Musa Kâzım GÜLÇÜR
19 / 04 / 2023
İçindekiler
I. Eski Mısır’da Âhiret Günü’ne İman
II. Yahudilikte Âhiret Günü’ne İman
III. Hristiyanlıkta Âhiret Günü’ne İman
IV. İslam’da Âhiret Günü’ne İman Rüknü
V. Allâh’a (cc) ve Âhiret Günü’ne İman Rükünlerinin Birlikteliği
B. Genellemeci Davranmama Açısından
E. İlimde Rüsûh Sahibi Olma Açısından
F. Mescidlerin İmarı Açısından
VI. Kur’ân-ı Kerîm’de Âhirete İman Etmeyenlerin Özellikleri
B. Başkalarına Cimri Olmayı Emretmeleri
C. Allâh’ın Lütfettiği Nimetleri Gizlemeleri
D. Şeytanlara Arkadaş Olmaları
F. Kötü Sıfatlara Sahip Olmaları
H. Doğru Yoldan Sapmış Olmaları
I. Kötü Amellerini Güzel Görmeleri
J. Tevhid Düşüncesine Karşı Darlanmaları
K. Meleklere Cinsiyet Atfetmeleri
VII. Kur’ân-ı Kerîm’de Âhireti İnkâr Edenlerin Temel Özellikleri
A. Dinin Karşısında Yer Almaları
B. Zekât, Sadaka vb. Yardım Faaliyetlerinin Karşısında Olmaları
C. İnkârcı Tutum Takınmaları ve Büyüklük Taslamaları
VIII. Âhireti İnkâr Edenlere Verilecek Cevaplar ve Alemin Sonluluğu
IX. Âhiret Günü’ne İmanın Aklî Temelleri
A. Hayatın Anlamlandırılması Açısından
B. Vaad (Va’d) ve Vaîd Açısından
C. Tam Adaletin Gerçekleştirilmesi Açısından
D. Sonsuzluk Düşüncesi Açısından
X. Bazı Batılı Filozoflarda Âhiret Günü’ne İman Düşüncesi
XI. Âhiret Günü’ne İnanmanın Faydaları
A. Âhiret Günü’ne İnanmanın Başlıca Bireysel Faydaları
B. Âhiret Günü’ne İmanın Başlıca Toplumsal Faydaları
2. Yüksek Ahlâkî Standartların Gelişmesi
4. Hayırseverlik ve Faydalı Olma
C. Âhiret Günü’ne İnanmamanın Doğurabileceği Bazı Olumsuz Sonuçlar
3. Ölüm Korkusunun Ürettiği Zihinsel Komplikasyonlar
4. Ahlâkî Rehberlik Yoksunluğu
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم
بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنْ مِنْهُ انْشَقَّتِ الأَسْرَارُ وَانْفَلَقَتِ الأَنْوَارُ وَفِيْهِ ارْتَقَتِ الحَقَائِقُ وَتَنَزَّلَتْ عُلُومُ آدَمَ فَأعْجَزَ الخَلائِقِ، وَلَهُ تَضَآءَلَتِ الفُهُومُ فلَمْ يُدْرِكْهُ مِنَّا سَابِقٌ ولا لاحِقٌ، فرِيَاضُ المَلَكُوتِ بِزَهْرِ جَمَـالِهِ مُونِقَة، وَحِيَاضُ الجَبَروْتِ بِفَيْضِ أَنْوَارِه مُتَدَفِقَة، وَلا شَيءَ إلا وَهُوَ بِهِ مَنُوطٌ، إذْ لَوْلا الوَاسِطَةُ لَذَهَبَ المَوْسُوطُ، صَلَوةً تَلِيقُ بِكَ مِنْكَ إِلَيْهِ كَمَا هُوَ أَهْلُهُ،
اَللَّهُمَّ إنَّهُ سِرُّكَ الجامِعُ الدَّآلُّ عَلَيْكَ، وَحِجابُكَ الأَعْظَمُ القَآئِمُ لَكَ بَيْنَ يَدَيْكَ، اَلّلهُمَّ أَلحِقْني بِنَسَبِهِ، وَحَقِّقْني بِحَسَبِهِ وَعَرِّفني إيَّاهُ مَعْرِفَةً أَسْلَمُ بِهَا مِنْ مَوَارِدِ الجَهلِ وَأَكْرَعُ بَهَا مِنْ مَوَارِدِ الفَضْلِ، وَاحْمِلْني عَلَى سَبيلِهِ إلى حَضْرَتِهِ حَمْلاً مَحْفُوفَاً بنُصْرَتِكَ وَاقْذِفْ بي عَلَى البَاطِلِ فَأَدْمَغَهُ، وَزُجَّ بِي فيِ بِحارِ الأَحَدِيَّةِ وَانْشُلْني مِنْ أَوْحَالِ التَّوْحِيدِ وَأَغْرِقْني فيِ عَيْنِ بَحْرِ الوَحْدَةِ حَتَّى لاَ أرَى وَلا أسْمَعَ وَلا أَجِدَ وَلاَ أُحِسَّ إِلاَّ بِها
وَاجْعَلِ الحِجَابَ الأعْظَمَ حَيَاةَ رُوحِي ورُوحَهُ سِرَّ حَقِيقَتي وَحَقيقَتَهُ جَامِعَ عَوَالمي بِتَحقيقِ الحَقِّ الأوَّلِ يَاأَوَّلُ يَاآخِرُ يَاظَاهِرُ يَاباطِنُ، اِسْمَعْ نِدَآئي بِمَا سَمِعْتَ بِهِ نِدآءَ عَبْدِكَ زَكَرِيَّا، وَانْصُرْني بِكَ لَكَ، وَأَيِّدْني بِكَ لَكَ، وَاجْمَعْ بَيْنِي وَبَيْنَكَ وَحُلْ بَينيْ وَبَيْنَ غَيْرِكَ، { اَللَّه اَللَّه اَللَّه }
(28/85 ، سُورَةُ القَصَصِ) (إنَّ الذي فَرَضَ عَلَيْكَ القُرآنَ لَرادُّكَ إلَى مَعَادٍ)
(18/10 ، سُورَةُ الْكَهْفِ) (رَبَّنا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَداً)
(7/105 ، سُورَةُ الأعراف) (حَقِيقٌ عَلَىٰٓ أَن لَّآ أَقُولَ عَلَى ٱللَّهِ إِلَّا ٱلْحَقَّ)
رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ، وَبِهِ الْعَوْنُ
(20/25-28 ، سُورَةُ طه) (رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي)
Ezelden ebede kadar, bütün olmuş ve olacak hamd ve senalar, tam ve kemaliyle, âlemlerin yegâne Yaratıcısı, yöneteni ve kemale erdiricisi Allâh’ındır. Ey Rabbim! Bütün sırların kendisinden zuhur ettiği, bütün nurların kendisinden saçıldığı ve bütün hakikatlerin kendisinde toplandığı, Âdemoğlunun tüm ilimlerinin kendisine indirildiği, mahlukatı âciz bırakıp idraklerin âciz kaldığı ne geçmişte ne de gelecekte kendisi hakkıyla idrak edilemeyecek Zât’a salât et. Melekût bahçeleri, O’nun cemâlinin aydınlığı ile şenlenmiş, Ceberût havuzları O’nun nurlarının feyzi ile taşmıştır. Hiçbir şey yoktur ki ona bağlı olmasın. Zira aracı olmasaydı, mevcudiyeti aracıya bağlı olan yok olurdu. Senin şanına lâyık, onun da ehli olduğu bir salât ile ona salât et.
