Kur’ân’ın, Belâgat ve İʿcâz Yolu ile Tüm Çağlara Seslenen Evrensel Hitabını, Dilin Estetik Yasaları Üzerinden Açıklamayı Amaçlayan Bir İnceleme
Musa Kâzım GÜLÇÜR
1 Cemaziyelevvel 1447
23 Ekim 2025 Perşembe
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيطَانِ الرَّجِيمِ
بِـسْـــــــــــــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
الٓمٓ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ
‘Elif, Lâm, Mîm. Bu, kendisinde hiçbir şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.’
(Bakara, 2/1-2)
يَا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَاءٌ لِمَا فِى الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ
‘Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, kalplerinizdeki (maddî ve manevî hastalıklar) için bir şifa, inananlara bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.’
(Yunus, 10/57)
اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يَهْدٖى لِلَّتٖى هِىَ اَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِنٖينَ الَّذٖينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا كَبٖيرًا
‘Gerçekte bu Kur’ân, en doğru yola iletir. Salih amel yapan müminlere, kendileri için büyük bir mükafat olduğunu müjdeler.’
(İsra, 17/9)
Yüce Nebi (sas), Hz. Ali (ra) rivayeti ile şöyle buyuruyor:
‘Kur’ân’da, sizden öncekilerin ve sonrakilerin haberi, aranızdaki meselelerin çözümü vardır. O, hak ile batılı birbirinden ayıran kesin hüküm olup, saçmalama değildir. Her kim, bir zalim sebebiyle onu terk ederse, Allah onu helak eder. Her kim, ondan başkasında hidayet ararsa, Allah onu sapıklıkta bırakır. O, Allah’ın sağlam ipidir. O, hikmetli hatırlatmalardır. O, Sırat-ı müstakimdir. Kur’ân, arzu ve isteklerin bozamadığı, dillerin eğip bükemediği, ilim adamlarının kendisine doyamadığı, tekrarlamakla eskimeyen, hayran bırakan yönleri tükenmeyen öyle bir kitaptır ki, cinlerden bir gurup onu dinleyince şöyle demek mecburiyetinde kalmışlardır: ‘Biz, olağanüstü güzellikte bir Kur’an dinledik. Doğruyu eğriden ayırt etme bilincine ulaştıran bir Kur’ân. Ve böylece ona iman ettik.’ (Cin, 72/1-2) Ona dayanarak konuşan, doğru söyler. Onunla amel eden, sevap kazanır. Onunla hükmeden adil olur. Ona davet eden doğru yola iletilir.’
(Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’ân, 14 (2906); Dârimî, Fedailü’l-Kur’ân, 23 (3375); İbnu Ebi Şeybe, Musannef, 10/481 (30507)
Önsöz

Bu çalışma, Kur’ân-ı Kerîm’in dil yapısını kapsamlı bir şekilde incelemek amacıyla, inşâAllâh üç kısımda yayınlanacaktır.
Birinci kısım, konunun tanıtımı, belâgat ile ilgili temel kavramlar, araştırma yöntemi, literatür taraması, kapsam / sınırlılıklar ve tarihsel-teorik çerçeveyi kapsamaktadır.
İkinci kısımda, Kur’ân-ı Kerîm’in genel yapısı, dil-üslup özellikleri ve hitap biçimleri incelenecek, örnek ayet ve sure analizleri yapılacaktır.
Üçüncü kısımda ise, bulguların özeti, öneriler, kişisel değerlendirme, terimler sözlüğü ve referanslarla konuyu tamamlayacağız.
Bu bölümleme, okuyucunun metni daha kolay takip etmesini ve her kısmın bağımsız bir değer taşımasını amaçlamaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’in zengin dil yapısını, hem akademik hem manevî bir derinlikle sunabilmek için, çalışmamızı üç kısımda ele almayı tercih ettim.
Kur’ân-ı Kerîm, dil estetiğinin en yüksek biçimde tecellî ettiği ilahî hitaptır. Kelimelerinde ve cümlelerinde, anlam ile ses, form ile mana, beyan ile hikmet arasında mükemmel bir denge vardır. Bu denge, belâgatin zarafeti ve iʿcâzın beşer üstü düzeni ile birleşir. Bütün insanlığa yön veren evrensel hitabı oluşturur.
Kur’ân’ın dili, her çağda insana ulaşabilen, akla, kalbe ve ruha aynı anda temas eden mucize bir kelâmdır. Bu çalışmada, Kur’ân’ın eşsiz dil yapısı, belâgati, iʿcâzı ve evrensel hitabı, dilin estetik yasaları üzerinden görülmeye çalışılacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’in hitabındaki mucizevî yön, inşâAllâh ikinci kısımda, yine somut örneklerle incelenmeye devam edilecektir.
İçindekiler
1.2. Kur’ân’ın Dil Yapısının İncelenmesinin Nedenleri
1.3. Dilsel Analizin İslâmî İlimler Açısından Değeri
2.4. Belâgat ile Klasik Retorik Arasındaki Farklar
2.5.1. Sözün Duruma Uygunluğu (Muktezây-ı Hâle Mutâbakat)
2.5.3. Sözün Açıklığı ve Kapalılığı
2.5.4. Cümlenin Kısalığı veya Uzunluğu (Îcâz ve İtnâb)
2.6. BEYÂN (Açıklama ve İfade Sanatı)
2.6.1.1. Teşbih-i Beliğ (Edatsız Benzetme)
2.6.1.2. Teşbih-i Mufassal (Ayrıntılı / Tam benzetme)
2.6.1.3. Teşbih-i Mücmel (Kısaltılmış Benzetme)
2.6.2.1. İstiâre-i Mekniyye (Kapalı Metafor)
2.6.2.2. İstiâre-i Asliyye (Açık Metafor)
2.6.2.2.1. İstiâre-i Musarraha-i Mutlaka (Mutlak Açık İstiâre)
2.6.2.2.2. İstiâre-i Musarraha-i Mücerrede (Mücerred Açık İstiâre)
2.6.2.2.3. İstiâre-i Musarraha-i Müreşşaha (Müreşşah Açık İstiâre)
2.7. BEDÎʿ (Sözü Güzelleştirme Sanatı)
2.7.1. Bedîʿ-i Lafzî (Sözel Güzellik)
2.7.2. Bedîʿ-i Manevî (Anlamsal Güzellik)
4.4. Literatürdeki Boşluklar ve Gelecek Araştırmalar
5. Çalışmanın Kapsamı ve Sınırlılıkları
5.2. Çalışmanın Sınırlılıkları
The Linguistic Structure of the Holy Quran: Eloquence (Balāgha), Inimitability (I‘jāz), and the Universal Art of Persuasion

The linguistic structure of the Qur’an represents one of its most profound miraculous qualities (i’jaz), shaped by the Islamic discipline of balagha, which encompasses ma’ani (semantics), bayan (expressive arts), and badi’ (aesthetic embellishment). This study systematically examines the Qur’an’s linguistic elements, including linguistic superiority, persuasive techniques, and structural coherence, to elucidate its timeless message and universal appeal.
Drawing on classical Islamic scholarship and modern interdisciplinary approaches, the analysis highlights how the Qur’an employs ethos (divine authority), pathos (emotional impact), and logos (logical argumentation) to transform its audience intellectually, emotionally, and spiritually.
The introduction highlights the significance of Qur’anic linguistics in both religious and academic contexts, underscoring its role as a literary and communicative masterpiece. It outlines the study’s objectives: to reveal the Qur’an’s miraculous nature through rhetorical analysis, bridge traditional exegesis with contemporary disciplines, and apply its principles to modern fields such as media and education.
Key reasons for this examination include understanding the Qur’an’s linguistic excellence, its challenge to human imitation (Baqara, 2/23-24), and its structural integrity, which fosters active reader engagement and spiritual depth.
The Definitions and Concepts section delineates rhetoric as the art of effective persuasion, contrasting classical Western traditions (Aristotle’s Rhetoric) with Islamic balagha. Balagha’s branches—ma’ani (contextual semantics), bayan (metaphors and similes), and badi’ (verbal and semantic embellishments)—are explored with Qur’anic examples, highlighting the differences in focus: human-centered in the West versus divine revelation in Islam.
The research methodology integrates textual analysis, linguistic approaches, and comparative literature. Textual methods dissect Surah structures (e.g., parallelism in Surah al-Kari’a); linguistic tools analyze phonetics, semantics, and syntax (e.g., repetition in Surah ar-Rahman); and comparative studies juxtapose the Qur’an with other sacred texts (Torah, Bible).
The literature review encompasses classical works (e.g., Jurjani’s Dala’il al-I’jaz) and modern studies (e.g., Mir’s Coherence in the Qur’an, Neuwirth’s The Qur’an and Late Antiquity), highlighting gaps in digital linguistics and the need for interdisciplinary comparisons. The scope limits the analysis to representative surahs (e.g., Ikhlas, Rahman, Yusuf), while acknowledging constraints such as translation losses and subjectivity.
The historical and theoretical framework traces rhetoric from Greco-Roman origins to Islamic balagha, positioning the Qur’an as its pinnacle. Linguistic elements are classified, with examples from the surahs demonstrating persuasive strategies.
Comparative analyses with other scriptures (e.g., Tawhid in Surah Ikhlas, Shema in Deuteronomy) reveal the unique rhythmic and concise style of the Noble Qur’an. The influence of hadiths is illustrated through ethical exhortations mirroring Qur’anic rhetoric.
Translation challenges discuss how elements like seciʿ and polysemy (e.g., Samed in Ikhlas) lose impact in other languages, proposing strategies like multimedia aids.
The conclusion summarizes the findings: the Qur’an’s thematic (Tawhid, afterlife, ethics), linguistic (nazm, seciʿ), and aesthetic superiority (similes, dialogue). Recommendations advocate for the use of digital linguistics and AI in future research to enhance the analysis of rhythmic patterns and emotional effects.
Personal evaluation reflects the Qur’an’s spiritual (contemplation, submission) and intellectual (critical thinking, interdisciplinary insight) contributions, affirming its transformative power in contemporary contexts.
A glossary of rhetorical terms (e.g., iʿjaz, istiare, pathos) concludes the study, serving as a reference for understanding the Qur’an’s linguistic mastery. This study enriches traditional interpretations and positions the Qur’an as a global model of sublime rhetoric, bridging cultures and eras.
Kasîde-i Kelâm-ı Mecîd
1.
Kelâm-ı Hüdâ’sın, beyânın selîs,
Nûr-i Rahmânîsin, hikmetin azîm.
2.
Ne lafzında noksan, ne manada sîs,
Sözlerin pür hikmet, niyâz-ı tamîm.
3.
Belâgat serâsın, refîku celîs,
Mekârimle dolmuş, lisân-ı selîm.
4.
Bedîʿinle zîbâ, meâʿnîde kîs,
Fesâhatin sildi, üdebâ-i nîm.
5.
Hitâbında ışık, âyâtın ferîs,
İʿcâz-ı Kur’ân’dır, ol nazm-ı hakîm.
6.
Ne hayal ne mecâz, ne şiʿru keyyis,
Âfâka ulaşır, kelâm-ı kerîm.
7.
Tahaddî nidâsın, reybîler müflîs,
İman etmezlerse, azâb-ı elîm.
8.
Cinâsıyla seciʿ, sadâsı enîs,
Tecânüsle ahenk, kelâm-ı Halîm.
9.
Her âyetin kevser, nûrefşân âkis,
Her harfin mübârek, Rahmân’dır kelîm.
10.
Okundukça kalpte, kelâmın hâris,
Şifâdır sudûra, nidâyı Hamîm.
11.
Ey Kelâm-ı Mecîd, ey Şems-i cin ins,
Sana pek muhtacız, lâ raybe faḫîm.
Lâlegül
1. Giriş

1.1. Konunun Önemi ve Amacı
Kur’ân-ı Kerîm’in dilsel yapısının incelenmesi, hem dini hem de akademik bağlamlarda büyük bir öneme sahiptir. Kur’ân-ı Kerîm, temel inanç metnimiz olmakla birlikte, aynı zamanda ulaşılamaz zirvedeki bir edebiyat şaheseridir. Dilsel analiz, kutsal metnimizin yapısal ve ikna edici unsurlarını açığa çıkararak, onun mûcizevî niteliğini (iʿcâz) daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.
Bu çalışmanın amacı, Kur’ân’ın dilsel yapısını inceleyerek, onun zamanlar üstü mesajını çağdaş bağlamlara uyarlamaktır. Ayrıca bu inceleme, manevî derinlik ve entelektüel zenginlik sunarak, okuyucuyu metne daha aşina kılmaya çalışacaktır.
Bu inceleme, Kur’ân’ın vahiy sürecinde nasıl etkili bir iletişim aracı olarak kullanıldığını, hitap biçimlerini, teşbihler ve argümantasyon teknikleriyle muhataplarını nasıl ikna ettiğini, duygusal etki yarattığını ve kalıcılaştığını göstermeye çalışacaktır.
Kur’ân-ı Kerim, dilsel üstünlüğü (belâgat), mûcizevî niteliği (iʿcâz) ve ikna gücüyle, muhataplarını aklen, kalben ve ruhen pozitif anlamda dönüştürme kapasitesine sahip yegane kutsal metnimizdir.
Bu çalışma, Kur’ân’ın dilsel unsurlarını sistematik bir şekilde ele alarak, onun evrensel mesajını, modern okuyuculara daha erişilebilir kılmayı, analizler ile de metnin derin anlam katmanlarını ortaya koyarak, hem geleneksel yorumları zenginleştirmeyi hem de çağdaş disiplinlerle köprü kurmayı amaçlamaktadır.
Konunun önemi, hem dini hem de akademik bağlamlarda yatmaktadır. Kur’ân, sadece dini ve kutsal bir metin değil, iletişim, edebiyat ve felsefe disiplinlerine ilham veren yüksek ve eşsiz bir modeldir.
1.2. Kur’ân’ın Dilsel Yapısının İncelenmesinin Nedenleri
Kur’ân’ın dilsel yapısını analiz, öncelikle onun hitap üstünlüğünü (belâgat) ve mûcizevî yönünü (iʿcâzü’l-Kur’ân) anlamak için zorunludur. Klasik İslâm âlimleri, Kur’ân’ın en mükemmel metin oluşunu bilimsel temellere oturtabilmek için, dilsel çalışmalar geliştirmişlerdir. Kur’ân’ın ritim, kafiye ve tekrar gibi unsurları, muhatapları üzerinde derin etkiler bırakmıştır.
Bu araştırma, Kur’ân’ın neden ‘insan sözü olamayacağı’ meydan okumasını (Bakara Suresi, 2/23-24) açıklamaya ve iʿcâz kavramını somutlaştırmaya çalışmaktadır. Bu dilsel analiz, Kur’ân’a hem kutsal bir metin hem de bir iletişim modeli olarak bakmakta, bu ise davet, eğitim ve medya gibi alanlarda, pratik uygulamalar imkanı meydana getirmektedir.
Bu çalışma, Kur’ân’ın yapısal bütünlüğüne (coherence) ve anlatı akışına (thematic flow) bir izah getirme çabasıdır. Dilsel analiz ile, surelerin simetrik yapısını daha iyi görebilmek mümkündür. Bu yaklaşım, Kur’ân’ın hitap sırlarını analiz ederek, okuyucunun metne daha aktif katılımını sağlamayı hedeflemektedir.
1.3. Dilsel Analizin İslâmî İlimler Açısından Değeri
İslâmî ilimler bağlamında linguistik analiz, tefsir (Kur’ân yorumu), belâgat (güzel söz söyleme sanatı) ve usul-ü fıkıh (hukuk metodolojisi) gibi disiplinleri doğrudan güçlendirir.
Klasik dönemde âlimlerimiz, Kur’ân’ın dilsel unsurlarını (istiare, kinâye, teşbih, vd.) inceleyerek, ‘iʿcâz’ teorisini geliştirmişlerdir. Bu analiz, ayetlerin literal ve teşbihlere dayalı anlamlarını ayırt etmede kritik rol oynayabilecektir. Örneğin, hukukî hükümlerin (ahkâm) yorumunda dilsel bakış açısı, metnin amacını (makâsıd) anlamaya yardımcı olacaktır.
Dilsel analiz, metnin gramer, fonetik ve semantik katmanlarını birleştirerek, daha kapsamlı bir anlayış sağlar. Kur’ân’ın dilsel yapısı, belâgat ilminin doğuşunu tetiklemiş, onun bir bilim dalı haline gelmesine vesile olmuştur. Bu inceleme, Kur’ân’ın dilsel unsurlarını (tekrar, ironi, alegori, teşbih, vd.) tahlil edecektir.
Batı retorik geleneğindeki Aristoteles’in ‘ethos-pathos-logos’ üçlüsü ile yapılan karşılaştırmalarda, Kur’ân ‘yüce retorik’ (sublime rhetoric) olarak nitelendirilerek, ritim ve hitap gücünün benzersizliği belirtilecektir.
Kur’ân, kısaca da olsa diğer kutsal metinlerle (Tevrat, İncil) karşılaştırılacak ve Kur’ân metninin evrensel estetiği gösterilecektir. Dilsel unsurların incelenmesi, çeviri sorunlarını aydınlatmaya yardımcı olacak ve kültürel etkileşimleri artıracaktır.
