Musa Kâzım GÜLÇÜR
21 Kasım/2019
Zan, Tecessüs ve Gıybet Giriş
Kur’ân-ı Kerîm’de 49’uncu sırada yer alan Hucurat Suresi bilhassa ahlâkî düzenlemeleri ile dikkat çekmektedir. Surenin konuları kısa ve öz olarak “Peygambere karşı adap, haber ve rivayetlerin doğruluğunun araştırılması, Müslümanların kardeşliği, alay etmeme ve lakap takmama, kötü zandan uzak durma, insanlığın birbirleri ile kültürel ilişkilerinin gelişmesi amacı ile milletler ve ırklar halinde farklı yaratılışları şeklindedir. Bu konulardan “Alay Etme, Karalama & Lakap Takma” ve “Farklılıklar ve Barış” hususlarını daha önceki yazılarımızda tahlil etmeye çalışmıştık. Şimdi de aynı surede yer alan 12’inci ayet-i kerimeyi anlamaya gayret edeceğiz.
İslam’ın, Kur’an-ı Kerim’in yol göstericiliği ile kurmuş olduğu üstün insan topluluğunun yüce bir edebi vardır. O toplumda herkesin dokunulmaz bir haysiyeti ve saygınlığı vardır. 12’inci ayet-i kerime, zan, tecessüs ve gıybet gibi negatif davranışları çirkin göstererek bu konudaki adabı talim etmekte, şerefli ve üstün bir toplumda kişilerin haysiyeti, özgürlükleri ve kişilikleri etrafında muhteşem bir üslup içerisinde adeta bir dokunulmazlık duvarı örmektedir.
“Zan” kelimesinin sözlüklerde, “gerçeğini bilmeden, ihtimal üzerine hüküm verme, kuşkulanma, itham etme, vehim ve sanı, doğruluğu kuşkulu bilgi, kanaat, şek” manalarına geldiği bütün kaynaklarda belirtilmiştir. Bir ahlâkî terim olarak “tecessüs” kısaca, “bir kimsenin özel durumunu merak edip öğrenmek için onun bilgisi ve rızası dışında gizlice araştırma yapma” demektir. “Bir kimseyi arkasından kötü sözlerle anma ve çekiştirme” anlamına gelen “gıybet” ise, insan onurunu zedeleyen, toplumda dargınlık ve düşmanlıklara yol açan bir davranıştır.
Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîflerde Zan, Tecessüs ve Gıybet
Kur’ân-ı Kerîm, bu üç davranış çeşidini de şimdi nakledeceğimiz ayet-i kerimede yasaklamış, İslam alimlerinin icması ile bu davranışlar haram kategorisinde mütalaa edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:
يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثٖيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخٖيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللّٰهَ اِنَّ اللّٰهَ تَوَّابٌ رَحٖيمٌ
“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurât, 49/12)
Âyet-i kerîmede Allâh’a (cc) karşı takvalı olma, Cenab-ı Allâh Teala ve Tekaddes Hazretlerinin tevbeleri çokça kabul etmesi ve yarattıklarına karşı çokça merhametli olması gibi ana unsurlarla birlikte, görebildiğimiz kadarıyla şu üç temel negatif husus yasaklanmaktadır:
a. Başkaları hakkında sû-i zan yani kötü düşünme,
b. Başkalarının gizli hallerinin tecessüs edilmesi yani araştırılması,
c. Başkalarının arkasından -şayet duyabilseler- onları üzecek derecede gıybet yani dedi-kodu yapma.
Bu âyet-i kerîme, önce bir kısım zandan (sû-i zan) sakındırmakta, ardından tecessüsten uzak durmayı emretmekte, daha sonra da gıybet yapma davranışından uzak durulması gereğini belirlemektedir.
