Musa Kâzım GÜLÇÜR
1 Cemaziyelevvel 1446
03 Kasım 2024 Pazar
İçindekiler
Ayet-i Kerimelerin Yorumlanması
4 İlâ 11’inci Ayet-i Kerimeler
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيطَانِ الرَّجِيمِ
بِـسْـــــــــــــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الرَّحْمَةِ الرَّبَّانِيَةِ وَاليَاقُوتَةِ المُتَحَقِّقَةِ الحَائِطَةِ بِمَرْكَزِ الفُهُومِ والمَعَانِي، وَنُورِ الأَكْوَانِ المُتَكَوِّنَةِ الآدَمِي، صَاحِبِ الحَقِّ الرَّبَّانِي، البَرْقِ الأَسْطَعِ بِمُزُونِ الأَرْبَاحِ المَالِئَةِ لِكُلِّ مُتَعَرِّضٍ مِنَ البُحُورِ وَالأَوَانِي، وَنُورِكَ اللاَّمِعِ الذِي مَلأْتَ بِهِ كَوْنَكَ الحَائِطِ بِأَمْكِنَةِ المَكَانِي، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الحَقِّ التِي تَتَجَلَّى مِنْهَا عُرُوشُ الحَقَائِقِ عَيْنِ المَعَارِفِ الأَقْوَمِ صِرَاطِكَ التَّامِّ الأَسْقَمِ، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى طَلْعَةِ الحَقِّ بَالحَقِّ الكَـنْزِ الأَعْظَمِ إِفَاضَتِكَ مِنْكَ إِلَيْكَ إِحَاطَةِ النُّورِ المُطَلْسَمِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ صَلاَةً تُعَرِّفُنَا بِهَا إِيَّاه
رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي
(20/25 ، سُورَةُ طه)
Alemlerin Rabbi Yüce Allâh’a hamd olsun. Hüsn-ü âkıbet müttakiler içindir. Allâhım! Rabbânî rahmetin olan Zât’a, bütün anlayış ve manaların merkezini kuşatmış ve hakikatine erişmiş o biricik yakuta, insana ait bütün oluşumların nuruna, Rabbânî hakkın sahibine, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine yönelmiş, (akılları, kalpleri ve ruhları itibarı ile) denizler ve kaplar genişliğindeki herkesi, bol rahmet bulutlarıyla dolduracak o en parlak şimşeğe, mekân alemindeki tüm mekânları kendisiyle doldurduğun ve kuşattığın parlak nuruna salât ve selam et.
Allâhım! Hakikatlerin zirvelerinin tecelli ettiği hakikate, maarifin en olgun membaına, sırat-ı müstakîmin zirvesine, o en berrak ruh u pak-i Muhammed’e (ﷺ) salat ve selam olsun.
Allâhım! Hak ve hakikatin apaçık yüzüne, tükenmek bilmeyen hazinenin mümessiline, Sen’den Sana tılsımlı nurun Muhammed Mustafa’ya, âl ve ashabına salât et. Allâhım! Bizlere onu tanıtacağın salatlar ve selamlar eyle. Âmin…
Abstract

The first verse of Surah Al-Insan alludes to a lengthy, unspecified period that existed before the creation of humans. After this indefinite span, the Almighty Allah crafted the cosmos and the earth, then commenced the creation of mankind. The second verse of Surah Al-Insan details the biological stages of human creation, explaining that humans were formed from a drop of mingled fluids originating from both men and women.
The Surah emphasizes the traits of individuals who opt for good or evil. The qualities of the righteous include: 1. Keeping their promises, 2. Fearing the Day of Judgment, 3. Prioritizing the needs of orphans, the needy, and prisoners over their own. Surah Al-Insan also shares a profound thematic connection with the prior Surah Al-Qiyamah and the next Surah Al-Mursalat.
After the Surah Al-Qiyamah, which emphasizes the undeniable reality of resurrection, comes the Surah Al-Insan. Surah Al-Insan opens by focusing on the state of nonexistence before the creation of humankind. The first segment, serving as the surah’s prelude (verses 1 to 3), draws attention to the phases of human creation, encompassing both the physical and the spiritual, as well as the capacity for independent thought and choice. It unequivocally conveys that eternal rewards await those who uphold their duties, while perpetual penalties befall those who act irresponsibly.
The second section’s fourth verse highlights the dire consequences for those who opt for disbelief, juxtaposed against the myriad of blessings, both seen and unseen, granted by Allah. Afterward, verses five to eleven shift focus to individuals who use their physical and spiritual faculties, granted by the Almighty, towards virtuous deeds, known as ‘ebrâr’ drawing them into the spotlight.
The traits of virtuous individuals, known as ebrâr, about their state in the afterlife include being splendidly received in Paradise. In this life, they are characterized by honoring their commitments and living with an awareness of eventual accountability. They give the poor without seeking any material or spiritual return for their benevolence. These individuals referred to as ‘ebrâr,’ harbor positive emotions and thoughts solely to achieve the approval of Allah the Almighty, conducting themselves with devoutness.
Önsöz

İnsan Suresi, Kur’ân-ı Kerîm’deki sıralamada, ‘yeniden diriltiliş’ rüknünün, şüphe götürmeyen hakikatini güneş gibi aydınlatan Kıyamet Suresi’nden sonra gelmektedir. İnsan Suresi’nin girişi (1 ilâ 3’üncü ayet-i kerimeler), insanın yaratılışından önceki ‘hiçlik’ durumunu beyan ile başlar. Daha sonra, insanın yaratılış aşamaları, onun fiziksel ve ruhsal donanımları nazarlara verilir. Arkasından, insanın hür düşünceye ve seçici iradeye sahip olduğu, sorumluluklarını yerine getirmesi karşılığında sonsuz mükafatlara ulaştırılacağı, sorumsuz davranışları neticesinde ise ebedi mücazatlarla karşılaşacağı açık şekilde beyan edilir.
İkinci bölümde ise (4’üncü ayet-i kerime), Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin insanlara lütfettiği görünen-görünmeyen bütün nimetlere karşı küfür yolunu seçen kimselerin acı akıbetlerine değinilir.
Üçüncü bölümde (5 ilâ 10’uncu ayet-i kerimeler), Rab Teâlâ Hazretlerinin lütfettiği fiziksel ve ruhsal donanımları iyilik yolunda kullanan ve ‘ebrâr / iyiler’ olarak isimlendirilen kimseler nazarlara verilir.
Ahiretteki durumları açısından ‘ebrâr / iyiler’, Cennet’lerde parmak ısırtan halleri ile arz-ı endâm etmektedirler. Ebedi mükafatlarına sebep olan dünyadaki halleri ise, adaklarını ve verdikleri sözlerini yerine getirmeleri, ahirette hesap verme korkusu ile yaşamalarıdır. Muhtaçları doyurmaları, bu fedakarlıkları karşısında ne maddî ne de mânevî herhangi bir karşılık beklememeleridir. ‘Ebrâr / iyiler’, sırf Yüce Allâh’ın rızasını kazanmak için, iyilik faaliyetleri ve düşünceleri içerisindedirler. Her daim, takva dairesinde hareket etmektedirler.
Giriş

Sure, ilk ayette geçen ‘insan’ kelimesinden dolayı ‘İnsan Suresi’ olarak isimlendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in yetmiş altıncı suresidir. Sure, baştaki besmele ile 32 ayet-i kerimeden oluşmaktadır.
Muhaddis ve Şâfiî fakihi Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī’nin (v. 458/1066) Delâʾilü’n-Nübüvve adlı eserinde belirttiğine göre, İnsan Suresi Medine’de nazil olmuştur[1].
Surenin ana konuları şu şekilde düşünülebilir:
Surenin ilk ayet-i kerimesinde (İnsan, 76/1), insanın yaratılışından önce geçen ve süresi hiçbir şekilde bilinemeyen (حِينٌ / çok uzun süre) nazarlara verilmektedir. Bu bilinemeyen süre içerisinde evrenimiz ve dünya yaratılmış, daha sonra ise insanın yaratılış süreci başlatılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm, daha başka ayet-i kerimelerde evrenin yaratılış safhalarını ‘6 gün’ olarak belirler, sonra ‘Yüce Allâh’ın arşa istiva ettiğini’ beyan eder. Bu durum, arşa istivanın ‘7’nci gün’de olduğunu düşündürtmektedir. Evrenin ‘6 gün’ halindeki yaratılış safhaları, toplam ‘7 ayet-i kerimede’ yer almaktadır (Araf, 7/54; Yunus, 10/3; Hud, 11/7; Furkan, 25/59; Secde, 32/4; Kâf, 50/38; Hadîd, 57/4).
Sure, insanın yaratılış sürecinin biyolojik safhalarını, onun erkek ile kadının suyunun karıştırılarak, nutfeden (spermden) yaratıldığını beyan eder.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, insanın bu dünya hayatında kendisine lütfedilen nimetler karşısındaki tavrını, yine insana göstermek ve onu denemek için, şükredebileceği ya da (hafazanAllâhu iyyâna ve iyyâküm) küfran-ı nimette bulunacağı (doğru ve eğri) iki yolu ona göstermiştir. Artık bu şartlar altında, insanın inanması ya da inkar etmesi sorumluluğu bütünü ile insana ait olmaktadır. İnsan, her iki yoldan dilediği birini seçecek, üstelik seçtiği yol kendisine mutlaka kolaylaştırılacaktır (Leyl, 92/4-10).
Yüce Allâh, Kur’an-ı Kerîm’i göndererek, insanlara doğru yolu göstermiştir. Ancak insanlar, Kur’an-ı Kerîm’in öğütlerine uymak ya da uymamakta özgürdürler. İnsan, özgür irade sahibi olmakla beraber, iradesi sonsuz değildir ve Yüce Allâh’ın iradesi dahilindedir. Hemen bütün davranışlarında izhar ettiği cüzî iradesi, Yüce Allâh’ın küllî iradesine boyun eğmiş durumdadır.
Surenin ana temalarından birisi de iyiliği ya da kötülüğü seçen insanların özelliklerinin beyan edilmesidir.
İyi insanların özellikleri olarak sıralanan hususlar şöyledir:
1. Verdikleri sözleri yerine getirmeleri, 2. Hesap gününden korkmaları, 3. Yetimleri, yoksulları ve esirleri kendi nefislerine tercih edip doyurmaları.
Bu özellikleri iktisap eden iyi insanları, Yüce Allâh hesap gününün şiddetinden koruyacak, onlara ebedi mutluluk ve ferahlık vererek, ne sıcaklık ne de soğuklukla karşılaşmayacakları Cennet’ine alacaktır. İyi insanlar Cennetlerde, canlarının çektiği her çeşit yiyecekler, meyveler ve içeceklerden zahmetsizce istifade edeceklerdir.
Sureler arası irtibat açısından baktığımızda, İnsan Suresi’nin kendisinden önceki Kıyamet ve kendisinden sonraki Mürselat Sureleri ile güçlü tenasübünü müşahede ederiz. Kıyamet Suresi’nin sonuna doğru 37’nci ayette, insanın ‘nutfe’den alaka haline doğru yaratılış keyfiyeti beyan edilmiş, devamındaki İnsan Suresi’nin 2’nci ayetinde, kadının suyu ile karışan ‘nutfe’ zikredilerek, sureler arası zengin tenasüp ve irtibat gözetilmiştir. Anlatım ve konu bütünlüğü, İnsan Suresi’nden sonra gelen Mürselat Suresi’nde de devam ettirilmiştir. Bu üç sure, üç ana konu etrafında örgülenmiştir denilebilir. Bu konulardan birincisi, evrenin ve insanın yaratılış safhaları, ikincisi iyi insanların dünyada iken işledikleri salih amellere lütfedilecek uhrevî sınırsız mükafatlar, üçüncüsü de kötü insanların kötü amelleri sebebi ile karşılaşacakları ağır uhrevî mücazatlardır.
Hadis hâfızı İmam Taberânî (v. 360/971), el-Muʿcemü’l-Kebîr adlı eserinde, İbn Ömer’den (r. anhümâ) şu hadiseyi nakletmektedir:
‘Habeşli bir adam Resulullah’a (sas) gelmiş, Allâh Resulü (sas) adama, ‘Öğrenmek istediğin bir şey varsa sor’ buyurmuştur.
Bunun üzerine adam şunu sorar:
‘Yâ ResulAllâh! Hem ten rengi, hem yüz güzelliği, hem de peygamberlik ile bizden üstün kılındınız. Şayet senin iman ettiğin şeye iman edersem ve senin amellerin gibi ameller yaparsam, Cennet’te seninle birlikte olur muyum?’
