntemle yapılmış olmasının zikredilmesi, sıradan bir kayığın değil, ağır şartlara dayanıklı, büyük ve sofistike bir geminin yapıldığını göstermektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, geminin dağlar gibi dalgaları olan tufan suları arasında yüzmesi ile ilgili beyan Hud Suresi 42. ayette şöyle geçmektedir:

Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu’ (Hud, 11/42)

Bu beyan, tufanın yalnızca coşkunluğunu değil, aynı zamanda geminin tufandaki dağlar gibi dalgalarla başa çıkabilecek büyüklüğünü ve dayanıklılığını yansıtan mühendisliği de gözler önüne sermektedir. Zira sıradan bir tekne, dağlar ölçeğindeki dalgalar arasında asla ayakta kalamayacaktır. Bu ayet-i kerimede kullanılan üslup, geminin hem büyük hem de dayanıklı olduğunu ifade eden çok güçlü bir ifade içermektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in, ‘Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu..’ (Hud, 11/42) beyanının gösterdiği üzere, Hz. Nuh’un (as), perçin teknolojisi ile imal ettiği gemi, emniyetli bir şekilde yolculuk yapabilmelerini mümkün hale getirmiştir. ‘Dağlar gibi dalgalar..’ ifadesi, aynı zamanda geminin büyüklüğü ile de bizlere bir perspektif vermektedir.

Kur’ân-ı Kerîm, bir bilim kitabı değildir. Ancak bilimsel dikkat ve düşünceyi teşvik eden bir üsluba sahiptir. Verdiği teknik detaylar, aklını kullanması, doğayı ve tarihi dikkatle incelemesi için insanları teşvik eder. Bu bağlamda, Hz. Nuh’un (as) gemisinin yapımına dair ‘dağlar gibi dalgalar’a dayanıklılık detayı, Kur’ân’ın tarihî olayları hikmetli bir dille aktardığını, mühendislik gibi alanlara ilham kaynağı olabileceğini, insan aklı ile ilahi vahiy arasında bir düşünme köprüsü kurduğunu göstermektedir.

Hz. Nuh’un (as), gemisinin levhalardan ve perçinlerden müteşekkil sistemden oluştuğu ve dağlar gibi dalgalara rahatlıkla dayandığına dair Kur’ân-ı Kerîm’deki bu beyan, sadece tarihsel bir olayın aktarımı değil, aynı zamanda yüksek mühendislik ürününün izlerini taşıyan bir yapının tasviridir. Bu durum, Kur’ân’ın çağlar ötesi mesajlarından biri olarak değerlendirilmeli ve modern mühendislik ile vahyin kesişim noktası olarak görülmelidir. Ayetlerin beyan ettiği gibi, insanlık tarihinin dağlar gibi dalgalara arasında yüzebilen ilk büyük gemisi, Yüce Allah’ın gözetimi altında, çağları aşan bir teknoloji ile inşa edilmiştir. Kur’ân’ın bu benzersiz üslubu, hem tefekkürü, hem hadiselere ibret nazarı ile bakmayı hem de şükür halini içinde barındırmaktadır.

Sonunda yere, ‘Ey yer suyunu yut ve ey gök sen de suyunu tut!’ denildi. Sular çekildi, iş bitirildi ve (Gemi) Cudi dağına oturdu. O zalimler toplumuna da, ‘Uzak olsunlar!’ denildi.’ (Hud, 11/44)

Denildi ki: ‘Ey Nuh! Sana ve seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere, bizden selam ve bereketlerle (gemiden) in!’ (Hud, 11/48)

Kavmi onu yalanladı. Bunun üzerine Nuh’u ve gemide beraberinde olanları selamete erdirdik. Ayetlerimizi yalanlayanları suda boğduk. Çünkü onlar kör bir kavim idiler.’ (Araf, 7/64)

Ve, O’nun neslini, kalanlar yaptık. Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.’ (Saffat, 37/77, 78)