Zan, tecessüs ve gıybet unsurları incelendiğinde âyetteki sıralamanın belli bir amacı ve anlamı ifade ettiği anlaşılmaktadır. Her üç davranış tek başlarına ahlâkî bir zaaf olarak görülmekle birlikte, bu üç unsurun art arda zikredilmesi, bunların birbirlerinin tetikleyicileri olduklarını da düşündürmektedir. Şöyle ki, zan insanı tecessüse, tecessüs de gıybete sevk eder. Dolayısıyla âyette, üç davranış bozukluğunun diziliş şeklini, gıybetin ortaya çıkış süreci olarak değerlendirmek yanlış olmaz.
Şimdi bu ayet-i kerimedeki ana konuları birer birer anlamaya çalışalım:
Zan
Zan kelimesi “şüphe, tereddüt, tahmin, hayal, vehim” demektir. Zan genelde iki kısım olarak düşünülür. Hüsn-ü zan (iyi düşünme) ve sû-i zan (kötü düşünme). Her zaman vicdana hoş gelen mülahazalarla dolu olma ve insanlar hakkında müspet kanaat taşımaya “hüsn-ü zan” denmektedir. İyi niyet, olumlu düşünce ve güzel görüş manalarına gelen hüsn-ü zan, insanın iç saffetinin de bir göstergesidir. Şahıslar ve olaylar hakkında değerlendirmelerde bulunurken, olabildiğince iyi niyetli davranma ve her hâdiseyi hayra yorma sâlih bir müminin özelliğidir. Hüsn-ü zan, kayıtsız şartsız, doğrudan doğruya, bir insanın diğer bir insana karşı taşıması gereken bir tavırdır. Hüsn-ü zan, sû-i zannın aksine makbul olup, başta Allah (cc), sonra Efendimiz (sas) ve genel olarak müminler ve bütün insanlar hakkında bu zannın beslenmesi gerekir diyebiliriz.
Su-i zan ise, insanlar hakkında haksız yere kötü düşüncelere dalıp, onlar hakkında devamlı surette kötü yorumlar yapma, hakkında bir delil olmadığı halde başkalarının fenalık yaptığına ve kötü niyetli olduklarına inanmadır. “Sû” kötü anlamına gelir. “Zan” ise “delilsiz, belgesiz ve bilgisiz tahminde bulunmadır.” Sû-i zan, olayları ve fiilleri kötüye yormak demektir. Davranışa ve ahlaka yönelik olursa “kötü huy” ve “kötü niyet” anlamına gelir ve sahibini kötü ahlaka sürükler. İnanca ait olursa buna “küfür ve dalalet” denir; sahibini dalalete götürür. İnanca ait kötü düşüncenin insanı nasıl helake sürükleyebileceği ile ilgili olarak Yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyurur:
وَذٰلِكُمْ ظَنُّكُمُ الَّذٖى ظَنَنْتُمْ بِرَبِّكُمْ اَرْدٰیكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ مِنَ الْخَاسِرٖينَ
“Rabbinize karşı beslediğiniz şu (kötü) zannınız (yok mu?). İşte sizi o helak etti. Bu yüzden hüsrana düşenlerden oldunuz.” (Fussilet, 41/23)
Bu konu ile ilgili diğer bir ayet-i kerime de şöyledir:
وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقٖينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِكٖينَ وَالْمُشْرِكَاتِ الظَّانّٖينَ بِاللّٰهِ ظَنَّ السَّوْءِ عَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ وَغَضِبَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ وَلَعَنَهُمْ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصٖيرًا
“Allâh (cc); hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve münafık kadınlara, (Allah’a) ortak koşan erkeklere ve ortak koşan kadınlara da azap etsin. (Onların, Müslümanlar için istedikleri) Kötü olaylar, kendi başlarına gelsin. Allâh, onlara gazap etmiş, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!” (Fetih, 48/6)
Doğruyu ve yanlışı, açık belirtileriyle seçmeden, iyice gözleyip düşünmeden zanda bulunulmaması önemlidir. Açık bir sebebi ve doğruluk belirtisi olmayan zandan kaçınılması gerektiği ve haram olduğu nass ile sabittir. İhtimal üzerine bina edilen zanlar, gerçeğe uymadığından, başkasına bühtan ve iftira olacağından, zanda bulunanı vebal altına sokacaktır.