Resulullah (sas) şöyle cevapladı:
‘Evet. Canım elinde olana yemin olsun ki siyah tenli kişinin Cennet’teki beyazlığı, bin yıllık mesafeden dahi görülür. La ilahe illAllâh diyen kişinin, Yüce Allâh katında bir ahdi olur. SübhânAllâh ve bihamdih diyen kişiye, yüz yirmi dört bin iyilik sevabı yazılır.’
Resülullah’ın bu sözlerinin arkasından, İnsan Suresi nazil oldu.
Habeşli adam tekrar sordu:
‘Peki, Cennet’te benim gözlerim senin gözlerinin gördüklerini de görecek mi?’
Allâh Resulü (sas) cevap verdiler:
‘Evet, görecek.’
Sonra bu Habeşli ağladı ve vefat etti.
İbn Ömer (ra) diyor ki, ‘Resulullah’ın (sas), onu bizzat kendi elleri ile mezarına indirdiğini gördüm.’[2]
Ayet-i Kerimelerin Yorumlanması
1 İlâ 3’üncü Ayet-i Kerimeler, Evrenin ve İnsanın Yaratılış Süreçleri, Konu ile İlgili Bilimsel Kuramlar
بِـسْـــــــــــــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
(هَلْ أَتَىٰ عَلَى ٱلْإِنسَٰنِ حِينٌ مِّنَ ٱلدَّهْرِ لَمْ يَكُن شَيْـًٔا مَّذْكُورًا)
1. ‘İnsan (yaratılmadan önce) üzerine dehirden, kesinlikle çok uzun bir süre geçmiştir. (İşte bu dönemde) İnsan, sözü edilen bir varlık bile değildi.’

İnsan Suresi’nin birinci ayet-i kerimesinin başında yer alan (هَلْ / hel) edatı, bazen ‘soru’, bazen ‘olumsuzluk’ bazen de ‘kesinlik’ anlamı ifade eder. İmam Buhari’ye göre, bu ayet-i kerimenin başındaki (هَلْ / hel) edatı ‘kesinlik’ anlamı taşımaktadır. Bu edat, insanın yaratılışının ve bilinen haline gelmesinin, zaman itibarı ile oldukça sonralara bırakılmış olduğunu kesin bir şekilde beyan etmiş olmaktadır.
Şayet, ayet-i kerimenin başındaki (هَلْ / hel) edatını soru şeklinde algılarsak, ayet-i kerime insana sanki şu soruları soruyor gibi olur:
‘Acaba insan, anılmaya değer bir varlık olmadan önce, çok uzun bir zaman geçtiğini düşünmüyor mu? Bu yalın gerçeği görmüyor, ibret almıyor mu? Kendisini karanlıklardan alıp varlık sahnesine çıkaran, uzun bir ‘bilinmezlik’ döneminden sonra ‘anılabilir’ hale getiren Yüce El’i tanımak istemiyor mu?’
Gündelik koşuşturmacanın içerisinde, ‘nereden geliyoruz?’ sorusu genelde unutulmaktadır.
Dil ve edebiyat âlimi ez-Zeccâc el-Bağdâdî’nin (v. 311/923) Meʿâni’l-Kurʾân ve İʿrâbüh (1/116) adlı eserinde kaydettiğine göre, ayet-i kerimedeki (حِينٌ / hîn) kelimesi, kullanım itibarı ile daha çok ‘uzun ve sınırsız zaman’ manasına gelmektedir. Fakih ve muhaddis İbnu’l-Arabî (v. 543/1148) Aḥkâmü’l-Ḳurʾân (3/91) adlı eserinde ise, İnsan Suresi birinci ayetinde geçtiği üzere (حِينٌ / hîn) kelimesini, ‘müphem / bilinemeyen bir yokluk zamanı’ olarak yorumlamaktadır. Dil alimi Ragıb el-Isfahanî (v. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) el-Müfredât fî ġarîbi’l-Ḳurʾân’ında (s. 138), (حِينٌ / hîn) kelimesinin, izafe edildiği cümle yapısına göre bir anlam kazandığını belirtmektedir. Eş‘arî âlimimiz Fahreddin Râzî’nin (v. 606/1210) Mefâtîḥu’l-Ğayb (et-Tefsîrü’l-Kebîr diye de bilinir) adlı eserinde belirttiğine göre de bu kelime, ‘sınırsız bir zaman parçası’nı ifade etmektedir (30/235).
Bu kelime Kur’an-ı Kerîm’de otuz dört yerde geçmekte, ‘bilinemeyen çok uzun bir zaman dilimi’ (İnsan, 76/1; Sad, 38/3), ‘bir zaman, süre’ (Saffât, 37/148; Enbiya, 21/111; Müminun, 23/25, 54), ‘yıl’ (İbrahim, 14/25), ‘günün belirli bir saati’ (Rum, 30/17, 18) anlamlarında kullanılmaktadır. Sonuç olarak, bu ayet-i kerimede (حِينٌ / süre) kelimesi ile, bilhassa ‘kozmolojik, mutlak ve bilinemeyen çok uzun bir zaman dilimi’ nazarlara verilmekte, müminlerin bu ‘çok uzun mutlak zaman dilimi’nin ne olduğunu anlama çabası içerisinde olmaları zımnen talep edilmektedir.
Bazıları, (حِينٌ / hîn) kelimesinin, Kur’an-ı Kerîm’de ‘günün belirli bir saati’ (Rum, 30/17, 18) anlamında kullanımından hareketle, İnsan Suresi 76/1 ayet-i kerimesindeki (حِينٌ / hîn) kelimesinin de bu şekilde ‘kısa ve sınırlı bir süre’ anlamında olması gerektiği gibi vâhî bir düşünceye kapılabilmektedirler.
Bu tür kimseler için, Türkçemizden bazı örnekler verecek, (حِينٌ / hîn) kelimesinin aslî manasının daha iyi anlaşılabilmesine yardımcı olmaya çalışacağız.
Şimdi Türkçemizdeki üç adet cümleyi tahlil edelim. Bu cümleler şu şekilde olsun:
1. ‘Kendisine yapılan iltifatlara yüz çevirerek karşılık verdi.’ 2. ‘Babası ileriden seslendi. Yavrum sığ sularda yüz, derinlere gitme!’ 3. ‘Bahçesinde yüz on dört zeytin ağacı vardı.’
Görüldüğü üzere bu üç cümledeki ‘yüz’ kelimelerini koyu hale getirdim. Şimdi birisi çıkıp şöyle diyebilir mi?:
‘Bu cümlelerin üçüncüsünde, ‘yüz’ kelimesi sayısal bir rakamı ifade etmektedir. Dolayısı ile ilk iki cümledeki ‘yüz’ kelimeleri de sayısal ve rakamsal ifadelerdir!’
Birisi size böyle bir şey söylese ne düşünürsünüz? Sanırım şöyle dersiniz:
‘Galiba aklından zoru var!’
İşte, Türkçe örneklerini verdiğimiz ‘yüz’ kelimesinde olduğu gibi, Kur’an-ı Kerîm’de (حِينٌ / hîn) kelimesi, bazı ayet-i kerimelerde ‘günün belirli bir saati’ (Rum, 30/17, 18) anlamına gelmekle birlikte, daha başka ayet-i kerimelerde ise, cümle içindeki yerine göre farklı bir anlam kazanarak, ‘yıl, asırlar ve süresi bilinemeyen uzunlukta zaman dilimi’ manalarına gelmiştir. Kelimenin birden fazla anlam ifade etmesine ‘çok anlamlılık’ denmektedir. Tıpkı Kur’an-ı Kerîm’deki ‘salât’ kelimesinin ‘namaz, dua, yalvarma, bağışlanma dileme’ anlamlarına gelmesi gibi.
Kur’an-ı Kerîm’deki kelimelerin anlam zenginliğini ve bağlama göre farklılaşabilen kullanımlarını fark etmek önemlidir. Bir kelimenin farklı bağlamlarda farklı anlamlar kazanabilmesi ile, dil büyük bir esnekliğe ve zenginliğe ulaşır. Dolayısı ile (حِينٌ / hîn) kelimesinin, ‘belirli bir zaman dilimi’ ya da ‘bilinemeyen uzunlukta zaman dilimi’ gibi farklı anlamlar taşıyabileceğini görmek gerekmektedir. Her bir anlam, kelimenin geçtiği cümlenin genel mesajıyla uyum içerisinde olur. Sadece bir anlamı esas alarak, diğer anlamları göz ardı etmek, dilin esnekliğine ve zenginliğine gölge düşürür, anlamayı zorlaştırır. Kur’an-ı Kerîm metnine yönelik yorumların, bir kahvehane üslubu ile değil, mantık, akıl ve naslar çerçevesinde yapılması gerektiği açıktır.
Kur’an-ı Kerîm’de sadece iki yerde geçen (ٱلدَّهْرِ / Dehr) kelimesi ise (Câsiye, 45/24; İnsan, 76/1), ‘bütün zaman’ anlamındadır. Belirli süre ile sınırlı olan, ‘gün, hafta, ay’ gibi dilimler için ‘zaman’ kelimesi kullanılmaktadır.
Yüce Allâh, insanı yaratmaya karar vermiş, fakat insanın yaratılışını bizlere müphem kalan çok uzun bir süre boyunca gerçekleştirmemiştir. Yaratmaya karar verdikten sonra da bu sevdiği varlık için, uzun zaman boyunca yerleri ve gökleri düzenlemiştir. Bu yaratış ve düzenleme süreci, insani ölçüler içerisinde adeta hesaplanamaz haldedir. Gerek insanın yaratılmasına verilen bu Yüce karardan önce ve gerekse de evreni bu kutlu varlık için çok uzun bir zaman sürecinde düzenlerken, insan henüz varlık dünyasında değildir, ne ismi ne de cismi ortada yoktur.
İnsanın yaratılışına verilen Yüce karardan önce, ne kadar zaman geçtiğini hiçbir zaman bilemeyecek olsak da, evrenin yaratılış süreci ile ilgili belli ölçüde bilgilere sahip bulunuyoruz.
Günümüzdeki bilgilere göre, evrenimizin yaratılışı yaklaşık 13,8 milyar yıl önce, ‘Büyük Patlama’ (Big Bang) ile başlamıştır. Bu görüş, kozmik tarihi anlamak için sağlam bir çerçeve sağlayan önemli bilimsel gelişmeler ve gözlemsel kanıtlarla şekillenmiştir. Hubble’ın kozmik genişleme, kozmik mikrodalga arka plan radyasyonu ve hafif element bollukları bu hususu teyit etmektedir. Evren sonsuz yoğunlukta ve sıcak bir tekillikten başlamış ve uzay-zamanın yaratılması ile birlikte bir genişleme süreci de başlatılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm, evrenimizin ‘Büyük Patlama’ ile meydana getirilişini, ilmî bir icâz ile şöyle beyan etmektedir:
(اَوَلَمْ يَرَ الَّذٖينَ كَفَرُوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَیْءٍ حَیٍّ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ)
‘İnkâr edenler, gökler ile yer bitişik iken, bizim onları birbirlerinden ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?’ (Enbiya, 21/30)
Kur’ân-ı Kerîm, evrenimizin ‘büyük patlama’ sonrası devam eden genişlemesi hakikatini (وَالسَّمَاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ) ‘Göğü ellerimizle kurduk ve onu biz, kesinlikle genişletmekteyiz’ (Zariyat, 51/47) ayet-i kerimesi ile beyan etmektedir. Ayet-i kerime, evrenimizi genişletme eyleminin sürdüğünü ve bu genişlemenin devam ettiğini göstermektedir. Bugün biliyoruz ki dünyamız, Samanyolu adlı spiral bir galakside Güneş adını verdiğimiz tipik bir yıldızın yörüngesinde dönmektedir. Ancak, Samanyolu’nun ötesinde, her biri trilyonlarca yıldız barındıran ve sayısız olarak nitelendirebileceğimiz daha başka galaksiler de bulunmaktadır. Fakat bu sayılar bile evrenimizin büyüklüğünü anlatmaya yetmemektedir. Halihazırda, ‘gözlemlenebilir’ evrenimizin çapı, yaklaşık doksan iki milyar ışık yolu olarak hesaplanmaktadır. Dolayısı ile evrenimizin gerçek boyutu, bu sınırın çok ötesine uzanıyor olabilir.