Ey Rabbim! Muhakkak O, her şeyi içinde barındıran, sana delâlet eden sırrındır. Senin katında, senin için duran en büyük perdendir. Ey Rabbim bizi, O’nun nesebine dâhil eyle ve O’nun şerefinin hakikatine vâkıf eyle. Bize O’nu öyle bildir ki, cehalet yollarından selâmette olalım. Erdem kaynaklarından vasıtasız olarak o salavat ile susuzluğumuzu giderelim. Onun yolunda sana kulluk etmeyi bize ihsan et. Bizi üzerine göndererek bâtılı yok et, Ehadiyet denizlerinde yüzdür, tevhid konusunda bulanıklıklardan süratle çıkar ve vahdet denizinin hakikatine gark eyle. Böylece yalnız vahdeti görelim, duyalım, bulalım ve idrak edelim.
En büyük hicâbı (Resülullâh’ı), ruhumuzun hayatı ve O’nun ruhunu, hakikatimizin sırrı ve Hakku’l-Evvel hakkı için O’nun hakikatini, âlemlerimizi kuşatıcı kıl. Ey Evvel! Ey Âhir! Ey Zâhir! Ey Bâtın! Kulun Zekeriya’nın duasını kabul ettiğin gibi bizlerin de dualarını kabul et. Rızanı kazanacağımız şekilde bizlere yardım et. Rızanı netice verecek şekilde bizleri destekle. Bizi seninle kıl ve senden gayrısı ile aramızı ayır. Allâh! Allâh! Allâh!
“Kur’ân’ı (okumayı, tebliğ etmeyi, muhtevasıyla amel etmeyi ve insanlara iletmeyi) sana farz kılan, seni elbet bir sonuca (dünyada senin hükmedeceğin özgür bir vatana Mekke’ye, Âhirette de hiçbir beşere nasip olmayan muazzam, mükemmel ve nihaî bir mutluluk yurduna) vardıracaktır!” (Kasas, 28/85)
“Ey Rabbimiz, bizlere katından bir rahmet (mağfiret, rızık ve düşmandan emin olma gibi) ihsan eyle ve içinde bulunduğumuz şu durumdan bize bir çıkış yolu göster.” (Kehf, 18/10)
“Benim üzerimdeki sorumluluk, Allâh hakkında gerçekten başka bir şey söylemememdir.” (Araf, 7/105)
Önsöz

“Âhiret Günü’ne İman Rüknünün Dinî, Aklî ve Felsefî Temelleri” başlıklı bu makalemiz, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin yönlendirmesi, çalışma şevki vermesi, sebepleri kolaylaştırması, bilhassa Ramazan-ı Şerif’e mahsus bereketi lütfetmesi neticesinde vücuda gelmiştir.
Bu konu üzerinde geçmişte önemli çalışmalar yapılmıştır. Şu anda mütalaasında bulunduğunuz çalışma geniş hacimli değildir. Ancak bu çok önemli konunun, günümüzde muhtasar bir şekilde de olsa yeniden hatırlanmasında faydalar bulunmaktadır. Yüce Allâh’a ve Âhiret Günü’ne imanın ya da (hafazanAllâh) imansızlığın asli unsurlarının, ayet-i kerimelerde ve hadîs-i şeriflerde ne şekilde ayrıntılandırıldığını görmenin faydalı olacağı düşüncesi bu çalışmanın saiklerinden olmuştur.
Yüksek ehemmiyeti dolayısı ile, kısaca da olsa konunun tarihi ve toplumsal gelişim sürecine değinmenin uygun olacağı düşünülmüştür. Bu sebeple Âhiret Günü’ne iman konusu, sadece İslamiyet itibarı ile değil, ama aynı zamanda kadim medeniyetler ve İslam öncesi dinler açısından da görülmeye çalışılmıştır.
İslam’ın birincil ve ikincil kaynakları olan Kur’ân-ı Kerîm ayetleri ve hadis-i şeriflerle konunun ayrıntılarına nüfuz edilmek için çaba gösterilmiştir. Fazla ayrıntısına girmemekle birlikte, Âhiret Günü’ne iman konusunun aklî şekilde temellendirilmesine de gayret edilmiştir. Âhiret Günü’ne iman rüknünün, akıldan uzak en küçük bir yönü bile bulunmamaktadır.
Âhiret hayatı ile ilgili bu çok önemli konunun, bazı batılı filozofların âhiretin varlığına şahitlikleri ile de ele alınmasında fayda mülahaza edilmiştir. İslam filozofları ve Kelamcılarının Âhiret Günü’ne iman ile ilgili bir sorunları bulunmadığından, onlar için özel bir bölüm ayrılmamıştır. Âhiret Günü’ne iman konusu, ehl-i sünnete ait kelâm kitaplarımızda, daha çok sem’iyyât başlığı altında işlenmiştir. Kolay kavranması amacıyla, kelamcılarımız İslâm inanç esaslarını, “usûl- selâse” adı ile üç ana başlıkta ele almışlardır. İslam inançlarının birinci sırasında ilâhiyyât, ikinci sırasında âhiret hayatını ve evrelerini konu alan sem’iyyât ve üçüncüsünde ise nübüvvât konuları yer almaktadır.