İbn Ebu Hatim’in İbn Abbâs’a (ra) dayandırdığı rivayete göre, gemiye binenler, eşleri yanlarında olmak üzere seksen erkekti. Gemide yüz elli gün kadar kaldılar. Cenâb-ı Allâh, geminin yönünü önce Mekke’ye çevirdi ve kırk gün kadar Kabe’nin etrafında döndüler. Daha sonra gemi Cudi dağına yönlendirildi ve orada da karaya oturdu. Hz. Nuh (as), tufanın sona erdiğini anlamak için önce bir karga gönderdi. Ancak karga, bir leş görerek ona yapıştı ve orada oyalandı (geri dönmedi). Bunun üzerine Hz. Nuh (as) bir güvercin gönderdi. Güvercin, gagasında bir zeytin yaprağı ile geldi. Hz. Nuh (as) tufanın sona erdiğini anladı. Cudi dağının eteklerine inerek orada bir yerleşim yeri inşa etti. Adını da ‘Seksenler’ olarak belirledi. Halk bir sabah uyandıklarında, hayretle seksen kadar farklı dilleri olduğunu ve birbirlerini anlamadıklarını gördüler. Ancak Hz. Nuh (as), onların arasında (birbirlerini anlayabilmeleri için) tercümanlık yaptı.’[37]

Tarihçi, edip ve seyyah Yâkūt el-Hamevî (v. 626/1229) Muʿcemü’l-Büldân adlı eserinde, ‘bu nakil, Tevrat’tan harf be harf yaptığım bir nakildir’ diyerek şu bilgileri aktarır:

‘Tufan’ın Hz. Nuh (as) 600 yaşında iken, ikinci ayın on yedisinde vuku bulmuş, kırk gün kırk gece devam etmiş, sel suları yeryüzünde yüz elli gün kadar kalmıştır. Gemi, yedinci ayın on yedinci gününde Cudi Dağı üzerine oturmuştur. Hz. Nuh (as), altı yüz bir yaşında ve senenin ilk ayında iken önce su azalmış, ikinci ayın yirmi yedinci gününde ise yeryüzü kurumuştur. Hz. Nuh (as) ve beraberindekiler gemiden çıkmış, bir mabed inşa etmiş ve Rab hazretleri için kurban kesmişlerdir.’[38]

Yâkūt el-Hamevî’nin Tevrat’tan ‘..harf be harf..’ diyerek yaptığı bu nakilden açıkça anlaşılan, 1200’lü yıllardaki Tevrat nüshalarının, Hz. Nuh’un (as) gemisinin Cudi Dağı’na ârâm ettiğini ifade ediyor olduklarıdır.

Aḫbâru Mekke adlı eseriyle meşhur tarihçimiz Ebü’l-Velîd el-Ezrakī’nin (v. 250/864) belirttiğine göre, Nuh Tufanı’ndan sonra Kabe’nin yeri, kırmızı topraklı, sel sularının bütünüyle yok edemediği yüksekçe bir tepe durumundaydı. İbrahim Peygamber (as) dönemine kadar yeri tam olarak bilinemeyen bir şekilde kaldı.[39]

Allah Resulü şöyle buyuruyor: ‘Sâm Arapların babasıdır. Hâm, Habeşlerin ve Yâfes de Rumların babasıdır.[40]

Yüce Allah, Hz. Nuh’un (as) neslini devam ettirmiş, sonra gelen insanlar onu hayır ile yâd etmiş ve ‘Nuh’a selam olsun!’ (Saffat, 37/79) demişlerdir. Allah (cc), ‘İşte biz, iyi davrananları böyle mükâfatlandırırız’ (Saffat, 37/80) buyurarak, iyiler hakkındaki genel-geçer yasasının bu şekilde olduğunu beyan etmiştir. ‘O, bizim mümin kullarımızdandı’ (Saffat, 37/81) fezlekesi ile, ebedi kurtuluşu ‘iman’ kavramı ile, bu durumun zıttı olan ‘imansızlığı’ ise ‘helak/boğulma’ (Saffat, 37/82) kavramı ile irtibatlandırmıştır.