Evrenin genişletilmesi sürecinde, sıcaklığı biraz daha düşmüş, hidrojen ve helyum gibi hafif elementler meydana gelmiştir. Buna, ‘Büyük Patlama Nükleosentezi’ denmektedir. ‘Büyük Patlama’dan yaklaşık 380.000 yıl sonra, evren yeterince soğuduğunda, elektronlar protonlarla birleşerek nötr atomlarını oluşturmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’de, (اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ ثُمَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ) ‘Hamd o Allâh’adır ki gökleri ve yeri yarattı. Karanlıkları ve ışığı oluşturdu. Buna rağmen inkâr edenler (şirk koştukları unsurları hala) Rablerine denk tutuyorlar’ (Enam, 6/1) buyurularak, hem karanlıkların hem de ışığın yaratılışları (büyük patlama) beyan edilmektedir. Ayet-i kerimedeki sıralama itibarı ile baktığımızda, karanlıkların yaratılışının, ışığın yaratılışından yani büyük patlamadan önce geldiği görülür. Bu yüzden, evrenimizde aslolan karanlıklardır, dolayısı ile evrenimizin kökeni karanlık maddedir. Işık yani büyük patlama ise, sonradan yaratılandır. Evrenin büyük ölçekli yapısının anlaşılmasında, ışığın yaratılışından (büyük patlamadan) önceki temel unsurlardan olan karanlık madde ve karanlık enerjinin -ki bu durum ayet-i kerimede ‘karanlıklar’ kelimesi ile çoğul şekilde beyan edilmektedir- mutlaka hesaba katılması gerekmektedir.
Kozmolojik standart Lambda-CDM modeline göre, evrenimizin %68’i karanlık enerji, % 27’si karanlık madde, sadece %5’i ise ancak ışık vasıtası ile görünen ve aydınlık olmayan baryonik karanlık maddeden ibarettir. Lambda-CDM modeli, evrenin evrimini ve yapısını açıklamak için kullanılan en yaygın kozmolojik modeldir. Lambda, evrenin hızlı bir şekilde genişlemesinin arkasındaki gizemli gücü, CDM (Cold Dark Matter) ise Soğuk Karanlık Madde’yi ifade eder. Bu model, evrenin genişlemesinin hızlanmasını açıklamak için gizemli gücü, galaksilerin oluşumunu ve evrimini açıklamak için de soğuk karanlık maddeyi kullanmaktadır. Daha sonra yaratılan ışık, serbest bir şekilde hareket etmeye başlamış, bu serbest kalan ışık günümüzde, ‘Kozmik Mikrodalga Arka Plan Işıması’ olarak gözlemlenmiştir. Kozmik Mikrodalga Arka Plan Işıması (CMBR / The Cosmic Microwave Background Radiation), evrenin başlangıcından kalan en eski ışıktır.
‘Büyük Patlama’dan yaklaşık 100 milyon yıl sonra, yerçekiminin etkisiyle gaz bulutları birleşmeye başlamış ve ilk yıldızlar ortaya çıkmıştır. Yıldızlar, gruplar oluşturarak galaksileri meydana getirmiş, yaklaşık 4,6 milyar yıl önce, galaksimiz olan Samanyolu’nda, yoğun bir gaz ve toz bulutunun çökmesi ile Güneş Sistemi oluşturulmuştur. Bir anlamda, dünya’nın yaşanabilir hale gelmesi için, evrenin çok uzun bir zaman boyunca, yani 9 milyar yıl gelişimini sürdürmesi gerekmiştir. Köklerimizin hikayesi, bizi oluşturan atomların yaklaşık 4,6 milyar yıl önce, şiddetli nükleer tepkimelerle birleşmesinin ve pek çok yıldız kuşağının çekirdeğinden geçerek günümüze ulaştırılmasının öyküsüdür. Evrenimiz, halihazırda muazzam genişliktedir, sayısız galaksileri, gezegenleri ve bilinemeyen varlık türlerini barındırmaktadır.
‘Büyük Patlama’dan önce evrende ne olduğu sorusu ise, fiziğin ve kozmolojinin en gizemli konuları halindedir. Şu anki bilgilerimiz ve teorik çerçevemiz, ‘Büyük Patlama’dan önce ne olduğu konusunda kesin bir cevap verememekle birlikte, bazı hipotezler öne sürülmüştür:
Bazı teorik fizikçiler, evrenimizin çoklu evrenler denilen daha büyük bir yapının parçası olabileceğini öne sürmektedirler. Bu fizikçilere göre, evrenimizin dışında, birbirinden bağımsız olarak var olan başka evrenler olabilir. Bu teori, Kur’ân-ı Kerîm’de (اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ) ‘Bütün olmuş ve olacak hamd ve senalar, tam ve kemal şekliyle âlemlerin (evrenlerin) yegâne yaratıcısı, besleyip kemale erdiricisi Allâh’adır’ (Fatiha, 1/2; Enam, 6/45; Yunus, 10/10; Saffat, 37/182; Zümer, 39/75; Mümin, 40/65) ve (تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ) ‘Âlemlerin (evrenlerin) Rabbi Allâh, ne yücedir’ (Araf, 7/54; Mümin, 40/64) ayet-i kerimeleri ile tetabuk etmektedir. Bu durumda Büyük Patlama, sadece kendi evrenimizin başlangıcı durumundadır. Diğer evrenlerde ise, farklı fizik kuralları veya başlangıç noktaları olabilir.
İngiliz fizikçi, kozmolog, astronom ve teorisyen Stephen Hawking’in (ö. 2018) ve yine İngiliz matematikçi ve bilim felsefecisi Roger Penrose’un (93 yaşında) geliştirdikleri kütleçekimsel tekillik ya da uzay-zaman tekilliği teorisi, Big Bang öncesindeki evreni anlamaya çalışmaktadır. Bu teoriye göre, evrenimiz öncesi, aslında sonsuzluk noktası olan ve koordinat sistemine bağlı olmayan gökcisimlerinin yerçekimleri alanının, sonsuz olarak ölçüldüğü konum şeklinde tanımlanmaktadır. Teori, zaman kavramının bu singulariteden başladığını öne sürmekte ve singularite öncesindeki durumu anlamanın imkansız olduğunu savunmaktadır.
Bir diğer teoriye göre de evren, genişlemesi devam etmekle birlikte, bir süre sonra büzülecek ve daralacaktır. Yani, evren büyük bir patlama sonunda sürekli olarak genişlemektedir. Ancak bir süre sonra bu genişleme duracak, evren tekrar kendi içine çökmeye başlayacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’in (يَوْمَ نَطْوِى السَّمَاءَ كَطَیِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ كَمَا بَدَاْنَا اَوَّلَ خَلْقٍ نُعٖيدُهُ وَعْدًا عَلَيْنَا اِنَّا كُنَّا فَاعِلٖينَ) ‘O gün semayı, bir kitabın sahifelerini kapatır gibi düreceğiz. (Varlığı) İlk yaratışa başladığımız hale döndüreceğiz. Üzerimize aldığımız bir söz olarak, bunu muhakkak yapacağız.’ (Enbiya, 21/104) beyanı, bu teoriyi güçlendirmektedir.
Tarık Suresinde yer alan (وَالسَّمَاءِ ذَاتِ الرَّجْعِ) ‘Dönüş sahibi göğe yemin olsun’ (Tarık, 86/11) ayet-i kerimesi de, anlam itibarı ile Enbiya, 21/104 ayet-i kerimesini desteklemektedir. Bu ayet-i kerimenin işaret ettiği anlamda evrenimiz, genişlemeden sonra geriye dönüş yapacak ve içe doğru çökecektir. Zaten Tarık Suresi’ndeki bu ayet-i kerimeden önceki diğer iki ayet-i kerime, ‘bütün sırların açığa çıkarılacağı kıyamet gününü’ anlatmaktadır. Kıyamet, ircâ‘ ve iade’nin (geriye döndürülüş ve yeniden yaratılışın) teyidi ve isbatı olduğu için, Tarık, 86/11’nci ayet-i kerimesinde de, evrenimizle ilgili ircâ‘ (geriye döndürülüş) ve iade (yeniden yaratılış) mefhûmlarının nazar-ı itibare alınması lüzumu bulunmaktadır.
Ancak hiçbir meal ve tefsir yazarı, Tarık Suresi 11’inci ayet-i kerimesi ile Enbiya, 21/104 ayet-i kerimesinin aynı hakikati beyan ettiğini fark edememiş, bilhassa (ذَاتِ الرَّجْعِ) ‘Dönüş sahibi..’ kelimesi ile ilgili daha başka anlamlar aramışlardır. Şu anki gözlemlerimize göre, evrenimiz henüz dönüş safhasına geçmemiştir ve genişlemeye devam etmektedir. Bu konunun, Tekvîr Suresi ile de irtibatlı olduğuna işaret etmemiz gerekmektedir.
Başka bir yaklaşım ise, ‘Büyük Patlama’ öncesi durumun, ‘zaman’ ve ‘mekân’ kavramlarının geçerli olmadığı bir boyut olduğu yönündedir. ‘Önce’ kavramı, alışkın olduğumuz zaman anlayışına dayandığı için, ‘Büyük Patlama’dan önceyi tanımlamak güç hale gelmektedir. Bu teori, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin (أَنَا الدَّهْرُ بِيَدِي اللَّيْلُ وَالنَّهَارُ) ‘Zamanın kendisi benim. Gece ve gündüz (oluşumu ve devamı) Benim kudretimledir’[3] kudsî hadisi ile örtüşmekte, ayrıca Rab Teâlâ Hazretlerinin zaman ve mekândan münezzehiyeti düşüncesi ile uyumlu görünmektedir. Bu durumda evrenin başlangıcı, bizim anladığımız ‘neden-sonuç’ ilişkisine dayanmayacağı için, bu dönemi tanımlamak neredeyse imkansız hale gelmektedir.
‘Büyük Patlama’dan önce ne olduğu sorusu, kozmolojide hala tam bir gizemdir. Bilim, bu gizemi çözebilmek için ‘kuantum yerçekimi teorisi’ gibi birleştirici bir kurama ihtiyaç duymaktadır. Şu anda elimizde, ‘Büyük Patlama’ sonrasındaki süreci açıklayabilecek çeşitli modeller ve teoriler bulunmaktadır. Ancak bu modeller ve teoriler, ‘Büyük Patlama’ öncesine dair kesin bilgi verememektedirler.
Fakat dini referanslarımız, Cenâb-ı Allâh’ın Arş’ını yaratmasının, evrenimizi yaratmasından yani ‘Büyük Patlama’dan daha önce olduğunu, ayrıca ‘su üzerinde’ bulunduğunu şu şekilde belirlemektedir:
وَهُوَ الَّذٖى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا
‘Amel bakımından, en güzel hanginiz olduğu hususunda, sizi imtihan etmek için, gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur. Bundan önce Arş’ı, su üstündeydi.’ (Hud, 11/7)
Bu ayet-i kerimeden açıkça anlaşılan, evren henüz yaratılmamışken, anasır-ı erbaadan (su, toprak, hava ve ateş) sayılan su yaratılmış haldedir ve vardır.
Konu ile ilgili olarak Ashap’tan Ebu Rezîn (ra) (asıl ismi Lakît b. Âmir’dir) şu rivayeti aktarıyor:
عَنْ أَبِي رَزِينٍ، قَالَ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَيْنَ كَانَ رَبُّنَا قَبْلَ أَنْ يَخْلُقَ خَلْقَهُ قَالَ
كَانَ فِي عَمَاءٍ . مَا تَحْتَهُ هَوَاءٌ وَمَا فَوْقَهُ هَوَاءٌ . وَخَلَقَ عَرْشَهُ عَلَى الْمَاءِ .
‘Ey Allâh’ın Resulü! Rabbimiz, mahlukatı (varlıkları) yaratmadan önce neredeydi?’ diye sordum. Şöyle cevap buyurdular:
‘Altında ve üstünde hava bulunmayan Amâ’da idi. Orada hiçbir yaratık da yoktu. Arşını su üzerinde yaratmıştı.’[4]
Hadîs-i şerîf metninde geçen “amâ” kelimesi, insan idrakinin ötesi olup, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Ehadiyet’i ile ilgili bir kelime olarak tasavvur edilmektedir.
Bu ayet-i kerimede yer alan (حِينٌ / çok uzun süre) kelimesini, insanın varlık dünyasına gelmesi açısından yorumlayacak olursak, Yüce Allâh’ın insanı balçıktan yaratmaya başladığı andan, ona ‘ruh’ üflemesine kadar geçen çok uzun süre olarak da görebiliriz. İnsan unvanı ile zikrolunan canlı türü, bu söz konusu çok uzun süre döneminde henüz tanınmamaktadır ve bilinmemektedir.
