Musa Kâzım GÜLÇÜR
26 Kasım/2019
Doğruluk ve İstikâmet Ahlâkı Giriş
Doğruluk ve istikamet, doğru hareket etme, dürüstlük ve sıdk demektir. Doğruluk ve istikamet, İslam dışı her türlü inançtan ve sünnete aykırı düşünce ve davranışlardan, bidat ve hurafelerden uzak durarak Kur’ân ve Sünnet hükümlerine göre yaşamak demektir. Doğruluk ve istikamet, insanın bütün yükümlülüklerine riayet etmesi, yeme, içme, giyinme ve her türlü dini ve dünyevi konularda dengeyi muhafaza etmesi, dini ve içtimai görevlerini yaparak günahlardan uzak durması, dinin ve aklın irşadına göre ubudiyet yolunda ilerlemesidir.
Doğruluk ve istikamet, insanın bütün eylemlerinin kıymetini oluşturan ahlaki özdür. Çünkü iyilikler doğruluk ve istikametle mükemmellik kazanır, ortadan kalkmasıyla da iyilikler kötülüğe dönüşür. Müminler, doğruluk, dürüstlük ve istikametlerinden ayrılmayı asla istemezler. Kur’ân-ı Kerîm’de, doğruluk ve istikametin üstünlüğü, önemi çok net bir şekilde belirlenmiş, dokuz ayette istikamet mastarından fiiller yer almış, yirmi altı ayette de aynı kökten müstakim kelimesi kullanılmıştır.
İnançta ve Amelde Doğruluk
Cenâb-ı hak şöyle buyuruyor:
اِنَّ الَّذٖينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰئِكَةُ اَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتٖى كُنْتُمْ تُوعَدُونَ نَحْنُ اَوْلِيَاؤُكُمْ فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِى الْاٰخِرَةِ وَلَكُمْ فٖيهَا مَا تَشْتَهٖى اَنْفُسُكُمْ وَلَكُمْ فٖيهَا مَا تَدَّعُونَ نُزُلًا مِنْ غَفُورٍ رَحٖيمٍ
“Şüphesiz ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: “Korkmayın, üzülmeyin, size (dünyada iken) vaat edilmekte olan cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da ahirette de sizin dostlarınızız. Çok bağışlayan ve çok merhametli olan Allah’tan bir ağırlama olarak, orada canınızın çektiği, istediğiniz her şey var.” (Fussilet, 41/30-33)
Otuzuncu ayet-i kerimede, insanın mükemmelliğe ancak tam bir imanî duruş ve inançta istikametle ulaşabileceğine (تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰئِكَةُ) “meleklerin akın akın inmesi” cümlesi ile işaret edilmiş, aslında mükemmelliği elde edebilme ile ilgili olarak bir anahtar ve işaret verilmiştir. Bu açıdan, insandaki mükemmelliğin nasıl gerçekleştirilebileceği ile ilgili bir fikir yürütmemizde fayda bulunmaktadır. İnsandaki mükemmellik, üç kısımda ele alınabilir: Bunlardan ilki ruhsal yani iç dünyamızda inşa edeceğimiz mükemmelliktir. Daha sonra bedensel hayır faaliyetleriyle oluşturulan, arkasından da etrafımızın güzelleştirilmesi ile tezahür eden mükemmellik gelir. Hiç şüphesiz bunların en kıymetlisi ve önceliklisi manevi bütünlüğümüz ve mükemmelliğimizin inşası, sonra da bedensel ve haricî hayır faaliyetleriyle mükemmelliğin imarıdır. Bu açıdan insanın mükemmelliği öncelikle, hakikati ve hayrı tanıyıp bunu kalp ve dil ile ifade etmesi, sonra da iyi ve güzel olanı bedensel faaliyetler halinde ifası ile gerçekleşebilir.
İşte âyet-i kerimede yer alan (قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ) “Rabbimiz Allah’tır diyenler” ifadesi, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin varlığını ve birliğini, Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliğini kalben ve kavlen tasdik, iman rükünlerinin tamamını tereddütsüz kabul, ruhsal ve sözel bakımlardan istikâmeti, (ثُمَّ اسْتَقَامُوا) “sonra dosdoğru olanlar” ifadesi de namaz, oruç ve hac gibi bedensel faaliyetlerle ifa edilen çok kıymetli salih amelleri içine almış olur.