İbn Kesîr’in İbn Abbas’a (ra) dayandırdığı ve ‘oldukça garip’ diyerek nitelediği bir rivayete göre Havariler, Hz. İsa’ya (as), ‘Bize Nuh’un gemisinde bulunanlardan birini diriltsen de bize gemiyi anlatsa’ diye talepte bulunmuşlardır. Hz. İsa (as) onlarla birlikte ilerlemiş, toprak bir tepeye vardıklarında oradaki topraktan bir avuç almış ve, ‘Bu nedir biliyor musunuz?’ diye sormuştur. Onlar, ‘Allah ve elçisi bilir’ demişlerdir. Hz. İsa, ‘Bu Ham’ın kabridir’ dedikten sonra tepeye sopayla vurmuş ve, ‘Allah’ın izni ile kalk’ demiştir. Bunun üzerine, ihtiyarlamış birisi başındaki toprakları silkerek ayağa kalkmıştır. Hz. İsa (as), ‘Sen ölürken böyle miydin?’ diye sorduğunda, ‘Hayır, ben genç yaşımda ölmüştüm. Fakat şimdi kıyamet koptu zannettim, o korkudan dolayı ihtiyarladım’ demiştir. ‘Bize Nuh’un gemisini anlat’ denilince, Ham şöyle cevaplamıştır: ‘Uzunluğu 1200, genişliği ise 600 zira idi. Üç katlı yapılmıştı. Katların birisinde vahşi hayvan türleri, bir katta insanlar, diğer katta da kanatlı hayvanlar vardı.’… Havariler, Hz. İsa’ya, ‘Ey Allah’ın elçisi, Ham bizimle birlikte ailelerimizin yanına gelse ve onlara da anlatsa’ dediklerinde Hz. İsa, ‘Yiyeceği olmayan birisi nasıl sizin yanınıza gelsin?’ demiştir. Arkasından da Ham’a, ‘Allah’ın izniyle yerine dön’ demiş, Ham da eskisi gibi toprak olup gitmiştir.’[41]

1. Putperestliğin ve Politeizmin Yaygınlaşması

Hz. Nuh (as) dönemine gelinceye kadar insanlar, çok tanrılı bir inanca sahiptiler. Yüce Allâh’a şirk koşmada çok ileri gitmişlerdi. Yapılan araştırmalarda, muhtelif mabetlerin Tanrı yoklama defterlerinin arka arkaya sıralanması demek olan ve nihayetinde 15 bin tanrı adı ihtiva eden büyük kanonik tanrılar listesinin ortaya çıkması[42], o dönemdeki insanların politeist anlayışlarının ne boyutlara ulaştığını açık bir şekilde göstermektedir.

Hz. Nuh (as) döneminde binlerce tanrıya tapınılır, her etnik grubun hatta her kentin kendine özgü tanrısı olurdu. Çoğu kez tanrıların prestiji de kentin kaderine bağlıydı. Tanrılar insan biçiminde düşünülür, insanlar gibi aynı duygulara ve gereksinimlere sahip olduklarına inanılırdı. Bölge yöneticilerinin tümü kendilerini bölgenin tanrısı sayarlardı. Tanrılar, kutsal heykeller aracılığı ile tapınaklarda yer alır, bu heykellerin bakımından da rahipler sorumlu olurlardı.[43]

İşte Hz. Nuh (as), böyle çok tanrılı bir toplumda hem yöneticilere hem de halka tevhîd inancını tebliğ etmeye çalıştı. Bu yöndeki insan üstü mücadelesine rağmen insanlar tevhîd çağrısına kulaklarını tıkadı ve Hz. Nuh’u (as), Yüce Allâh’ın varlığını ve birliğini tebliğ davetinden her türlü şekilde vazgeçirmeye çalıştılar.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kıyamete kadar gelecek bütün müşriklere şu soruyu soracak ve müşrikler acizlikle şöyle diyeceklerdir:

Allah onlara (müşriklere), ‘Bana koştuğunuz ortaklarım nerede?’ diye seslendiği gün onlar, ‘Buna dair, bizden hiçbir şahit olmadığını sana arz ederiz’ derler.’ (Fussilet, 41/47)