Âhiret merhaleleri ile ilgili kısımda, yazının usanç vermemesi düşüncesi ile, “berzah, saat, mîzan, vb.” kavramlarla ilgili ayet-i kerimelerin, sadece sure ve ayet numaralarına referansta bulunulmuştur.
Bilhassa günümüzde, Âhiret Günü’ne ait hususları öteleyip görmek istemeyen, sadece maddeyi ve fizikî âlemi önceleyen ateizm, deizm, kapitalizm ve sekülerizm gibi akımlara karşı bir set olabileceği düşüncesi ile, bu çalışmanın siz kıymetli okuyucularımıza faydalı olmasını Yüce Allâh’tan niyaz ederiz.
Giriş
“Âhiret” kelimesi, “son” anlamındaki “âhir” kelimesinin müennesi olup, dünya hayatından sonra başlayıp ebediyen devam edecek olan ikinci hayatın adıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu ikinci ve ebedi hayat, “likâullâh (Allâh’a kavuşma), likâu Rab (Rabbe kavuşma), likâu yevm (Güne ulaşma), likâu’l-âhire (Sona ulaşma), el-yevmü’l-âhir (Son gün), ed-dârü’l-âhire (Son yurt) ve en-neş’etü’l-âhire (Son yaratış)” şeklinde nitelendirilmektedir. “Âhir” kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de hem Mekkî hem de Medenî surelerde olmak üzere yüz on yerde geçmektedir. Tekil bir şekilde gelen “el-âhire” kelimesi de “ed-dârü’l-âhire (Son yurt)” anlamındadır.
İnsanın ölümü ile âhiret hayatı başlamış olur. Âhiret Günü’ne iman, İslâm’ın en temel esaslarından birisidir. Âhiret Günü’ne iman, Kur’an-ı Kerîm’de yirmi altı kadar ayet-i kerimede Allâh’a iman rüknü ile beraber zikredilmiştir. Bu durum, konunun önemini göstermesi bakımından oldukça dikkat çekicidir. Âhiret hayatı, kabir hayatı ile başlayan, kıyametin kopması ve yeniden diriltiliş ile devam eden, hesap, kitap (amel defteri), mîzan ve sırat ile şekillenen süreçler toplamıdır. Bu evreler, ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde, inkara mahal bırakmayacak şekilde çok açık olarak zikredilmişlerdir. Âhiret hayatının aslî gayesi, mükelleflerin en küçük zulme uğramadan, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri tarafından, tam adalet ile mükâfatlandırılmaları veya cezalandırılmalarıdır.
Âhirete iman hem kadim toplumların hem de İslam, Hıristiyanlık ve Musevilik dahil olmak üzere birçok dinin merkezi bir ilkesidir. Âhirete iman rüknü, dini naslarımızın yanı sıra, aklî ve felsefî temellere de dayanmaktadır.
I. Eski Mısır’da Âhiret Günü’ne İman
Eski Mısırlılar, ölümden sonraki yaşamı dünyadaki yaşamın devamı olarak görüyorlardı. Mumyalama ve mezarların cömertçe döşenmesi, daha sonra başka kavramlarla da desteklenen bu temel fikrin, anlamlı ve bilinen tanıklarıdır. Eski Mısır’da Âhiret Günü’nün varlığına inanç o derecededir ki, öte tarafta insanlar sadece fiziksel bir varoluş şeklinde bir araya gelmeyecek, aynı zamanda toplumun diğer üyeleriyle var olan dinamik ilişkilerini de sürdürecek halde olacaklardır.
Eski Mısır dininde, ruhun ölümden sonra bir dizi imtihan ve yargılamadan geçtiğine inanılıyordu. Bu da, söz konusu inanca göre, ölen kişinin kalbinin hakikat ve adalet tanrıçası Ma’at’ın tüyüne karşı tartıldığı kalp seremonisi ile gerçekleşiyordu. Bu tüy, saf iyiliği, hakikati ve doğruluğu temsil etmekteydi. Ölü kişi yargılanırken, Ma’at’ın tüyü ile ölünün kalbi terazinin kefelerine konur, eğer kalp tüy ile dengede kalırsa, ölü Duat’ta ölümsüz yaşama hak kazanırdı. Çünkü, tüy kadar hafif yürek günah ve şeytanın yükünü taşımıyor demekti. Eski Mısır dinindeki bu süreç, belirli bir gün veya olayla değil, bireyin ölümden sonraki yolculuğuyla ilişkilendirilmiştir.[1]
Diğer taraftan bu inanç, ölüler diyarında birinin yargılanabileceği hukuk mahkemeleri olduğu anlamına geliyordu. Hatta Âhiret Günü inancı o derecedeydi ki, bir insan mezardayken bile suç işleyebilir ve yeryüzünde yaptığı bir haksızlıktan dolayı dava edilebilirdi. Bu durumda merhum Mısırlı, yalnızca ihtiyaç duyulduğunda, başkalarının söz konusu kişiye dava açması veya kendisine karşı işlenen haksız fiillere karşı mahkemeden koruma talep etmesi durumunda, kurulan bir mahkemeyle karşı karşıya kalmış olurdu.
Eski Mısır’da âhiret inancıyla ilgili metinlerin en ünlüsü “Ölüler Kitabı”dır. Bu kitap, ölen kişinin ruhuna öbür dünyada karşılaşacağı çeşitli zorluklar ve engeller arasında rehberlik etmeyi ve nihayetinde tanrıların alemine güvenli geçişini sağlamayı amaçlayan bir dualar koleksiyonudur.