(ثُمَّ اسْتَقَامُوا) “dosdoğru olanlar” ifadesi ile (Allahu a’lem) din, tevhid, marifetullah ve salih amellerdeki istikamet kastedilmiştir denilebilir. Bu unsurlardan ilk üçü söz ve inanç bakımından istikameti, dördüncüsü ise tutum ve davranışlardaki istikameti ifade etmektedir. Çünkü (رَبُّنَا اللّٰهُ) “Rabbimiz Allah’tır” ilkesi doğrultusunda hareket etmek, bu ilkeyi gereği gibi hayata yansıtmaktır. Gerçek anlamda inandığını uygulamak, vicdanda bilinç olarak özümsemek, hayatta davranış biçimi olarak tezahür ettirmektir. Ayet-i kerîme, Kur’ân-ı Kerîm’deki bir başka beyan ile tekrar teyit edilmektedir:
اِنَّ الَّذٖينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Ahkaf, 46/13)
(رَبُّنَا اللّٰهُ) “Rabbimiz Allah’tır” beyanı, bir hayat düsturudur. Şöyle ki; kulluk sadece Allâh içindir, sadece O’na güvenilir, dayanılır ve Kendisinden, gazabından, sarsma, ırgalama ve sallamasından O’nun rızasına, muaf kılmasına ve Kendisine sığınabilmek için hem inanç seviyesinde hem de tutum ve davranışlarla üstün bir gayret ve çaba gösterilir. Bu açılardan (رَبُّنَا اللّٰهُ) “Rabbimiz Allah’tır” cümlesi, sadece dilin telaffuz ettiği bir kelime değil, tam bir hayat programıdır.
Bu şekildeki insanlar dürüstlük ve samimiyetin getirdiği güzel, güvenilir, huzur dolu bir hayatı yaşar. Dünya hayatında bu güzel tutumu benimseyen birinin ahirette alacağı karşılık ise ayet-i kerimede beyan buyurulduğu gibi (وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ) “Cennet ile sevinin” müjdesidir ve Cennet, hiçbir gözün görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir insanın aklı ve hayaline gelemeyecek derecede güzeldir.
Davranışta İstikamet

Davranışta istikametin önemini şu ilahi emirde açık bir şekilde görmekteyiz:
فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 11/112; Şûrâ, 42/15)
İmam Nevevinin, bu âyet-i kerime ile ilgili olarak Müslim şerhinde şu şekilde bir izahı bulunmaktadır:
“Efendimize (sas) Kur’ân-ı Kerîm’in tamamında bu ayetten daha ağır ve daha şiddetli başka bir ayet inmediği, ashabın Resülullah’a (sas); “Ya Resulallah, çabuk yaşlandınız” dediklerinde “Beni Hûd ve kardeşleri ihtiyarlattı” buyurduğu İbn Abbas’tan (ra) nakledilmektedir.”[1]
Görüldüğü üzere yukarıdaki rivayette, ayet-i kerime ile ilgili bir tahsis bulunmamaktadır. Hadis kitaplarımızda, Peygamber Efendimiz’in (sas), “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! ayeti bana çok ağır geldi ve saçlarımı ağarttı” şeklinde bir beyanı yoktur. Şayet bir kimse, Efendimiz’in (sas), “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! ayeti bana çok ağır geldi ve saçlarımı ağarttı” şeklinde bir beyanı var diyorsa, mutlaka bu hadisin kaynağını vermelidir. Şayet kaynak vermeden/veremeden bu cümleyi aktarıyorsa, Efendimize (sas) yalan isnat etmekten korkmalı ve titremelidir.
Ancak ayet-i kerime ile doğrudan bir tahsis yapmadan, Efendimiz’in (sas) İbni Abbas (ra) rivayeti ile şu şekilde bir beyanı hadis kitaplarımızda mevcuttur:
Ebubekir (ra) Efendimiz’e (sas) şöyle sorar:
“Ya Resulallah, çabuk yaşlandınız!?” (Peygamberimiz (sas) şöyle cevap verir):
“Hud, Vâkıa, Mürselât, Nebe ve Şems sureleri beni yaşlandırdı.”[2]
Allah Teâlâ, Peygamberlerini doğruluk örneği olarak göndermiştir. Başta Efendimiz (sas) olmak üzere bütün peygamberler doğruluk timsali idiler. “Doğruluk/sıdk” vasfı bütün peygamberlerde bulunan beş temel özellikten birisidir. Diğer özellikler bilindiği gibi “emanet, fetanet, ismet ve tebliğdir”. Kur’ân-ı Kerîm Hz. İbrahim, Hz. İsmâil ve Hz. İdris’i doğrulukları ve sözlerindeki sadakatleri ile ayrıca zikretmiştir (bk. Meryem, 19/41, 54, 56).