2. Tanımlar ve Kavramlar
Bu bölümde, retorik ve belâgat kavramlarını temel hatlarıyla tanımlayacak, klasik retorik yaklaşımlarını inceleyecek, bunları İslâmî bağlamdaki belâgat ilmi ile karşılaştıracağız. Daha önce, ‘Hz. Nuh (as): Çağrıdan Tufana II – Kutsal Metinler, Arkeolojik Veriler ve Ahlâkî Mesajlar Işığında’ başlıklı yazımızda, ‘retorik’ ve ‘belâgat’ kavramları arasında kısmî farklılıklar bulunduğunu kabul ettiğimizi belirtmiştik.
Bu yazıda, ‘retorik’ ve ‘belâgat’ kavramları ile ilgili yapacağımız karşılaştırma, Kur’ân’ın dilsel yapısını anlamak için gerekli teorik temeli sağlayarak, hem evrensel hem de özgün yönlerini aydınlatmayı amaçlayacaktır.
2.1. Retorik
Retorik, Yunanca ‘rhetorike techne’ (konuşma sanatı) kökünden gelen bir terim olup, genel olarak ‘etkili söz söyleme, yazma’ veya ‘iletişim kurma sanatı’ olarak tanımlanır. Retorik, köklü bir disiplin olup, dilin gücünü kullanarak dinleyici veya okuyucuyu etkileme, ikna etme ve harekete geçirme, bir mesajı muhataba en ikna edici şekilde iletme amacını taşır. Bu süreçte dil, üslup, argümantasyon ve duygusal unsurlar bir araya getirilir.
Retorik, üç ana bileşenden oluşur:
1) Konuşmacı (veya yazar), 2) Mesaj ve 3) Dinleyici (veya okuyucu).
Bu üçgen içinde, retorik unsurlar (istiareler, tekrarlar, sorular) kullanılarak, mantıksal (logos), duygusal (pathos) ve güvenilirlik (ethos) teknikleri ile muhatapta ikna sağlanır.
Tarihsel olarak retorik, antik dönemden günümüze kadar evrilmiş olup, siyaset, hukuk, eğitim ve edebiyat gibi alanlarda uygulanmış, modern dönemde ise reklamlarda, medyada ve dijital iletişimde rol oynamaya devam etmektedir.
Retorik, sadece teknik bir araç değil, aynı zamanda kültürel bir olgudur. Farklı toplumlarda, ikna yöntemleri ve dil kullanımı değişiklik göstermektedir.
2.2. Klasik Retorik
Klasik retorik, Antik Yunan ve Roma’da şekillenmiş olup, düşünce tarihinin en önemli filozoflarından Aristoteles (ö. MÖ. 322) ve Romalı devlet adamı Cicero (ö. MÖ. 43) gibi düşünürler tarafından sistematize edilmiştir.
Aristoteles’in ‘Retorik’ (Rhetorica) adlı eseri, retorik teorisinin temel taşını oluşturur. Ona göre retorik, ‘herhangi bir konuda ikna araçlarını keşfetme yeteneğidir.’
Bu süreçte üç temel ikna modu vurgulanır:
1) Ethos (konuşmacının güvenilirliği ve karakteri), 2) Pathos (dinleyicinin duygularını uyandırma) ve 3) Logos (mantıksal argümanlar ve deliller).
Aristoteles, retorik türlerini de sınıflandırır:
1) Yargısal (forensic, geçmiş olaylar), 2) Danışma (deliberative, gelecek kararlar) ve 3) Gösteriş (epideictic, övgü veya yergi).
Bu yaklaşım, retoriği pratik bir sanat olarak görür. Örneğin, bir konuşmada deliller sunularak (logos) ve duygusal çağrılar yapılarak (pathos) ikna sağlanır.
Cicero ise, Roma döneminde retoriği daha uygulamalı hale getirmiş, ‘De Oratore’ ve ‘De Inventione’ gibi eserlerinde şu beş kanonu (aşamayı) tanımlamıştır:
1) Inventio (fikirleri bulma), 2) Dispositio (düzenleme), 3) Elocutio (üslup ve dil kullanımı), 4) Memoria (ezberleme) ve 5) Pronuntiatio (sunum ve jestler).
Cicero, retoriği ‘iyi bir adamın, güzel konuşması’ olarak idealize eder, ethos’u vurgular ve retoriğin erdemle bağlantılı olduğunu savunur.
Klasik retorik, insan merkezli bir yaklaşımdır. Konuşmacı, dile hakimiyeti ile muhatabını ikna eder. Amaç, genellikle politik veya hukuki zaferdir. Bu gelenek, Ortaçağ ve Rönesans’ta etkisini sürdürmüş, Batı edebiyatı ve hitabetine temel oluşturmuştur.
2.3. Belâgat

‘Belâgat’, ‘güzel ve etkili konuşma / yazma sanatı’ anlamına gelir. Sözün, dinleyicinin veya okuyucunun üzerinde, en yüksek etkiyi bırakacak şekilde, doğru, akıcı ve estetik biçimde ifade edilmesi sanatıdır. Belâgat, dilin gücünün kullanılarak, anlamın en iyi şekilde aktarılmasını, dinleyicinin ikna edilmesini veya duygusal olarak etkilenmesini hedefler.
İslâmî belâgat, İslâm dininin kutsal metinleri (özellikle Kur’ân-ı Kerim) ve İslâm kültürü çerçevesinde şekillenmiş bir sanat dalıdır. İslâmî belâgat, Kur’ân’ın eşsiz dil ve üslup özelliklerini anlamak, açıklamak ve bu özellikleri rehber edinerek etkili iletişim kurmak için geliştirilmiştir. Kur’ân’ın iʿcâz niteliğini anlamak, kullandığı dili çözümlemek, onun rehberliğinde hitabet ve yazım sanatının geliştirilmesi için sistematize edilmiş bir disiplindir.
Kur’ân, Arapça’nın en yüksek edebi standartlarına sahip olduğu ve yüksek üslubu insanlar tarafından asla taklit edilemeyeceği için, belâgat (iʿcâz) çalışmalarının çok önemli bir merkezini oluşturmuştur.
Erken cahiliye dönemi Arap şiiri ve hitabeti, belâgatin başlangıç noktasıydı. Ancak Kur’ân’ın nüzulü ile, kullanmış olduğu yüksek üsluba hayran kalan çağın edipleri, Kur’ân’ın bu erişilmez edebi üstünlüğünü, belâgat disiplini altında anlamaya çalışmışlardır.
Klasik dönemde, bilhassa 8’inci ve 9’uncu yüzyıllarda, İslâmî belâgat önemli ölçüde sistemleşmiştir. Abdülkâhir el-Cürcânî (v. 471/1078) gibi alimler, belâgatin teorik temellerini geliştirmiş, onun Delâilü’l-İʿcâz ve Esrâru’l-Belâğa adlı eserleri, İslâmî belâgatin temel taşları haline gelmiştir.
Ayrıca, belâgat ve dilbilim alanında çığır açan ve Miftâhu’l-Ulûm adlı eseri ile haklı bir şöhrete kavuşmuş alimlerimizden Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî’yi de (v. 626/1229) burada anmamız gerekir.
2.4. Belâgat ile Klasik Retorik Arasındaki Farklar
Belâgat, güzel ve etkili söz söyleme sanatı olup, meânî (anlam bilimi), beyân (açıklama ve ifade sanatı) ve bedîʿ (sözü güzelleştirme sanatı) olmak üzere üç ana dala ayrılmıştır. İslâmî belâgat, meʿânî, beyân ve bedîʿ dallarıyla, anlam, estetik ve ikna üçlüsünü bir araya getirmiş, Kur’ân-ı Kerîm, bu ilmin kaynağı olmuştur.
Ayet-i kerimelerdeki istiare (kelimenin benzetme ilgisiyle kullanılması), teşbih (benzetme), tekrar (tekrar-ı lafzî) ve ritim (secîʿ) gibi unsurlar, belâgati somutlaştırır. İslâmî belâgat, vahiy merkezlidir. Metin, ilahi kaynaklıdır. Bu yüzden ikna gücü, insan becerisini aşkın ve mûcizevîdir. Kur’ân’ın bir benzerinin meydana getirilemeyeceği yönündeki meydan okuması (Bakara, 2/23-24), onun taklit edilemez üstünlüğünü açık bir şekilde vurgular.
Bu iki terim bazen eş anlamlı gibi gösterilse de, geleneksel bağlamları ve gelişim amaçları itibarıyla ciddi farklılıklar barındırmaktadırlar. Klasik retorik ile İslâmî belâgat arasındaki farklar, birkaç ana noktada özetlenebilir:
1. İlk olarak, amaç farklıdır. Klasik retorikte ana amaç, dinleyiciyi bir konuda ikna etmek, bir argümanı savunmak veya çürütmek, bilhassa dünyevi siyaset ve hukuk gibi alanlarda muhatabı iknadır.
İslâmî belâgat ise, ilahi vahye dayanır. Amaç, sözün açık, anlaşılır, etkili ve durumun gereğine en uygun biçimde söylenmesini sağlamaktır. Nihai amaç, Kur’an’ın edebi ve dilsel üstünlüğünü (iʿcâz) anlamaya çalışmaktır.
2. İkincisi, klasik retorikte kaynak, metin ve bağlam, antik Yunan ve Roma’daki siyasî, hukukî ve felsefî tartışma ortamları, diyaloglar ve münazaralardır.
Belâgatte ise ilham kaynağı ve uygulama alanı, doğrudan Kur’an-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerdir.
3. Üçüncüsü, retoriğin odak noktası argümantasyon, ikna stratejileri (ethos, pathos, logos) ve hitabet sanatıdır.
Belâgatin odak noktası ise, kutsal metnimizin sanatsal yönlerini, dilsel inceliklerini, fesâhatini (sözün doğruluğu ve açıklığı) ve nazmını (kelimelerin, ayetlerin, konuların ve surelerin birbirleri arasındaki muhteşem uyumu) gösterebilmektir.
4. Dördüncüsü, klasik retoriğin alt dalları, genellikle konuşmanın yapısı, kanıt türleri ve sunum üzerine odaklanmaktadır.
Belâgatin alt dalları ise, Meʿânî (sözün muktezây-ı hale uygunluğu), Beyân (edebî sanatlar, teşbihler) ve Bedîʿdir (sözü süsleme sanatları).
5. Beşincisi ve en önemlisi, retoriğin doğruya ulaşmayı hedeflemeden iknaya yönelmesi, rahatlıkla araçsal bir hale dönüşmesidir.
Belâgat ise, estetik ve dilbilimsel mükemmelliğin yanı sıra, ahlâkî ve dinî gayelere hizmet eder. Dilin hassasiyeti ve anlamın derinliği yoluyla, hakikati ortaya koymayı hedefler. İslâmî belâgat, doğrudan tevhid (Yüce Allâh’ın varlığı ve birliği) ve vahiy vurgusuyla şekillenmiştir.
Ancak ortak noktalar da vardır. Örneğin, her ikisinde de teşbih ve argümantasyon gibi unsurlar bulunur. Klasik araçlar (ethos-pathos-logos), İslâmî unsurlarla (belâgat / iʿcâz) birleştirilerek, metnin derinliği artırılabilmektedir.
Bu tanımlamalar ve kavramlar, retoriği bir hitabet sanatı, belâgati ise Kur’ân’a özgü bir mucize olarak konumlandırmaktadır. Bu çerçeve, sonraki bölümlerde, Kur’ân’ın spesifik dilsel unsurlarını incelememize zemin hazırlayacaktır.
Şimdi, kısaca İslâmî belâgatin üç ana dalına temas etmeye çalışacağız.
2.5. MEʿÂNÎ (Anlam Bilimi)
‘Meʿânî’, Arapça’da ‘anlamlar’ demektir ve belâgatin ana dallarından biri olarak, sözün anlamını, bağlama, amaca ve hitap edilen kitleye uygun bir şekilde düzenleme sanatını ifade etmektedir. Bu ilim, bir cümlenin veya ifadenin nasıl yapılandırıldığının, hangi üslubun seçildiğinin ve bu seçimlerin anlam üzerindeki etkilerinin analizini yapmaktadır.
Meʿânî, hitabın kime yöneldiğini (birey, topluluk, genel insanlık) ve bu hitabın nasıl bir etki yaratmayı amaçladığını inceler. Örneğin, Kur’ân’da, ‘Ey iman edenler!’ hitabı, müminlere özel bir sorumluluk yüklerken, ‘Ey insanlar!’ hitabı tüm insanlığa seslenmektedir.
Meʿânî, iʿcâz, îcâz, hitap çeşitliliği, cümlenin türü ve bağlama uygunluk gibi ilkeleri ile, hem Kur’ân tefsirinde hem de pratik iletişimde önemli bir rol oynamıştır. Meʿânî, sözün yalnızca doğru olmasını değil, aynı zamanda dinleyici veya okuyucu üzerinde istenen etkiyi bırakmasını hedefler.
Meʿânî, şu temel soruları yanıtlamaya çalışmaktadır:
1) Söz, hitap edilen duruma uygun mu?
2) Cümlenin yapısı, amacı en iyi şekilde ifade ediyor mu?
3) Dinleyicilerin ya da okuyucuların, zihinsel ve duygusal durumları dikkate alınmış mı?
Meʿânî, bağlamına ve amacına göre sözün nasıl şekillendirileceğini anlamak için, bir dizi ilkeye dayanmaktadır. Bu ilkeler, özellikle Kur’ân’ın yüksek üslubunu çözümleyebilmek için geliştirilmiştir.
Meʿânî’nin söz konusu temel ilkeleri şu şekildedir:
2.5.1. Sözün Duruma Uygunluğu (Muktezây-ı Hâle Mutâbakat)
Söz, konuşulduğu bağlama ve dinleyicinin durumuna uygun olmalıdır. Örneğin, bir topluluğu teselli etmek için kullanılan dil ile, uyarı mesajı için kullanılan dil farklı olmalıdır.
‘Sözün duruma uygunluğu’ veya ‘muktezây-ı hâle mutâbakat’ (مطابقة الكلام لمقتضى الحال), sözün söylendiği bağlamın gerekliliklerine, muhatabın durumuna, zaman, mekân ve amaca uygun şekilde ifade edilmesi anlamına gelir. Bu prensip, belâgatin temel unsurlarından biridir ve sözün etkili, ikna edici ve israf içermeden (fazla veya eksik olmadan) iletilmesini sağlar. Muktezây-ı hâl, muhatabın statüsü, konuşmanın amacı ve konunun niteliği gibi faktörlerce belirlenir. Kur’ân-ı Kerîm, bu prensibi en üst düzeyde sergiler. Çünkü her ayet, indirildiği durum (nüzul sebebi), muhatapların psikolojisi ve mesajın hedefi ile mükemmel uyum sağlar. Bu, Kur’ân’ın açık iʿcâzı, mucizevi üstünlüğüdür.
A. Muhatabın Durumuna Göre Ton ve Üslup Ayarı (Müminler, Kâfirler ve Münafıklar İçin Farklı Yaklaşımlar)
Kur’ân, farklı gruplara hitap ederken üslubu değiştirir. Bu, muhatabın psikolojisine ve inanç durumuna mutâbakatı sağlar. Bakara Suresi’nin başında (2/1-20) üç grup tasvir edilir:
1. Müminler için yumuşak ve teşvik edici üslup kullanılır:
‘Elif-lâm-mîm. Bu, kendisinde hiçbir şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.’ (Bakara, 2/1-2).
Burada, Kur’ân’ın müttakîler (Yüce Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, takva sahipleri) için rehber olduğu olumlu, motive edici bir şekilde beyan edilir. Dolayısı ile ayet, müminlerin imanını pekiştirmek ve onları övmek için uygundur ve sakin bir tondadır.
2. Kâfirler için sert ve doğrudan üslup söz konusudur:
‘Hiç kuşkusuz, kafirleri uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler.’ (Bakara, 2/6).
Ayette, kâfirlerin inatçılıkları ve umursamazlıkları sert bir şekilde vurgulanarak belirtilmektedir. Durum / hal, onların inkarlarını kınamak ve müminleri uyarmak için uygundur. Tehdit edici ton, durumun ciddiyetine mutâbıktır.
3. Münafıklar için dolaylı ve uyarıcı üslup vardır:
‘İnsanlardan öyleleri vardır ki, inanmadıkları halde, ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’ derler.’ (Bakara, 2/8).
Ayette, münafıkların ikiyüzlülüğü, doğrudan suçlama yerine, davranışlarının tasviriyle anlatılır. Durum / hal, onların gizli niyetlerini ifşa etmek için uygundur. Açık ama ince bir eleştiri vardır. Çünkü doğrudan sertlik, bu tür insanların daha da uzaklaşmalarına sebep olabilecektir.
Bu örnekler, aynı surede bile, sözün muhatap gruplarına göre uyarlanmasını göstermektedir. Belâgat açısından, aşırı yumuşaklık veya sertlikten kaçınılarak denge sağlanmıştır.
B. Teselli ve Moral Verme Durumunda Kısa ve Ritmik Üslup
Hz. Peygamber (sas), vahiy kesintisi yaşadığında üzüntü duymuş, indirilen Duha Suresi (Duha, 93/1-5), ona teselli amacıyla kısa ve ritmik bir yapıda gelmiştir. Durum, Hz. Peygamber’in (sas) yalnızlık hissi ve üzüntü halidir (vahiy kesintisi). Sözün muktezâsı, kısa, tekrarlı ve olumlu ifadeler (yeminle başlama, geleceğe dair vaatler) ile hızlı bir teselli sağlamaktır. Uzun bir anlatım yerine, ritim ve kısalık, duygusal durumu yatıştırmak için idealdir.