Eski Mısır’da genel olarak ölülerin yargılanması olarak adlandırılan husus, iki unsurdan teşekkül etmekteydi: 1. Ahlâkî kuralların sırf adlî olanlardan daha yüksek geçerliliğe sahip olduğuna dair inanç, 2. Dünyevi adaletin, öte dünyada da devam ettiğine dair inanç.[2]
II. Yahudilikte Âhiret Günü’ne İman
Âhiret Günü’ne iman, Yahudi metinlerinde ve geleneklerinde kısmen mevcut olsa da Yahudi inancının merkezi bir öğretisi ve odak noktası değildir. Bunun yerine Yahudilik, Tanrı ile bağlantı kurmanın ve anlamlı yaşam sürmenin bir yolu olarak bilhassa etik davranışların, dini ritüellere uyulmasının ve Yahudi metinlerinin incelenmesinin önemini vurgulamaktadır.
Yahudiliğin birincil dini metni olan Tevrat, öbür dünya hakkında net veya tutarlı bir öğreti sağlamaz. Genellikle bir yeraltı veya ölüler diyarı olarak tanımlanan Şeol inancı gibi bazı pasajlar ölümden sonraki yaşamı dile getirirken, diğer pasajlar ölümden sonraki dünyadan hiç bahsetmez. Yeniden diriltiliş, Talmud gibi daha sonraki bazı Yahudi kaynaklarında yer almakla birlikte, ancak Âhiret Günü’ne iman Yahudilikte merkezi bir inanç halinde değildir.
Genel olarak, Tevrat’ta âhiret hayatı ayrıntılandırılmamakla birlikte, âhiret inancına ve nihai bir yargıya işaret eden bazı pasajların bulunduğu söylenebilir. Ancak bu kavram, Hristiyanlık ve İslam gibi diğer İbrahimî dinlerde olduğu kadar ayrıntılı değildir.
Tevrat’taki Âhiret Günü’ne iman atıflarına dair örnekleri şu şekilde görmemiz mümkündür:
Daniel kitabında şöyle denmektedir:
“Yeryüzü toprağında uyuyanların birçoğu uyanacak. Kimisi sonsuz yaşama, kimisi utanca ve sonsuz iğrençliğe gönderilecek.”[3]
“Sana gelince, ey Daniel, son gelinceye dek yoluna devam et. Rahatına kavuşacak ve günlerin sonunda ödülünü almak için uyanacaksın.”[4]
Bu pasajlarda, ölülerin diriltileceği ve öbür dünyada bir yargı olacağı açık bir şekilde ifade edilmektedir.
Eyüp kitabında şöyle denmektedir:
“Oysa ben kurtarıcımın yaşadığını, Sonunda yeryüzüne geleceğini biliyorum. Derim yok olduktan sonra, Yeni bedenimle Tanrı’yı göreceğim.”[5]
Bu pasajlar, ölümden sonra yaşam olduğunu, ölenlerin Tanrı’yı görmek için yeniden diriltileceklerini belirten Tevrat’taki en net ifadelerdir.
Tevrat’ta adı çokça zikredilen ve “Ölüler diyarı” diye çevrilen “Şeol”[6], biraz muğlâk bir şekilde Âhiret Günü’ne atıfta bulunuyor gibidir.
Âhiret Günü’ne iman konusu, Yahudi mezhepleri arasında farklılık göstermektedir. Bazı Yahudi mezhepleri, ruhun fiziksel ölümden sonra var olmaya devam ettiği ve Tanrı tarafından yargılandığı ruhani bir Âhiret Günü’ne inanırken, özellikle Ortodoks Yahudilikte, ölülerin fiziksel olarak diriltildikleri Âhiret Günü’ne inanç daha merkezi bir konumdadır. Ortodoks Yahudilikte, fiziksel diriliş inancı, ruhun ölümsüz olduğu ve bedenin bir gün dirilip ruhla yeniden birleşeceği inancı, İbrani Kutsal Kitabının derlemesi olan Tevrat’a, Yahudi medeni kanunu, tören kuralları ve efsanelerini kapsayan dinî metinler olan Talmud’a ve İslam kültüründe Tefsir ile benzer kabul edilebilecek Midraş geleneği dahil olmak üzere diğer Yahudi metinlerine dayanmaktadır. Ancak fiziksel yeniden diriltilişe olan inancın, bütün Ortodoks Yahudiler arasında aynı şekilde kabul edilmediğini, bu mezhep içinde bazı yorum ve inanç farklılıkları bulunduğunu belirtmemiz gerekir.
Mesela bazı Yahudiler, ruhun fiziksel ölümden sonra var olmaya devam ettiğini ve Tanrı tarafından yargılandığı ruhani bir Âhiret Günü’ne inanırken diğer bir kesim ise, bedenin ruhla yeniden birleştiği ve bireyin Tanrı tarafından yargılandığı, ölülerin fiziksel olarak yeniden diriltildikleri bir Âhiret Günü’ne inanmaktadır.
Buna karşılık, Reformist, Yeniden Yapılanmacı Yahudilik gibi diğer bazı Yahudi mezhepleri, Âhiret Günü’ne imana o kadar önem vermezler. Bu mezhepler, diriliş fikrini daha mecazi veya sembolik bir şekilde yorumlamakta, Âhiret Günü’nü tam olarak anlaşılamayan ve açıklanamayan bir fenomen olarak görmektedirler.
Bununla birlikte, Âhiret Günü’ne inanç, Tanrı’nın varlığı, Tevrat’ın ilahi kaynağı ve Tanrı ile Yahudiler arasındaki antlaşma gibi Yahudi inancının temel bir ilkesi olarak kabul edilmemiş, etik davranışlara, dini ritüellere uyulmasına ve Yahudi metinlerinin yorumlanmasına daha fazla önem verildiğinden, Âhiret Günü’ne inanç, Yahudi inancının merkezi bir ilkesi olarak kabul edilmemiştir.
Genel olarak, Âhiret Günü’ne inanç, Yahudi düşünce ve pratiğinin temel bir ilkesi olarak görülmemektedir denilebilir.
III. Hristiyanlıkta Âhiret Günü’ne İman
Genel olarak Âhiret Günü’ne iman, Hristiyan inancının temel unsurlarından biridir. Âhiret Günü’ne iman, İncil’in çeşitli bölümlerinde ele alınmaktadır.