Ebu Hüreyre’nin (ra) naklettiği bir hadisinde Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Zandan sakının. Zira zan, sözün en yalanıdır. Başkalarının konuşmalarını dinlemeyin, mahremiyetleri araştırmayın, birbirinizi çekememezlik yapmayın, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize buğz etmeyin ve ey Allah’ın kulları kardeş olun!”[1]
Hadis-i şerifteki “zan” kelimesi ile kalbe gelen kötü hislerin araştırılmasının, peşine düşülmesinin ve bu tür kötü düşüncelerin sözlere dökülmesinin yalan söyleme ile eşdeğer anlaşılmaktadır. Zan, herhangi bir sebep ve delil olmaksızın bir kişiyi suçlamak, neticede bir adım daha ileriye giderek o kişi hakkında içte büyütülen kötü düşünceleri sözel ya da eylemsel şiddete dönüştürmektir. Hadiste sakınılması istenilen “zan”dan maksat da bu şekildeki sû-i zandır.
Efendimiz (sas) başka bir rivayette ise şöyle buyurmaktadır:
“Üç şey vardır ki, bunlardan kimse kurtulamaz. Bunlar: Kötü zan, uğursuzluk saymak ve hasettir.
“Ey Allah’ın Resulü! Bunlardan kurtuluş çaresi nedir?” diye sorulunca Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurdular:
Şimdi bunlardan kurtuluş çarelerini size öğreteyim:
Kötü zanna kapıldığın zaman, üzerinde durup da iç yüzünü araştırma.
(Diğer bir manası ise: Kati olarak bilmeden harekete geçme, konuyla ilgili herhangi bir teşebbüste bulunma.)
Uğursuz diye bildiğin bir şey ile karşılaştığın zaman, aldırış etmeden işine devam et.
(Allah Teâlâ’ya güven. Onunla alâkalı bir şey yapma).
Haset ettiğin kimseye karşı da haddi aşma.”
(Sözlü veya fiilî olarak ona haksızlık yapma.)[2]
İslâmî terbiyeye göre bir kimsede insanların iyi olduğu düşüncesinin esas olması gerekmektedir. Bir insanın kötülüğü kati delillerle ispata muhtaçtır. Herhangi bir insanın tutum ve davranışlarında var olduğu sanılan kötülük, ispat edilemediği müddetçe o kişi iyi kabul edilmelidir. Bu husus hukukta da geçerli olup, Mecelle’de (asıl adıyla Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, 1868-1876 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlenen İslami özel hukuk (medeni hukuk) kuralları kodeksidir. Osmanlı İmparatorluğunun son yarım yüzyılında şeri mahkemelerde hukukî dayanak olarak kullanılmıştır) “berâet-i zimmet asıldır” şeklinde, günümüz hukukunda da “suç ispat edilemediği müddetçe asıl olan, kişilerin suçsuzluğudur” ifadesi ile formüle edilmiştir. İddiasını ispat etme, iddia sahibine düşen bir görevdir. Dolayısı ile ispatı yapılamayan konular birer “zan, sanı” olup, Allâh indinde de hukukta da delil olarak kabul edilmez.
Zan, insanı tecessüse götüren negatif bir etkendir. Zanna dayalı düşüncelere dayanarak bir insanın özel hayatı veya kusurları ile ilgili araştırmalar yapılması, kötü niyetle olsun veya olmasın, Peygamberimiz (sas) tarafından hoş karşılanmamıştır.