Bu sure, belâgatte ‘îcâz’ (az sözle çok bilgi vermek ve sözü kusursuz bir şekilde kısaltmak) ile mutâbakatı örneklendirmektedir.
C. Uyarı ve Tehdit Durumunda Canlı ve Etkileyici Tasvirler
Kâfirlerin azabını anlatırken, Kur’ân canlı imgeler kullanır. Böylece durumun ciddiyeti nazarlara verilir.
‘Rablerini inkâr edenler için Cehennem azabı vardır. O, ne kötü varılacak yerdir. Oraya atıldıklarında, Cehennem’in kaynarken çıkardığı korkunç uğultuyu işitirler. Cehennem, öfkesinden neredeyse çatlayacaktır. Her topluluk oraya atıldığında, Cehennem bekçileri onlara sorar: ‘Size hiç uyarıcı gelmedi mi?’ (Mülk, 67/6-8)
Durum, inkar edenleri uyarmak ve Cehennem’in dehşetini vurgulamaktır. Ayetteki ses efektleri (şehîk/hırıltı, tefûr/kaynama) ve kişileştirme (Cehennem’in öfkeden parçalanması) gibi unsurlar, korku ve pişmanlık uyandırmak için uygundur. Bu, sözün muktezasıdır. Bu tasvirler, soyut bir tehdit yerine, somut imgelerle tehditin boyutlarını duruma mutâbık hale getirmiştir. Ayrıca, aşırı abartıdan (mübalağa) da kaçınılarak gerçekçi kalınmıştır.
D. Hitap Şekillerinde Duruma Uygun Değişim (İltifat)
Hz. Peygamber’e (sas) hitap ederken, durumun gereğine göre, ‘Ey Nebi..’ veya ‘Ey Resul..’ tabirleri kullanılmıştır.
‘Ey Nebi, Allah’ın sana helal kıldığını niçin haram kılıyorsun?’ (Tahrîm, 66/1)
Bu ayetteki durum, Hz. Peygamber’e (sas) ‘Nebi’ sıfatını vurgulayarak nazik bir uyarı yapılmasıdır. Sertlik yerine saygı dolu bir ton, durumun hassasiyetine uygundur. Eğer, ‘Resul’ sıfatı kullanılsaydı, mesajın resmiyeti artardı ve kişisel bağlam azalırdı. Dolayısı ile ‘Nebi’ sıfatının vurgulanması, muktezây-ı hâle daha mutâbıktır.
‘Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan, O’nun mesajını tebliğ etmemiş olursun.’ (Maide, 5/67)
Bu ayette, ‘Ey Nebi..’ yerine ‘Ey Resul..’ denilmiştir. ‘Yâ eyyuhe’r-resûl..’ ifadesi, ayetin içeriğiyle uyumlu olarak, resmi, otoriter ve bağlayıcı bir ton taşımaktadır. Belâgatte, ‘sözün duruma uygunluğu’ (muktezây-ı hâle mutâbakat) prensibiyle doğrudan ilişkilidir. ‘Resul..’ kelimesi, Peygamberimiz’in (sas) Yüce Allah tarafından gönderilmiş elçi sıfatına işaret etmekte, onun risalet (mesajı iletme) görevinin evrensel sorumluluğunu vurgulamaktadır. Bu ayet, Hz. Peygamber’e (sas) vahyi eksiksiz ve korkusuzca tebliğ etme emrini vermekte, ‘Ey Resul..’ hitabı, mesajın ciddiyetini ve resmiyetini pekiştirmektedir.
Bu örnekler, Kur’ân’ın belagatindeki üstünlüğünü göstermektedir. Her ayet, indirildiği hâlin (durumun) tam gereğini karşılamaktadır, ne fazladır ne de eksiktir.
‘Muktezây-ı hâle mutâbakat’ ilkesi, Kur’ân’ın Mekkî ve Medenî surelerinde açık bir şekilde yer alır. Mekke döneminde inen ayetler, genellikle kısa, çarpıcı ve tebliğ odaklıyken, Medine döneminde inen ayetler, daha ayrıntılı ve hukuki meselelere yöneliktir. Bu, hitap edilen topluluğun ihtiyaçlarına göre değişimi gösteren bir üsluptur.
2.5.2. Cümlenin Türü ve Amacı
Meʿânî, cümlenin türünü (haber, emir, yasak, soru, yemin, vb.) ve bu türlerin anlam üzerindeki etkisini inceler.
Haber cümlesi, bilgi verir: ‘Allah, her şeyi çok iyi bilendir.’ (Bakara, 2/282)
Emir cümlesi, bir eylemi talep eder: ‘Namazı dosdoğru kılın.’ (Bakara, 2/43)
Soru cümlesi, düşündürme veya ikna amacı taşır: ‘Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ama ya ataları bir şey akıl edememiş ve doğru yolu bulamamışlarsa?’ (Bakara, 2/170)
2.5.3. Sözün Açıklığı ve Kapalılığı
Meʿânî, bir ifadenin açık (sarih) ya da kapalı (zımnî) olmasını analiz eder. Belâgatin meânî dalında ‘sözün açıklığı’, sözün net ve kolay anlaşılırlığı (fesâhat) anlamına gelir. Bu, kelime ve cümlelerin yapısının, dil bilgisi kurallarına uygun olmasını ve doğru kullanılmasını içerir. Aynı zamanda, sözdeki lafızların kusursuzluğunu vurgular.
‘Sözün kapalılığı’ (ya da üstünlüğü) ise, sözün anlatmak istediği manayı, en iyi ve en üstün şekilde ifade etmesidir. Mananın mükemmelliği ile doğrudan ilgilidir. Anlamın en iyi ve en üstün şekilde ifade edilmesidir. Aynı manayı farklı şekillerde ifade etmek mümkün olsa da, en etkili ve olgun olanının seçilmesidir.
Nur suresindeki, ‘ALLÂH (cc), göklerin ve yerin Nûrudur. O’nun nuru, içinde lamba bulunan bir kandile benzer. O lamba cam içindedir. Cam, sanki inciden bir yıldızdır’ (Nur, 24/35) metaforunda olduğu gibi, bazı durumlarda dolaylı (zımnî) ifadeler daha etkilidir.
2.5.4. Cümlenin Kısalığı veya Uzunluğu (Îcâz ve İtnâb)
Îcâz, meânî ilminde ‘bir maksat veya fikrin, en az sözle açıklanması’ demektir. Az sözle, çok anlam ifade etme sanatıdır. Kur’ân’ın kısa ve öz ifadeleri, meânî’nin en çok üzerinde durduğu özelliklerden biridir. Örneğin, ‘Akîmû’s-salât’ (Namazı dosdoğru kılın, Bakara, 2/43) ifadesi, kısa ama derin anlamlar taşır.
İtnâb, anlam yüklü uzunluğa dayalı şekilde, ayrıntılı ve geniş ifadelerle anlamın pekiştirilmesidir. Önemli olayların anlatımında, mev‘iza ve nasihatlerde, ıtnâb üslûbunun kullanılması makbul sayılmıştır.
Örneğin Kur’ân’daki kıssalar (Yusuf Suresi gibi), detaylı anlatımlarla hem öğretici hem daha etkileyicidir. Ayrıca, Kur’ân’da geçen ‘ayetlerin tasrîfi’ (En‘âm, 6/46, 65, 105; A‘râf 7/85; Ahkâf, 46/27) ifadesinin anlamı, bir konunun değişik üslûplarla ve ıtnâb yapılarak dile getirilmesidir.
2.5.5. Sözün Hitap Şekli
Bir sözün, dinleyicinin veya muhatabın durumuna, anlayışına ve sözün söylendiği ana uygun olarak düzenlenmesidir. Bu, sözün amacına ulaşmasını sağlamak için, dinleyiciye karşı, farklı hitap biçimleri seçilmesini içerir. Dinleyicinin bilme isteğine karşılık gelen soru sorması (istifham) veya bir olayın gerçekleşmesini umması (tereccî) gibi.
Şimdi, sözdeki hitap şekillerini, alt başlıklarla açmaya çalışalım.
2.5.5.1. İstifham
Hitabın daha etkili olması için, sözün soru biçiminde sunulması sanatıdır. Bu sanatın amacı, bir konuyu soru sorarak, dinleyicinin veya okuyucunun dikkatini çekmek, onları düşünmeye sevk etmek veya anlatımı güçlendirmektir. İstifham, gerçek bir cevap alma amacı taşımaktan ziyade, hitapta etki yaratmak için kullanılır.
Kur’ân’da yer alan istifham (soru sorma) sanatına en çarpıcı örneklerden biri Hucurât Suresi’ndeki şu ayettir:
‘Biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz!’ (Hucurât, 49/12)
Ayet-i kerime, gıybet edenleri bu kötü davranışları sebebiyle kınar. Gıybeti güzelleştirmeye çalışan bir algıyı kesin bir dille reddeder. Gıybetin tiksindirici bir davranış olduğu gerçeğini muhatabına onaylatır. Dolayısıyla bu ayet-i kerime, Kur’ân’ın insanlara soru sorarak, onların düşünce ve vicdanlarını harekete geçirmesine güzel bir örnektir.
İstifham (soru sorma) konusunu, şu alt başlıklar halinde görebiliriz:
1. Hakiki İstifham: Gerçek anlamda soru sorma, yani cevabı öğrenmek için sorulan sorular. Bu, Kur’ân’da muhatapları düşünmeye sevk etme amacı taşır.
2. Taaccübî İstifham: Hayret veya şaşkınlık ifade eden sorulardır. Bu tür sorular, genellikle muhatapların dikkatlerini çekmek veya bir durumu vurgulamak için kullanılır.
3. Tehekkümî İstifham: Alay, kınama veya azarlama amacı taşıyan sorulardır. Bu, muhatapları sorgulamak veya bir gerçeği vurgulamak için kullanılır.
4. İnkârî İstifham: Gerçekte bir soru sorulmuyormuş gibi görünen, ancak aslında bir durumu reddetmek, onaylamamak veya yadırgamak amacıyla kullanılan bir soru türüdür. Bu üslup, bir düşüncenin veya durumun yanlış olduğunu ima etmek için kullanılır.
5. İstihzâî İstifham: Soru sorma sanatının bir çeşididir. Alay etmek, küçümsemek veya iğnelemek amacıyla sorulan soruları ifade eder. Bu üslup, doğrudan bir cevap almaktan ziyade, bir durumu veya kişiyi küçümseyici bakış açısıyla sorgulamayı amaçlar.
Şimdi bu hususları kısaca açmaya çalışalım.
2.5.5.1.1. Hakîkî İstifham
Hakiki istifham, sorunun gerçek anlamda bilgi edinme, muhatabı düşünmeye sevk etme veya bir gerçeği açıklama amacı taşıdığı durumları ifade eder. Hakiki istifham, sorunun literal anlamda bir cevabı hedeflediği veya muhatabı bir gerçeği anlamaya yönlendirdiği durumdur. Hakiki istifhamın temel özellikleri şunlardır:
1. Bilgi Talebi veya Tefekküre Yönlendirme
Soru, ya doğrudan bir cevap almayı amaçlar ya da muhatabın zihninde bir farkındalık uyandırmak için kullanılır. Bu, Kur’ân’ın pedagojik üslubunun bir parçasıdır.
2. Doğrudan ve Samimi Üslup
Hakiki istifham, alay (istihzâ) veya hayret (taaccüb) gibi dolaylı anlamlar taşımaz. Sorunun amacı açıkça bilgi veya tefekkürdür.
3. Muhataplara Hitap
Soru, muhatabın durumuna uygun olarak, onun düşünce dünyasına hitap eder ve genellikle Kur’ân’ın evrensel mesajını destekler.
Hakiki istifham, Kur’ân’da sıkça kullanılır ve bu, belâgat açısından muhatabı etkileme gücünü artırır. Bu sorular, dinleyicinin veya okuyucunun zihnini harekete geçirerek, Allah’ın kudretini, hikmetini veya insanın sorumluluklarını düşünmesini sağlar.
Hakiki istifham, Allah’ın muhataplarıyla (insanlar, cinler veya peygamberler) doğrudan iletişim kurma biçimini yansıtır. Bu sorular, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde tefekkürü teşvik eder ve muhatabın kendi durumunu sorgulamasını sağlar. Bu, Kur’ân’ın eşsiz bir üslubudur.
‘De ki: ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ De ki: ‘Allah’tır.’ (Ra’d, 13/16)
Bu ayetteki soru, hakiki istifhamdır. Çünkü doğrudan, müşrik muhatapların inançlarını sorgulamalarını ve tefekküre yönelmelerini amaçlamaktadır. Soru, cevabını bizzat içinde taşısa da, muhatapların zihinlerinde bir uyanış yaratmak için yöneltilmiştir. Bu tür sorular, muhatapların inançlarındaki çelişkilerle yüzleşmelerini temin etmektedir. Yüce Allah’ın birliği (tevhid) vurgulanırken, müşriklerin batıl inançlarındaki mantıksızlık açığa çıkarılmaktadır.
‘Görmedin mi, Allah gökten su indirdi de onunla yeryüzünü yemyeşil yaptı?’ (Hac, 22/63)
Bu ayetteki soru da hakiki istifhamdır. Çünkü muhataplarını, Allah’ın yaratma kudretini gözlemlemeye ve tefekkür etmeye davet etmektedir. Soru, güçlü bir etki yaratmakta ve muhatapların çevrelerindeki doğal olaylara dikkatlerini çekmektedir. Bu tür sorular, Kur’ân’ın doğayı ve evreni bir âyet (delil) olarak görmeye yönlendiren pedagojik üslubunu yansıtmaktadır.
Hakiki istifham, muhataplarını düşünmeye sevk eder. Sorular, muhatapların pasif bir alıcı olmaktan çıkıp, Allah’ın mesajını anlamaya çalışmalarını sağlar. Soru formu, düz bir anlatıma kıyasla, daha etkili bir şekilde mesajı muhatapların zihinlerine yerleştirir.
Hakiki istifham, her seviyeden muhataba hitap eder. Hem cahil hem de âlim, sorunun ardındaki mesajı kendi kapasitesine göre algılar. Sorular, muhatapların öğrenme süreçlerine aktif katılımlarını sağlar ve Yüce Allah’ın birliğini, kudretini ve nimetlerini fark ettirir. Bu sorular, bilgi talebi olmayıp, muhatapların zihinlerinde bir dönüşüm yaratmak için vurgulanmaktadır.
2.5.5.1.2. Taaccübî İstifham
Taaccübî istifham, Kur’ân-ı Kerîm’de hayret, şaşkınlık veya bir durumu vurgulamak amacıyla kullanılan soru sorma sanatıdır. Taaccübî istifham, hakiki bir cevap beklemekten ziyade, muhatapların dikkatlerini çekmek, bir olayın veya durumun olağanüstülüğünü vurgulamak ya da muhatapları bir gerçeğin büyüklüğü karşısında hayrete düşürmek için kullanılır. Bu tür sorular, muhatapların zihinlerinde bir uyanış veya derin bir tefekkür uyandırır.
Taaccübî istifham, gerçekte bir cevap beklemez. Bunun yerine, muhatapların dikkatlerini çeker ve mesajı daha etkili bir şekilde iletir. Bu tür sorular, muhatapların duygularını harekete geçirir ve Yüce Allah’ın kudretini, azametini veya bir gerçeğin çarpıcılığını hissettirir. Sorular, muhatapların seviyesine uygun olarak, onların düşünce ve duygu dünyalarına hitap eder.
Taaccübî istifham, muhatapların hem akıllarını hem de duygularını harekete geçirir. Hayret uyandırarak, muhatapların Yüce Allah’ın kudretini ve mesajın ağırlığını hissetmelerini sağlar. Bu tür sorular, düz bir anlatıma kıyasla daha çarpıcıdır ve anında dikkatleri çeker.
Taaccübî istifham, Kur’ân’ın belâgatinde Yüce Allah’ın kudretini, yaratılışın mucizelerini ve inkârcıların tutarsızlıklarını vurgulamak için kullanılan güçlü bir araçtır. Bu tür sorular, Kur’ân’ın eşsiz üslubunun bir parçasıdır, muhatapları hem zihinsel hem de duygusal olarak etkiler.
‘Sizi yaratmak mı yoksa göğü yaratmak mı daha güçtür? Onu, Allah bina etti.’ (Nâziât, 79/27)
Bu ayet, muhatabı Allah’ın yaratma kudretinin büyüklüğü karşısında hayrete düşürmeyi ve tefekküre sevk etmeyi amaçlamaktadır. Soru, gerçek bir cevap beklemekten ziyade, muhatabın dikkatini evrenin yaratılışındaki muazzam düzene ve Allah’ın sınırsız kudretine çekmektedir. Bu tür sorular, muhatabın zihninde bir şaşkınlık uyandırarak, ilahi mesajı daha etkili bir şekilde iletir.
Soru, özellikle inkârcıları veya Allah’ın kudretini sorgulayanları, göklerin yaratılışındaki muazzam düzen ve büyüklük karşısında düşündürmek istemektedir. İnsan, kendi yaratılışını basit görebilir. Ancak göklerin yaratılması, insanların yaratılışlarına nazaran çok daha büyük bir kudret gerektirmektedir.
Ayet-i kerimedeki soru, bir cevap beklememektedir. Cevap, bizzat ayetin devamında verilmiştir: ‘Onu, Allah bina etti.’ Bu ifade, göklerin yaratılmasının Allah için kolay olduğunu ve O’nun kudretinin her şeyi kapsadığını göstermektedir.