Bu ayet-i kerimede, müşriklerin kıyamet günü karşılaşacakları bir gerçeklik gösterilmektedir. Şirk koşarak suçlu hale gelmiş müşrikler, Yüce Allah’ın divanında sorguya alınmıştır. Bütün milletler hazırdır. Her millete kendi içinden bir şahit getirilmektedir. Çünkü bilindiği üzere şahitsiz / tanıksız bir mahkeme adaletli olmaz. Bu tanıklar, o milletlere gönderilen peygamberlerdir. Hz. Peygamber de (sas) kendi ümmetine şahitlik edecektir. ‘Her ümmetten (leh veya aleyhlerinde söz söyleyecek) bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara karşı şahit gösterdiğimiz zaman durumları ne olacak?’ (Nisâ, 4/41) ayet-i kerimesi de bu durumu anlatır. Hz. Muhammed (sas), son ilâhî mesajın peygamberi olarak, Kitap ve sünnet çizgisinde yürüyen toplumları belirleyecek, hangi toplumların tevhîd inancına dahil olduklarına yönelik şahitlik yapacaktır.

Yüce Allah, şahitlerin huzurunda, müşrik toplumlara, kendisi dışında taptıkları tanrıların nerede olduğunu soracaktır. Ancak müşriklerin, Yüce Allah’tan başka kendisine taptıklarını iddia ettikleri tanrılar ne görülecek ne de duyulacaktır. İşte o zaman, herkes tek İlâh’ın, yegâne güç sahibinin Yüce Allah olduğunu anlayacaktır.

2. Sosyal Adaletsizliğin, Zulmün ve Azgınlığın Artması

‘(Allâh) Daha önce de Nuh kavmini (helâk etmişti). Çünkü onlar çok zalim ve azgın idiler.’ (Necm, 53/52)

Hz. Nuh (as), aralarında yüzlerce yıl kaldığı halde ona inanmamışlar ve her türlü eziyeti yapmışlardı.

3. Fıskın / Sapkınlığın Artması

Daha önce Nuh kavmini de (yok etmiştik). Çünkü onlar yoldan çıkmış kimselerdi.’ (Zariyat, 51/46)

4. Hak Karşısında Batılın Mücadelesi

Onlardan önce Nuh kavmi ve ardından da, pek çok toplum (elçilerini) yalanladı. Bu toplumlardan her biri, kendi peygamberini yakalamaya yeltendi. Hakkı, batıl ile yok edebilmek için mücadele ettiler. Ben de onları kıskıvrak yakaladım. Benim cezam nasılmış?’ (Mümin, 40/5)

Yüce Allah’a sonsuz hamdlerimizle belirtiriz ki tevafuklar lütfetti.

İnşâAllâh, ‘Hz. Nuh (as): Çağrıdan Tufana II – Kutsal Metinler, Arkeolojik Veriler ve Ahlâkî Mesajlar Işığında’ ile devam etmeye çalışacağız.


[1] Cemalüddin Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. El-Cevzî, Nüzhetü’l-A’yün’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vücûhi ve’n-Nezâir, s. 221-222, (Thk: M. Abdülkerim Kâzım), Müessesetü’r-Risale, Beyrut-1987.

[2] Ragıb el-Isfahânî, el-Müfredât fî ġarîbi’l-Ḳurʾân, 2/622, Mektebetü Nezzâr, trsz.

[3] İbn Ebi Şeybe, Musannef, Hadis no: 36950.

[4] İbn Kuteybe, el-Meârif, s. 21, (Tahk. S. Ukkâşe), Dâru’l-Meârif, Kahire-1969; es-Saʿlebî, ʿArâʾisü’l-Mecâlis, s. 54, Mustafa el-Halebî, Mısır-1954.

[5] Alî b. Alî b. el-Hüseyn el-Mes’udî el-Hüzelî, Ahbâru’z-Zamân, s. 80, Darü’l-Endelüs, Beyrut-1996.

[6] Müslim, Sahih, 162a; Buhârî, Sahih, 349.

[7] İbn Kuteybe, el-Meârif, ss. 20-21.

[8] İbn Kuteybe, el-Meârif, s. 21.

[9] İbn Asâkîr, Tarîhu Medineti Dımaşk, 62/250, Dâru’l-Fikr, Beyrut-1995.

[10] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 20359.

[11] Ahmed b. Hanbel, ay.

[12] Ay.

[13] Müslim, Sahih, Hadis no: 121.

[14] Buhari, Sahih, Hadis no: 4920.

[15] el-Mesʿûdî, Aḫbârü’z-Zamân, ss. 81-82.