Birkaç örneği şu şekilde görmemiz mümkündür:
Yuhanna İncil’indeki bir pasajda İsa (as), öğrencilerine şöyle demektedir:
“Babam’ın evinde kalacak çok yer var. Öyle olmasa size söylerdim. Çünkü size yer hazırlamaya gidiyorum. Gider ve size yer hazırlarsam, siz de benim bulunduğum yerde olasınız diye yine gelip sizi yanıma alacağım.”[7]
Bu pasaj, inananların, Hz. İsa (as) ile birlikte yaşayacakları Cennet’te, gelecekteki bir âhiret hayatından bahsetmektedir.
Diğer bir pasajda elçi Pavlus, ölülerin yeniden diriltilişlerini bitkinin imbatına benzeterek, Tanrı’nın çürüyen, yücelikten yoksun, zayıf ve günahlı bedenleri yeniden dirilteceğini, çürümez, onurlu, güçlü ve kendisiyle sonsuza dek yaşamaya uygun bir beden haline getireceğini, yeniden diriltilişin bedenli olacağını belirterek şöyle demektedir:
“Ölülerin dirilişi de böyledir. Beden çürümeye mahkûm olarak gömülür, çürümez olarak diriltilir. Düşkün olarak gömülür, görkemli olarak diriltilir. Zayıf olarak gömülür, güçlü olarak diriltilir. Doğal beden olarak gömülür, ruhsal beden olarak diriltilir. Doğal beden olduğu gibi, ruhsal beden de vardır.”[8]
Bu pasaj, inananların yeni, yüceltilmiş bedenler alacakları yeniden diriltiliş zamanında gerçekleşecek bir dönüşümden bahsetmektedir.
Yuhanna İncil’indeki başka bir pasajda, İsa (as) yeni gök ve yerle ilgili bir rüyetten söz ederek şöyle demektedir:
“Bundan sonra yeni bir gökle yeni bir yeryüzü gördüm. Çünkü önceki gökle yeryüzü ortadan kalkmıştı. Deniz de yoktu artık. Kutsal kentin, yeni Yeruşalim’in gökten, Tanrı’nın yanından indiğini gördüm. Güveyi için hazırlanmış süslü bir gelin gibiydi. Tahttan yükselen gür bir sesin şöyle dediğini işittim: “İşte, Tanrı’nın konutu insanların arasındadır. Tanrı onların arasında yaşayacak. Onlar O’nun halkı olacaklar, Tanrı’nın kendisi de onların arasında bulunacak. Onların gözlerinden bütün yaşları silecek. Artık ölüm olmayacak. Artık ne yas ne ağlayış ne de ıstırap olacak. Çünkü önceki düzen ortadan kalktı.”[9]
Genel olarak İncil, Âhiret Günü’nde inananların Yüce Allâh ile birlikte olacaklarını, sonsuz bir neşe ve huzur içinde olacaklarını tam ve somut bir gerçeklik olarak sunmaktadır.
IV. İslam’da Âhiret Günü’ne İman Rüknü

Âmentü Esasları
Kur’ân-ı Kerîm, diğer ilâhî kitaplarla mukayese edilemeyecek bir kuvvette Âhiret Günü’ne iman rüknünü tahkim eder. Yüzden fazla ayet-i kerimede âhiret inancı ayrıntılandırılır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, “din günü” terimini de “Âhiret Günü” anlamında kullanır. Kur’ân-ı Kerîm’in anlam örgüsünde, “din gününü tasdik edenler” (Meâric, 70/26), aynı zamanda “Âhiret Günü’ne iman eden” kimselerdir.
Konuya merhaleler itibarı ile bakacak olursak, insanın ölümü ile âhiret hayatının ilk menziline girdiği görülür. Hz. Osman’ın (ra) azatlısı Hani’den rivayete göre Hz. Osman (ra), bir kabrin başında durmuş, sakalı ıslanıncaya kadar ağlamıştır. Kendisine şöyle denilmiştir:
“Cennet ve Cehennem hatırlatılınca ağlamıyorsun da bu kabirden dolayı mı ağlıyorsun?”
Şu izahı yapmıştır: “Resülullâh (ﷺ) şöyle buyurdu:
إِنَّ الْقَبْرَ أَوَّلُ مَنَازِلِ الآخِرَةِ فَإِنْ نَجَا مِنْهُ فَمَا بَعْدَهُ أَيْسَرُ مِنْهُ وَإِنْ لَمْ يَنْجُ مِنْهُ فَمَا بَعْدَهُ أَشَدُّ مِنْهُ . مَا رَأَيْتُ مَنْظَرًا قَطُّ إِلاَّ وَالْقَبْرُ أَفْظَعُ مِنْهُ .
“Kabir âhiret duraklarının ilkidir. Kişi ondan kurtulursa gerisi daha kolaydır. Eğer kurtulamazsa, ondan sonrası daha ağırdır. Her ne korkunç bir manzara gördümse, kabir hepsinden daha korkunçtur.”[10]
Ölüm ile başlayıp, kıyametin kopması ve yeniden diriltilişe kadar sürecek olan bu zaman dilimi “berzah hayatı” (Furkan, 25/53; Rahman, 55/19-20) olarak adlandırılmaktadır. Kıyametin kopması Kur’ân-ı Kerîm’de “saat” kelimesi ile beyan edilmiş, kıyamet vaktini, Allâh’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği açık bir şekilde belirtilmiştir (Lokman, 31/34). Ayet-i kerimede, vaktini Allâh’tan (cc) başkasını bilmediği bu “beş bilinmeyen unsur”, “mugayyebât-ı hamse” olarak isimlendirilmiştir.
Ölülerin yeniden diriltilişi ile, âhirette “hesap verme” süreci başlayacaktır. Yeniden diriltiliş ile insanlar, tıpkı koşuşan çekirgeler gibi, belirli bir hedefe doğru ilerleyeceklerdir (Kamer, 54/6-8; Meâric, 70/43-44). Yeniden diriltilmiş insanlara, amellerinin küçük-büyük tüm ayrıntılarının (Kehf, 18/49) “kirâmen kâtibîn” tarafından kaydedildiği (İnfitâr, 82/10-12) bir “kitap” verilecektir (İsrâ, 17/13-14). Bu kitap, kişilerin amelleri iyi ise (Mutaffifîn, 83/18-20) sağ taraflarından (İsra, 17/71; Hâkka, 69/19; İnşikâk, 84/7), (hafazanAllâh) kötü ise (Mutaffifîn, 83/8-9), sol taraflarından verilecektir (Hâkka, 69/25; İnşikâk, 84/10). Mükelleflere, kitaplarını okumaları emredilecek (İsrâ, 17/14), inanç ve amellerin ayrıntılarının yer aldığı kitabın ortaya konulduğu bu süreçte, Allâh (cc) ayrıca peygamberleri ve melekleri de şahitler olarak getirecek, hiç kimse haksızlığa uğratılmayacak, hak ve adalet ile hükmolunacaktır (Zümer, 39/69; Hud, 11/18; Mümin, 40/51).