Soru, muhatabın zihninde bir karşılaştırma yaparak (insanın yaratılması ile göklerin yaratılması) ilahi kudretin büyüklüğünü anlamasını temin ederken, kendi varoluşunu ve evrenin muhteşem düzenini düşünmeye yönlendirmiştir.
Soru, hem inkârcılara hem de müminlere hitap etmektedir. İnkârcılar için, Allah’ın kudretini inkâr etmenin akıl almazlığı vurgulanırken, müminler için, Allah’ın nimetlerine ve yaratma gücüne şükretme bilinci uyandırılmaktadır. Soru, ahireti inkâr edenlerin mantıksızlığına karşı bir hayret ifadesi olarak gelmiştir.
2.5.5.1.3. Tehekkümî İstifham
Tehekkümî istifham, kınama, azarlama veya muhatabın tutumunun tutarsızlığını vurgulama amacıyla kullanılan soru sorma sanatıdır. Tehekkümî istifham, gerçek bir cevap beklemekten ziyade, muhatabın yanlışlığını veya çelişkisini ortaya koymak ve ilahi mesajı vurgulamak için kullanılır. Bu sorular, genellikle inkârcıların, müşriklerin veya gaflete düşenlerin akıl almaz davranışlarına karşı bir kınama tonu taşır ve düşünmeye sevk eder. Tehekkümî sorular, muhatabı kendi hatalarıyla yüzleşmeye zorlar ve ilahi mesajın hakikatini hissettirir.
‘Allah’ı bırakıp da birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz?’ (Saffat, 37/86)
Bu ayet, Hz. İbrahim’in (as) müşriklere yönelttiği tehekkümî bir istifhamdır. Soru, müşriklerin Yüce Allah’a ibadet etmek yerine, cansız putlara tapmalarının ve uydurdukları yalanlara inanmalarının saçmalığına alaycı bir şekilde işaret etmektedir. Bu soru, muhatabı hem kınamakta hem de inançlarının temelsizliğini ortaya koymaktadır. Sorudaki belâgat gücü, müşriklerin mantıksızlığını vurgulaması ve tevhid inancını pekiştirmesidir.
‘Batıla inanıyorlar da Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar? Allah’tan başka, göklerden ve yerden kendileri için hiçbir rızık veremeyecek ve bunu asla yapamayacak olan şeylere mi tapıyorlar?’ (Nahl, 16/72-73)
Ayetteki bu sorular, tehekkümî istifham olarak, müşriklerin putperestliğinin anlamsızlığına hayret etmekte ve bu durumu alaycı bir şekilde kınamaktadır. Soru, putların yaratma gücünden yoksun olduğunu vurgularken, müşriklerin bu putlara tapmalarının akıl dışılığını ortaya koymaktadır. Bu soru, muhatapları kendi inançlarının çelişkileriyle yüzleşmeye zorlamakta ve Yüce Allah’ın birliğini (tevhid) güçlü bir şekilde vurgulamaktadır.
‘Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapkın kim olabilir? Üstelik bunlar, onların tapmalarından da habersizdirler.’ (Ahkâf, 46/5)
Bu ayet, tehekkümî istifham olarak müşriklerin putlara dua etmelerinin anlamsızlığına işaret etmektedir. Soru, putların hiçbir şekilde cevap verme yeteneğine sahip olmadığını vurgularken, müşriklerin bu davranışlarının akıl almazlığını alaycı bir şekilde kınamaktadır. Bu soru, muhataplarını putperestliklerinin boşluklarıyla yüzleştirmekte ve Yüce Allah’ın biricik ilahlığını hissettirmektedir.
Bu tür sorular, inkârcıların veya müşriklerin yanlış inançlarını ve tutumlarını alaycı bir şekilde eleştirir ve onların çelişkilerini ortaya koyar. Tehekkümî istifham, düz bir anlatıma kıyasla daha çarpıcıdır ve muhatapların zihinlerinde derin etki bırakır. Sorular, muhatapları kendi hatalarıyla yüzleşmeye zorlar ve ilahi hakikati anlamalarını sağlar. Tehekkümî istifham, genellikle Yüce Allah’ın birliğini ve kudretini vurgularken, şirkin veya inkârın mantıksızlığını gözler önüne serer.
2.5.5.1.4. İnkârî İstifham
İstifham-ı inkârî, taaccübî istifham ile sık sık kesişir, ancak tamamen aynı değildir. Taaccübî istifham, daha çok hayret ve şaşkınlık ifade etmeye odaklanırken, istifham-ı inkârî, bir durumun veya iddianın imkânsızlığını veya yanlışlığını vurgulamak için kullanılır. Bazı ayetlerde, istifham-ı inkârî aynı zamanda taaccübî bir etki yaratabilir. Çünkü muhatabın yanlış tutumu hem hayret uyandırır hem de reddedilir. Benzer şekilde, tehekkümî istifhamla da kesişebilir, çünkü inkârî sorular bazen alaycı bir ton taşıyabilir.
İstifham-ı inkârî, genellikle taaccübî veya tehekkümî istifhamın bir alt dalı olarak ele alınmaz. Ancak, pratikte bu kategoriler arasında geçişler olabilir. İstifham-ı inkârî, bir şeyin imkânsızlığını veya yanlışlığını vurgulamak için kullanılan sorularla ilgili ayrı bir terim olarak karşımıza çıkar. Ancak bu soruların taaccübî veya tehekkümî etkiler taşıyabileceği de görülmelidir.
‘Biz onlara, Allah’a ortak koşmalarını söyleyen bir delil mi indirdik?’ (Rum, 30/35)
Bu ayetteki soru, istifham-ı inkârîdir. Soru, müşriklerin Allah’a ortak koşmalarının ilahi bir emir olamayacağını vurgulamakta ve böyle bir iddianın imkânsızlığını ifade etmektedir. Fakat aynı zamanda, bu soru taaccübî bir etki taşımaktadır. Çünkü müşriklerin böyle bir iddiada bulunmaları hayret vericidir. Soru, gerçek bir cevap beklememekte, bunun yerine şirkin yanlışlığını ve Yüce Allah’ın birliğini vurgulamaktadır. Bu ayet, istifham-ı inkârî olarak bir iddianın (Allah’ın şirk emrettiği) imkânsızlığını vurgularken, taaccübî istifhamla da kesişmektedir. Çünkü muhatapların bu yanlış inançları, hayret uyandırmaktadır.
‘Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhı mı var? Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır.’ (Tur, 52/43)
Bu soru da istifham-ı inkârîdir ve müşriklerin Allah’tan başka ilahlar edinmesinin yanlışlığını vurgulamaktadır. Soru, Allah’tan başka bir ilahın var olamayacağını belirlerken ve böyle bir safsatayı inkar / ret ederken, aynı zamanda müşriklerin bu tutumuna alaycı bir şekilde işaret etmekte, soru tehekkümî istifhamla da kesişmektedir. Belâgat açısından, muhatapları şirkin saçmalığıyla yüzleştirmektedir.
‘Batıla inanıyorlar da Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar? Allah’tan başka, göklerden ve yerden kendileri için hiçbir rızık veremeyecek ve bunu asla yapamayacak olan şeylere mi tapıyorlar?’ (Nahl, 16/72-73)
Bu ayet-i kerime de hem tehekkümî hem de istifham-ı inkârîyi barındırmaktadır. Soru, putların yaratma gücünden yoksun olduğunu vurgulayarak, müşriklerin putlara tapmasının saçmalığını ret ve inkâr etmektedir. Aynı zamanda, bu tutumun akıl almazlığını alaycı bir şekilde eleştirmektedir (tehekkümî istifham).
Bu soru, muhatapları putperestliğin boşluğuyla yüzleştirmekte ve Yüce Allah’ın birliğini akidesini pekiştirmektedir. Dolayısı ile ayet, istifham-ı inkârî olarak putların ilahlığını reddederken, tehekkümî istifhamla da kesişmektedir. Çünkü müşriklerin tutumu alaycı bir şekilde kınanmaktadır.
Taaccübî istifham, bir durumun veya Yüce Allah’ın kudretinin büyüklüğüne hayret uyandırmaya odaklanmaktadır. İstifham-ı inkârî ise, bir iddianın veya tutumun imkânsızlığını veya yanlışlığını vurgulamaktadır.
Taaccübî istifhamda hayret ve tefekkür ön plandayken, istifham-ı inkârîde inkâr ve reddetme tonu hâkimdir. Ancak, istifham-ı inkârî bazen taaccübî bir etki de yaratabilir. Çünkü muhatabın yanlış tutumu reddedilmektedir ama, aynı zamanda bu tutumu hayret vericidir.
İstifham-ı inkârî, bir durumun veya iddianın imkânsızlığını veya yanlışlığını vurgulamak için kullanılmaktadır ve genellikle inkârcıların veya müşriklerin tutarsızlığına işaret etmektedir. Taaccübî istifhamla kesişmesi, hayret uyandırma etkisinden, tehekkümî istifhamla kesişmesi ise alay ve kınama tonundan kaynaklanmaktadır.
2.5.5.1.5. İstihzâî İstifham
İstihzâî istifham (alaycı soru), muhatapların iddialarını, tutumlarını veya yanlışlarını alaycı bir şekilde sorgulayan, çelişkilerini ve mantıksızlıklarını ortaya koyarak küçümseyen bir soru tarzıdır. Amaç, muhatapları utandırmak, acziyetlerini göstermek ve iddialarının saçmalıklarını vurgulamaktır.
İstihzâî istifhamda, gerçek bir cevap beklenmez. Muhatapların yanlışları ifşa edilir. Alaycı bir üslup vardır ve muhatapların zihinlerinde bir sarsıntı oluşturulur. Genellikle, muhatapların iddialarını çürütmek için kullanılır.
‘Yoksa, sen onlardan bir ücret istiyorsun da, ağır bir borç yükü altında mı kalmışlardır?’ (Tur, 52/40) ayeti, istihzâî istifhama örnektir. Bu soruda, müşriklerin Peygamber’in tebliğine karşı bahaneleri, alaycı bir şekilde sorgulanmakta ve onların mantıksızlıkları ortaya konmaktadır.
İstihzâî istifham, alay ederek muhatabı küçük düşürmeyi ve yanlışını çürütmeyi amaçlar. Alaycı ve iğneleyici bir ton vardır. Muhatapları utandırıp susturur. Onların yanlışlarını, kendi mantıklarıyla çürütmek için, nazmın (söz diziminin) gücünü kullanır.
‘Yoksa, Rabbinin hazineleri onların yanında mı?’ (Tur, 52/37) sorusu, müşriklerin ilahi otoriteye sahipmiş gibi davranmalarının saçmalığını alaycı bir şekilde ortaya koyar. Bu tür sorular, muhatapların zihinlerinde çelişki yaratarak onları susturur, nazm bu etkiyi güçlendirir.
2.5.5.2. Tereccî
Konuşma türlerinden biridir ve özellikle dilek, umut, niyaz bildiren ifadeleri kapsar. Bu sanat, gerçekleşmesi mümkün olan bir şeyin arzu edilmesini ifade eder. Yani kişi, olmasını istediği bir durumu dile getirir. Bu durum gerçekleşebilir ama henüz gerçekleşmemiştir. Bu üslup genellikle Arapçada (لَعَلَّ) ‘lealle’ (belki, umulur ki) ve (عَسَىٰ) ‘asê’ gibi edatlarla ifade edilir.
‘Ey iman edenler! Allah’a, içtenlikle tövbe edin. Umulur ki Rabbiniz, kötülüklerinizi örter ve Allah’ın, Peygamber’i ve onunla birlikte olan müminleri utandırmayacağı günde, sizi altlarından ırmaklar akan Cennetlere alır.’ (Tahrim, 66/8)
Bu ayette yer alan (عَسَىٰ) ‘asê’ kelimesi, ‘umulur ki, belki..’ gibi anlamlara gelir ve bir nevi beklenti ifade eder. Burada, Yüce Allah’ın samimi şekilde tövbe eden müminlerin günahlarını affedeceği ve onları Cennete koyacağı yönündeki beklentisi dile getirilmektedir. Yüce Allah tarafından kullanıldığında bu ifade, genellikle kesinlik anlamı taşısa da, üslup açısından bir beklenti ve arzu manası da bulundurmaktadır ki, bu da ‘tereccî’ sanatının bir örneğidir.
2.5.5.3. Temennî
Özellikle gerçekleşmesi mümkün olmayan ya da çok uzak ihtimalle gerçekleşebilecek bir şeyin arzu edilmesini ifade eder. Yani kişi, olmasını istediği bir şeyi dile getirir. Ama bu dileğin gerçekleşmesi ya imkânsızdır ya da çok zordur.
Kur’ân’da yer alan ‘temennî’ ifadeleri, genellikle gerçekleşmesi mümkün olmayan veya zor olan bir şeyin arzu edilmesi anlamını taşır. Fırsatları kaçıranların veya ahirette pişmanlık duyanların sözlerinde bu tür ifadeler geçer. Temennî içeren bir ayet-i kerime örneği şöyledir:
‘(Karun) Süsleri içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler, ‘Keşke, bizde de Karun’a verilenin benzeri olsaydı! Şüphesiz o, büyük bir servet sahibidir!’ dediler.’ (Kasas, 28/79)
‘Keşke, bizde de Karun’a verilenin benzeri olsaydı!’ ifadesi, ayette Karun’un zenginliğine imrenenler için kullanılmıştır. Yüce Allah, Karun’u ve sarayını yere batırdığında, daha önce onun servetini arzulayanlar, şu pişmanlık ve temenni dolu sözleri söylemişlerdir:
‘Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler, ‘Vah bize! Meğer Allah, kullarından dilediğine bol, dilediğine de az veriyormuş! Eğer Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Meğer inkâr edenler, kurtuluşa eremezlermiş!’ demeye başladılar.’ (Kasas, 28/82)
Bu ayette, daha dün Karun’un servetini arzulayanların, hazinelerini ve hayatını kaybettikten sonra, ‘Keşke bize de verilseydi..’ şeklindeki temennilerinin, ne kadar boş ve anlamsız olduğunu anlamaları açıklanmıştır. Ayet-i kerime, insanların maddi dünyadaki geçici şeylere karşı besledikleri boş umutları ve sonradan duydukları pişmanlıkları açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
2.5.5.4. İşfâk
Belâgat ilminde doğrudan bir söz sanatı olarak değil, daha çok duygusal tonlamayı güçlendiren bir ifade olarak yer alır. Özellikle hitabet ve nasihat türlerinde, dinleyicinin kalbine dokunmak amacıyla, işfâk duygusu vurgulanır. Bu tür ifadeler, muhatapta empati ve içsel yumuşama oluşturmak için kullanılır.
Kur’ân’daki hitap şekillerinden biri olan işfâk, kişinin endişe verici bir durumla karşılaşmaktan duyduğu korku, kaygı ve kalbinin çarpması anlamına gelir. Bu, alelade bir korku değil, Yüce Allah’a karşı duyulan saygıdan kaynaklanan bir titreme ve ürpermedir.
‘Onlar (takva sahipleri), görmedikleri halde Rablerinden içten içe korkarlar. Onlar kıyamet gününden de endişe (işfâk) ederler.’ (Enbiya, 21/49)
‘Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk. Onu yüklenmekten kaçındılar, ondan korktular (işfâk). Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.’ (Ahzâb, 33/72)
‘Onlar (namazlarını önemseyen musalliler), Rablerinin azabından korkan (işfâk) kimselerdir.’ (Meâric, 70/27)
Bu ayet-i kerimeler, Kur’ân’da ‘işfâk’ kavramının, Yüce Allah’ın azametine ve emrinin büyüklüğüne karşı duyulan derin saygının, endişe ve ürperti duyguları ile ilişkili biçimde olduğunu göstermektedir. Bu hitap şekli, muhatapların kalplerinde, Yüce Allah’a karşı bir huşû ve çekingenlik oluşturmayı hedeflemiştir.
Bu hitap şekilleri, sözü daha etkili kılmak için kullanılır ve belâgatin meânî ilminde önemli bir yer tutar.
2.6. BEYÂN (Açıklama ve İfade Sanatı)

‘Beyân’ (açıklama ve ifade sanatı), İslâmî belâgatin üç ana dalından ikincisidir. Arapça’da ‘açıklama, beyân etme’ anlamına gelir. Belâgatin ana dallarından biri olarak, anlamları farklı yollarla ifade etme, açıklamaları netleştirme ve ifadeleri zenginleştirme sanatıdır.
Bu dal, özellikle benzetmeler ve semboller gibi edebi araçları kullanarak, sözün daha etkili ve güzel hale getirilmesini, bir fikrin veya anlamın, çeşitli üsluplar ve edebi sanatlarla ifade edilmesini inceler. Temel amacı, sözün sıradan bir aktarımdan öte, dinleyicileri veya okuyucuları etkileyecek, ikna edecek veya onlara duygusal olarak dokunacak bir forma alınmasıdır.
Beyân, doğrudan (sarih) ifadeden, benzetmeli (teşbih) ifadelere kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Beyân, Kur’ân dilindeki teşbihleri ve metaforları analiz etmek için geliştirilmiştir. Kur’ân’ın iʿcâzı (mûcizevî niteliği), beyân açısından onun ifadelerinin insan üstü bir nitelik taşıdığını göstermektedir.
Beyân, İslâm’ın erken dönemlerinde, Kur’ân’ın edebi özelliklerini inceleyen alimler tarafından sistemleştirilmiştir. Cahiliye dönemi Arap edebiyatındaki benzetmeler ve istiâreler, Beyân’ın temelini oluşturmuş, Kur’ân bu sanatları çok daha farklı ve erişilemez seviyelere taşımıştır.