Tecessüs
Allah Teâla (cc), ayet-i kerimede ikinci sırada, (وَلَا تَجَسَّسُوا) “birbirinizin kusurunu araştırmayınız” buyurmuştur. Âyet-i kerîmede geçen “tecessüs” kelimesi, casusluk yapmak, bir şeyi derinliğine araştırmak, üzerine düşmek ve kötü niyetle işlerin iç yüzünü kavramaya kalkmak gibi manalara gelir.[3]
İbn-i Ömer’in rivayeti ile Resûl-i Ekrem (sas) bir gün minbere çıkmış ve yüksek bir sesle ayet-i kerimede emredilen hususu şu ikazı ile pekiştirmiştir:
“Ey dili ile iman edip, kalben tasdik etmeyenler! Müslümanlara eziyet etmeyiniz, onların gizli taraflarını araştırmayınız. Allah Müslüman kardeşinin gizli taraflarını araştıranın gizliliklerini araştırır. Ve Allah kimin ayıbının peşine düşerse, evinin içinde bile olsa, onu insanlara karşı mahcup eder.”[4]
İnsanın başkalarının evini, telefonunu, özel konuşmalarını dinlemesi, gizli kameralarla gözetleyerek eksik ve kusurlarını araştırması gibi hususlar da tecessüs kapsamındadır. Esasen insanların gizli kusurlarını meydana çıkarmak, utanma duygusuna indirilen bir darbedir. Bu genel ahlâk açısından sakıncalı bir durumdur.
Çünkü İbn-i Abbas Hazretlerinin rivayeti ile Resûl-i Ekrem (sas) şöyle buyurur:
“Her kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah (cc) kıyamet gününde onun ayıplarını örter.”[5]
Dolayısıyla, kusur araştırmak değil, ayıpları örtmek esastır. Yine İbn-i Abbas Hazretlerinin rivayeti ile Peygamber Efendimiz (sas) şöyle ikaz etmektedir:
“Kim hoşlanmadıkları ya da kendisinden uzaklaştıkları hâlde bir grubun konuşmalarına kulak kabartırsa, kıyamet günü kulağına kurşun dökülür.”[6]
Hz. Ömer zaman zaman geceleri Medine sokaklarına teftişe çıkmaktadır. Yine böyle bir gece sokakları kolaçan ederken, evlerden birinde bir adamın şarkı söylediğini duyar. Hemen evin duvarına tırmanır ve içeride gördüğü nahoş durum karşısında şöyle seslenir:
― “Ey Allah’ın düşmanı! O’nun yasakladığı bir şeyi işlediğin hâlde Allah’ın senin günahını gizleyeceğini mi sandın?”
Bunun üzerine içerideki adam:
― “Ve sen ey müminlerin emîri! Hakkımda (karar vermek için) acele etme! Ben bir konuda Allah’a karşı geldiysem, sen üç konuda Allah’a karşı geldin. Allah Teâlâ, ‘Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın’ (Hucurât, 49/12) buyuruyor, sen araştırdın. Allah Teâlâ, ‘Evlere kapılarından girin’ (Bakara, 2/189) buyuruyor, sen duvarıma tırmandın ve izin almadan evime girdin. Allah Teâlâ, ‘Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, geldiğinizi hissettirip (izin alıp) ev sahiplerine selâm vermeden girmeyin’ (Nûr, 24/27) buyuruyor!” (Yani sen selam da vermedin demek istiyor.) Bu sözler üzerine Hz. Ömer (ra);
― “Eğer seni affedersem sen de beni bir güzellikle karşılar mısın?” der. Adam da;
― “Evet” diyerek onu affeder ve Hz. Ömer evden çıkar gider.[7]
Tecessüsün irtibatlı olduğu diğer davranış ise gıybettir. Gizli hâllerin araştırılması, kişileri dedikoduya sürükler. Bu açıdan şimdi de gıybet konusuna kısaca tahlil etmek istiyoruz.
Gıybet
Gıybet kelimesinin alındığı “ğayb” kökü, Arapça’da “şüphe, kalpte hissedilse bile gözle, diğer duyu organlarıyla görülmeyen şey, yeryüzünde gözle görülemeyen çukur ve derin bölge” anlamlarına gelir. “Ğayb”, bir yerde hazır bulunmanın zıddı, yani mevcut olmamaktır. Güneş gözden kaybolduğunda “ğâbeti’ş-şems” denir. Gıybeti yapılan kişinin kendisinin çekiştirildiğinden haberi olmaz. Dedikoducu kimse, çekiştirdiği kimsenin bulunmadığı bir ortamda, onun bilgisi olmadan gıybetini yapar. Gıybetin bu yönü, bu kelimenin alındığı “ğayb” kelimesinin kök anlamında açıkça kendini gösterir.