Bu sorular, bizleri yaratılışımız öncesi döneme doğru zihnî bir yolculuğa çıkarır. Bu dönem, insan için bir ‘yokluk’ dönemidir. Öyle ya, insan kendisini çok önemli gördüğü için, adının bile anılmadığı bir dönemi pek de düşünmek istemez. İnsan, istisnalar hariç, kendisini çok beğenen ve abartan bir varlıktır.
Bu soruların bir diğer fonksiyonu ise, meleklerin secdesi derecesine ulaşma potansiyelindeki bu nadide varlığın, kendi yaratılış serencamını düşünmeye götürmesidir. Yüce Allâh’ın, ‘insan’ denen bu yeni canlı formunu varlık dünyası ile şereflendirmesini, yerleri ve gökleri onun emrine amade kılması aşamalarını zihinde canlandırması çabasını üretmesidir.
Ayet-i kerimedeki (ٱلْإِنسَٰنِ / İnsan) kelimesi, ‘beşer, insan topluluğu’ anlamındaki ‘ins’ kelimesinden gelmekte, bu canlı türünün erkek ve dişi her bireyine ‘insan’ denilmektedir. ‘İnsan’ kelimesinin aslının, ‘unutmak’ anlamındaki ‘nesy’ kelimesinden geldiği de öne sürülmüştür. Böyle düşünenler, İbn Abbas’a nisbet edilen, ‘verdiği sözü unutması sebebiyle insan denilmiştir’ rivayetini esas almaktadırlar. Bu kelime, ‘alışmak, uyum sağlamak’ anlamına gelen ‘üns’ mastarı ile de irtibatlandırılmıştır. Kelime, Türkçe’mizde ‘ünsiyet’ olarak kullanılmaktadır.
Hadis hâfızı, müfessir ve tarihçi İbn Ebu Şeybe (v. 235/849), el-Muṣannef fi’l-Eḥâdîs̱ ve’l-Âs̱âr adlı eserinde, adamın birinin, ‘İnsan (yaratılmadan önce) çok uzun bir süre geçmiştir. (İşte bu dönemde) İnsan, sözü edilen bir varlık bile değildi’ ayetini okuduğunu işitince, Abdullah b. Mesud’un (ra), ‘Keşke bu süre devam etseydi (de hiç yaşamasaydık)’ dediğini aktarmaktadır[5].
(إِنَّا خَلَقْنَا ٱلْإِنسَٰنَ مِن نُّطْفَةٍ أَمْشَاجٍۢ نَّبْتَلِيهِ فَجَعَلْنَٰهُ سَمِيعًۢا بَصِيرًا)
2. ‘Doğrusu Biz insanı, (kadının suyu ile) karışan bir nutfeden yarattık. Onu imtihan ediyoruz. (Bu sebeple) Onu işiten ve gören bir varlık yaptık.’

Ayet-i kerîme, evrenin yaratılış sürecinden sonra, bu defa insanın yaratılış sürecini nazarlara vermektedir. Bu ayet-i kerimede, erkeğin meni hayvancığının, kadının yumurtası ile birleşmesine ve gelişmesine işaret edilmektedir. Yumurtanın, sperm tarafından döllenmesinden itibaren canlı, zigot olarak isimlendirilmektedir. Zigot içerisindeki hücreler daha sonra bölünerek çoğalmaya başlamakta, üçüncü haftanın ardından da embriyo olarak anılmaktadır.
Ayet-i kerimede geçen (نُّطْفَةٍ / nutfe) kelimesi, meni içindeki binlerce spermden birisidir ve aynı zamanda insanın tohumudur. Sperm (spermatozoid, çoğulu spermatozoa), erkek bireylere ait üreme hücresidir. Bu hücre, baş ve kuyruktan oluşmaktadır. Baş kısmında, doğacak olan canlının biyolojik gelişmeleri için gerekli genetik talimatları içeren DNA’lar (deoksiriboz nükleik asit) yer alır. DNA’ların başlıca görevleri, kalıtsal bilgileri uzun süre saklamalarıdır. Genetik bilgileri içeren her bir DNA parçası, gen olarak adlandırılır.
Peygamberimiz’in (sas), (مَا مِنْ كُلِّ الْمَاءِ يَكُونُ الْوَلَدُ) ‘Çocuk, erkeğin suyunun tamamından meydana gelmez’[6] buyurması, hadîs-i şerifteki ilmî i’câzı göstermekte, dişi yumurtasının, mililitrede 15 milyon ile 200 milyon civarında olabilen spermlerden, tek bir sperm hücresi ile birleştiğini ifade etmektedir.
(أَمْشَاجٍۢ / emşâc) kelimesi ise, erkeğin sperminin kadının suyu ile birleşmesinden sonra, doğacak canlının gelişme aşamasıdır. DNA’ların yarısı dişi bireyden, yarısı da erkek bireyden oluşmaktadır. DNA’lar, kromozomlar içerisinde yer almaktadır. Kromozomlar kümesine, genom denmektedir. İnsan genomu, 46 kromozom içinde yer alan, yaklaşık üç milyar baz çiftinden oluşmaktadır. Bu durumda (نُّطْفَةٍ أَمْشَاجٍۢ / Karışık nutfe), döllenmiş yumurtanın damarlara sahip bir canlıya dönüşmesini anlatmış olmaktadır.
Doğacak canlının cinsiyetinin oluşmasında, erkek sperm hayvancığının (spermatozoid, çoğulu spermatozoa) taşıdığı X ve Y kromozomları belirleyici olmaktadır. Dişi üreme hücresi, XX kromozomlarından oluşmaktadır. Erkek üreme hücrelerinin (spermatozoid) ise, yarısı X, yarısı da Y kromozomları halindedir. Eğer dişi üreme hücresini, X kromozomu taşıyan erkek spermi döllemişse, kromozomlar XX olur ve bireyin cinsiyeti dişidir. Bir anlamda kadının suyu üstün gelmiştir. Eğer, Y kromozomu taşıyan erkek spermi döllemişse, doğacak canlı XY kromozomlarına sahip olur. Bireyin cinsiyeti bu defa erkektir. Bir anlamda erkeğin suyu üstün gelmiştir.
Şanlı Nebinin (sas), (يلتقي الماءانِ فإذا علا ماءُ المرأةِ ماءَ الرجلِ أُنِّثتْ وإذا علا ماءُ الرجلِ ماءَ المرأةِ أُذكِرَتْ) ‘Eğer, kadının suyu erkeğin suyuna üstün gelirse, doğacak çocuk dişi olur. Eğer erkeğin suyu kadının suyuna üstün gelirse, bu defa doğacak çocuk erkek olur’[7] hadîs-i şerifi, konu ile ilgili bir başka ilmî i’câzdır.
Hadis hâfızı, müfessir ve fakih İbn Ebû Hâtim (v. 327/938) Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm’inde, Abdullah b. Mesud (ra) kanalı ile şu rivayeti yapmaktadır:
‘Nutfe, kadının rahmine düştüğü zaman Yüce Allâh ona bir melek gönderir. Melek: ‘Rabbim! Yaratılması tamamlanacak mı, tamamlanmayacak mı?’ diye sorar. Yüce Allâh: ‘Tamamlanmayacak’ dediği zaman bu nufte kan şeklinde rahimden dışarı atılır (düşük meydana gelir, doğum gerçekleşmez). Eğer, ‘Tamamlanacak’ derse, melek: ‘Rabbim! Bu nutfenin cinsi ne olacak? Dişi mi erkek mi? Rızkı nasıl olacak? Ömrü ne kadar olacak? Saîd mi şakî mi (Cennetlik mi yoksa Cehennemlik mi) olacak?’ diye sorar. Bunun üzerine Yüce Allâh ona: ‘Ümmü’l-Kitâb’a git ve nutfenin bu yöndeki özelliklerini öğren’ der. Melek de gider ve bunları oradan öğrenip alır. Kişi, rahimdeki son aşamasını yaşayana (doğum gerçekleşene) kadar melek hep yanında kalır.’[8]
İmam Süyûtî’nin (ö. 911/1505) rivayet metodunu esas alarak yazdığı Kur’ân-ı Kerîm tefsiri ed-Dürrü’l-Mens̱ûr fi’t-Tefsîr bi’l-Meʾs̱ûr’da, İbn Mesud’dan (ra) yapılan yukarıdaki rivayete ek olarak şu cümle yer almaktadır:
‘Abdullah b. Mesud (ra), daha sonra, (إِنَّا خَلَقْنَا ٱلْإِنسَٰنَ مِن نُّطْفَةٍ أَمْشَاجٍۢ) ‘Doğrusu Biz insanı, (kadının suyu ile) karışan bir spermden yarattık’ ayetini okumuş ve: ‘(أَمْشَاجٍۢ / emşâc) ifadesinden kasıt damarlardır’ demiştir.’[9]
1 ilâ 3’üncü ayet-i kerimelerde, insanın kendisinden hiç söz edilmeyen uzun bir zaman diliminin geçtiği hatırlatılmaktadır. İnsan hayatı, sadece dünyevi bir ömürden ibaret olmayıp, öncesi ruhlar alemine dayanan, dünya hayatı ile sürdürülen, arkasından kabirdeki berzah hayatı ile kıyamete kadar devam eden, nihayetinde ise sonsuz bir ahiret hayatı ile ölümsüzleşen bir zaman dilimidir.
Dil ve edebiyatı âlimi El-Müberred’in (v. 286/900), el-Kâmil adlı eserindeki rivayete göre, Hâricîler’in Ezârika fırkasının lideri Nafi b. El-Ezrâk (v. 65/685), Mekke’de bulunduğu dönemde Abdullah b. Abbas’ın (ra) derslerine devam eder, Kur’an’da geçen bir kısım kelimeleri, Hz. İbn Abbas’ı (ra) bıktıracak derecede sorup öğrenmeye çalışırdı.[10]
Bir defasında, yine Kur’an-ı Kerîm’deki (مِن نُّطْفَةٍ أَمْشَاجٍۢ) ‘Karışmış bir nutfe’ cümlesinin anlamını sormuş, Abdullah b. Abbas (v. 68/687), ‘Erkeğin suyu ile kadının suyunun, rahimde karışması anlamındadır’ şeklinde cevaplamıştır.
Nafi; ‘Araplar, böylesi bir ifadeyi bilir mi?’ diye sorunca Abdullah b. Abbas (ra), ‘Evet’ demiş, içinde (أَمْشَاجٍۢ) ‘karışmış’ kelimesinin geçtiği bir beyit okumuştur.[11]
Ayet-i kerimedeki (نَّبْتَلِيهِ) ‘Onu sınamaktayız’ cümlesi, Yüce Allâh’ın insanı yarattıktan sonra, onu amel ile sınamasını ifade etmektedir. İnsan, kendisine Yüce Allâh tarafından gönderilen maruf emirlere itaati, yapmaması istenen yasaklardan kaçınması ve uzak durması için sınanmaktadır.
Ayet-i kerimede (فَجَعَلْنَٰهُ سَمِيعًۢا بَصِيرًا) ‘Onu işiten ve gören bir varlık yaptık’ cümlesi ile, Yüce Allâh, insanı ‘işiten’ ve ‘gören’ bir varlık formu halinde yarattığını, ona gerekli duyu organları ve algılama yeteneklerini lütfettiğini beyan etmektedir.
Yüce Allâh, insanı anılmaya değer bir varlık haline getirmiş, ona ‘işitme’ ve ‘görme’ yetenekleri bağışlamıştır. Bu yeteneklerine ‘akıl’ ve ‘öğrenme’ kapasitelerini ilave etmiştir. Gitmesi gereken doğru yolu göstermiş, onu seçim yapma yeteneği ile baş başa bırakmıştır.
Bu duyularla donatılmasındaki temel amaç ise, (نَّبْتَلِيهِ) ‘onu sınamaktayız’ pasajında işaret buyurulduğu üzere, insanın duyuları aracılığı ile somut varlıklardaki iyilik ve kötülüğü anlaması, mesavi-i ahlâktan kaçınarak mehâsin-i ahlâka yönelik yüksek değerleri kavrayabilmesidir. Bir anlamda, insanın ‘işitme’ ve ‘görme’ sıfatları ile, insanın ‘anlayış’ ve ‘temyiz’ kabiliyetine işaret edilmektedir. Bu anlam, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrahim’in (as) babasına, ‘Niçin, işitemeyen ve göremeyen şeylere tapıyorsun?’ (Meryem, 19/42) cümlesi ile de beyan edilmektedir.
Bu sürecin normal şekli, insanın bilhassa bu zikredilen maddi ve manevi donanımları yani aklı aracılığı ile yaptığı analizler ve sentezler sonucunda, doğru hükümlere ulaşabilmesi, gerçekçi seçimler yapabilmesi ve yaptığı tercihler ile Yüce Allâh’ın sınavından başarı ile geçebilmesidir.