[16] Müslim, Sahih, 2841.

[17] ez-Zeccâc el-Bağdâdî, Meʿâni’l-Ḳurʾân ve iʿrâbüh, 1/325, Alemü’l-Kütüb, Beyrut-1988.

[18] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî ġarîbi’l-Ḳurʾân, s. 473, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, trsz.

[19] Fahreddin er-Râzî, Tefsîru’l-Kebîr Mefâtîhu’l-Ğayb, 6/183, Dâru’l-Fikr-1981.

[20] Müslim, Sahih, 1773a.

[21] Mümin Köksoy, Nuh Tufanı ve Sümerlerin Kökeni, s. 80, Yeni Avrasya Yayınları, Ankara-2003.

[22] Halil Ahmed el-Ferâhîdî, Kitâbu’l-Ayn Müretteban alâ Hurûfi’l-Mu’cem, 3/66, (Tahk. Abdülhamid Hindâvî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2003.

[23] Hamîdüddin Ferâhî, Müfredâtü’l-Ḳurʾân, s. 218, (Tahk. Dr. M. Ecmel Eyyub El-Islâhî), Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Riyad-2002.

[24] Köksoy, Nuh Tufanı ve Sümerlerin Kökeni, s. 81.

[25] İbn Ebu Hatim, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm Müsneden ʿani’r-Resûl ve’ṣ-ṣaḥâbe ve’t-tâbiʿîn, 6/2029 (Hadis no: 10858), Tahk. M. Tayyip, Mektebetü Nezzâr Mustafa el-Bâz, Riyad-1997; Ebu’l-Fida İsmail b. Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 7/436, (Thk. Mustafa es-Seyyid Muhammed vd.), Müessesetü Kurtuba, Kahire-2000.

[26] Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr el-Câmi’ beyne Fenneyi’r-Rivâyeti ve’d-Dirâyeti min İlmi’t-Tefsîr, 2/565 (Mukaddime), Dâru İbn Kesîr, Dimeşk-Beyrut-1998.

[27] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 3/581, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul-2022.

[28] İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿAẓîm, 7/436.

[29] İbn Asâkîr, Tarîhu Medineti Dımaşk, 62/252-253.

[30] İbn Ebu Hatim, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿAẓîm, 6/2031 (Hadis no: 10871).

[31] Muhammed b. el-Hasen el-Kummî, Tefsîru’l-Kummî, 1/325-326, (Tash. Tayyib el-Musevî el-Cezâirî), Dâru’l-Kitâb, Kum-1404.

[32] İbn Kuteybe, el-Meârif, ss. 22-23.

[33] İbn Asâkîr, Tarîhu Medineti Dımaşk, 62/253.

[34] İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 1/266, (Tahk. A. Muhsin et-Türkî), Dâru Hecr, Kahire-1997.

[35] İbn Asâkîr, Tarîhu Medineti Dımaşk, 62/262.

[36] Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr el-Câmi’ beyne Fenneyi’r-Rivâyeti ve’d-Dirâyeti min İlmi’t-Tefsîr, 1/14-15 (Mukaddime).

[37] İbn Ebu Hatim, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿAẓîm, 6/2032 (Hadis no: 10882).

[38] Yâkūt el-Hamevî, Muʿcemü’l-Büldân, 2/179, Dâru Sadr, Beyrut, trsz.

[39] Ebü’l-Velîd el-Ezrakī, Aḫbâru Mekke, ss. 52-53, (Tahk. Rüşdî es-Sâlih Melhase), Dârul-Endelüs, Beyrut-1983.

[40] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 20359.

[41] İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 1/271-272.

[42] Benno Landsberger, Sümerlerin Kültür Sahasındaki Başarıları, (Çev. Mebrure Osman Tosun), AÜ. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: 3 Sayı: 2, s. 140, 1945.

[43] Köksoy, Nuh Tufanı ve Sümerlerin Kökeni, s. 68.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com sayfalarındaki yazı, resim, fotoğraf, grafik, çizim, vs. her türlü görüntü malzemesinin elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması kesinlikle yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Hz. Nuh (as): Çağrıdan Tufana I” için bir yorum

Fatma için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.