Gıybetin genel sebepleri arasında şunları sayabiliriz:
Kızgınlık ve kin beslemek, intikam duygularını tatmin etmek, boş vakit geçirip kendince eğlenmek, rakiplerini gözden düşürmek, kendi kusurlarını örtebilmek için başkalarının kusurlarını öne sürmek, başkalarının eksiklerini açığa çıkararak kendi üstünlüğünü göstermek, insanları küçük görmek, kıskançlık duymak. Toplumda birtakım üstün özellikleri ile öne çıkanlara karşı daima rekabet ve kıskançlık duyguları içinde olmak.
Gıybet, aşağılık duygusu içerisinde bulunan, düşüncelerini dile getirmekte yetersiz kalan kimselerde görülen bir özelliktir. Böyle kimseler, kendilerinden daha üstün gördükleri kişilerin beğenmedikleri görüş ve yönlerini yüzlerine karşı açıklamaktan çekinir ve genelde arkasından konuşmakla gıybete bulaşmış olurlar.
Gıybet, sözel şiddettir. Gıybetin kaynakları ise korkaklık, saldırganlık, düşmanlık, öfke, kin, kızgınlık, hor görme, aşağılama gibi negatif duygulardır. Kişi gıybet yaparak bu tür negatif duygularının doyuma ulaşmasını amaçlar. Bu insanlar, sadistik ve narsistik psikolojiye oldukça yakın sayılabilir.
Ebu Hüreyre radıyallâhu anh’den rivayet edildiğine göre Resülullah sallallâhu aleyhi ve sellem ashabına:
– “Gıybet nedir, bilir misiniz?” diye sordu. Ashab:
– Allah ve Resulü daha iyi bilir, dediler. Bunun üzerine Resülullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
– “Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şey ile anmandır” buyurdu. Ardından:
– “Söylenen kusur, eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye soruldu. Resülullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
– “Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet etmiş olursun; yoksa zaten ona iftira etmişsin demektir” diye cevap verdi.[8]
Gıybet büyük günahlardan biridir. Öyle ki Resul-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde gıybet hakkında şöyle buyurur:
إِيَّاكُمْ وَالْغِيبَةَ فَإِنَّ الْغِيبَةَ أَشَدُّ مِنْ الزِّنَا، فَإِنَّ الرَّجُلَ قَدْ يَزْنِي وَيَتُوبُ فَيَتُوبُ اللّٰهُ عَلَيْهِ وَإِنَّ صَاحِبَ الْغِيبَةِ لَا يُغْفَرُ لَهُ حَتَّى يَغْفِرَ لَهُ صَاحِبُهُ
“Gıybetten sakının! Çünkü gıybet zinadan daha şiddetlidir. Kişi zina eder, sonra tevbe ederse, Allah onun tövbesini kabul buyurur. Ancak gıybet eden, gıybet edilen affetmedikçe, mağfiret olunmaz.”[9]
Bir kimsenin olmadığı ortamda gerek onun şahsıyla ilgili maddî, bedenî, dünyevî, manevî, ahlâkî ve dinî kusurlarından söz edilmesi, gerekse çocukları, ebeveyni ve diğer yakınlarının kusurlarının anlatılması gıybet kategorisindedir. Çünkü bu onun haysiyet ve şerefini ihlal etmekte, insanlar arasındaki konumuna zarar vermektedir. Bir insan yapısı gereği kızgın, tembel, uyuşuk veya uyumayı çok seven birisi olabilir. Onun böylesi bir yapıya sahip olması bütünüyle onun yaratılışı ile alakalıdır. Eğer biz bu hususlarda arkasından eleştiri sadedinde konuşursak gıybetini yapmış oluruz.
Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, gıybet yaparak insanların şeref ve haysiyetlerini ayaklar altına alan kimselerin, ahirette karşılaşacakları kötü sonucu şöyle anlatır:
“Miraca çıkarıldığımda, bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan bir topluluğun yanından geçtim.”
― “Ey Cebrail! Bunlar kimlerdir?” diye sordum. Cebrail:
― “Bunlar, (gıybet etmek suretiyle) insanların etlerini yiyenler, onların şeref ve namuslarıyla oynayanlardır” cevabını verdi.[10]
Gıybeti Dinleme
Rabbimiz, yüce kitabında gerçek müminleri şu şekilde vasfetmiştir:
وَاِذَا سَمِعُوا اللَّغْوَ اَعْرَضُوا عَنْهُ وَقَالُوا لَنَا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ لَا نَبْتَغِى الْجَاهِلٖينَ
“Onlar boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selam olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz, derler.” (Kasas, 28/55)
وَالَّذٖينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُون
“Müminler, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (Müminun, 23/3)
Gıybet, “boş söz” ve “faydasız” bir iştir. Dolayısıyla onu dinlemek ve ona kulak vermekte “boş” işlerden sayılır.
Çözüm Ne?
İnsanı gıybet etmeye sevk eden birtakım sebepler vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
a. Haset
b. Kişinin Kendisini Övmesi
c. Taassup ve Grupçuluk
d. Boş Kalmak
Dolayısı ile:
1- Gıybete götüren bu sebepleri terk etmek,
2- İnsanların kusurlarından öte kendi kusurlarımızla uğraşmak,
3- Boş konuşmalardan yüz çevirmeye kendimizi alıştırmak, suskunluğu tercih etmek ki bu konuda Efendimiz’in (sas) açık ikazları şu şekildedir:
“Âdemoğlunun tüm konuşmaları aleyhinedir, faydasına değildir. Ancak iyiliği emredip kötülükten sakındırmak ve Allah’ı anmak bunun dışındadır.”[11]
Konu ile ilgili bir başka ikazında ise şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ı anmaksızın çok konuşmayın. Allah’ın zikri dışında çok söz söylemek, kalbi katılaştırır. Katı kalpli olanların ise, Allah’tan en uzak kimseler olduğu kesindir.”[12]
4- Hak ile Meşgul Olmak
5- Gıybet Ortamlarını Terk Etmek
6- Kıyamet Günü Gıybetçinin Karşılaşacağı Kötü Akıbeti Düşünmek.
Bir defasında Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem:
― “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab:
― “Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir” diye karşılık verdi. Bunu üzerine Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Şüphesiz ki ümmetim içerisinde (gerçek) müflis; kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelen, fakat şuna sövdüğü, buna zina isnat ettiği, şunun malını yediği, ötekinin kanını döktüğü, berikini dövdüğü için, iyiliklerinin sevabı şuna-buna verilen, üzerindeki kul hakları tamamlanmadan sevapları biterse hak sahiplerinin günahları kendisine yüklenen, sonra da cehenneme atılan kimsedir” buyurdu.[13]
Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün ashabına:
― “Sizden her biriniz, Ebu Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye sordu.
Orada bulunan sahabeler:
― “Ebu Damdam da kimdir? (Ey Allah’ın Resulü!) dediler. Bunun Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
― “O, Sizden öncekiler içerisinde bulunan bir kimsedir. O her sabah: ‘Allah’ım! Ben, bana küfreden kimselere, şerefimi (lekeleyen bu küfürlerinden dolayı üzerlerine geçen hakkımı) helal ediyorum’ diye dua ederdi.”[14]
Gıybetin Caiz Olduğu Durumlar
Gıybet, haram olan amellerden olmakla birlikte birkaç hususta zarurete binaen caiz görülmüştür. Bilinmelidir ki İslam’da zaruretler haram olan şeyleri mubah kılar. Ama bu da zaruretin miktarı ile sınırlıdır. Bu miktar aşıldığı anda tekrar haramlık söz konusu olur.