Beyân, genellikle üç ana kategoriye ayrılır:
1) Teşbih (benzetme),
2) İstiâre (metafor) ve,
3) Kinâye (ima).
Bu sanatlar, bir anlamı doğrudan söylemek yerine, daha etkileyici bir şekilde ifade etmeyi sağlamaktadır.
2.6.1. Teşbih (Benzetme)
Bir şeyi, başka bir şeye benzeterek ifade etme sanatıdır. Dört unsuru vardır:
1) Müşebbeh (benzetilen):
Teşbihte (benzetmede) yer alan müşebbeh, aralarında ortak bir özellik bulunan iki varlıktan, nitelik bakımından daha güçsüz veya zayıf olanıdır. Yani, başka bir varlığa benzetilen öge müşebbehtir. Müşebbeh, duyularla algılanan somut bir nesne olabileceği gibi, akılla kavranan soyut bir kavram da olabilir. Bir teşbihin oluşabilmesi için ‘müşebbeh’ ve ‘müşebbehün-bih’ unsurlarının bulunması gerekir.
2) Müşebbehün bih (benzetildiği şey):
Teşbih sanatında müşebbehün bih, benzetme yapılan iki unsurdan, nitelik açısından daha üstün ve güçlü olanıdır. Bir başka deyişle, zayıf olanın benzetildiği unsurdur.
3) Vech-i şebeh (benzetme yönü):
Vech-i şebeh, aralarında benzerlik kurulan iki şeyin arasındaki ortak noktayı, yani benzeyiş nedenini ifade eder. Bu, benzeyenin (müşebbeh) kendisine benzetilene (müşebbehün bih) hangi özellik bakımından benzediğini gösterir.
Vech-i şebeh, teşbihin temel mantığını oluşturan, benzeyen ile kendisine benzetilen arasındaki ortak niteliktir. Her benzetme sanatında vech-i şebeh açıkça söylenmeyebilir. Örneğin, teşbih-i beliğ (güzel benzetme) olarak adlandırılan benzetme türünde, vech-i şebeh ve benzetme edatı kullanılmaz.
4) Edat-ı teşbih (benzetme edatı):
Edat-ı teşbih, birbirine benzetilen unsurlar arasındaki ilişkiyi kurmaya yarayan sözcük veya ektir. Edat-ı teşbih, benzetmenin nasıl yapıldığını, yani hangi yönden benzetildiğini belirtmek için kullanılır. Benzetme edatı, nitelik bakımından zayıf olan ‘benzeyen’ ile, nitelik bakımından güçlü olan ve ‘kendisine benzetilen’ unsur arasında bir köprü görevi görür. Bu sayede benzetme daha anlaşılır, canlı ve etkileyici hale gelir.
Teşbihin türleri şu şekildedir:
2.6.1.1. Teşbîh-i Belîğ (Edatsız Benzetme)
Teşbîh-i belîğ, Kur’ân’ın belâgat mucizesini en parlak biçimde gösteren yönlerinden birisidir. Bilindiği üzere teşbîh-i belîğ, benzetme edatının (gibi, sanki, misal, vb.) kullanılmadığı, yalnızca müşebbeh (benzeyen) ve müşebbehün bih (kendisine benzetilen) unsurlarının yer aldığı özlü bir teşbihtir. Bu tür teşbihlerde ifade o kadar güçlüdür ki, benzetme adeta bir özdeşlik hâline gelir. Bu, benzetmenin en özlü ve güçlü biçimlerinden biridir ve ‘güzel benzetme’ olarak da adlandırılır.
‘Allah, rüzgârları gönderip bulutu harekete geçirir. Biz o bulutu ölmüş beldeye sevk ederiz de, o bulutla yeri ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden sonra yeniden diriltiliş de böyledir.’ (Fatır, 35/9; Hadîd, 57/17)
Ayet-i kerimede, ‘ölmüş belde’ denilerek, kurumuş ve verimsiz toprağın hali ‘ölüm’e benzetilmiş, ‘ölmüş gibidir’ denmeden, doğrudan ‘ölmüş’ denilmiştir. Ayet-i kerimenin sonunda, yağmurun gelişi ile ölmüş toprağın yeniden canlandırılması arasında, insan zihninin yeniden diriltilişe dair muhakemesini çalıştırması istenmiştir.
‘(Kurban edilecek develer) Saf saf dizildiklerinde..’ (Hac, 22/36) ayetinde, benzetme edatı kullanılmadan, develerin dizilişinin oluşturduğu düzen, doğrudan ‘saf’ (yan yana düzgün bir şekilde sıralanan insanların meydana getirdiği dizi, sıra) düzenine benzetilmiştir. Bu, anlamı daha etkili ve güçlü kılmaktadır.
2.6.1.2. Teşbîh-i Mufassal (Ayrıntılı / Tam Benzetme)
Teşbih-i mufassal, benzetmenin dört unsurunun (benzeyen, benzetilen, benzetme yönü ve benzetme edatı) bulunduğu benzetme türüdür. Bu türde, benzetme hem açıkça belirtilir, hem de tüm ögeler tam olarak bulunur. Bu yüzden ‘tam benzetme’ olarak adlandırılır.
Kur’ân-ı Kerim’de, teşbih-i mufassal (ayrıntılı / tam benzetme) için verilebilecek en belirgin örneklerden biri, Bakara Suresi’nin 19’uncu ayetidir. Bu ayet, inanmayanların durumunu tasvir etmek için, ayrıntılı benzetmelerle dolu, güçlü bir anlatım kullanmaktadır.
‘Yahut onların halleri, gökten karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşekle birlikte boşalan yağmura tutulmuş kimselerin durumları gibidir. Öyle ki onlar, çakan şimşeklerin yol açtığı ölüm korkusuyla, parmaklarını kulaklarına tıkarlar. İşte Allah, inkâr edenleri çepeçevre kuşatmıştır.’ (Bakara, 2/19)
Ayet-i kerimedeki benzetmenin öğeleri şu şekildedir:
Benzeyen (müşebbeh): Hakikate inanmayı reddedenlerin halleri, içinde bulundukları şaşkınlık, korku ve umutsuzluk.
Kendisine benzetilen (müşebbehün bih): İçinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek bulunan sağanak yağmur.
Benzetme edatı (edat-ı teşbih): ‘…gibidir’ kelimesinde ifade edilen ‘gibi’ edatı.
Benzetme yönü (vech-i şebeh): Hem inanmayanların, hem de yağmura tutulmuş insanların yaşadıkları ortak korku, endişe ve çaresizlik halleridir. Bu ortak durum şu detaylarla açıklanmaktadır:
Karanlık, inançsızlığın getirdiği ruhsal karamsarlık ve sapkınlıktır.
Gök gürültüsü ve şimşek, ilahi tehditlerin ve ayetlerin korkutucu etkisidir.
Kulak tıkama, inkarcıların gerçekleri duymak istememeleridir.
Ölüm korkusu, kıyamet ve ahiret azabından duyulan dehşettir.
2.6.1.3. Teşbîh-i Mücmel (Kısaltılmış Benzetme)
Benzetme yönünün bulunmadığı teşbih türüdür. Sadece benzeyen, kendisine benzetilen ve benzetme edatı kullanılır.
Bu teşbih türündeki amaç, kast edilen anlamları daha da somutlaştırmak ve bireylerdeki hayal gücünü harekete geçirmektir.
Kur’ân-ı Kerim’de, teşbih-i mücmel (kısaltılmış benzetme) için verilebilecek örneklerden birisi, ‘Allah onları, yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi..’ (Fil, 105/5) ayet-i kerimesidir.
Ayet-i kerimede benzeyen, ‘fil sahipleri (ashâb-ı fîl)’dir. Kendisine benzetilen, ‘yenilip çiğnenmiş ekin (asfin me’kûl)’dir. Benzetme edatı, ayette yer alan ve ‘gibi’ anlamına gelen ‘kef (كَ)’ harfidir. Benzetmenin yönü, (neyin yenilip, çiğnenmiş ekine benzediği) ayette açıkça belirtilmemiştir. Ancak bağlamdan, helak edilmeleri, paramparça olmaları ve çaresiz kalmaları açısından ‘inançsız fil sahiplerinin ordusunun’ kastedildiği anlaşılmaktadır. Bu sebeple, bu bir teşbih-i mücmel örneğidir.
Bir başka örnek, şu ayet-i kerimedir:
‘Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi.’ (Ankebut, 29/41)
Ayet-i kerimedeki ‘durumu gibidir..’ teşbih cümlesinde, vech-i şebeh doğrudan belirtilmemiştir. Benzerlik noktası, teşbihin kendisinde değil, hemen sonraki, ‘Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir..’ cümlesinde açıklanmaktadır. Bu açıklama, teşbihin etkisini güçlendirmektedir, ancak teşbih yapısının içine dahil değildir. Dolayısıyla, benzerlik anlamı okuyucunun çıkarımına bırakılmıştır.
Örümcek ağı nasıl zayıf ve dayanıksız bir ‘ev..’ ise, Yüce Allah’tan başkalarına güvenenlerin hali de öyledir. Güvendikleri unsur, en küçük bir etki ile dağılır, onlara hiçbir koruma sağlayamaz. Bu nedenle, ayetteki teşbih, teşbih-i mücmel olarak sınıflandırılır. Vech-i şebeh îma edilmiş, ama teşbih cümlesinde açıkça zikredilmemiştir. Eğer vech-i şebeh, doğrudan teşbih içinde belirtilseydi, bu bir teşbih-i mufassal olurdu. Teşbih edatı mevcut olduğu için de teşbih-i beliğ sınıfına dahil değildir. Çünkü teşbih-i beliğde, teşbih edatı atlanmaktadır.
Bu teşbihte, şirkin asılsızlığı, yanlışlığı ve desteksizliği, örümcek ağı benzetmesi ile karşılaştırılmaktadır. Ağ, zayıflık ve geçicilik anlamı ile kullanılmıştır. Bu, muhatapta şirkin boşunalığını düşündürmekte ve duygusal bir etki yaratmaktadır. Ayet-i kerimede, tanıdık doğa imgesi (örümcek ağı), evrensel bir mesajı somut hale getirmektedir.
Bu teşbih, Kur’an’ın çevreye dayalı imgelerle muhatabı etkileme stratejisini göstermektedir. Örümcek ağı, herkes tarafından bilinen bir imge olup, müşriklerin sahte güvenlik hissini çürütmektedir. Böylece muhatap, bilhassa şirke dayalı boş ve asılsız inançlarını sorgulamaya yönelir. Bu açıdan ayet-i kerimede, somut ve açık bir imgeyle, derinlikli bir teolojik esas aktarılmaktadır.
2.6.2. İstiâre (Metafor)
İstiâre, bir şeyi benzetme edatı olmadan, başka bir şeye benzetme sanatıdır. Metaforun bir türüdür ve benzetme sanatının alt dalıdır. İstiârede, benzetmenin sadece bir öğesi (benzeyen veya benzetilen) yer alır. Yani, bir kelime, benzetme amacı güdülerek, söylenmek istenen fakat söylenilmeyen kelimenin yerine kullanılır.
İstiâre, ‘eğretileme’ olarak da bilinir ve teşbih’in daha derin hali olarak görülür. Batı dillerinde ‘metafor’ olarak bilinen bu edebi sanat, Türkçede istiâre kelimesi ile karşılanır ve çoğu zaman aynı anlamda kullanılır.
İstiârenin türleri şöyledir:
2.6.2.1. İstiâre-i Mekniyye (Kapalı Metafor)
İstiâre-i mekniyye, asıl unsurun söylenmeyip, yalnızca bir ipucunun (karîne) bırakıldığı benzetme türüdür. Bu ipucu sayesinde okuyucu, gizlenen unsuru kendisi anlar. Bir şey, hitapta söylenirken, diğer şey söylenmez. Bunun yerine, bir ipucunu (karîneyi) verir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, istiâre-i mekniyye’ye şu ayet-i kerime örnektir:
‘Hastalandığımda, bana şifa veren ancak O’dur.’ (Şuara, 26/80)
Bu ayette, ‘hastalandığımda..’ ifadesi, gerçek hastalığa işaret ederken, ‘bana şifa veren ancak O’dur..’ ifadesi ile, bir istiâre-i mekniyye yapılmıştır. Ayette, Hz. İbrahim’in (as) nezaket, nezâhet ve edebi bulunmaktadır. Aslında hastalığı da veren Yüce Allâh iken, Hz. İbrahim (as) asıl sebebi (Yüce Allâh’ı) zikretmemiş, hastalığı kendisine izafe ederek, sadece şifayı Yüce Allah’a isnat etmiştir. Bu istiâre-i mekniyye’de, hastalık gibi ‘ağır’ sıfat Yüce Allah’tan uzaklaştırılarak gizlenmiş ve ‘hastalık’ bedene isnat edilmiştir. Hz. İbrahim (as), Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine karşı olan büyük saygısını, istiâre-i mekniyye ile göstermiştir.
Bu istiare, Hz. İbrahim’in (as) ‘Hanîf’ (saf tevhid ehli) oluşunu belâgatle gösterir. Hem dilin hem de edep makamının inceliğini yansıtan bir örnektir. Bu, belagatte güçlü bir ifade tarzıdır.
2.6.2.2. İstiâre-i Asliyye (Açık Metafor)
İstiâre-i asliyye, sadece kendisine benzetilenin (müşebbehün bih) zikredildiği bir edebi sanattır. Bu tür istiarede, benzetme amacı güdülen sözcük açıkça belirtilirken, benzeyen (müşebbeh) öğe söylenmez.
Kur’ân-ı Kerîm’deki istiâre-i asliyye (açık metafor) örneklerinden biri, ‘İşte bunlar, doğruluk yerine sapıklığı satın almış olanlardır. Fakat, ne ticaretleri onlara bir kazanç sağlamış, ne de doğru yolu bulabilmişlerdir’ (Bakara, 2/16) ayet-i kerimesidir.
İstiâre-i asliyye, benzetme yapılan kelimenin bir cins isim olması durumudur. Bu ayetteki, ‘satın alma’ (işterav) kelimesi, hidayeti bırakıp sapıklığı benimseyen kimselerin durumunu, bir ticarete benzeterek anlatır.
Ayet-i kerimede, ‘hidayet’ kelimesi kıymetli bir mala, ‘sapıklık’ kelimesi de değersiz bir mala, insanların hidayetten vazgeçerek sapıklığı seçmeleri, kârlı bir mal yerine, zararlı bir malı satın almaya benzetilmiştir. Bu benzetmede, ‘satın alma’ kelimesi bir eylemi anlattığı için, istiâre-i asliyye olarak kabul edilir. Bu ayette, soyut bir kavram olan ‘dalâlet’ kelimesi, somut bir eylem olan ‘ticaret’ ile anlatılmış, cümlenin etkisi ve anlam derinliği artırılmıştır.
İstiâre-i asliyye de üçe ayrılır:
2.6.2.2.1. İstiâre-i Musarraha-i Mutlaka (Mutlak Açık İstiâre)
Benzeyen ve benzetilenin her iki özelliği de söylenmeden, sadece benzetilenin zikredildiği istiaredir. Bu durumda benzetme unsurlarından yalnız ‘müşebbehün bih’ (benzetilen) zikredilir, ‘müşebbeh’ (benzeyen) zikredilmez.
‘Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostu da tağutlardır. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar Cehennemliklerdir ve orada sürekli kalırlar.’ (Bakara, 2/257)
Bu ayet-i kerimede, ‘zulümât’ (karanlıklar) ve ‘nur’ kelimeleri, fiziksel ‘karanlıklar’ ve ‘aydınlık’ anlamında olmayıp, ‘inkâr, cehalet, günah’ ve ‘nur-u iman, nur-u marifet’ anlamlarında kullanılmıştır.
Ayette, müşebbeh (benzeyen) zikredilmemiştir. Yani ayette açıkça yer almamakta, ancak anlamdan çıkarılmaktadır. Müşebbehün bih (benzetilen), ‘zulümât (karanlıklar)’ ve ‘nur (aydınlık)’ kelimeleridir. Benzetme yönü (vech-i şebeh) ise, ‘hidayetin / imanın aydınlatıcılığı, küfrün de karartıcılığı’dır.
Işığın, insan gözünün görmesini sağlaması gibi, iman ışığı da verdiği aydınlık ile kalbin hidayeti görmesini sağlamaktadır. Küfür ise, karanlığın insandaki görme yeteneğini yok etmesi gibi, insan kalbini hakikatten ve imandan uzaklaştırmakta, onun manevi dünyasını karartmaktadır.
Bu istiâre, ‘mutlak açık istiâre’dir. Çünkü, ‘müşebbehün bih’ (nur, zulümât) açıkça zikredilmiştir. ‘Müşebbeh’ (iman, küfür) zikredilmemiştir. Teşbih edatı da yoktur. ‘Vech-i şebeh’ (benzetme yönü) ise manadan sezilmektedir. ‘Nur’, kalpleri aydınlatan hidayet, ‘zulümât’ da kalpleri örten küfürdür. Dolayısı ile ayet-i kerimede, istiâre-i asliyye-i mutlaka bulunmaktadır.