Bu konu, Sayın Uzm. Dr. Orcan TANYALÇIN Büyüğümüzün ‘ÜMMÜ’l-AHİD II’ unvanlı yazısında, ‘İlk Yaratılış ve Hz. Adem (as)’ ara başlığı altında, daha başka veçhesi ile değerlendirilmişti. Ayrıntılar için söz konusu yazıyı referans vermekteyiz.
İnsanın, hür iradesine dayalı seçimler sonucunda yargılanacağı hususu, ayet-i kerimelerin devamında şöyle beyan edilmektedir:
(إِنَّا هَدَيْنَٰهُ ٱلسَّبِيلَ إِمَّا شَاكِرًا وَإِمَّا كَفُورًا)
3. ‘Biz, ona kesinlikle (doğru) yolu gösterdik. (Artık) Ya şükredici ya da inkarcı olacaktır.’

‘Eğer iman ederseniz, Allâh şükre (en güzel şekli ile) karşılık veren (Şâkir) ve her şeyi (en ince ayrıntısı ile) bilendir (Alîm).’
(Nisa, 4/147)
İnsan Suresi’nin bu üçüncü ayet-i kerimesi, Beled Suresi’ndeki ‘Ona, (hak ve batıl) iki yol gösterdik’ (Beled, 90/10) ve Kehf Suresi’ndeki ‘De ki, O (Kur’an) Rabbinizden (gelen bir) gerçekliktir. Artık dileyen imanda, dileyen küfürde kalsın’ (Kehf, 18/29) ayet-i kerimeleri gibidir.
Ayet-i kerimedeki, ‘ٱلسَّبِيل / sebîl’ kelimesi, ‘arkasından gidilen, hayır ve kurtuluş ya da şer ve helak yolları’ anlamına gelmektedir. İnsana ‘doğru yol’ gösterilmiş, ancak o sınanmak üzere, ‘akıl’ ve ‘iradesi’ ile serbest bırakılmıştır. Hayrı ve şerri seçebilecek bir konumda yaratılmıştır. İnsan, kendi seçimine göre, seçiminin sonuçlarından mutlaka sorumlu olacaktır.
Bu ayet-i kerimedeki ‘iman, hidayet ve kurtuluş yolu’ anlamı, ‘şükür’ kavramı ile beyan edilmektedir. Çünkü doğru yola sevk edilen, bir diğer anlamı ile ‘iman eden ve hidayete erdirilen kalp’ için en doğal ve beklenen hal, Yüce Allâh’a bu yüksek lütfundan dolayı şükretmesidir. Çünkü insan kalbi, çok uzun bir zaman sürecinde anılmaya değer bir varlık bile değildi. Bu sebeple, Yüce Allâh tarafından doğru yola konulmuş, imana eriştirilmiş mümin bir kalpte görünmesi gereken ilk duygu, onun ‘şükür’ halidir.
Ayet-i kerimede ‘imansızlık, şer ve helak yolları’ ise, şükürden uzaklaşmış insanların varacakları ‘koyu nankörlük’ halidir. Ayet-i kerimede yer alan ‘كَفُورًا / kefûr’ kelimesi ile, insanda meydana gelebilen ‘aşırı derecede nankörlük’ hali ifade edilmektedir.
Cabir b. Abdullah’tan (ra) yapılan bir rivayete göre, Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
‘Her insan fıtrat üzere doğar. Kendisini ifade edebilene (aklı erene) kadar böyle kalır. Kendisini ifade etmeye başladığı vakit, artık ya şükredici (şâkir) ya da inkarcı (kefûr) birisi olur.’[12]
Bu ilk üç ayet-i kerime, insanın yaratılış amacını anlamasının, genel olarak hayata ve değerler sistemine ilişkin sahih bir görüş ve bakış açısı kazanmasının önemine dikkatleri çekiyor. Girdiği ‘sınav’ neticesinde, ‘nankörlük’ yolunu seçen insanı bekleyen sonuçlara, bir ayet ile kısaca değiniliyor. ‘Şükür’ yolunu seçenleri bekleyen parlak sonuçlar ise, daha ayrıntılı bir şekilde sunuluyor.
Şimdi, bu her iki yol ile ilgili ayrıntıları, devam eden ayet-i kerimeler ışığında görmeye çalışacağız.
4 İlâ 11’inci Ayet-i Kerimeler
(اِنَّا اَعْتَدْنَا لِلْكَافِرٖينَ سَلَاسِلَا وَاَغْلَالًا وَسَعٖيرًا)
4. ‘Şüphesiz biz kâfirler için, zincirler, bukağılar (demir halkalı köstekler / prangalar) ve alevli ateşler hazırladık.’

Bu ayet-i kerimede, şer yolunu seçenlerin, ahirette zincirlerle ayaklarının birbirlerine, ellerinin de demir halkalarla boyunlarına bağlanacağı ve çılgın ateşlere atılacağı beyan edilmektedir. Ayet-i kerimeden, Cehennem’in hali hazırda zincirleri ve bukağıları ile yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ayetteki, ‘hazırladık’ kelimesi, bir işin yapılmış olduğunu haber veren açık bir beyandır.
Bir ayet-i kerime ile Cehennem’e dair özelliklerin çok az bir kısmına yer verildikten sonra, Cennet ve içerisindeki başdöndürücü nimetler ise şu şekilde nazarlara verilmektedir:
(اِنَّ الْاَبْرَارَ يَشْرَبُونَ مِنْ كَاْسٍ كَانَ مِزَاجُهَا كَافُورًا)
5. ‘Muhakkak ki ebrâr (iyi insanlar, Cennetlerde) kâfûr katkılı kâseden (içeceklerini) içerler.’
Ayet-i kerimede geçen (الْاَبْرَار / Ebrâr) kelimesi, ‘iyilik sahibi, hayır işleyen, itaatkar ve salih insanlar’ demektir. ‘Ebrâr’ kelimesi, ‘birr’ kökünden türemiş bir sıfattır. ‘Birr’ kelimesi ise, bütün taatleri ve insanı Yüce Allâh’a yakınlaştıran hayırlı amelleri içine alan bir isimdir. Kur’ân-ı Kerîm, birr (iyilik) halinin zirvesini, iman rükünlerinin tamamına gönülden inanma, malını muhtaçlara infak etme, namazı kılma, zekatı verme, sözüne sadık kalma, sabır gerektiren durumlarda da sabretme olarak belirlemektedir (Bakara, 2/177). Dolayısı ile ‘birr’ kelimesi, iman, ibadet ve güzel ahlâka dair bütün özellikleri kapsayan bir kavram olmaktadır. Bu husus daha önce, ‘Müttakîlerin Özellikleri’ başlığı altında incelenmeye çalışılmıştı.
Yine bu kökten gelen ‘Berr’ kelimesi, (اِنَّهُ هُوَ الْبَرُّ الرَّحٖيمُ) ‘Şüphesiz ki, (evet) O, (vaadinde sadık) ihsanı çok bol, çok esirgeyicidir’ (Tur, 52/28) ayet-i kerimesinde olduğu gibi, ‘ihsan eden, hataları bağışlayan, kullarına kolaylıklar ve rahatlıklar veren’ anlamında, Allâh’ın (cc) en güzel isimlerindendir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bu güzel ismi, ‘ALLÂH’ın (cc) Esmâ-i Hüsnâsı (65-80)’ başlıklı yazıda incelenmeye çalışılmıştı.
‘Ebrâr / iyiler’ kelimesi, tasavvufta daha özel bir anlam kazanmış, Hakk’ın hoşnutluğuna ermek için, riyazet ve çile çekmeyi esas olarak kabul eden ‘Allâh dostları’ zümresine verilen bir isim haline gelmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, ‘ebrâr’ namı verdiği iyi insanların ‘Naîm’ cennetlerinde olacaklarını (İnfitâr, 82/13; Mutaffifîn, 83/22), amellerinin ‘İlliyyûn’ olarak isimlendirilen bir defterde kaydedileceğini (Mutaffifîn, 83/18) beyan etmektedir. Ayrıca, süslü tahtlara oturmuş vaziyette kendilerine verilmiş nimetleri temaşa edeceklerini, her dem taze şekilde onlara bahşedilen nimetlerin güzelliğinin yüzlerinden okunacağını, insanı kendinden geçiren bir tablo halinde sunmaktadır. Diğer taraftan ebrâra, mühürlü, sonu misk gibi kokan, el değmemiş saf içecekler sunulacağını, o içeceğin katığının ‘tesnim’den, kıymeti yüksek bir maddeden olacağını, bu nimetlerin ancak ‘mukarreb / yakınlaştırılmış’ kimselere lütfedileceğini, yarışmak isteyenlerin ancak böyle nimetler için yarışması gerektiğini (Mutaffifîn, 83/23-28) beyan etmektedir. Cennetlik ebrâr ile ilgili bu ayrıntılar daha önce, ‘Mutaffifîn Suresi ve Ahlâk-ı Hamîdenin Akıbeti III’ başlığı altında tahlil edilmeye çalışılmıştı.
Ayet-i kerimede, hayır yolunu seçen ve Rabbine şükreden ‘ebrâr (iyiler)’ için, ‘kâfûr (misk)’ karışımlı, sarhoş etmeyen, sadece zevk ve neşe veren içecekler sunulacağı beyan edilmektedir. Dünyevî kâfûr, Hindistan ve Çin’de yetişen kâfur ağacının (Laurus camphhora) zamkından elde edilen, hekimlikte de kullanılan, beyaz, yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanır ve kokulu bir maddenin adıdır. Uhrevî kâfur ise, Cennet’te güzel kokulu ve serin bir kaynağın adıdır.
Ahiret hayatında müminlere ikram edilecek içeceklerin özellikleri, daha başka ayet-i kerimelerde şu şekilde beyan edilmektedir:
‘Onların etrafında, Cennet pınarlarından doldurulmuş, çok berrak ve içenlere lezzet veren kadehler dolaştırılır.’ (Saffat, 37/45-46)
‘Allâh’tan sakınanlara vaat edilen Cennet’in durumu şöyledir: O Cennet’in içinde, bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve saf bal ırmakları vardır. Hem onlara, orada her türlü meyve vardır. Rableri tarafından bağışlanma da var! Hiç bunlar, sürekli ateşte kalacak ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu?’ (Muhammed, 47/15)
‘İçmekle başlarının dönmeyeceği, sarhoş olmayacakları, cennet pınarlarından doldurulmuş sürahiler, ibrikler ve kadehler ile (hizmet için) çevrelerinde ölümsüz gençler dolaşır.’ (Vakıa, 56/19)
Ayet-i kerimede, ‘ke’s / dolu kâse’ mîzacının / katkısının ‘kâfûr’ olması ile anlatılmak istenen, suları kâfur beyazlığında, kokusunda ve soğukluğunda olan Cennet pınarlarından doldurulmuş olmasıdır. Dolayısı ile ‘ke’s / dolu kâse’ içerisinde yer alan katkının ‘kâfûr’ olması, Cennet pınarlarından doldurulan içeceğin, temizliğini, hoşluğunu, letâfetini ifade etmektedir.
Cennetlerdeki içecekler, dünyevî içkilerde görülen her türlü çirkin kokulardan uzak, gayet temiz râihalı ve bu surenin 21’inci ayet-i kerimesinin sonunda açıklandığı üzere, bir ‘şarâb-ı tahûr / gayet temiz bir içecek’ şeklindedir. Tıpkı bir şerbete katılan gül suyu ya da meyve aromasının, artık o içeceğin mizâcı olması gibi.
(عَيْنًا يَشْرَبُ بِهَا عِبَادُ اللّٰهِ يُفَجِّرُونَهَا تَفْجٖيرًا)
6. ‘Allâh’ın kulları, bu kaynaktan (kâfur karışımlı içeceklerini) içerler ve (istedikleri yerden de) çıkartıp akıtabilirler.’
Cennetlikler, 5’inci ayette (الْاَبْرَار / Ebrâr) olarak nitelendirilmişlerken, bu ayet-i kerimede ‘عِبَادُ اللّٰه / Allâh’ın kulları’ olarak adlandırılmışlardır. İlk niteleme ile ‘iyi insanların (ebrâr)’ Cennetlerdeki ‘onurlandırılışlarına ve ayrıcalıklı kılınışlarına’ dikkatler çekilirken, ikinci adlandırma ile, bu ‘iyi insanların’ Cennetlerde Yüce Allâh’a baş döndürücü yakınlıkları (mukarrabûn) hissettirilmektedir.