Gıybeti mübah kılan bazı sebepler bulunmaktadır:
1. Tezallüm.
Yani zulme uğramış bir kimsenin, hükümdar veya hâkim gibi, zâlime karşı kendisine yardımcı olabilecek yetki ve kudrete sahip birisine gidip “Falan bana şöyle şöyle haksızlık etti” şeklinde birisinin zulmünden şikâyet etmesidir. Böyle bir durum gıybet sayılmamaktadır.
2. Bir kötülüğün önlenmesi veya bir asînin yola getirilmesini temin için yardım istemek.
Kişinin, güçlü olduğunu sandığı bir kimseye gidip sırf bir kötülüğü ortadan kaldırmak niyetiyle, “Falanca şu kötü işleri yapıyor, onu bundan alıkoy” demesi câizdir. Böyle bir niyet taşımazsa, bu yaptığı haramdır.
3. Fetvâ almak.
Bir kişinin müftüye gidip “Babam, kardeşim, kocam veya falan adam bana zulmetti. Bunları yapmaya hakları var mıdır? Bundan kurtulmamın, hakkımı almamın ve haksızlığı önlememin yolu nedir?” gibi sözler söylemesi, ihtiyaçtan dolayı câizdir. Ancak, “Şöyle şöyle yapan bir kimse veya bir eş hakkında ne dersiniz?” diye üstü kapalı olarak durumu arz etmesi ihtiyata daha uygun ve fazilete daha muvafık olur.
4. Kişileri şerden sakındırmak ve iyiliklerini istemek (nasihat).
5. Fıskı ve bidatçılığı âşikar olan kimseyi konuşmak.
Meselâ açıkta haram işleyen, insanların malına el koyan, haraç kesen, zorla başa geçmeye çalışan, kötü ve gayr-ı meşrû işlere yönelen kimseler hakkında konuşmak câizdir. Çünkü bu kimse kendi kötülüğünü açığa vurmaktadır.
Gıybet Yapan Kimsenin Tövbesi
Tövbenin “üç” şartı vardır:
1. Allah için pişmanlık duymak.
2. Bir daha yapmamaya karar vermek.
3. O günahı terk etmek.
Tabii ki bu şartlar, Allah ile bizim aramızda olan günahlar içindir. Eğer işlenen günah, gıybet gibi bir kulun hakkı ile alakalı ise o zaman bu üç şartın yanına bir dördüncüsü daha eklenir. O da helallik dilemektir. Nitekim Efendimiz’den (sas) nakledilen bir hadiste şöyle buyrulur:
“Gıybet günahının kefareti, gıybetini ettiğin kimse için bağışlanma talep etmendir.”[15]
İnsanın Saygınlığı mı Daha Önemli Kâbe’nin mi?
İslam dini, iman, ahlak ve beden açısından sağlıklı bir toplumun meydana gelmesi için insanoğlunun birtakım değerlerini muhafaza altına almış ve bu değerlere zarar verecek tüm şeyleri onlar için yasaklamıştır. Bu değerlere “Külliyat-ı Hamse” veya “Zarurat-ı Hamse” adı verilmiştir. Yani korunması ve muhafaza edilmesi zorunlu olan beş esas. Bu esaslar sırasıyla şu şekildedir:
“Din Emniyeti, can emniyeti, şeref/saygınlık emniyeti, akıl emniyeti ve mal emniyeti.”
İslam’da bu beş esasa zarar verecek her şey haram kılınmıştır. Örneğin, adam öldürmek haramdır, sebebi ise can emniyetinin ihlalidir. İçki haramdır, sebebi ise akıl emniyetini ortadan kaldırmasıdır. Hırsızlık ve gasp haramdır, nedeni ise mal emniyetine zarar vermesidir.
İşte gıybet de tıpkı bu sayılanlar gibi haramdır. Sebebi ise “ırz” kavramıyla ifade edilen, insanın haysiyet, şeref, onur ve saygınlığının ihlalidir.