2.6.2.2.2. İstiâre-i Musarraha-i Mücerrede (Mücerred Açık İstiâre)
Mücerred açık istiâre, ‘müşebbehün bih’ (benzetilen) zikredildikten sonra, beraberinde bu benzetilene ait ‘lazım bir özellik (lâzime)’ zikredilmesiyle oluşur. Dolayısı ile sadece ‘müşebbehün bih’ (benzetilen) değil, onun bir özelliği, lâzımî bir vasfı da beraber kullanılır. Bu yönüyle, ‘mutlak açık istiâre’den bir derece daha zengindir.
Formül şu şekildedir: ‘Müşebbeh’ (benzeyen), gizlidir. ‘Müşebbehün bih’ (benzetilen), açıkça zikredilir. ‘Müşebbehün bih’in bir lazımı (özelliği, fiili) beraber zikredilir. Teşbih edatı bulunmaz.
‘Kesinlikle biz seni, bir şâhid, bir müjdeleyici, bir korkutucu olarak gönderdik.’ (Fetih, 48/8)
‘Şahit’ kelimesi, mahkemede olayı gören ve nakleden kişidir. Ayet-i kerimede ise, Hz. Peygamber’in (sas) ümmetine tebliğini yaptığını ve haşirde bu şahitliğini anlatması anlamında kullanılmıştır. Dolayısı ile ‘şahid’ kelimesi ‘müşebbehün bih’tir. Şahidliğin lazımı olan ‘haber verme, doğrulama, anlatma’ anlamı da birlikte zikredilmiştir. Dolayısıyla bu kullanım ‘mücerred açık istiâre’ kapsamındadır.
2.6.2.2.3. İstiâre-i Musarraha-i Müreşşaha (Müreşşah Açık İstiâre)
‘Müreşşah’ kelimesi, ‘raşşeha’ kökünden gelir ve ‘damla damla süzülmüş’ veya ‘terbiye edilmiş’ anlamındadır. Edebî bir terim olarak ‘istiâre-i musarraha-i müreşşaha’, müsteâr-ı minhe ait bir mülâyimin söylendiği istiaredir. Bu mülâyime ise ‘terşih’ denir. Kendisine benzetilenin (müşebbeh bih) özelliği ile, benzetilmek istenen nesnenin (müşebbeh) özelliğinin bir arada kullanıldığı bir istiâre türüdür.
Bu nedenle ‘müreşşah istiâre’, bir ek ya da destek unsuru taşıyan istiâredir. Bu istiâre stilinde, benzetmeye ait, anlama uygun düşen, benzetilenle anlam açısından ilişkili olan ve anlamı güçlendiren kelimeler (tezyînat, levâzım) yer alır. Benzetme, anlamı süslendirecek ‘ek unsurlar’ ile daha açık hale getirilir.
‘Önlerine bir set, arkalarına bir set çektik. (Böylece) Onları kapattık (örtüledik). Onlar artık göremezler.’ (YâSîn, 36/9)
Bu ayette, ‘önlerinden ve arkalarından set çekilmesi’, inkarcıların kalplerinin ve idraklerinin mühürlenmesini anlatan bir istiâredir. ‘Set çekilmesi, kapatılmaları, görememeleri’ gibi kelimeler, benzetme alanını anlam itibarı ile destekleyen ve anlamı güçlendiren unsurlardır.
Böyle bir istiâre, müreşşah hale gelmiştir. Benzetilen (müşebbehün bih) ‘set, kapatılma’, benzeyen (müşebbeh) ise, ‘kalbî ve zihnî körlük’ hâlidir. Bağlam karşılandıktan sonra, benzetmeye uygun ve anlamla ilişkili kelimeler söylenmiştir.
2.6.3. Kinâye (İma)
Kinâye (ima), bir sözün hem gerçek hem de kinâî anlamını düşündürerek, daha çok kinâî anlamı kastetme sanatıdır. Bir fikri kapalı ve dolaylı yoldan ifade etmek amacıyla kullanılır. Sözün, hem hakiki hem de kinâî anlamının geçerli olmasını sağlar. Bir anlamı doğrudan söylemek yerine, dolaylı yoldan îma etme sanatıdır. Örneğin, ‘eli açık’ demek, cömertliği îma eder. Amaç, incelikli bir üslup oluşturarak, anlamı dinleyicinin çıkarması için teşvik etmektir.
Kinâyede ‘dolaylı anlatım’, açık ve doğrudan bir ifade yerine, üstü kapalı bir şekilde mesajın iletilmesidir. Üstü örtülü bir şekilde muhatabın yanlışlarını açığa çıkarır. Kinâye, muhatapta tefekkür ve kendi kendini sorgulama düşüncesi uyandırır. ‘İki anlamlılık’, söylenen kelime veya ifadenin, hem gerçek hem de kinâî anlamının akla gelmesi, ancak asıl kastedilenin kinâî anlam olmasıdır.
‘Onlar, iman edenlerle karşılaştıklarında, ‘Biz de inandık’ derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise, ‘Biz sizinleyiz, biz sadece alay ediyoruz’ derler. Allah da onlarla alay eder ve azgınlıklarında sersemce dolaşmalarına mühlet verir.’ (Bakara, 2/14-15)
Bu ayet, münafıkların ikiyüzlülüğünü dolaylı bir şekilde eleştirmekte, ‘Allah da onlarla alay eder..’ ifadesi, kinaye yoluyla münafıkların kendi alaylarının onlara döneceğini ima etmektedir. Alay edenlerin cezası, daha güçlü olanın onlarla alay etmesidir. Dünyada kendilerini güçlü görerek inananları alaya alan ve küçümseyenler, yarın kıyamet gününde aynı durumla kendileri karşılaşacaktır. Bu kez inananlar güçlü durumda olacaklardır. Bu beyan, muhatapta utanç ve korku uyandırır, ilahi adaletin üstünlüğünü vurgulamaktadır.
Kinâî anlatıma bir başka örnek, Kur’ân-ı Kerîm’deki, ‘Onlarla gizlice randevulaşmayın..’ (Bakara, 2/235) ayet-i kerimesidir. Bu ayetteki, (لَا تُوَاعِدُوهُنَّ سِرًّا) ifadesi, gayr-i meşru ilişkiye kinayeli bir gönderme içermektedir. Bu tür hassas konuların açıkça ifade edilmesi yerine, edep ve nezaket gereği kapalı bir anlatım tercih edilmiştir. Bu, Kur’ân’ın belâgat ve üslup inceliğinin çok kıymetli bir göstergesidir.
Kur’ân, Beyân ilminin en zengin kaynağıdır. Kur’ân’ın dilinde teşbihler ve sembolik ifadeler, hem estetik hem de tebliğ açısından taklit edilemez seviyede mükemmeldir.
2.6.4. İroni
İroni, söylenenin tam tersinin kastedildiği, ancak bunu yaparken, dinleyicinin gerçek anlamı bağlam yoluyla çıkarmasını bekleyen etkileyici bir hitap tekniğidir. Mütekellim, söylediklerinin tam tersini kastetmekte, dinleyicinin gerçek anlamı kavraması için, bağlamı ve durumu iyi anlamasını beklemektedir.
Kur’an’da ironi, eleştiren ve alaycı bir üslupla, inkârcıların tutarsızlıklarını ve yanlış inançlarını açığa çıkarmak için kullanılmıştır. Kur’an’ın ironisi, muhatapta utancı, tefekküre yönelişi ve davranış değişikliğini harekete geçirmekte, boş ve yanlış inançlara mantıksal bir eleştiri getirmektedir.
‘Yoksa onlar kendiliklerinden mi (rastlantı sonucu mu) yaratıldılar? Yoksa kendileri yaratıcı mıdırlar? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar kesin bilgiyle inanmazlar.’ (Tur, 52/35-36)
Bu ayet, müşriklerin Allah’ın yaratıcılığını reddetmesini ironik bir şekilde sorgulamaktadır. ‘Kendiliklerinden mi yaratıldılar?..’ sorusu, ironik bir üslupla müşriklerdeki mantıksızlığı açığa çıkarmaktadır. Hiç kimse kendi kendisini bir rastlantı sonucu yaratamayacağına göre, soru doğrudan inkârcıların tutarsızlığını ve mantıksızlığını vurgulamış olmaktadır.
Tur Suresi, 37-44’üncü ayetlerde, yukarıdaki sorulara ilaveten, müşriklere şu sorular sorulmakta, düşünmeleri istenmektedir:
‘Yoksa, Rabbinin hazineleri onların yanında mı? Yoksa, onlar her şeye hâkim mi? Yoksa, onların kendisi vasıtasıyla (ilâhî vahyi) dinleyecekleri bir merdivenleri mi var? (Eğer varsa) Dinleyicileri, açık bir delil getirsin. Yoksa, kızlar Allah’ın, oğullar sizin mi? Yoksa, sen onlardan (tebliğ görevine karşılık) bir ücret istiyorsun da, ağır bir borç yükü altında mı kalmışlardır? Yoksa, gayb (ilmi) kendilerinin yanında da (bunu) onlar mı yazıyorlar? Yoksa, bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl inkâr edenler, tuzağa düşecek olanlardır. Yoksa, onların Allah’tan başka bir ilâhı mı var? Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır. Üzerlerine gökten bir parça düşse, yoğunlaşmış bulut diyecekler?’ (Tur, 52/37-44)
Tur Suresi’ndeki bu ayet-i kerimeler, Kur’an’ın belagat açısından en çarpıcı örneklerinden biridir ve özellikle ‘beyan’ ana bilim dalıyla yakından ilişkilidir. Beyan, Kur’an’ın anlamını açık ve etkileyici bir şekilde ifade etme sanatıdır ve bu bağlamda, anlamın zihinde berraklaşmasını sağlayan üslup, istifham (soru sorma), istifade (yararlandırma) ve mukabele gibi teknikleri içerir.
Bu ayetler, müşriklerin Yüce Allah’a ve vahye karşı tutumlarını eleştiren bir dizi soru (istifham-ı inkârî) ile inşa edilmiştir. Her bir soru, müşriklerin iddialarının mantıksızlığını ve çelişkilerini ortaya koymak için îcâz ile örgülüdür.
Tur Suresi’ndeki bu ayet-i kerimelerin, BELÂGAT açısından temel özellikleri şunlardır:
1. İstifham-ı İnkârî
Ayetlerdeki sorular, gerçek bir cevap beklemekten ziyade, muhatapların iddialarının tutarsızlığını ve akılsızlığını vurgulamak için kullanılmıştır. ‘Yoksa, Rabbinin hazineleri onların yanında mı?’ sorusu, müşriklerin ilahi otoriteye sahipmiş gibi davranmalarının saçmalığını göstermektedir. Bu, belagatte istifhamın, muhatabı susturma ve düşünmeye zorlama gücünü yansıtmaktadır.
2. Tartışma ve Ret
‘Yoksa, kızlar Allah’ın, oğullar sizin mi?’ ayeti, müşriklerin batıl inançlarını bütünüyle çürüterek, onların yanlışlarını açık bir şekilde ortaya koyar. Bu, beyanın ‘açıklık’ (vücuh) ilkesine dayanır. Anlam, muhataplara net ve kesin bir şekilde ulaştırılmaktadır.
3. Sözün Akışındaki Ahenk (Fasıl ve Vasl)
Ayetler, her bir sorunun bir öncekine bağlanması ve bir sonrakine geçişi ile ritmik bir yapı oluşturmuştur. Bu, Kur’an’ın belagatinde ‘nazm’ (söz dizimi) ile ilişkilidir ve beyanın estetik yönünü güçlendirmektedir.
4. Muhataplara Meydan Okuma
‘Dinleyicileri, açık bir delil getirsin..’ gibi ifadeler, müşrikleri kendi iddialarını ispatlamaya çağırmaktadır. Bu, belagatte muhatabı köşeye sıkıştırma ve onlardaki acizliği gösterme sanatıdır.
5. İroni ve Eleştiri
‘Üzerlerine gökten bir parça düşse, yoğunlaşmış bulut diyecekler..’ ifadesi, müşriklerin apaçık gerçekleri bile inkâr edecek kadar körleştiğini ironik bir şekilde vurgulamaktadır. Bu, beyanın anlamı güçlendirme ve muhatabı sarsma işlevine örnektir.
6. Nazmın Gücü
Ayetlerdeki soruların ardışıklığı ve her bir sorunun bir öncekine bağlanması, nazm teorisine uygundur. ‘Yoksa, Rabbinin hazineleri onların yanında mı?..’ sorusundan ‘Yoksa, onların kendisi vasıtasıyla (ilâhî vahyi) dinleyecekleri bir merdivenleri mi var?..’ sorusuna geçiş, anlamın akışını kesintisiz kılmakta ve muhatapların zihinlerinde birbirleri ile bağlantılı bir argüman zinciri oluşturmaktadır.
7. Anlamın Bağlama Uygunluğu
Kur’an’ın belagati, kelimelerin ve üslubun muhatabın durumuna uygunluğundadır. Bu ayetler, müşriklerin cehalet ve inatçılık düzeylerine hitap ederek, onların iddialarını kendi mantıksızlıklarıyla yüzleştirmektedir. ‘Yoksa, kızlar Allah’ın, oğullar sizin mi?..’ sorusu, müşriklerin cinsiyet ayrımcılığı yapan batıl inançlarını doğrudan hedef almakta ve böyle bir inancın çelişkisini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
8. Psikolojik Etki
Belagat, muhatapların zihinlerinde etki uyandırır. Bu ayetlerdeki ardışık sorular, müşrikleri önce savunmaya, ardından acziyetlerini göstermeye ve nihayetinde onları büsbütün suskunluğa itmektedir. Bu, ‘anlamın zihindeki etkisi’ ilkesini göstermektedir.
Belagatin ana bilim dallarından biri olan beyan, anlamın farklı üsluplarla ifade edilmesi ve muhataba en uygun şekilde sunulması üzerine kuruludur.
Tur Suresi’ndeki bu ayet-i kerimelerde, ‘BEYAN’ açısından şu unsurlar öne çıkmaktadır:
1. Temsil ve Teşbih
‘Dinleyicileri, açık bir delil getirsin..’ ifadesi, müşriklerin ilahi vahye erişim iddiasını ‘merdiven’ metaforuyla çürütür. Bu tür temsiller (teşbih-i beliğ), anlamı zihinde canlandırmak ve muhatabı ikna etmek için güçlü bir araçtır.
2. İstifhamın Çeşitleri
İstifham (soru sorma), yukarıdaki izahlarda da geçtiği üzere, beyanın temel unsurlarından birisidir. Bu ayetlerdeki sorular, inkârî (reddedici) ve istihzâî (alaycı) istifham türlerini içerir. ‘Yoksa, sen onlardan bir ücret istiyorsun da, ağır bir borç yükü altında mı kalmışlardır?..’ sorusu, müşriklerin bahanelerini inkârî ve alaycı bir şekilde çürütür.
3. Mukabele ve Karşıtlık
Beyanda karşıtlıklar (mukabele), anlamı güçlendirir. ‘Yoksa, bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl inkâr edenler, tuzağa düşecek olanlardır..’ ayeti, müşriklerin tuzak kurma niyetini kendilerine çevirerek, bir mukabele örneği sunar. Bu, anlamın tersine çevrilmesiyle muhatabı sarsar ve gerçeği görmeye zorlar.
4. Hacim ve İkna
Beyan, muhatabın durumuna uygun bir hacimde sunulmalıdır. Bu ayetler, müşriklerin çok sayıda yanlış inancını (vahiy, ilahi otorite, cinsiyet ayrımcılığı, tuzak kurma, vb.) kısa ama etkili bir şekilde ele alarak, onların zihinsel durumlarına uygun bir hitap yapmaktadır.
Tur Suresi 52/37-44 ayetleri, belagatin beyan dalı açısından erişilemez seviyededir. Bu ayetlerdeki sorular, ironi, meydan okuma ve ahenkli akış gibi unsurlar, müşriklerin yanlışlarını çürütmekte ve muhatapları düşünmeye zorlamaktadır.
Ayetlerdeki nazm ve anlamın bağlama uygunluğu, bu ayetlerin estetik ve psikolojik etkisini göstermektedir. Ayetlerdeki, temsil, istifham ve mukabele gibi teknikler, anlamı güçlendirmektedir. Sorular, muhatapların zihinsel şemalarını sarsmakta, onları yeniden tefekküre yönlendirmektedir.
2.7. BEDÎʿ (Sözü Güzelleştirme Sanatı)

Bedîʿ, İslâmî belâgatin üçüncü ana dalıdır. Türkçede ‘örneksiz, benzersiz, eşsiz’ gibi anlamlara gelir. Bu kelime, aynı zamanda Yüce Allah’ın Esma-i Hüsna’sından (güzel isimlerinden) birisidir ve ‘örneksiz ve modelsiz yaratan’ anlamına gelir. Kur’ân’da, ‘göklerin ve yerin örneksiz / eşsiz yaratıcısı..’ (Bakara, 2/117; En’âm, 6/101) olarak geçer.
Bedîʿ, belâgatin diğer dalları olan meʿânî (anlam bilimi) ve beyân (açıklama sanatı) ile birlikte çalışır. Ancak odak noktası, ifadeyi akılda kalıcı ve etkileyici kılmaktır. Bu ana dal, Kur’ân’ın dilindeki eşsiz güzelliği (iʿcâz) açıklamak için geliştirilmiştir ve dinleyiciyi etkileme gücü gibi psikolojik boyutları da içerir.