Efendimiz (sas)’in doğruluk hususundaki uyarıları da oldukça önemlidir. Hadîs-i şerîflerde genel anlamda doğruluk, Cennet ve Allâh’ın rızası ile özdeşleştirilmektedir. İbnu Mesud (ra) anlatıyor: Resülullah (sas) buyurdular ki:
“Sıdk insanı birr’e (Allah’ı razı edecek iyiliğe) götürür, birr de cennete götürür. Kişi, doğru söyler ve doğruluğu hedefler de sonunda Allah’ın indinde “sıddık” (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan ise kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalan peşinde koşar da sonunda Allah’ın indinde “yalancı” diye kaydedilir.”[3]
Bir diğer hadîs-i şerîfte ise Efendimiz (sas) dürüstlüğün, emanete hakkıyla riayetin insana kazandıracağı manevi makam ve füyuzatı Ebu Musa’nın (ra) rivayeti ile şu şekilde beyan buyuruyor:
“Emin bir Müslüman mal muhafızı olsa ve vazifesini dürüstlükle yapsa, şöyle ki, kendisinden yerine ulaştırması istenen (sadaka ve zekat gibi bir) emaneti, gönül hoşluğuyla eksiksiz ve tam olarak yerine ulaştırsa, sadakayı veren iki kişiden biri olur.”[4]
Hadisin başında Nesâi’de şu ziyadeyi de görüyoruz:
“Mümin kişi, diğer mümine karşı (tuğlaları ile birbirini destekleyen) duvar gibidir, birbirlerini takviye ederler.”[5]
Şimdi de doğruluk ve istikamet konusunu, sözün ve dolayısı ile dilin doğruluğu ve istikameti, özün, nefsin veya kalbin doğruluğu ve istikameti ve iş, hal ve hareketlerin doğruluğu ve istikameti şeklinde üç kısımda görmeye çalışacağız.
Sözde Doğruluk
يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَقُولُوا قَوْلًا سَدٖيدًا
“Ey iman edenler, Allah’a karşı gelmekten sakının ve hep doğru söz söyleyin” (Ahzab, 33/70)
Bu âyet-i kerîme inançlı bir insanın her zaman dürüst olması gerektiğini bildirmektedir. Bu açıdan yapılan bir yanlışı örtbas etmek amacıyla asla yalana başvurulmamalıdır. Hatalı bir davranış yapıldığında da hemen özür dilenmeli, hataların telafisine çalışılmalıdır. Doğruluğu kendisinde temel bir ahlâk haline getiren insan, hangi sebebe dayanırsa dayansın yalan söylemez, yalanı bir çözüm olarak görmez. Dolayısıyla Kuran ahlâkını uygulayan bir kişi yalan söylemenin sıkıntısını yaşamaz.
Ebu Said el Hudri (ra) Resülullah (sas)’dan şöyle anlatıyor:
“Âdemoğlu sabaha erdi mi, bütün azaları, dile temenna edip: “Bizim hakkımızda Allah’tan kork. Zira biz sana tabiyiz. Sen istikamette olursan biz de istikamette oluruz, sen sapıtırsan biz de sapıtırız” derler.”[6]
Öyleyse dildeki doğruluk, temeli itibarı ile insanın aynı zamanda aza ve cevherlerinin de doğruluğuna menşe olması açısından büyük ehemmiyete haizdir. Bu açıdan, insanın en fazla kendisinden korkması gereken uzvunun dili olduğu anlaşılmaktadır.