Âhirette, hesapların görülmesi esnasında, insanların iyilik ve kötülükleri “terazilerin” ya da “tartıların” ağır veya hafif gelmesi olarak beyan edilmiştir. Bunun Kur’ân terminolojisindeki adı mizan’dır. Hesap, amellerin tespiti iken mîzan, amellerin mükafat ya da mücazat olarak karşılığının belirlenebilmesi için miktarlarını tayindir. Terazide iyilikleri ağır gelenler, ebedi kurtuluşa erecek ve mutlu bir hayat süreceklerdir. Terazide iyilikleri hafif gelenler veya hiç olmayanlar ise, kendilerini ebedi bir azapta ve hüsranda bulacaklardır (Araf, 7/8-9; Müminun, 23/102-103; Kâria, 101/6-11).
Dikkat edilirse, hesapların görülmesi ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği ayrıntılar, dünyada icra edilen adil ve hukukî süreçler ile benzeşmektedir. Yüce Allâh, mükelleflerin daha dünyada iken gördükleri ve tanıdıkları yargılama süreçlerini kullanarak, zihinlerin hesap gününe ait aşamaları anlamasını kolaylaştırmıştır.
“Sırat” ise, Cehennem üzerine kurulacak kıldan ince, kılıçtan keskin köprünün adıdır. Kurulacak köprü ile ilgili olarak, Şanlı Nebi (ﷺ) şöyle buyurmaktadırlar:
يُضْرَبُ الصِّرَاطُ بَيْنَ ظَهْرَىْ جَهَنَّمَ، فَأَكُونُ أَنَا وَأُمَّتِي أَوَّلَ مَنْ يُجِيزُهَا، وَلاَ يَتَكَلَّمُ يَوْمَئِذٍ إِلاَّ الرُّسُلُ، وَدَعْوَى الرُّسُلِ يَوْمَئِذٍ اللَّهُمَّ سَلِّمْ سَلِّمْ .
“Cehennemin ortasına sırat (köprüsü) kurulur. Ben ve ümmetim onun üstünden geçecek ilk kimseler olacağız. O gün resullerden başka hiç kimse konuşamaz. Resullerin o gün duaları ‘Allâhümme sellim sellim’ (Allâh’ım selamet ver, selamet ver) olacaktır.”[11]
“Ey Allâh’ın Resulü, köprü nedir?” diye sordular. Şöyle buyurdular:
دَحْضٌ مَزِلَّةٌ . فِيهِ خَطَاطِيفُ وَكَلاَلِيبُ وَحَسَكٌ تَكُونُ بِنَجْدٍ فِيهَا شُوَيْكَةٌ يُقَالُ لَهَا السَّعْدَانُ فَيَمُرُّ الْمُؤْمِنُونَ كَطَرْفِ الْعَيْنِ وَكَالْبَرْقِ وَكَالرِّيحِ وَكَالطَّيْرِ وَكَأَجَاوِيدِ الْخَيْلِ وَالرِّكَابِ فَنَاجٍ مُسَلَّمٌ وَمَخْدُوشٌ مُرْسَلٌ وَمَكْدُوسٌ فِي نَارِ جَهَنَّمَ .
“Kaypak ve kaygandır. Onda kancalar, çengeller ve Necid’de olan ve sa’dân denilen bir de diken vardır. Müminler (köprü üzerinden) göz kırpması gibi, şimşek gibi, rüzgar gibi, kuş gibi, en asil atlar ve develer gibi geçecekler. Kimisi kurtulmuş ve esenliğe kavuşmuş olacak, kimisi yaralı bereli salınmış olacak, kimisi de Cehennem ateşine yığılmış kalmış olacak…”[12]
Ebedi mükafat Cennet ve ebedi ceza Cehennem konusu, sitede “İyilik ve Cennetler & Suç ve Cehennem” başlığı altında ayrıntılandırılmaya çalışılmıştır.
V. Allâh’a (cc) ve Âhiret Günü’ne İman Rükünlerinin Birlikteliği

Fâtiha-i Şerîfe
Kur’an-ı Kerîm’de, Allah’a imandan sonra en temel ikinci büyük öğreti, ahirete iman rüknüdür. Âhiretin imkân ve gerekliliği, Allâh’ın varlığını ve birliğini kabul ile birlikte ancak hasıl olur. Âhireti inkâr etmek, doğrudan Allâh’ı inkâr etmek demektir. “Ahirete iman” konusunun, tevhid, ibadet ve ahlâk açısından temel bir blokaj olduğu, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allâh’a ve ahiret gününe iman” birleşik haldeki terkibinin, (ayrı ayrı olarak yüz on defa geçer) tam yirmi altı defa tekrar edilerek belirginleştirilmesinden rahatlıkla anlaşılmaktadır. Bu yirmi altı terkipten yirmisinde, “Allâh’a ve ahiret gününe iman edenler”, altısında ise “Allâh’a ve ahiret gününe iman etmeyenler” ile ilgili tanım ve tasvirler yer almaktadır. Yüce dinimiz İslam itibarı ile ahiret inancı, Allâh’a (cc) iman ve tevhid düşüncesi ile ayrılmaz bir bütün oluşturur. Bu vurgu, her iki iman rüknünün, birbirleri ile kesin bir bağlılığını ve ayrılmazlığını ortaya koymaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri (1878-1960), bu birlikteliğe şu şekilde temas etmektedir:
“Vâcibü’l-Vücûd’un vücuduna ve vahdetine şehâdet eden ekser deliller ve hüccetler, –dolayısıyla– rubûbiyetin ve ulûhiyetin en büyük medarı ve mazharı olan dâr-ı saadetin ve âlem-i bekânın vücuduna, açılmasına şehâdet ederler. Çünkü Zât-ı Vâcibü’l-vücûd’un hem mevcudiyeti hem umum sıfatları hem ekser isimleri hem rubûbiyet, ulûhiyet, rahmet, inâyet, hikmet, adalet gibi vasıfları, şe’nleri lüzum derecesinde âhireti iktiza ve vücûb derecesinde bâki bir âlemi istilzam ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücâzât için haşri ve neşri isterler. Evet, madem ezelî ve ebedî bir Allâh var. Elbette saltanat-ı ulûhiyetinin sermedî bir medarı olan âhiret vardır.”[13]
Allâh’a (cc) ve Ahiret Günü’ne sağlam bir iman, her türlü korku ve endişenin, huzursuzlukların ve ruhsal problemlerin biricik şifa kaynağıdır. Mutluluğun ve kalp itminanının, hayatın getirdiği problemlerin üstesinden gelebilmenin, zorluklarla başa çıkabilmenin, hayatı anlamlandırabilmenin yegane ilacı, Allâh’a ve ebedi ahiret yurdunun varlığına şeksiz bir imandır. Kur’ân-ı Kerîm, ahirete kesin bir şekilde iman etme hususunu, (وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ) “Ve onlar, ahirete (kıyamete, yeniden diriltilişin bütün safahatına) şüphe duymaksızın inanırlar” (Bakara, 2/4) şeklinde, müttakilerin gaybe imanları, namazları, infakları ve bütün ilahî kitaplara imanları ile birlikte zikreder.