Bedîʿ, erken dönemlerde, özellikle üçüncü yüzyılda bağımsız bir dal olarak ortaya çıkmıştır. Klasik dönemde (9’uncu ilâ 11’inci yüzyıllar) ise, belâgatin üç ana bölümünden (meʿânî, beyân, bediʿ) birisi olarak tanımlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde bedîʿ, eğitim materyallerinde temel bir bileşen haline gelmiştir.
Kur’ân, bedîʿ ilminin en önemli uygulama alanıdır. İbn Ebi’l-İsba’ (v. 654/1256), Bedîʿu’l-Kur’ân adlı eserinde, 109 bedîʿ sanatını incelemiş ve Kur’ân’dan örnekler vermiştir. Bedîʿ kelimesi ile, Kur’ân’ın ‘üslup ve güzellik’ (style and beauty) açısından zenginliği vurgulanır. Kur’ân’ın bedîʿ sanatları dahilindeki süslemeler (ornements) ile onun iʿcâzı görünür. Cürcânî, el-Vesâṭa adlı eserinde, bedîʿ terimine yer vererek, cinâs, istiâre, teşbîh-i belîğ gibi konular üzerinde ısrarla durur ve bunlara bedîʿ adı verildiğini söyler.
Kur’ân-ı Kerim, teşbih, kinâye ve istiâre gibi sanatların tümünü barındıran mucizevi bir yapıya sahiptir. Bu sanatlar, ayetlerin anlamını güçlendirmek ve mesajı etkili bir şekilde iletmek için kullanılmıştır. Bedîʿ, İslâmî belâgatin sözü güzelleştirme dalı olarak, lafzî ve manevî sanatlarla ifadeyi estetik bir seviyeye taşımıştır. Kur’ân’ın güzelliğini analiz ederken, iletişimde zarafet unsurunu öne çıkarmıştır. Kur’ân, bedîʿ ilminin gelişmesini ve sistemleşmesini sağlayan ana kaynaktır.
Bedîʿ, genellikle iki ana kategoriye ayrılır:
1) Bedîʿ-i lafzî (sözel güzellik) ve 2) Bedîʿ-i manevî (anlamsal güzellik).
2.7.1. Bedîʿ-i Lafzî (Sözel Güzellik)
Bedîʿ-i lafzîde (sözel güzellik), kelimelerin anlamı veya anlatım şeklinden ziyade, kelime seçiminin veya ses uyumunun ön plana çıktığı güzellikler daha önemlidir. Kelimelerin ses, ritim ve yapı açısından güzelleştirilmesi demektir.
Alt dalları şu şekildedir:
2.7.1.1. Cinâs
Anlamları farklı iki veya daha fazla kelime arasındaki ses veya yazı benzerliğine cinâs denir. Yazılışları ve söylenişleri birbirlerine benzeyen, ancak anlamları farklı iki kelimenin bir arada kullanılmasıdır. Buradaki amaç, metnin hem kulağa hoş gelmesini sağlamak hem de okuyucunun ilgisini ve dikkatini çekmektir. Redif ile karıştırılmamalıdır. Çünkü redif, aynı kelimenin tekrarıdır.
‘Cinâs-ı tam’, yazılışları ve okunuşları tamamen aynı olan kelimelerle yapılırken, ‘cinâs-ı nâkıs’, yazılışları veya okunuşları arasında çok küçük farklar olan kelimelerle yapılır.
Kur’ân’da, ‘Ve bacak bacağa dolaşır. İşte o gün sevk, ancak Rabbinedir.’ (Kıyamet, 75/29-30) ayet-i kerimelerinde, (السَّاقِ) ve (الْمَسَاقُ) kelimeleri arasında, harfler ve okunuşlarındaki benzerlik nedeniyle, ‘tam olmayan’ bir cinâs sanatı bulunur.
‘Saat (kıyamet) gerçekleştiği gün, suçlular dünyada bir saatten fazla kalmadıklarına dair yemin ederler.’ (Rum, 30/55) ayet-i kerimesinde ‘saat’ kelimesi, iki farklı anlamda kullanılmıştır. İlk kullanımında ‘kıyamet vakti’, ikincisinde ise ‘zaman dilimi’ anlamındadır. Bu, ‘tam cinâs’ türüne bir örnek teşkil eder.
2.7.1.2. Seciʿ
Cümle sonlarında ritim yaratmadır. Düz yazıda yapılan iç uyaklara verilen isimdir. Cümlelerin sonunda veya bir cümle içinde tekrarlanan ses benzerliklerine dayanan bir sanattır. ‘İlahi, kabul senden, ret senden, şifa senden, afiyet senden..’ cümlesinde ‘..den’ seslerinin tekrarı seciʿ sanatına örnektir. Kısa seciʿde, bölümlerdeki kelime sayısı iki ila dört arasındadır. Orta seciʿde kelime sayısı beş ila on arasındadır. Uzun seciʿde ise kelime sayısı on bir ve daha fazladır.
Kur’ân’daki ayetlerin sanatsal dili ve kendine özgü ahengi vardır. Ayet sonlarındaki ses uyumları ve ritim, normal seciʿ sanatından farklılık gösterdiği için, genellikle ‘fasılalı nesir’ olarak adlandırılır. Ancak seciʿ olarak da bilinir.
Bu fasılalı üslubun en belirgin örnekleri, genellikle ilk inen ve kısa surelerde bulunur.
‘Yüzler var ki o gün zelildir. Çalışmış, fakat boşuna yorulmuştur. Kızgın bir ateşe girecek, son derece sıcak bir kaynaktan içirileceklerdir.’ (Gaşiye, 88/2-5)
Bu ayetlerdeki (hâşiah), (nâsıbeh), (hâmiyeh) ve (êniyeh) kelimeleri arasındaki ses uyumu, surenin geneline yayılan secîʿli (ritmik) yapıyı oluşturur.
2.7.1.3. İştikâk
Aynı kökten gelen, en az iki sözcüğün bir arada kullanıldığı, aralarında anlam ilişkisi bulunan iki kelimeden birinin, diğerinden alınması ve türetilmesi sanatıdır. İştikâk, bedîʿ ilminde ‘aynı kökten birkaç kelimeyi bir sözde toplamak’ anlamında bir cinâs türü olarak kullanılır. Bir kelimenin türediği kökü, farklı bir fiil veya isimle birlikte kullanma sanatıdır.
Örneğin ‘sâdık’ ve ‘sadâkat’ kelimeleri aynı kökten türetilmiştir. Aynı kökten türeyen kelimelerin, şiir veya düzyazı içinde bir arada kullanılmasıyla ahenk ve etki yaratılır. İştikâku’s-sağîr, iştikâku’l-kebîr ve iştikâku’l-ekber gibi üç türü bulunmaktadır.
Kur’ân’daki iştikak örnekleri, Arapça kelimelerin aynı kökten türeyerek farklı anlamlar kazanmasına dayanır ve bu durum ayetlere edebi ve derin bir zenginlik katar.
2.7.1.4. Tecânüs
Bir bütün oluşturan öğelerin aynı cinsten olması, yani cins birliği veya aynı türde olma durumudur. Arapça ‘cins’ kelimesinden türetilmiş olup, ‘bir cins olmak’ veya ‘mütecanis olmak’ anlamlarına gelir.
2.7.2. Bedîʿ-i Manevî (Anlamsal Güzellik)
Bedîʿ-i manevî, anlam güzelliği katmak için kullanılan söz sanatlarını ve süslerini ifade eder. Bu sanatlar, ifadenin ahenkli ve etkileyici olmasını sağlarken, aynı zamanda anlam derinliği kazandırır. ‘Bedîʿ kelimesi, köken olarak, ‘örneği ve benzeri olmayan, eşsiz, yeni’ gibi anlamlara gelir. Anlamın oldukça incelikli bir sunumudur.
Bedîʿ-i manevî, kelimelerin ses uyumu veya dizilişi gibi lafızsal özellikler yerine, anlamın kendisindeki inceliklere ve güzelliklere yoğunlaşır. Anlamı derinleştirerek, okuyucu veya dinleyici üzerinde daha kalıcı bir etki bırakmayı hedefler. Kelimelerin uzak veya yakın anlamları, çelişkili ifadeler veya bilinen gerçekleri farklı bir bakış açısıyla yorumlama gibi yollarla anlamı çok katmanlı hale getirir. İfadeye zarafet ve nüans katarak, anlatımı daha ikna edici ve etkili kılar.
Bedîʿ-i manevî şu alt dallara ayrılır:
2.7.2.1. Tevriye
Tevriye, bir kelimenin, aynı dizede veya beyitte, hem yakın hem de uzak iki gerçek anlamı ihtiva edecek şekilde kullanılmasıdır. Sözün anlatım gücünü artırmak için kullanılır. Bu edebî sanata ‘îham’ da (şüphe, vehim ve tereddüde düşürme, iki veya daha çok anlamlı bir kelimeyi en az bilinen manasını kastederek kullanma sanatı) denir ve anlatıma derinlik katmak amacıyla kullanılır. Kelimenin ilk akla gelen yakın anlamı söylenir, ancak asıl kastedilen uzak anlam gizlenir.
Hz. İbrahim’in (as), putları kırdıktan sonra putperestlere verdiği, ‘Belki onu, şu büyükleri yapmıştır. Eğer konuşabiliyorlarsa, onlara sorun’ (Enbiya, 21/63) şeklindeki cevabı, bu sanatın önemli bir örneğidir. Hz. İbrahim (as), putları kendisinin kırdığını söylemek yerine, ‘belki onu, şu büyükleri yapmıştır..’ diyerek tevriyeli bir ifade kullanır.
Putperestler bu ifadeden, putların en büyüğünün bunu yapmış olabileceği gibi bir yakın anlam çıkarmaktadırlar. Ancak Hz. İbrahim (as), putların hiçbir fayda veya zarar verme özelliğine malik olmadıkları, putlara tapma durumunun, onlara tapanların akılsızlığını gösteren uzak anlamı kast etmektedir.
2.7.2.2. Hüsn-ü Ta’lîl
Hüsn-ü ta’lîl, bir olayın veya durumun gerçek nedenini bir kenara bırakıp, ona daha güzel ve hayalî bir neden bulma sanatıdır. Gerçek sebep haricinde, daha hoş bir sebep ileri sürülür. Bu edebi sanatta, bilinen bir olguya, hoşa gidecek, şiirsel veya metaforik bir izah getirilir.
Kur’ân’da, edebi bir sanat olan ‘hüsn-ü ta’lil’in (güzel nedene bağlama), tipik bir örneği bulunmaz. Bunun sebebi, hüsn-ü ta’lil sanatının, gerçek bir olayı bilinen sebebinden farklı ve hayali bir nedene dayandırmasıdır. Oysa Kur’ân, olayları ve ayetleri, hakîki, aklî ve ilahi sebeplere dayandıran kutsal bir kitaptır.
2.7.2.3. Tıbâk
Tıbâk, Arapça kökenli bir kelime olup, sözlükte ‘üst üste koymak, uyum içinde olmak’ gibi anlamlara gelirken, edebiyatta bir tür sanattır. Tıbâk, en temel haliyle, birbirleriyle çelişen iki kelimeyi, aynı cümle veya beyit içinde yan yana getirerek anlamı güçlendirmeyi amaçlar. Böylece okuyucunun veya dinleyicinin zihninde, canlı ve kalıcı bir imaj oluşturarak, anlatılmak istenen düşünceyi daha etkili kılar. Bu sanat, aynı zamanda ‘tezat, mutabakat, tatbîk veya tekâfu’ gibi farklı isimlerle de bilinir.
Kur’ân’da ‘tıbâk’ sanatı, yani zıt anlamlı kelimelerin bir arada kullanılması bolca mevcuttur. ‘O, öldürür ve diriltir..’ (Necm, 53/44) ve ‘İyilikle kötülük bir olmaz..’ (Fussilet, 41/34) gibi ayet-i kerimelerde ‘tıbâk’ sanatı bulunur. Ayrıca, gece ve gündüz, Cennet ve Cehennem gibi birçok zıt kavram, Kur’ân ayetlerinde bir arada kullanılır ve sözün anlamını derinleştirir.
2.7.2.4. İktibâs
İktibâs, bir eserden veya kaynaktan alıntı yapmaktır. Metne canlılık ve güzellik katmak, sözü pekiştirmek için kullanılır. Bu, bir yazıyı, sözü veya hukuki bir düzenlemeyi olduğu gibi veya kısaltarak kullanmayı ifade eder.
Edebiyatta, bir metnin veya sözün anlamını güçlendirmek ve güzelleştirmek amacıyla, başka bir metinden (genellikle Kur’ân ayetleri, hadisler, atasözleri vb.) yararlanma sanatıdır. Hukukta ise, bir hukuk sisteminin başka bir hukuk sisteminden kanunlar alması anlamına gelir.
Bu sanatlar, ifadeyi ya da metni, ‘dekoratif zarafet / şık dekorasyon’ (decorative elegance) ile zenginleştirir ve pozitif psikolojik etki yaratır.
Kur’ân’ın, bir söz sanatı olan ‘iktibas’ı kendi içinde barındırdığı söylenemez. Çünkü iktibas, bir yazar veya şairin, ayet ya da hadis gibi kutsal bir metinden alıntı yaparak, kendi metnine dâhil etmesidir. Dolayısıyla Kur’ân, kendisinden önceki herhangi bir metinden alıntı yapmadığı için, bu sanat Kur’ân’da yer almaz.
3. Araştırma Yöntemi

Çalışmamız, Kur’ân-ı Kerîm’in dilsel yapısını incelemek için disiplinler arası bir yaklaşımı benimsemektedir. Araştırma yöntemimiz, metin analizi, dilbilimsel yaklaşımlar ve karşılaştırmalı edebiyat gibi temel araçları bütünleştirerek, hem geleneksel hem de modern analiz tekniklerini bir araya getirmektedir. Bu yöntemler, Kur’ân’ın dilsel, yapısal ve kültürel katmanlarını sistematik bir şekilde ele almayı sağlamaktadır. Amaç, dilsel unsurların (örneğin, teşbih, tekrar ve argümantasyon) nasıl işlediğini somutlaştırmak, kutsal metnimizin ikna gücünü bilimsel temellere oturtmaktır.
Yöntem seçimimiz, Kur’ân’ın özgün bağlamını (vahiy süreci, Arap dili) korurken, çağdaş akademik standartlara uyumu da gözetmiştir. Bu çerçevede, niteliksel bir yaklaşım ağırlıklı olmuştur. Araştırma sürecimiz, veri toplama (ayetlerin seçimi), analiz ve yorum aşamalarından meydana gelmektedir.
3.1. Metin Analizi
Metin analizi, çalışmamızın temel yöntemlerinden biri olup, Kur’ân-ı Kerîm metninin içsel yapısını inceleyerek, dilsel unsurlarını açığa çıkarmayı amaçlamaktadır. Bu yaklaşım, kutsal metnimizi bir bütün olarak görmekte, sure ve ayetlerin tematik, yapısal ve üslup özelliklerini ögelere ayırmaktadır.
İçerik analizinde, ayetlerdeki ana temalar (tevhid, ahiret, ahlâk) belirlenmiş ve bunların dilsel araçlarla (soru-cevap, paralelizm) nasıl güçlendirildiği incelenmiştir. Yapısal analizde ise, surelerin simetrik düzenine (örneğin, Rahman Suresi’ndeki tekrarlı refrenler) dikkatler çekilmiştir. Bu, metnin ritim ve akışını ölçmek için kullanılmıştır.
Metin analizinde, ayetlerin bağlamsal anlamları (siyak-sibak), vahiy sırası ve muhatap kitlesi dikkate alınarak, dilsel etki değerlendirilmiştir. Bu yöntem, klasik tefsir teknikleriyle birleştirilmiştir. Örneğin, ayet gruplarının (blokların) nasıl bir argüman zinciri oluşturduğu analiz edilmiştir. Pratikte, seçilmiş ayetler üzerinde kodlama yapılmıştır.
Bu yaklaşım, Kur’ân’ın mûcizevî niteliğini (iʿcâz) somut verilerle desteklemekte ve okuyucuya metnin katmanlı yapısını göstermektedir. Sınırlılık olarak, subjektif yorum riski vardır. Bunu minimize edebilmek için, birden fazla okuma ve çapraz doğrulama uygulanmıştır.
3.2. Dilbilimsel Yaklaşımlar
Dilbilimsel yaklaşımlarımız, Kur’ân’ın dilsel yapısını dil biliminin araçlarıyla inceleyerek, metnin fonetik, semantik ve sintaktik boyutlarını göstermeye çalışmıştır. Bu yöntem, Kur’ân dilinin zenginliğini temel almaktadır.
Fonetik analiz ile, secîʿ (ritimli bitişler) ve kafiye gibi ses unsurlarının duygusal etkiyi nasıl artırdığı araştırılmıştır. Semiyotik (işaret bilim) yaklaşımıyla, teşbih ve sembollerin (örneğin, ‘nur’ kelimesinin kullanımı) anlam katmanları görülmeye çalışılmıştır.
Sintaktik analiz ile, cümle yapıları incelenmiştir. Emir, nehiy ve şart cümlelerinin, dilsel vurgu meydana getirdiği örnekler (örneğin, Bakara Suresi’ndeki hukuki ayetler) detaylandırılmıştır.
Dilbilim itibarı ile, hitap biçimleri (muhatap çeşitliliği) ele alınmış, ayetlerin nasıl bir diyalog oluşturduğu ve ikna stratejileri analiz edilmiştir.
Çalışmamız, Kur’ân’ın belâgat üstünlüğünü bilimsel verilerle kanıtlamaktadır. Çalışma yöntemimiz, geleneksel belâgat ilmiyle entegre edilmiş, analizin derinliği artırılmıştır.