İslâm ahlâkının önemli bir esası olan doğruluğu elde etmek ve sağlamlaştırmak için çaba göstermeye büyük ihtiyaç vardır. Allah Resulü (sas), bu ahlâkın özellikle çocuklukta yerleşmesine ihtimam göstermiş, anne-babanın çocuğa yalan söylemek gibi bir yanlışlığa düşmemesi için onların çocukları ile olan ilişkilerini kontrol etmiş ve bazı genel prensipler koymuştur. Mesela, hangi surette olursa olsun anne-babanın çocuklarını aldatması, onlarla olan muamele ve münasebetlerinde umursamaz bir tavır takınması doğru değildir. Abdullah b. Âmir (ra) anlatıyor:
Bir gün annem beni çağırdı. Resülullah (sas) da evimizde oturuyordu. Annem:
— “Gel, sana bir şey vereceğim!” dedi. Resülullah (sas) anneme:
— “Ona ne vermek istemiştin?” dedi. Annem:
— “Bir hurma vermek istemiştim” cevabını verdi. Bunun üzerine Resülullah (sas) şöyle buyurdu:
— “Haberin olsun, eğer ona bir şey vermeyecek olsaydın, sana bir yalan günahı yazılırdı.”[7]
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmaktadır:
“Kim bir çocuğa “Buraya gel, sana bir şey vereceğim” der de sonra vermezse bir yalan günahı yazılır.”[8]
Özde Doğruluk
Müslüman’ın sözü gibi özü de doğru olmalı, iç dünyasını da kötü duygu ve düşüncelerden arındırmalıdır. Daha açık bir ifade ile Müslüman düşündüğü gibi konuşmalı, konuştuğu gibi olmalıdır. Sözü ile özü arasında bir ayrılık olmamalıdır. Böyle olduğu takdirde olgun mümin olur ve çevresine güven verir.
Özde doğruluğu Enes b. Malik’ten (ra) rivayet edilen şu hadis-i şerif ne güzel ifade ediyor:
“Kişinin imanı doğru olmaz kalbi doğru olmadıkça. Kalbi doğru olmaz dili doğruları söylemedikçe. Kişi cennete giremez komşusu kötülüğünden emin olmadıkça.”[9]
Bu açıdan Sevgili Peygamberimiz (sas) dilin ve kalbin uyum içerisinde olmasını ve her ikisinin de istikamet üzere bulunmasını tavsiye etmektedir.
Hz. Câbir (ra) anlatıyor:
Resülullah’ın (sas) yanında oturuyorduk. Önüne bir çizgi çizdi ve şöyle buyurdu:
– “Bu Allah Teâlâ’nın yoludur.”
Sonra bu çizginin sağına ve soluna ikişer çizgi daha çizdi ve:
– “Bunlar da şeytanın yollarıdır” buyurdu.
Daha sonra mübarek ellerini ortadaki çizginin üzerine koydu ve şu âyet-i kerîmeyi tilavet buyurdu:
وَاَنَّ هٰذَا صِرَاطٖى مُسْتَقٖيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبٖيلِهٖ ذٰلِكُمْ وَصّٰیكُمْ بِهٖ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte bunları size Allah sakınasınız diye emretti.” (Enâm 6/153)[10]
İşte Doğruluk

Müslüman’ın sözü ve özü doğru olunca işi de doğru olacaktır. Müslüman’ın işinde hile ve haksızlık olmamalıdır. Ebu Hüreyre (ra)’den gelen bir rivayet şöyledir:
“Peygamberimiz bir gün bir buğday yığınını görmüş, mübarek elini onun içine daldırdığında buğdayın üst kısımlarının kuru alt kısımlarının ise yaş olduğunu görmüş ve buğday sahibine:
— “Bu ne?” diye sorunca ekin sahibi:
— “Onu yağmur ıslattı, ey Allah’ın Resulü” deyince, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
— “Islak kısmı insanların görmesi için diğer buğdayların üstüne koysa idin ya. Kim aldatırsa benden değildir.”[11]
İnsanların en hayırlıları olan büyük sahabe neslinin temel özelliklerinden belki de en önemlisi doğruluk ve dürüstlüğün onların ayrılmaz bir parçası olmasıydı. Doğruluk ve dürüstlük bu büyük insanların iç ve dış dünyalarında çok geniş bir huzur ve itminan atmosferi meydana getirmiştir. Ebu’l-Havrâ anlatıyor:
Ali’nin oğlu Hasan’a (ra):
— “Resülullah’tan (sas) neyi ezberledin?” diye sordum. O da şunu söyledi:
— “Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyen şeye bak. Zira doğruluk gönül yatkınlığı, yalan ise kuşkudur.”[12]
Benzer bir rivayet ise şöyledir:
Süfyan İbnu Abdillah es-Sakafi (ra) anlatıyor:
— “Ey Allah’ın Resulü, bana İslam hakkında öyle bir bilgi ver ki, bana yetsin ve sizden başka kimseye İslam’dan sormaya hacet bırakmasın” dedim. Şu cevabı verdi:
— “Allah’a inandım de sonra da dosdoğru ol.”[13]
İster büyüklerin, isterse de çocukların yaptıkları işlerde doğruluğun temini ya da doğruluk ahlâkının yerleştirilmesi sadece ruhsal açıdan değil, aynı zamanda maddi refahın da gelişiminin temel bir vesilesi ve oldukça ehemmiyetli bir vasıtasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, ruhani varlıkların ya da diğer bir yoruma göre Efendimiz’in (sas) dili ile insanlara şu önemli hatırlatmayı yapmaktadır:
وَاَنْ لَوِ اسْتَقَامُوا عَلَى الطَّرٖيقَةِ لَاَسْقَيْنَاهُمْ مَاءً غَدَقًا لِنَفْتِنَهُمْ فٖيهِ وَمَنْ يُعْرِضْ عَنْ ذِكْرِ رَبِّهٖ يَسْلُكْهُ عَذَابًا صَعَدًا
“Yine de ki: ‘Bana şöyle vahyedildi. Eğer yolda (dinde/ahlâkta) istikamet üzere olurlarsa, mutlaka onlara bol yağmur yağdırırız ki bununla onları imtihan edelim. Kim Rabbinin zikrinden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, Rabbi onu gittikçe yükselen bir azaba sokar.” (Cin, 72/16-17)
Toplumların istikamet ahlâkını benimsemeleri ile maddi refahları ve zenginleşmeleri arasında sıkı bir bağ vardır. Bu refah ve zenginleşmenin başında toplumların Allâh tarafından bol suya kavuşturulmaları gelir. Çünkü hayat her yönden suya bağlıdır. Zenginlik ve refah suyun bereketli akışı iledir. Sanayileşmenin yaygınlaşması ve tarımın gelişmesi açısından da böyledir. Su, toplumların kalkınma ya da inhitatında çok temel bir rol oynar. İster medeniyet tarihine isterse de günümüze suyun önemi itibarı ile bir nazar atfedildiğinde, milletlerin zenginleşmesi veya fakirleşip yok olmalarının, bütünü ile suyun çoğalması ya da yok oluşuna bağlı olduğu görülür.
“Kim Rabbinin zikrinden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, Rabbi onu gittikçe yükselen bir azaba sokar” cümlesindeki “azap” kelimesinin, siyak ve sibak göz önüne alındığında, yağmurların az yağması ya da hiç yağmaması neticesinde su azlığına, dolayısı ile “meteorolojik kuraklığa” işaret ettiği düşünülebilir. Meteorolojik kuraklıkla “ziraî kuraklık”, yer üstü ve yer altı sularının çekilmesi ile “hidrolojik kuraklık” meydana gelir. Su azlığının bireyleri ya da toplumları olumsuz şekilde etkilemesi ile de “sosyo-ekonomik kuraklık” söz konusudur. Dolayısı ile su azlığının meydana getirebileceği olumsuzluklar yani Allâh’ın (cc) azabı, çok geniş bir alanda dallanıp budaklanabilir.
İnsan faaliyetlerinin su kaynaklarına doğrudan bağımlılığı nedeniyle, kuraklığın bireyler ve toplumlar üzerindeki olumsuz etkileri hem çok çeşitli hem de oldukça fazladır. Kuraklık, dünyadaki en tehlikeli doğal afetlerden birisi olarak kabul edilmektedir. Kuraklık kaynaklı yokluklar ve trajediler, büyük politik huzursuzluklara, rejim değişikliklerine, devrimlere, ihtilallere ve kitlesel göçlere yol açmıştır. Kuraklığın, günümüzde fazlaca söz konusu edilen küresel ısınma ile de bir ilgisinin bulunmadığı, 1917 Bolşevik ve 1789 Fransız ihtilallerinin, ayrıca çok daha eski tarihlerde M.Ö. 375 yılında Türklerin Orta Asya’dan göç etmelerinin temel sebeplerinin kuraklık ve kıtlık olduğu kabul edilmektedir.