Şimdi, Allâh’a (cc) iman ve Âhiret Günü’ne iman rükünlerinin yan yana zikredildiği ayet-i kerimelerden bazılarını daha yakından görmeye çalışacağız.
A. Yararlı İşler Açısından
Kur’ân-ı Kerîm, İslamiyet, Hristiyanlık ve Yahudilik dinine mensup olanlar ile birlikte, Sâbiûn adı verilen nispeten daha özel bir dini topluluğu da zikrederek, Allâh’a ve Âhiret Günü’ne inanmış, ayrıca yararlı işler yapmış olanların ebedi kurtuluşları ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
اِنَّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَالَّذٖينَ هَادُوا وَالنَّصَارٰى وَالصَّابِپٖينَ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“Kuşkusuz, (bu ilahi kelama) iman edenler ile, Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sâbiîlerden, Allâh’a ve Âhiret Günü’ne inanmış, yararlı işler yapmış olanlar, Rablerinden hak ettikleri mükafatları alacaklardır. Onlar korkmayacaklar ve üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 2/62; Maide, 5/69)
Müfessir ve Arap dili âlimi Vâhidî’nin (v. 468/1076), bu ayet-i kerime ile ilgili olarak Esbâbü’n-Nüzûl adlı eserinde naklettiğine göre, İslâmiyet’i kabul eden İran asıllı ilk sahâbî Selmân el-Fârisî, Ruhban diyarındakilerin namaz ve oruç gibi ibadetlerinden ve çalışmalarından bahsetmiş, Yüce Nebi’den (sas), “Onlar ateştedir” cevabını almıştır. Selman diyor ki, “Bu cevabı aldığımda dünyam karardı. Daha sonra bu ayet-i kerime indi. Sanki üzerimden bir dağ kalkmış gibi oldu.” Selman’ın (ra) bu ifadesi, ayet-i kerimeyi nasıl anladığını göstermesi bakımından önemlidir.
Hristiyanlık ve Yahudilikte Âhiret Günü’ne iman bahsi daha yukarıda geçmişti. Dolayısı ile bu ayet-i kerimede geçen “Sâbiîler” konusunu, biraz ayrıntılandırmakta fayda mülahaza ediyoruz.
El-Milel ve’n-Niḥal adlı eseriyle tanınan Orta çağ İslâm dünyasının en meşhur dinler tarihçisi Ahmed eş-Şehristânî (v. 548/1153), Sâbiîleri şöyle tarif etmektedir:
“Sâbiîler, Allâh’ı bilmek, O’na ibadet etmek, emirlerini ve hükümlerini bilmek hususunda bir aracıya muhtaç olduklarını, fakat bu aracının cismani değil, ruhani olması gerektiğini ileri süren fırkadır. Onlara göre bu gerekliliğin sebebi, ruhanilerin pak, temiz ve Rabler Rabbine yakın olmaları sebebiyledir. Cismani olanlar ise bizim gibi beşerdirler. Bizim yediğimizden yer, içtiğimizden içer, madde ve şekil itibarı ile de bizim gibidirler.”
Şehristânî, bu düşüncenin Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde reddedildiğini belirtir:
فَاَرْسَلْنَا فٖيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُ اَفَلَا تَتَّقُونَ وَقَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِهِ الَّذٖينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِلِقَاءِ الْاٰخِرَةِ وَاَتْرَفْنَاهُمْ فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا مَا هٰذَا اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يَاْكُلُ مِمَّا تَاْكُلُونَ مِنْهُ وَيَشْرَبُ مِمَّا تَشْرَبُونَ وَلَئِنْ اَطَعْتُمْ بَشَرًا مِثْلَكُمْ اِنَّكُمْ اِذًا لَخَاسِرُونَ
“Onlara (şöyle söylemesi için), içlerinden bir peygamber (Hûd) gönderdik: “Allâh’a ibadet edin. Sizin ondan başka hiçbir ilahınız yoktur. Artık Allâh’ın azabından korkmaz mısınız?” O peygamberin kavminden, Allâh’ı inkâr eden, âhireti yalanlayan ve bizim dünya hayatında kendilerine bol nimetler verdiğimiz ileri gelenler şöyle dediler: “O da ancak sizin gibi bir insandır. Sizin yediğiniz şeylerden yiyor, içtiğiniz şeylerden içiyor. Eğer kendiniz gibi bir insana itaat edecek olursanız, mutlaka ziyana uğrarsınız.” (Müminun, 23/32-34)
Şehristânî’ye göre, o dönemde yaşayan Hanîfler, Sâbiîler’e karşı şöyle bir düşünceyi savunuyorlardı:
“Biz, marifet ve taat konusunda, beşer cinsinden olup, temizlik, masumiyet, teyid ve hikmet bakımından ruhanilerin fevkinde, beşeriyet itibarı ile bizim gibi, ancak ruhaniyeti bizden farklı, vahiy alan, beşeriyet yönü itibarı ile de aldığı vahyi bize aktaran bir aracıya muhtacız.”