Bilinmelidir ki, Allah Teâlâ’ya iman etmiş bir kulun saygınlığı, Allah indinde Kâbe’nin saygınlığından daha üstündür. Bu ifade ilk bakışta biraz garip gelebilir ama Efendimiz aleyhisselam’ın şu hadis-i şerifini okuyan bir kimse bu ifadenin hiç de garip olmadığını anlar. Hayatı boyunca hiç kimseyi incitmemiş bulunan Peygamberimiz Efendimiz (sas), çok sevdiği Kâbe’yi tavaf ederken –Abdullah İbn Ömer’in müşahedesi ve rivayetiyle- ona hitaben şöyle seslenmişlerdir:
“(Ey Kâbe!) Sen ne güzelsin, kokun da ne hoştur! Sen ne ulusun, hürmetin ne yücedir! Fakat, Muhammed’in ruhunu elinde bulunduran Zât’a yemin ederim ki, bir müminin Allah katındaki hürmet ve kıymeti senin hürmetinden çok daha büyüktür. Mümin hakkında hayırdan başka bir zanda bulunmanın hürmeti (haramlığı) de böyledir. Biz Mümin hakkında sadece hüsn-ü zanda bulunmakla emrolunduk. Şüphesiz Allah Teâlâ sende bir şeyi haram kıldı, seni haram bölgesi yaptı. Fakat müminin üç şeyini haram kıldı; malını, kanını ve şerefini, bir de mümin hakkında kötü zan beslemeyi.”[16]
Sonuç
Gıybetin haram olduğu hususunda icma vardır. Dolayısıyla bir müminin arkasından, duyduğu takdirde hoşlanmayacağı bir şekilde konuşmak gıybettir ve haramdır. Eğer o kusur söz konusu değilse o zaman da iftira edilmiş olur ki bu daha büyük bir günahtır.
Ebû Berze el-Eslemî’nin (ra) rivayetine göre Resülullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Ey diliyle iman edip kalbine iman girmeyen kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayınız ve onların gizli hâllerini araştırıp durmayınız. Çünkü her kim onların gizli hâllerini araştırırsa Allah da onun gizlediğini araştırır. Allah kimin gizli hâlini araştırırsa onu evinde (işlemiş olsa bile) açığa çıkarır (rezil eder).”[17]
Arkadan çekiştiren haram işlediği gibi, bunu dinleyen ve rahatsız olmayan kimse de vebal altına girer. Çünkü bir müminin hukuku çiğnenirken sükût etmek suretiyle saldırganlığı onaylamış olma ihtimali söz konusudur. Bu gibi durumlarda evlâ olan, gıybet yapan kişiyi uyarmak veya o gıybeti dinlememektir.
[1] Buhârî, Edeb, 57 (6064); Müslim, Birr, 9 (2563); Ebu Davud, Edeb, 56 (4917); Ahmed b. Hanbel, II / 287 (7845), II / 470 (10080), II / 492 (10379).
[2] Begavî, el-Hüseyin b. Mesud, Serhu’s-Sünne, Beyrut, 1983, XIII / 114 (3536); Münavi, Feyzu’l-Kadir, C. 4, s. 453 (5938).
[3] İbn-i Manzur, Lisanu’l Arap, C: 6, s. 38.
[4] Tirmizi, Birr, 85 (2032).
[5] İbn-i Mace, Hudud, 5 (2546).
[6] Buhârî, Tabîr, 45 (7042).
[7] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 3/808 (8827).
[8] Müslim, Birr, 20 (2589); Tirmizi, Birr, 23 (1934).
[9] Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummâl, 3/586 (8026).
[10] Ebû Dâvûd, Edeb, 40 (4878).
[11] İbn Mâce, Fiten, 12 (3974); Tirmizî, Zühd, 62 (2412).
[12] Tirmizî, Zühd, 61 (2411).
[13] Müslim, Birr, 15 (2581).
[14] Ebu Davud, Edeb, 36 (4886).
[15] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, (6786).
[16] İbn Mâce, Fiten 2 (3932); Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummâl, 1/164 (818-819).
[17] Ebû Dâvûd, Edeb, 40 (4880).
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.