Maddi refah ve bolluk, yüce Allah’ın kullara yönelik bir sınavıdır. Nimetlerin, servetin ve varlıkların artması insanı şımarıklığa, şükürsüzlüğe, savurganlığa ya da cimriliğe sürükleyebilir. Bu durumda nimetler ve zenginlikler birer afete dönüşür. Mesela güç nimeti, insanı şımarıklığa, zulme, azgınlığa, başkalarının haklarını çiğnemeye, Allah’ın yasaklarını tanımamaya sürükler. Diğer nimetler de böyledir. Bu istenmeyen durumlardan uzak kalabilmenin tek yolu Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin rızası dairesinde iş görmektir.
Sonuç

Doğruluk, dinimizin özüdür ve insanın ahlaki olarak kalitesini göstermesi açısından da önemli bir kriterdir. Doğruluk, hangi davranışın kendimize ve diğer insanlara fayda verdiğini belirlemede bizi yönlendiren önemli bir ilkedir. Doğruluk ilkesi, ruhumuzda, kalbimizde ve zihnimizde yeşeren bir inançtır. Doğruluk, baştan sona dürüstlüğe endeksli olmaktır. Doğruluk, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, “Kendi zâtı ile kâim, varlığında ve varlığının devamında her şey kendisine muhtaç, ancak kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, bütün mahlûkatı var edip onların varlığını devam ettiren” anlamındaki esmâ-i hüsnasından “Kayyum” ile “varlığı ezelden ebede sabit olan, hiçbir değişikliğe uğramadan var ve daimî olan, bâtıl olmayan” anlamındaki “Hak” ism-i şerifleri ve diğer esmâ-i hüsnâsının parlak birer tecellisidir.
İstikamet, inancının gereğini yerine getirme, iyiliği icra etme, her çeşit işte dengeyi önemseme, din ve akıl dairesinde yürümedir. İstikametli olma, insanların ve toplumların gelişmesi için temel bir şarttır. İstikametli olma, bireylerin ve toplulukların en temel düzeyde dürüstlüklerinin tezahürüdür. İstikametli olma, kişisel güvenilirliğin kökleşmesi, ruhsal ve zihinsel itminanın yaygınlaşmasıdır. İstikametli olma, ahlâkî değerlerin zenginleşmesi, ülkenin milli varlıklarının ve maddi refahının maksimizasyonu, bireysel tutarlılığın ve içtimai huzurun inşasıdır. İnsanlık onuru, her insanın, başkaları tarafından, asla azaltılmaması, tehlikeye atılmaması veya bastırılmaması gereken “gerçek bir istikamet düşünce ve davranışına” sahip olmasını teşvik ve temin ile korunabilir ve geliştirilebilir.
[1] Ebu Zekeriyya Muhyiddin Yahya b. Şeref en- Nevevi, Sahihu Müslim bi-Şerhi’n-Nevevî, el-Matbaatu’l-Mısrî bi’l-Ezher, 1. Baskı, 1929, C. 2, s. 9.
[2] Tirmizî, Tefsiru Sure, 57 (3297); Taberani, Evsat, C. 8, s. 160 (8269); Hâkim, Müstedrek, C. 2, s. 343 (3314); Hindi, Kenzu’l-Ummâl, C. 1, s. 573 (2587), C. 2, s. 312-313 (4091).
[3] Buhari, Edeb, 69 (6094); Müslim, Birr, 28 (2606), 29 (2607); Ebu Davud, Edeb, 88 (4989); Tirmizi, Birr, 46 (1971).
[4] Buhari, Zekât, 25 (1438); Vekâlet, 16 (2319); İcare, 1 (2260); Müslim, Zekât, 25 (1023); Ebu Davud, Zekât, 43 (1684).
[5] Nesai, Zekât, 67 (2560).
[6] Tirmizi, Zühd, 61 (2409); Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/96 (11930).
[7] Ebu Dâvud, Edeb, 88 (4991); Ahmed b. Hanbel, III/447 (15793).
[8] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/452 (9835).
[9] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/198 (13079).
[10] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/397 (15351); İbn Mace, Mukaddime, 11.
[11] Müslim, İman, 43 (101, 102).
[12] Tirmizi, Kıyamet, 60 (2518); Nesai, Eşribe, 50 (5711).
[13] Müslim, İman, 13 (38).
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.