Ayet-i kerimede (يُفَجِّرُونَهَا تَفْجٖيرًا) beyanı ile, ‘ibâdullâh / Allâh’ın kulları’ namı verilen ‘iyi insanların’ diledikleri gibi kullanıp istedikleri yerden çıkartabilecekleri Cennet pınarlarının varlığından haber verilmektedir.
Bundan sonraki üç ayet-i kerimede ise, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan zihninde tasavvur edilemeyecek nimetlerle ödüllendirilecek[13] olan ‘iyi insanların’, daha dünyada iken, hangi tür güzel ahlâka dayalı yaşadıklarının nirengi noktalarına temas edilmektedir:
(يُوفُونَ بِالنَّذْرِ وَيَخَافُونَ يَوْمًا كَانَ شَرُّهُ مُسْتَطٖيرًا)
7. ‘(Cennetlik olan iyi insanlar, o kimselerdir ki, daha dünyada iken) Şiddeti her yere yayılan bir günden korkarak, nezirlerini / adaklarını (ya da verdikleri sözleri) yerine getirirler.’
Cennetlik insanların, dünyada iken güzel ahlâka dayalı yaşayışlarında nazarlarımıza verilen İLK ÖZELLİK, onların ‘nezirlerini / adaklarını (ya da verdikleri sözleri) yerine getirmeleri’ hususudur.
Dolayısı ile şimdi bu ‘nezir / adak’ konusunu biraz açmamız gerekmektedir.
‘Nezir’ kelimesi, Türkçemizdeki ‘adak’ kelimesinin karşılığıdır ve ‘dini açıdan sorumlu kılınmadığı halde, insanın yapacağına dair Allâh’a söz verdiği, dolayısı ile kendisine farz hale getirdiği ibadetlere verilen addır.’ Adak, Yüce Allâh’ın rızasının arandığı samimi dindarlığın bir nişanesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlamdaki ‘adak’ kelimesi, şu ayet-i kerimelerde de geçmektedir:
وَمَا اَنْفَقْتُمْ مِنْ نَفَقَةٍ اَوْ نَذَرْتُمْ مِنْ نَذْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُهُ وَمَا لِلظَّالِمٖينَ مِنْ اَنْصَارٍ
‘Nafakadan (Allâh yolunda) her ne harcadınızsa ve adak olarak ne adadınızsa, Allâh onu kesin bir şekilde bilir. (Harcamalarını, gösteriş ve fenalık için yapanlar, adaklarına sadık kalmayarak benliklerine) Zulmedenlerin, (kendilerini azaptan kurtaracak) hiç bir yardımcıları yoktur.’ (Bakara, 2/270)
ثُمَّ لْيَقْضُوا تَفَثَهُمْ وَلْيُوفُوا نُذُورَهُمْ وَلْيَطَّوَّفُوا بِالْبَيْتِ الْعَتٖيقِ
‘Sonra kirlerini gidersinler (temizlensinler), adaklarını yerine getirsinler ve o kadim Beyt’i (Kabe’yi) tavaf etsinler.’ (Hac, 22/29)
Hac veya umresini tamamlayanlar, temizliklerini yaparak ihramdan çıkarlar. Hac yapanlar, kurban bayramının ilk günü, sabah fecirden itibaren şeytan taşlar, arkasından şükür kurbanı keser, daha sonra ise temizlenerek ihramdan çıkarlar. Bu ibadetlerinden sonra da farz (ifâda) tavafını yaparlar.
Bu ayet-i kerimelerdeki ortak tema, Allâh (cc) için yapılan adakların ya da verilen sözlerin yerine getirilmesi gereğinin beyan edildiğidir.
Annemiz Hz. Aişe (r. anhâ), Resulullah’ın (sas), ‘Allâh’a itaat etmeyi adayan kişi, itaat etsin. Allâh’a isyan etmeyi adayan ise, isyan etmesin’[14] şeklindeki buyruğunu nakletmektedir.
İbnu Ömer (r. anhümâ) anlatıyor: ‘(Babam) Ömer (ra) (bir gün) şöyle dedi:
‘Ey Allâh’ın Resulü! Ben cahiliye döneminde, mescitte bir gün itikaf yapmayı nezretmiştim. Bunu yerine getirmem gerekir mi?’
Resülullâh (sas): ‘Nezrini yerine getir’ buyurdular[15].
Şurası açıktır ki Hz. Peygamber (sas), Yüce Allâh’a itaati ihtiva eden adakların yerine getirilmesini emretmiş, ancak söz verilen adakların ifasının, ilâhî takdiri değiştirmeyeceğine de Ebu Hüreyre’nin (ra) Resülullah’tan (sas) rivayeti ile şu şekilde işaret buyurmuşlardır:
‘Nezir, Adem oğluna kendisi için takdir edilmemiş bir şey getirmez. Fakat nezir, o kişiyi (kendisi için takdir edilmiş olan) kadere sürükler. Bu nezir sebebiyle, Allâh cimriden mal çıkarır. Artık o kimse, nezrine sebep olan iş dolayısıyla, daha önceden vermediği malını getirip verir.’[16]
Bu hadis-i şerifin daha açık anlamı şudur: Yüce Allâh’ın sizin için takdir etmediği bir şeyi elde edeceğiniz veya hakkınızda takdir ettiği bir şeyi geri çevirebileceğiniz zannı ile adaklar yapmayınız. Nezirde bulunduğunuzda ise onu yerine getiriniz. Çünkü yaptığınız adaklar sizleri bağlamaktadır.
Nezir (adak), yapılması gereken ve ifa eden kişinin övüldüğü akitlerdir. Nezrin en üstün kısmı, herhangi bir şarta bağlı olmaksızın yapılandır. Mesela bir kimse, yakalandığı hastalıktan kurtulduktan sonra, ‘Allâh için şu kadar oruç tutmayı adadım’ veya ‘Yüce Allâh’a şükür için, şu kadar sadaka vermeyi adadım’ demesi buna bir örnektir.
Fazilet bakımından bunu, herhangi bir itaat fiilini işlemeye bağlanmış olan nezir takip eder. Sözgelimi bir kimse, ‘Yüce Allâh bana şu rahatsızlıktan kurtuluş nasip ederse, şu kadar gün oruç tutmayı adadım’ veya ‘bu rahatsızlıktan kurtulursam, şu kadar namaz kılacağım’ derse, nezrin bu ikinci çeşidine örnek olur.
Ancak alimlerimizin bazıları, İmam Müslim’in Abdullah İbn Ömer’e (r. anhümâ) dayandırdığı, ‘Nebi (sas) bizlere nezir (adak) yapmayı yasakladı’[17] rivayetine dayanarak, nezir (adak) yapmanın mekruh olduğunu kabul etmişlerdir.
Hangi fiillerin ‘adak’ kavramına dahil olabileceği hususunda farklı görüşler olmuştur. Yemenli muhaddis ve müfessir Abdürrezzâk es-San‘ânî’nin (v. 211/826-27) Tefsîru’l-Kur’ân adlı eserinde, müfessir tâbiî Katade b. Diâme’den yaptığı rivayete göre, ayet-i kerimede geçen (النَّذْرِ / nezir / adak) kelimesi ile kast edilen, namaz, oruç, hac ve umre gibi Allâh’a itaat içeren fiillerdir.[18]
Bazı ashab hazeratının ‘adak’ kavramını nasıl anladıklarını, ancak Nebi’nin (sas) onların anlayışını nasıl düzelttiğini gösteren bir hadiseyi, Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muṣannef fi’l-Hadîs̱’inde, İbn Abbâs’tan (ra) rivayetle şöyle aktarıyor:
‘Bir adam Hz. Peygamber’e (sas) geldi ve ‘Kendimi kurban etmeyi nezrettim / adadım’ dedi. Ancak Hz. Peygamber (sas), o sırada başka bir şeyle meşguldü. Adam oradan ayrıldı. Daha sonra kendini kurban etmek üzere iken bulundu. Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurdular:
‘Ümmetimin içinde, ‘şiddeti her yere yayılan bir günden korkarak, nezirlerini / adaklarını (verdikleri sözleri) yerine getiren kimseler’ (İnsan, 76/7) kıldığı için Allâh’a hamdolsun.’
Resulullah (sas), daha sonra adama dönerek, ‘Malın var mı?’ diye sordu. Adam, ‘Evet’ deyince, ‘Bu nezrini / adağını, yüz deve kurban ederek yerine getir’ buyurdular.’[19]
Rivayette söz konusu edilen sahabi, belki de muhtemelen ibadet maksadı ile kendisini mescide adamak istemişti. Çünkü bu uygulama, Kur’ân-ı Kerîm’de beyan edildiği üzere, önceki dinlerde de vardı. Nitekim Hz. İsa’nın (as) büyük annesi Hz. Hanne, Hz. Meryem’e hamile kaldığında, ‘Ey Rabbim! Karnımdaki çocuğu, sırf Sana hizmet etmesi için (mabede) nezrettim / adadım. (Senin mabedin için yaptığım) Bu adağımı (lütfen) kabul et. Hiç kuşkusuz Sen, çok iyi işiten, çok iyi bilensin’ (Ali İmran, 3/35) demişti. Rab Teâlâ Hazretleri de Hz. Hanne’nin bu adağını, ‘en güzel şekilde kabul etmişti.’ (Ali İmran, 3/37)
Hz. Meryem’in annesi Hz. Hanne, babası ise İmran İbn Metan’dır. Bu kıymetli ailenin soyu, Hz. İshak (as) vasıtası ile Hz. İbrahim’e (as) dayanır. Resülullâh’ın (sas) soyu da Hz. İsmail (as) vasıtası ile Hz. İbrahim’e (as) ulaşır. Böylece Hz. İsa (as) ile Yüce Nebi’nin (sas) soyları yukarıda birleşmiş olur.
Hadis-i şeriflerden anlaşılan husus, adaklar sebebi ile ilâhî takdirin değişmeyeceği gerçeğidir. Adakların kaderi değiştirebileceği düşüncesi ile nezir yapmak, İslâm inancıyla bağdaşmamaktadır. Adaklar, İslâmiyet’te mutlaka istenen bir davranış olarak görülmemiş, fakat adak yapılınca da yerine getirilmesinde hassasiyet gösterilmesi istenmiştir.
Cennetliklerin dünyada yaşayışlarındaki güzel ahlâka dayalı İKİNCİ ÖZELLİK, ‘havf / Allâh korkusu’dur. Bu konu ‘Tasavvufta Makam ve Mertebeler III’ yazısında kısaca işlenmişti.
‘Havf’ duygusu, insanda daha çok ‘takva’ya dayalı olarak gelişir. Takvaya dayalı bir hayatı önemseyen kimseler, ayet-i kerimede (يَوْمًا كَانَ شَرُّهُ مُسْتَطٖيرًا / şiddeti her yere yayılan bir gün) olarak nitelendirilen kıyamet gününün dehşetini iyi kavramışlardır. Bu sebeple, o günün yaygın kötülüğünün kendilerine de ulaşmasından korkmaktadırlar. Takva sahiplerinde müşahede edilen temel özellik, şiddeti en ücra köşelere dahi ulaşan kıyamet vaktinden tedirginlikleridir. Onlar ne kadar çok ibadet ve taat sahibi olsalar da kendilerinden kasıtsız şekilde sadır olmuş kusurların ve günahların, başlarına büyük işler açabileceğinden endişe etmektedirler. Akıbetlerinin hayırlı olması için, içleri Yüce Allâh’a korku ve ürperti ile dolu halde, ‘Allâhım, bütün işlerde akıbetimizi güzel kıl. Bizleri dünyada aşağılanmaktan, âhirette de azaptan koru’[20] cümleleri ile daimi bir yakarış halindedirler.
(وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلٰى حُبِّهِ مِسْكٖينًا وَيَتٖيمًا وَاَسٖيرًا)
8. ‘Onlar, yiyeceklerini Allâh sevgisi için (veya mala olan sevgilerine rağmen) yoksula, yetime ve esire yedirirler.’

Cennetliklerin dünyada yaşayışlarındaki güzel ahlâka dayalı ÜÇÜNCÜ ÖZELLİK, ayet-i kerimede beyan buyurulduğu üzere ‘Allâh sevgisi için (veya mala olan sevgilerine rağmen) yoksula, yetime ve esire yedirmeleridir.’ Ayet-i kerimede, ‘yemek yedirme’ eylemi ile somutlaşan, onurlu bir ‘hayırseverlik’ tablosu yer almaktadır.