3.3. Karşılaştırmalı Edebiyat
Karşılaştırmalı edebiyat yöntemi ile, Kur’ân’ın dilsel unsurları, diğer dini metinlerle kıyaslanmış, Kur’ân’ın özgünlüğü ve evrenselliği vurgulanmıştır. Bu yaklaşım, benzer temalar (örneğin, kıssa anlatımı) üzerinden karşılaştırma yapmaktadır. Örneğin, Kur’ân’daki İhlâs Suresi (112/1-4) üzerinden belâgat unsurları analiz edilerek, Tevrat ve İncil’deki benzer cümleler mukayese edilmiş, Kur’ân’da çok özlü bir şekilde beyan edilen tevhîd teması öne çıkarılmıştır.
Bu yöntem ile, tematik ve üslup paralellikleri incelenmiştir. Çalışma yöntemimiz, interdisipliner şekildedir ve Kur’ân’ın mucizevî yönüne teması amaçlamaktadır.
Araştırma yöntemimiz, metin analizi, dilbilimsel yaklaşımlar ve karşılaştırmalı edebiyat ile entegre edilerek, bütüncül bir çerçeve sunmuştur. Yöntemler birbirini tamamlamış, dilbilimsel veriler metin analizini desteklemiş, karşılaştırmalar evrensel bağlam sağlamıştır.
4. Literatür Taraması

4.1. Klasik Dönem Çalışmaları
Klasik İslâm literatüründe, Kur’ân’ın dilsel yapısı ‘belâgat’ ilmi altında incelenmiştir. Bu dönemde âlimlerimiz, Kur’ân’ın dilsel üstünlüğünü sistematize etmişlerdir.
Örneğin Rummânî (v. 384/994), ‘en-Nüket fî İʿcâzi’l-Ḳurʾân’ adlı eserinde, belâgat’i ‘en güzel lâfızlarla mananın kalbe ulaştırılması’ diye tanımlamış, belâgat için üst, orta ve alt olmak üzere üç seviye belirlemiştir. Belâgati, ‘iʿcâz, teşbih, istiare, ses ahengi, ayet sonlarındaki ses uyumu, cinâs / tecânüs, bir kelime kökünün değişik vezinlere dönüşmesi, îma, mübâlağa, sözün terkip ve telifindeki güzellik’ olmak üzere on kısma ayırmış, Kur’ân’ın belâgatini en üst düzeye oturtmuştur.
Hattâbî (v. 388/998), meânî ağırlıklı ‘Beyânü İʿcâzi’l-Ḳurʾân’ adlı eserinde, Kur’ân’ın lafız ve manasının iʿcâzını ele almış, ‘sarfe’ meselesi ve Kur’ân-ı Kerîm’in geleceğe dair haberler ihtiva eden yönleri üzerinde durmuştur.
Bâkıllânî (ö. 403/1013) ‘İʿcâzü’l-Ḳurʾân’ adlı eserinde, Kur’ân’ın iʿcâzını, gaybe dair haberler ihtiva etmesi, Arapça gibi bilinen bir dilde olmasına rağmen alışılmış nesir ve nazım türleri dışında bir ifade güzelliği taşıması, okuma yazma bilmeyen (ümmî) bir peygamber tarafından tebliğ edilmesi noktalarında toplamıştır.
Abdülkâhir el-Cürcânî’nin (v. 471/1078) beş yüz sayfalık Delâʾilü’l-iʿcâz’ adlı eseri, Kur’ân’ın iʿcâzı üzerine telif edilen önemli eserlerdendir. Cürcânî bu eserinde, sadece Kur’ân’ın nazım anlayışı üzerinde durmuştur. Ona göre Kur’ân’ın iʿcâzı, kelimelerde, müzikal uyumda, vezinde, ayetler arasındaki fâsılalarda, ayetlerdeki istiâre ve kinâye gibi edebî sanatlarda değildir.
Ona göre Kur’ân’ın gerçek anlamda iʿcâzı, haiz olduğu fesâhat ve belâgatten kaynaklanmaktadır. Bu fesâhat ve belâgat, nazil olduğu andaki gibi, aynen muhafaza edilen nazmın içinde bulunmaktadır. Nazım ise, lafızlar arasındaki ‘üslûp ilişkisi’nden ibarettir. Cürcânî’nin ‘Esrârü’l-Belâga’ adlı eseri ise, kendisinden önceki çalışmalardan faydalanarak, belâgat ve şiirin belli başlı meselelerini ana hatları ile ortaya koyduğu bir eserdir.
Kādî Abdülcebbâr’ın (v. 415/1025) iʿcâzü’l-Kurʾân konusunda doğrudan bir eseri olmasa da, Kur’ân’ın dilsel ve anlamsal özelliklerini savunmaya yönelik, ‘Tenzîhü’l-Kurʾân ʿani’l-Meṭâʿin’ adlı eseri, Kur’ân’ın dil, nazım ve mana bakımından herhangi bir kusuru olmadığını savunan çalışmasıdır. Benzer şekilde, Zemahşerî’nin (v. 538/1144) ‘el-Keşşâf’ adlı tefsiri, dilsel unsurları tefsirle birleştirmekte ve ayetlerin üslup güzelliğini analiz etmektedir.
11’inci yüzyılda, Bâkıllânî, Kādî Abdülcebbâr ve Abdülkāhir el-Cürcânî gibi âlimlerin sürdürdüğü bu çalışmalar sayesinde, ‘iʿcâzü’l-Kur’ân’ araştırmaları altın çağına ulaşmıştır. Ancak, söz konusu dönemden, ta 20’nci yüzyıla kadar, iʿcâzü’l-Kur’ân hususunda eser yazan âlimler, sadece daha öncekilerin iʿcâza dair görüşlerini değerlendirmek, toplamak ve şerh etmekle yetinmişlerdir.
Klasik eserler, daha çok cahiliye şiirleriyle karşılaştırarak Kur’ân’ın üstünlüğünü göstermeye çalışmışlardır. Klasik dönem, belâgat bilim dalı için temel bir zemin sağlamıştır. Fakat güncel dilbilim araçlarından yoksunluğu yadsınamaz. Bu da yeni ve çağdaş çalışmaların yapılması için açık bir gerekliliktir.
4.2. Modern Dönem Çalışmaları
20. yüzyılda Reşîd Rızâ (v. 1935) ve Abdullah Dirâz (v. 1958) Kur’ân’daki teşrî iʿcâz konusunu, Mustafa Sâdık er-Râfiî (v. 1937), ‘İʿcâzü’l-Ḳurʾân ve’l-Belâġatü’n-Nebeviyye’ adlı eserinde Kur’ân’daki harflerin, kelimelerin ve cümlelerin, uyumunu, ahengini ve musikisini incelemiştir. Seyyid Kutub (v. 1966), ‘et-Taṣvîrü’l-fennî fi’l-Ḳurʾân’ adlı eserinde, Kur’ân’daki edebî tasvir konusunu çalışmıştır. Said Nursi (v. 1960), bilhassa 25’inci Söz’de, Kur’ân’ın nazım ve lafız, üslup ve îcâz, anlam ve ihbarat-ı gaybiyye, fesâhat ve belâgat gibi çeşitli yönlerini analiz etmiştir.
21. yüzyılda Kur’ân’ın dilsel yapısı, Batı akademisiyle de etkileşim halinde gelişmiştir. Oryantalist yaklaşımlar, sure sıralamasını dilsel bağlamda incelemiş, ancak eleştirel bir tutum sergilemişlerdir. Buna karşılık, Müslüman akademisyenler, belâgati yenilikçi yöntemlerle ele almışlardır. Örneğin, Emin İhsan Islahi’nin (1904-1997) ‘Tadabbur-i Qur’an’ı, surelerin tematik bütünlüğünü (nazm) dilsel bir çerçevede analiz eder.
Modern literatür, dilbilim ve semiyotik unsurları entegre etmektedir. Örneğin, Michel Cuypers’in semitik dilsel çalışmaları, Kur’ân’ın simetrik yapılarını (chiastic structures) vurgular ve bunu Kitab-ı Mukaddes ile karşılaştırır.
Ayrıca, Neal Robinson’un ‘Discovering the Qur’an’ı, surelerin ritim ve kafiye gibi dilsel özelliklerini sistematik olarak özetler. Bu dönemde, dilsel analiz, Kur’ân’ın iletişim modeli olarak görülmektedir. Literatür, giderek dijital araçlara (corpus analizi) yönelmektedir.
Literatürde öne çıkan isimler, Kur’ân’ın dilsel yapısını farklı perspektiflerden ele almışlardır. Mustansir Mir, ‘Coherence in the Qur’an’ (1986) eserinde, Kur’ân’ın tematik tutarlılığını dilsel bir araç olarak inceler. Surelerin içsel bağlantılarını (örneğin, Bakara Suresi’ndeki argümantasyon) analiz ederek, metnin bütünlüğünü savunur.
Mir’in diğer çalışmaları, örneğin ‘İroninin Kur’ân’daki Rolü’ (2020), benzetme taşıyan ifadelerin ikna gücünü vurgular, kıssa anlatımını (Hz. Yusuf as.) edebiyat teorisiyle birleştirir. Ayrıca, ‘Verbal Idioms of the Qur’an’da, dilsel figürleri kataloglar ve bunların duygusal etkiyi artırdığını belirtir. Mir’in yaklaşımı, modern edebiyat eleştirisini İslâmî bağlama uyarlar.
Angelika Neuwirth ise, ‘The Qur’an and Late Antiquity’ (2019) ve diğer eserlerinde, Kur’ân’ın sözlü (spoken) yönlerini dilsel stratejilerle analiz eder. Metnin hitap (vocatives) ve diyalog tekniklerini vurgulayarak, onun dinamik yapısını aydınlatır. Neuwirth, Kur’ân’ı Semitik dilsel gelenek içinde konumlandırır ve surelerin liturjik ritmini (örneğin, Mekkî surelerdeki poetik unsurlar) inceler. ‘Scripture, Poetry, and the Making of a Community’de, dilsel yapının toplum inşasındaki rolünü tartışır. Neuwirth’in çalışmaları, oryantalist geleneği eleştirerek, Kur’ân’ı tarihsel bağlamda yeniden yorumlar.
Diğer önemli isimler arasında, Fazlur Rahman’ın ‘Major Themes of the Qur’an’ı (1980), tematik dilsel yapıyı ele alır. Navid Kermani’nin ‘God is Beautiful’ı ise, estetik dil yapısını (güzellik ve yücelik) vurgular. Ayrıca, Mustansir Mir’in etkilendiği eserler gibi, ‘The Qur’an as Literature’ antolojileri, figüratif dil unsurlarını özetler.
4.4. Literatürdeki Boşluklar ve Gelecek Araştırmalar
Mevcut literatür, dilsel unsurları başarıyla özetlese de bazı boşluklar vardır. Dijital dilbilim (AI destekli analiz) ve karşılaştırmalı çalışmalar (örneğin, Doğu edebiyatıyla mukayese) yeterince gelişmemiştir.
Ayrıca, kadın akademisyenlerin katkıları (örneğin, Amina Wadud’un yaklaşımları) sınırlıdır. Gelecek araştırmalar, belâgatin medya ve eğitimdeki uygulamalarına odaklanabilir.
Bu makalede, Kur’ân’ın dilsel yapısının zengin bir mirasa sahip olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Mir ve Neuwirth gibi isimler, konuyu çağdaşlaştırarak çalışmamıza ilham vermiştir.
5. Çalışmanın Kapsamı ve Sınırlılıkları

Bu çalışma, Kur’ân-ı Kerîm’in dilsel yapısını sistematik bir şekilde incelemeyi hedeflerken, kapsamını gerçekçi sınırlar içinde ele tutmuştur. Kapsam, seçilmiş sure ve ayetlere odaklanırken, temel dilsel unsurların analizi öncelikle ele alınmıştır. Bu sayede, metnin dilsel ve ikna edici özellikleri daha derinlemesine görülebilmiştir.
Ancak, Kur’ân’ın tamamını analiz etmek pratik olarak imkansız olduğundan, belirli seçimler yapılmıştır. Sınırlılıklar ise, kaynak, zaman ve metodolojik kısıtlamalardan kaynaklanmaktadır. Genel olarak çalışma, hem akademik derinlik hem de erişilebilirlik dengesini gözetmiştir denilebilir.
5.1. Çalışmanın Kapsamı
Çalışmamız, Kur’ân’ın dilsel unsurlarını temsil eden örnekler üzerinden ilerlemiştir. Bu, kutsal metnimizin evrensel mesajını vurgulamak için yeterli bir temsil sağlamaktadır. Odak sureler, Mekkî ve Medenî dönemlerden seçilmiştir. Örneğin, Mekkî surelerden Rahman Suresi ritim ve tekrar analizi için, Kari’a Suresi paralelizm ve vurgu için ve Yusuf Suresi de kıssa anlatımı için incelenmiştir. Medenî surelerden ise Bakara Suresi argümantasyon ve hukuki yapı için, Fatiha Suresi de genel hitap için analiz edilmiştir.
Bu seçimler, erken dönem secîʿli üslup ile geç dönem yasal vurguya sahip Kur’ân’ın, farklı vahiy aşamalarını daha iyi görebilmek içindir ve seçilen sureleri detaylı olarak incelemektedir. Ayet seçiminde, tematik gruplar ön plana alınmıştır. Tevhid (birlik), âhiret (son gün), ahlâk ve peygamber kıssaları gibi temalar, dilsel araçlarla nasıl işlendiğini göstermek için tercih edilmiştir.
Dilsel unsurlar açısından kapsam, temel kategorilere odaklanmaktadır. Teşbih, tekrar ve vurgu teknikleri (tekrar-ı lafzi, anaphora), kıssa yapısı, alegori, ikna ve argümantasyon (logos, pathos, ethos uyarlamaları) ile hitap biçimleri (soru-cevap, emir-nehiy) gibi. Bu unsurlar, belâgat ilminin ‘meʿani, beyân ve bediʿ dallarıyla entegre edilmektedir.
Ayrıca, karşılaştırmalı analizler yapılmıştır. Kur’ân’ın dilsel yapısı, diğer kutsal metinlerle (Tevrat, İncil) mukayese edilmiştir. Toplamda, çalışmada yaklaşık 100 küsur sayfalık bir hacim hedeflenmiş, akademik bir tez veya kitap formatı benimsenmiştir.
5.2. Çalışmanın Sınırlılıkları
Her akademik çalışma gibi, bu inceleme de belirli kısıtlamalara sahiptir. Bunlar, kapsamı daraltmak ve odaklanmayı sağlamak için zorunludur. Öncelikle, tüm Kur’ân sureleri (114 sure) detaylı incelenmemiştir. Sadece temsîli örnekler seçilmiştir.
Benzer şekilde, dilsel unsurların tamamı kapsama alınmamıştır. Örneğin, nadir figürler (kinâye varyasyonları, nadir istiâre türleri) veya fonetik detaylar (ses bilimsel nüanslar) gibi alt unsurlar, ana odak dışında kalmıştır. Bunlar, daha uzmanlaşmış çalışmalara bırakılmıştır. Bu, araştırmanın derinliğini korumak için tercih edilmiştir.
Bu çalışmanın metodolojik sınırlılıkları da bulunmaktadır. Temel olarak, dilbilimsel analiz Arapça Kur’an metnine dayanmaktadır. Ancak çeviriler, doğal olarak bazı dilsel unsurların kaybına neden olmaktadır. Kur’an’ın edebî tasvirleri, çevirilerde fazlaca literal kalmakta ve secîʿli derinlik azalmaktadır. Ses uyumları açısından, Kur’an’ın müzikal ritminin Latin alfabesinde tam olarak korunamadığı görülmektedir.
Bu ve benzer sınırlılıklar nedeniyle, Türkçe Diyanet meali ve İngilizce Yusuf Ali çevirisi versiyonları yalnızca destekleyici rol üstlenmiştir. Analizin %80’inden fazlası orijinal metne sadık kalınarak gerçekleştirilmiş, çeviriler ise yalnızca karşılaştırmalı doğrulama için kullanılmıştır. Bu yaklaşım, metodun bilimsel titizliğini korurken, çalışmanın özgünlüğünü artırmaktadır.
Subjektif yorum riski kaçınılmazdır. Zaman ve kaynak kısıtlaması, saha çalışmaları (örneğin, okuyucu tepkileri, anketleri) gibi genişletmeleri dışlamıştır. Ayrıca, kültürel bağlam da sınırlıdır. Çalışma, İslâmî ve Batı edebiyatı odaklıdır. Doğu Asya veya Afrika edebiyatlarıyla karşılaştırmalar yapılmamıştır.
Ancak yine de bu kapsam ve sınırlılıklar, çalışmayı gerçekçi ve odaklanmış kılmaya yetmektedir. Kur’ân’ın dilsel zenginliği aydınlatılırken, gelecek araştırmalara kapı açma hedeflenmiştir.
Bu teorik temelin üzerine, inşâAllâh bir sonraki kısımda (Kur’ân-ı Kerim’in Dil Yapısı: Belâgat, İʿcâz ve Evrensel Hitap II. Kısım), Kur’ân’ın dilsel unsurlarını somut örnekler, karşılaştırmalar ve modern analizlerle incelemeye devam edeceğiz.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com sayfalarındaki yazı, resim, fotoğraf, grafik, çizim, vs. her türlü görüntü malzemesinin elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması kesinlikle yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.