‘Yemek yedirmek’, muhtaç kimselere iyilik etmenin ve her ne suretle olursa olsun insanlara iyi davranmanın temel nişanelerinden birisidir. Yemek yedirme ile yapılan iyilik, başkalarına ‘ihsan’ın en kıymetli olanıdır. Ayet-i kerime, yoksullara karşı kalpleri merhamet duyguları ile dopdolu, kendilerinden önce başkalarının dertleri ile dertlenen, Allâh’tan hakkı ile korkan, bu halleri ile sadece O’nun rızasını ve hoşnutluğunu arayan müminleri tasvir etmektedir. Yüce Allâh, bu insanlarda, kötülüklerden uzak durma ve başkalarının ihtiyaçlarına karşı duyarlı olma bilincini geliştirmiştir.
Bir önceki ayet-i kerimede geçen (يُوفُونَ بِالنَّذْرِ) ‘onlar ki adaklarını yerine getirirler..’ cümlesi ile, ‘ebrâr’ın ‘adaklarını yerine getirmeleri’ ve ‘havf’ özelliklerine işaret edilirken, bu ayet-i kerimede (يُطْعِمُونَ الطَّعَامَ) ‘yemek yedirirler..’ cümlesi ile de ‘ebrâr’ın, ‘insanlara şefkat duyma’ özelliklerine işaret edilmektedir. ‘Havf’ ve ‘varlığa karşı şefkat’ özellikleri, neredeyse bütün taatlerin özüdür.
Ayet-i kerimedeki ‘miskin / مِسْكٖين’ kelimesi (sükûn ve sükûnet kelimelerinden), ‘hiç veya yeteri kadar malı olmayan, fakir ve yoksul kimse’ kimse manalarına gelmektedir. ‘Miskin’ kelimesi, Kur’an-ı Kerîm’de tekil olarak on bir, çoğul olarak da (mesâkîn / الْمَسَاكٖين) şeklinde on iki yerde geçer.
Kur’ân-ı Kerîm, miskinlere yardım faaliyetinin, geçmişte Yahudilere de emredildiğini (Bakara, 2/83) haber verir. Müslüman toplumların miskinlere nasıl ve ne şekilde yardım etmeleri gerektiği hususunu oldukça ayrıntılı emirlerle açıklar. Kur’ân-ı Kerîm bir ayette, yardım edilmesi gereken altı sınıf içerisinde miskinleri üçüncü sırada zikrederken (Bakara, 2/177), diğer bir ayette yardım yapılacak beş sınıfı sayar ve miskinlere dördüncü sırada yer verir (Bakara, 2/215). Bir diğer ayette ise, yardım yapılacak üç grup beyan edilirken, miskinler akrabalardan hemen sonra ikinci sırada yer alır (İsra, 17/26; Rum, 30/38). Allâh (cc), sadaka ve zekâtların verileceği yerleri Müslümanlara farz bir emir olarak beyan ederken de (Tevbe, 9/60), fakirleri ilk sırada, miskinleri ikinci sırada zikreder.
‘Miskin’ ile ‘fakir’ kelimeleri, aynı anlamda mıdırlar? Bu soruya alimlerimiz farklı cevaplar vermiştir. Ebu Hanife Hazretlerinin de içinde olduğu bazı alimlerimiz, kendilerini kısmen ayakta tutabilecek miktarda mala sahip olan kimseleri ‘fakir’, hiçbir malı mülkü olmayan kimseleri de ‘miskin’ olarak tanımlamışlardır. İmam Şafiî, Malikî mezhebinin bir kısım imamları ve Hanefilerden İmam Ebu Yusuf ise, ‘miskin’ ile ‘fakir’ kelimelerini, anlam bakımından birbirlerine yakın kavramlar olarak kabul etmişlerdir.
Ancak biraz sonra geleceği üzere, Nebi (sas) ‘miskin’ olmada bir mahzur görmezken, ‘fakirlikten’ Allâh’a sığınmıştır. Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre Nebi (sas), ‘Allâhım! Fakirlikten, mal azlığından, zilletten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan sana sığınırım’[21] şeklinde dua etmiştir. Dolayısı ile fakirlikten Allâh’a sığınmak doğru ve yerindedir. Ayrıca Enes b. Mâlik’ten (ra) rivayet edildiğine göre, Nebi (sas), fakirliğin insanı küfre yakın hale getirmesinden haber vermiştir.[22]
Gerçekten de bazı kimseler, fakirlik sebebi ile ya Allâh’ın kaza ve kaderini itham etmekte ya da Yüce Allâh’tan şikâyet haline bürünmektedirler ki manen zarara girmek demektir. Bu durumda ‘miskin’ ile ‘fakir’ kelimelerinin farklı anlamlar taşıdığını kabul etmek daha doğru görünmektedir. Yukarıdaki hadîs-i şerifte geçen ‘zillet’ kelimesi ise, ‘başkalarının karşısında küçük, hor ve hakir düşmek’ manasındadır.
Nebi (sas), kendi hayatı-ı seniyyelerinde hep miskinlerin yanında olmuş, hatta şu şekildeki bir duası, Hz. Enes (ra) rivayeti ile bizlere gelmiştir:
:عَنْ أَنَسٍ رضي الله عنه أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ
.اللَّهُمَّ أَحْيِنِي مِسْكِينًا، وَأَمِتْنِي مِسْكِينًا، وَاحْشُرْنِي فِي زُمْرَةِ الْمَسَاكِينِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
:فَقَالَتْ عَائِشَةُ لِمَ يَا رَسُولَ اللَّهِ؟ قَالَ
.إِنَّهُمْ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ قَبْلَ أَغْنِيَائِهِمْ بِأَرْبَعِينَ خَرِيفًا يَا عَائِشَةُ لاَ تَرُدِّي الْمِسْكِينَ وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ يَا عَائِشَةُ أَحِبِّي الْمَسَاكِينَ وَقَرِّبِيهِمْ فَإِنَّ اللَّهَ يُقَرِّبُكِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
‘Allâh’ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak vefat ettir, kıyamet gününde de beni miskinler zümresi içerisinde dirilt.’
Ümmü’l-Müminin Hz. Âişe (r. anha): ‘Ey Allâh’ın Resulü, niçin böyle dua ediyorsun?’ diye sordu. Resülullah (sas) şöyle buyurdular:
‘Çünkü miskinler, zenginlerden kırk yıl (veya çağ) önce Cennete gireceklerdir. Ey Âişe! Miskini yarım hurmayla da olsa kesinlikle boş çevirme (bir şeyler ver). Ey Âişe! Miskinleri sev, onlara yakın ol. Böylece Allâh, kıyamet günü seni yakınına alır.’[23]
Yukarıdaki gibi dua eden Resülullâh (sas) vefat ederken, kendisine ait zırhı almış olduğu yiyecek borcuna karşılık bir Yahudi’de rehin kalmış,[24] Allâh’a (cc) tazarrusu ve tevazuu ile, kibir ve gururdan fersah fersah uzak olarak, ihbat içerisinde ruhunun ufkuna yükselmiştir. İbn Abbâs’ın (ra) rivayetine göre, ‘Resülullah (sas), peş peşe birkaç geceyi aç olarak geçirir, ailesinin akşam yemeği bulamadığı olurdu. Ekmekleri ise çoğunlukla arpa ekmeği idi.’[25] Şanlı Nebi’nin (sas) böylesine miskinlerin hayatına benzeyen bir yaşantısı vardı.
Kur’ân-ı Kerîm, miskinleri yedirip-içirmeye teşvik etmemeyi (Hakka, 69/34; Müddessir, 74/44; Fecr, 89/18) nankörlerin ve Cehennemliklerin tutumları olarak beyan etmiştir. Miskinlere / muhtaç durumda olanlara maddi yardımların teşvik edilmemesini ve engellenmesini de dini yalanlayan ateist ve kâfir kimselerin ahlâksızlığı olarak vasfetmiştir (Maun, 10/2).
Nebi (sas), Müslüman toplumların miskinlere dini ve sosyal sorumlulukları gereği, yardımdan geri kalmamaları tutum ve düşüncesini hep tavsiye etmiş, bu konudaki teşvikleri hadis kitaplarımızda şu şekilde yer almıştır:
:عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ قَالَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم
.السَّاعِي عَلَى الأَرْمَلَةِ وَالْمِسْكِينِ كَالْمُجَاهِدِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ، أَوِ الْقَائِمِ اللَّيْلَ الصَّائِمِ النَّهَارَ
Ebu Hüreyre’den (ra), rivayete göre Nebi (sas) şöyle buyurmuştur:
‘Dul kadın ve miskin (yoksul) kimselerle ilgilenmek için gayret edip koşturan kişi, Allâh yolunda cihat eden kimse gibi ya da gündüzü oruçla, geceyi namazla geçiren kimse gibidir.’[26]
Hadîs-i şerifte, toplumun en zayıf kesimlerinden olan kimselerin görülüp gözetilmesi, gündüzü sâim gecesi de kâim kimselere benzetilmektedir. Ancak buradaki benzetme, sıradan bir benzetme olmaktan çok uzaktır. Çünkü bu beyandaki benzetme, dinin kurallarını tesis eden zirvedeki şâri, çok şerefli, yerdekilerin ve göktekilerin emîni olan hâtemu’l-enbiyadan (sas) sâdır olmaktadır.
Ayet-i kerimedeki (وَاَسٖيرًا) ‘Esir’ kelimesi ile kastedilenin kimler olduğu hususunda, Hanefî fakihi ve müfessir Ebu Bekir el-Cessas (v. 370/981), Ahkâmu’l-Kur’ân’ında şöyle demektedir:
‘Kuvvetli görüşe göre ayette geçen esir kelimesi ile müşrik esirler kastedilmektedir. Çünkü zindandaki Müslümana kesinlikle ‘esir’ denilmez. Bu ayet-i kerime, esiri doyurmanın sevap olduğuna delalet etmektedir. Ayetin zahiri, esirlere sadaka vermenin caiz olmasını gerektirmektedir.’[27]
Müfessir es-Sa‘lebî en-Nîsâbûrî (v. 427/1035) el-Keşf ve’l-Beyân ʿan Tefsîri’l-Ḳurʾân’ında[28], hadis, kelâm, tasavvuf âlimi ve tarihçi Ebu Nuaym (v. 430/1038) Ḥilyetü’l-Evliyâʾ adlı eserinde, Ebu Said el-Hudrî’ye (ra) dayandırarak yaptıkları rivayete göre, Hz. Peygamber (sas), ‘Miskin, fakir olan kişidir. Yetim, babası olmayan kişidir. Esir ise, köle ve mahpus olan kişidir’ buyurmuştur[29].
(اِنَّمَا نُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ اللّٰهِ لَا نُرٖيدُ مِنْكُمْ جَزَاءً وَلَا شُكُورًا)
9. ‘Biz sizi, sırf Allâh rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.’
Burada, nazik ve merhametli kalplerden yükselen bir davranış çeşidi ile karşı karşıyayız. Bu davranıştaki temel saik, Yüce Allâh’ın hoşnutluğuna ulaşabilme düşüncesidir. Sadece O’nun (cc) rızası aranmakta, -savaşta elde edilen esirler bile olsa- iyilik yapılan insanlardan en küçük bir ödül ya da teşekkür beklenmemektedir. Bu tutuma paralel bir şekilde, yoksullara tepeden bakmak şöyle dursun, tam aksine onlara yakın olmanın, eldeki imkanlar ile yardımlarına koşmanın Rab Teâlâ Hazretlerine yakın olmayı beraberinde getireceği açıktır.
(اِنَّا نَخَافُ مِنْ رَبِّنَا يَوْمًا عَبُوسًا قَمْطَرٖيرًا)
10. ‘Çünkü biz, bed çehreli, çatık suratlı bir günde, Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız.’
‘Ebrâr’ namındaki bu seçkin kullar, kötülüğü çok yaygın ve son derece çatık kaşlı bir güne karşı, ‘takva, varlığa karşı şefkat ve havf’ özelliklerini adeta bir kalkan gibi ellerinde tutmaktadırlar. Şiddeti ve kötülüğü alabildiğine yaygın kıyamet gününün dehşetinden çok korkmakta ve çekinmektedirler. ‘Takva, varlığa karşı şefkat, havf / korku’ özellikleri ile, o günün şerrinden korunmaya çalışmaktadırlar.
Bu sebeple olsa gerek, Adiy b. Hatim’den (ra) rivayetle, Nebi (sas) müminleri şöyle uyarıyor:
‘Her biriniz, tek hurmanın yarısı ile, bunu da bulamazsa güzel söz ile kendisini Cehennem ateşinden korusun.’[30]
Muhammed Ahmed ed-Dâlî’nin Mesâilu Nâfi’ b. El-Ezrâk adlı eserinde naklettiğine göre, Nâfi b. el-Ezrak, İbn Abbâs’a (ra), (عَبُوسًا قَمْطَرٖيرًا) buyruğu ne anlama gelmektedir?’ diye sorunca, İbn Abbâs (ra), ‘Kişinin acıdan dolayı, yüzünü ekşitmesidir’ cevabını vermiştir.[31]
Meşhur Yemen’li muhaddis Abdürrezzâk es-San‘ânî’nin (v. 211/826-27) Tefsîru’l-Kur’ân adlı eserinde yaptığı rivayete göre, müfessir tâbiî Katâde b. Diâme (v. 117/735), ayet-i kerimedeki (يَوْمًا عَبُوسًا قَمْطَرٖيرًا) kısmını, ‘kaşları çattıracak kadar çetin bir gündür’ şeklinde yorumlamıştır.[32]
Bu ayet-i kerimeler, yoksul kesimlerin yardımına koşmayı teşvik ederken, ‘veren’ kesimlerin kalplerini ve ruhlarını eğitmektedir. İslam, kalplerde geliştirdiği soylu duygular ile, ‘veren’ varlıklı kesimleri eğitmekte, diğer taraftan da ‘yardım edilen’ kesimlerin maddi refahlarını temin etmiş olmaktadır.
Not: Bu yazının Cemaziyelevvel ayında takdir buyurulmuş olması, İnsan Suresi birinci ayet-i kerimesi ışığında, ‘İnsanın Cemaziyelevveli’nin anlatılışına ince bir işaret gibidir.
İnşaAllâh, ‘İnsan Suresi Yorumu II’ ile devam etmeye çalışacağız.
[1] Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, Delâʾilü’n-Nübüvve, 7/143.
[2] Taberânî, el-Muʿcemü’l-Kebîr, 13595.
[3] Müslim, Sahih, 2246.
[4] Tirmizi, Sünen, 3109; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 16289.
[5] İbn Ebu Şeybe, el-Muṣannef fi’l-Eḥâdîs̱ ve’l-Âs̱âr, 35698.
[6] Müslim, Sahih, 1438.
[7] en-Nesâî, es-Sünenül-Kübrâ, 9024; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2483.
[8] İbnu Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 8/2474-2475 (13781), Riyad-1997.
[9] İmam Süyûtî, Ed-Dürrü’l-Mens̱ûr fi’t-Tefsîr bi’l-Meʾs̱ûr, 15/146, Kahire-2003.
[10] Ebü’l-Abbâs Yezîd El-Müberred, El-Kâmil fi’l-Edeb, 3/1144 (Nşr. M. Ahmed ed-Dâlî), Müessesetü’r-Risale, Beyrut-1997.
[11] Taberânî, Kebîr, 10597.
[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 14865; Heysemî, Mecma, 11946.
[13] Müslim, Sahih, 2824, 2825; Buhari, Sahih, 3244.
[14] Buhari, Sahih, 6696; Ebu Davud, Sünen, 3289, Nesâî, es-Sünenü’l-Kübra, 4729.
[15] Buhari, Sahih, 6697; Müslim, Sahih, 1656a; Ebu Davud, Sünen, 3325.
[16] Buhari, Sahih, 6696; Ebu Davud, Sünen, 3288; Müslim, Sahih, 1639a, 1640.
[17] Müslim, Sahih, 1639a.
[18] Abdürrezzâk es-San‘ânî, Tefsîru’l-Kur’ân, 2/336, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad-1989.
[19] Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muṣannef fi’l-Hadîs̱, 16194, Daru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2000.
[20] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 17778; Taberani, Kebîr, 1198.
[21] Ebu Davud, Sünen, 1544, 5090; İbn Mace, Sünen, 3842; Nesâî, Sünen, 5461, 5462.
[22] Taberânî, Evsat, 4044; Heysemî, Mecmau’l-Bahreyn fî Zevâidi’l-Mu’cemeyn, 3104.
[23] Tirmizi, Sünen, 2352; İbn Mace, Sünen, 4126; Hâkim, Müstedrek, 7911; Beyhakî, Şuabu’l-İman, 1380; Münavi, Feyzu’l-Kadir, 1454.
[24] Buhari, Sahih, 2916; Tirmizi, Sünen, 1214; Nesaî, Sünen, 4609; İbn Mâce, Sünen, 2436.
[25] Tirmizi, Sünen, 2360; İbn Mace, Sünen, 3347.
[26] Buhari, Sahih, 5353, 6006; Müslim, Sahih, 2982; Tirmizî, Sünen, 1969; İbn Mâce, Sünen, 2140.
[27] Ebu Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî el-Cessâs, Ahkâmu‘l Kuran, (Terc. M. Keskin), 8/597, İ‘tisam Yayınları, Ankara-2018.
[28] es-Sa‘lebî en-Nîsâbûrî, el-Keşf ve’l-Beyân ʿan Tefsîri’l-Ḳurʾân, 96
[29] Ebu Nuaym, Ḥilyetü’l-Evliyâʾ, 5/105.
[30] Buhari, Sahih, 1413.
[31] Muhammed Ahmed ed-Dâlî, Mesâilu Nâfi’ b. El-Ezrâk, s. 126, El-Ceffân ve’l-Câbî, Kıbrıs-1993.
[32] Abdürrezzâk es-San‘ânî, Tefsîru’l-Kur’ân, 2/337.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. Site sayfalarındaki yazı, resim, fotoğraf, grafik, çizim, vs. her türlü görüntü malzemesinin elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması kesinlikle yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Sayın Musa kazım Gülçür büyük memnuniyetle yazınızı okudum ama tam içselleştiremedim. Güzelliğiniz sebebi ile Hz.Adem konusunda okuyucuyu beni adımı da yazarak Ümmül Ahid’e yönlendirmişsiniz. Teşekkür ederim. Yazınızı oldukça iyi buldum. Yapılan yeni bilimsel çalışmaları takibeden ilahiyatçıların çoğalmasını isterim. Konuların anlaşılması, hurafelerin silinmesi bakımından önemli. Mesela Kur’an’dan Ademin yaradılışını okuyorlar ve önemli bir kısmı şöyle düşünüyor. Allah önce çamurdan heykel gibi yaptı, Sonra içine üfledi, Sonra ondan bir parça koparıp eşini yaptı, Takibeden gebeliklerde olan çocuklar da birbiri ile evlendi vb. Bu bence büyücülük gibi. Yaratış bu değil. Bir örnek de Ol! dedi. Çoğu din adamının düşüncesi yine bir büyücüyü hatırlatıyor. Şak diye oldu. Bu batılın silinmesi için sizin gibi kalemler in artması lazım. Surenin ilk ayeti insanoğlunun tabiatta insan haline gelinceye kadar geçirdiği aşamalardan bahsediyor. İkinci ayet ana karnında yaradılıştan ve akıl sahibi kılınmasından. Buradaki işitme ve görme hassaları insan beynini işaret etmekte. 3.ayet Allah’ın insana yol gösterdiğini söylüyor. Bütün bu yaradılış ve yol gösterme nimetlerinin sonunda insan ya şükredici ya da nankör oluyor. Bence Surenin esası bu ilk üç ayette taplanmakta. İnsanın ilk yaradılışı, ana rahminde yaradılışı, yolu anlayacak akıllla donatılması ve yol gösterilmesi. Tabi insanlar uzun boylu, kısa boylu, güzel, çirkin, değişik zekalarda olabilir. Bu farklılıklar yaratma yelpazesinin genişliği ile ilgilidir. Ama ayetler bir ortalama yaratışın herkese verildiği ve bunun yeterliliği konusunda aydınlatıcı. Yani insan daha güzel olabilir de yaşamı dilediği gibi olmaz. Daha akıllı olabilir de soygun planlar. Önemli olan ilahi yolu kavramak. Bunun için de herkes aynı aşamalardan bu güne ulaştı ve bir ağaçtaki elmalar gibi birbirine benzerdir. Hepsi aynı kökten beslenirler de aynı ışığı almazlar. Surenin son ayetleri de vurucu ayetlerdir. Kendini Allah’ın yoluna hazırlayanların, o yolu kavrayacak zemine ve isteğe ulaşanlara Allah rahmetine kavuşmayı diletir böylece kul Allahın rahmetini diler. Allah da dilediğini rahmetine alır. Bir konuda eleştirime izin verin. Ben kıyametin sadece dünya ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Bazı ayetlerdeki gökler dünyadan gördüğümüzdür. Bazı ayetlerdeki ise yüksek alemler ile ilgilidir. Çok da önemli değil ama benim düşüncelerim ayetlerdeki yarılma ifadeleri bütünlüğün bozulması, iş göremez hale gelmesi, normal halini kaybetmesi şeklinde algılıyorum. Bence kıyamet dünyadaki nükleer savaşlar neticesi dünyanın yörüngesinden çıkması, aya doğru hareket etmesi, büyük depremler, med cezir hadiseleri vb. Sonunda ayla çarpışma; Ay yarıldı. Çarpan nedir o çarpan. Aklımda kaldığı kadar yazıyorum ama siz söylemek istediğimi anlarsınız düşüncesindeyim. Mesela diyebilirler ki ‘yıldızların kayması’ kainatla alakalı değil mi. Bence büyük sarsıntılar altındaki dünyadan gece yıldızların görünümü ile ilgili bir de zaten din günü yerler başka yerlere gökler başka yerlere dönmüş ama aynı dünyada gerçekleşecek. Tabi yanılıyor olabilirim. Neyse. Musa Bey kitapları bana yarı fiyatına verdikleri için şimdilik 50 adet aldım ve elime ulaştı. Size göndermek isterim. Tabi biri size yazılı ama ayrıca ilahiyat kökenli olmanız nedeni ile tanıdıklarınız, sevdiğiniz ilahiyatçı arkadaşlar varsa onlara de iletmenizi isterim. Çünkü Ümmül ahidi okuyup da anlayacak olalanlar daha çok ilahiyatçı olur diye düşünüyorum. Normal insanlar Fatiha’dan aciz. Okuyor ama işte öyle. Bu konulara kafa yoran, meraklısı çok fazla tanıdığınız varsa daha memnun olurum. Size istediğiniz sayıda kitap gönderirim. Tabi bazıları başka şehirlerdedir. Bana adres de verebilirseniz kargolarım. Beni tanırlar ben göndereyim derseniz size kargo ücretini iletmek için iban no isterim. İlahiyat kökenlilere ulaşmak bence önemli. Bu arada birkaç kez sizin isminizi editör olarak yazmalarını istemiştim. Çok emek harcadınız hala da devam ediyor. Kendinizi benim işimi yapmaktan çekmediniz. Müteşekkirim. Bunun ücretini size Allah öder. Google da kitabın tanıtımında adınızı görmemiştim. Şİmdi kitabı alınca gördüm. Şükür yazmışlar. Küçük yazmışlar ama yine de şükür. Uzattım. Acelemiz yok. İncelediğiniz zaman nasıl isterseniz öyle yaparız. Son bir konu da Dabbe. Biraz genişlettim. Daha oturaklı oldu. Şiirlerle süslendi. 40 sayfa falan oldu. Bilmem nasıl istersiniz. Yayınladım öyle kalsın ya da gönderin bir bakayım. Tercih sizin. Allah’a emanet ediyorum. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Sevgi ve Saygılarımla. Çok şükür bana görmediğim bir kardeş nasip etti.
BeğenBeğen
Çok Saygıdeğer Büyüğümüz Dr. Orcan TANYALÇIN, Öncelikle merhabalar ve değerli yorumlarınız için gönülden teşekkürler. İsabetle belirttiğiniz üzere aslolan bireylerin ilâhî yolu kavramaları ve bu anlayışları üzerine bir kişilik ve şahsiyet inşa etmeleridir. Kitabınızın yayınlanmasından dolayı büyük mutluluk duydum. Acizane tebriklerimi lütfen kabul buyurunuz. “Dabbe” konulu yazınızı lütfen iletirseniz, mevcut yazıyı güncelleyebiliriz. Güzel de olur. Büyüğüm olarak bu fakir ilAllâh’ı kardeşliğe kabul etmeniz büyük incelik. Bunun için zât-ı âlinize en içten sevgi ve saygılarımı arz ederim. Bu kusurlu kardeşiniz de böylece çok kıymetli bir ağabeye kavuşmuş olmaktadır. Yüce Allâh’a hamd ve şükürler olsun. Ümmü’l-Ahid kitabınızdan üç tanesini izninizle alabilirim. Şayet hediye etmek istediğim daha başkaları olursa da onları zât-ı âlinize yönlendiririm inşaAllâh. Bu vesile ile zât-ı âlinize sağlık, sıhhat ve afiyetler diler, “Dabbe” yazınızın yeni halini beklediğimi saygılarımla arz ederim. Fakir ilAllâh.
BeğenBeğen