Şehristânî’ye göre, ruhanilere yanaşamadıklarında ve onlardan bekledikleri bilgileri alamadıklarında, Nabâtî, Fârisî ve Rum Sâbiîler, ruhanilerin bulunduğu farz edilen yedi gezegene, Hint Sâbiîleri ise sabit yıldızlara yönelmişlerdir. Bunlar, Ashab-ı Heyâkil olarak bilinenler, yıldızlara ve gezegenlere tapınanlardır. Bu insanlar, söz konusu yedi gezegeni Rab-İlah, Allâh Teâlâ’yı ise Rabler Rabbi (Rabbu’l-Erbab) ve İlahlar İlahı (İlâhu’l-Âlihe) olarak isimlendirirlerdi. Bazıları ise Güneş’i Rabler Rabbi ve İlahlar İlahı olarak görürlerdi.
Sâbiîler’den Ashâbu’l-Eşhâs denilenler ise, kendisi ile tevessül edilecek ve şefaati dilenecek bir aracıya ihtiyaç olduğunu, ruhânîler her ne kadar vesile olsalar da onları gözleriyle göremedikleri, karşılıklı konuşamadıkları için, onlara yakınlaşmanın doğrudan değil, bulundukları haneleri (heykelleri) vasıtası ile mümkün olabileceğini öne sürdüler. Onlara göre, ruhânîlerin mekanı olarak kabul edilen haneler (gezegenler), bazen görülüp bazen de görülmediği, onların doğuş ve batış zamanları olduğu, gece görülüp gündüz görülmedikleri, dolayısı ile onlara yakınlık kurmanın her zaman için mümkün olmadığı, bu açıdan gözleri önünde dikilmiş ve ortaya konulmuş heykellerin ve şahısların bulunması gerektiği, heykellere tazim göstererek ruhânîlerle kendi aralarında bir yakınlık kurmalarının gerekli olduğu, böylece de Allâh’a yakınlaşabileceklerini öne sürdüler ve “Biz onlara sadece, bizi Allâh’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (Zümer, 39/3) dediler. Bu inanışlarına ve yedi gezegenin şekline uyacak şekilde belirli görünümlere sahip heykeller edindiler. Demirden ya da başka bir maddeden yaptıkları bu heykellere tazimde bulundular.[14]
B. Genellemeci Davranmama Açısından
Bilhassa İslam haricindeki dinlerin müntesiplerine, ne şekilde bir bakış açısının doğru olacağını gösteren bir ayet-i kerimede, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:
لَيْسُوا سَوَاءً مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَائِمَةٌ يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ اٰنَاءَ الَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِى الْخَيْرَاتِ وَاُولٰئِكَ مِنَ الصَّالِحٖينَ
“Onların hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece vakitlerinde, secde ederek, Allâh’ın ayetlerini okuyan bir topluluk vardır. Allâh’a ve Âhiret Günü’ne inanırlar, iyiliği emrederler ve kötülükten vaz geçirirler, hayır işlerinde de yarışırlar. İşte bunlar, salihlerdendir.” (Ali İmran, 3/113-114)
Ayet-i kerimenin mefhumuna mutabık bir şekilde, “uhrevî kurtuluş” konusu ile ilgili olarak, ünlü İslâm düşünürü İmam Gazzâlî (v. 505/1111), Faysalü’t-Tefrika beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka adlı eserinde şöyle söylemektedir:
“Allâh’ın rahmeti, eski ümmetlerden pek çoğunu kapsar. Allâh Teâlâ dilerse, zamanımızdaki Rum ve Türk Hristiyanların çoğunu, uzak bölgelerde yaşayan ve kendilerine İslâm daveti ulaşmamış olanları da ilâhî rahmet kuşatacaktır. Çünkü onlar üç kısımdır:
1) Hz. Muhammed’in (ﷺ) Peygamberliğini hiç işitmemiş olanlar. Bunlar mazurdurlar.
2) Kendilerine Hz. Muhammed’in (ﷺ) ismi, vasıfları ve gösterdiği mucizeler ulaşmış olanlar. İslam memleketlerine komşu ülkelerde ya da Müslümanlarla birlikte yaşamaktadırlar. Bunlar, kafir ve mülhiddirler.
3) Bu iki gurup arasında olanlar.
Bunlara, Hz. Muhammed’in (ﷺ) ismi ulaşmış, fakat O’nun (ﷺ) bütün özellikleri ve güzellikleri ulaşmamıştır. Hatta onlar, çocukluklarından itibaren O’nu (ﷺ), “yalancı, hilekâr veya peygamberlik iddia etmiştir” şeklinde, yanlış tanımış kimselerdir. Bana göre bunların durumu, birinci guruptakilerin durumu gibidir. Çünkü bunlar, Hz. Muhammed’in (ﷺ) ismini duymuş olmakla birlikte, O’nun (ﷺ) vasıflarının aksini duymuşlar, O’nu (ﷺ) olduğunun tam aksi şekilde tanımışlardır. Bu durumdaki bir insan, genelde gerçeği araştırmaz.”[15]
Kelâm, felsefe, tefsir ve usûl-i fıkıh alanlarına dair çalışmalarıyla tanınan Eş’arî âlimi Fahrüddîn er-Râzî (v. 606/1210), Mefâtîḥu’l-Ğayb adlı eserinde, bu ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle söylemektedir:
“Cumhurun benimsediği görüşe göre, “ehl-i kitap” ile kastedilenler, Hz. Musa’ya (as) ve Hz. İsa’ya (as) inanan kimselerdir. Bu ayet-i kerimede, Kitap ehlinden gerçekte inanmış kişilerin özellikleri beyan edilmektedir. Allâh Teâlâ, bu ayette bahsedilen topluluğu, sekiz sıfat ile övmektedir:
1. Onlar, “kâim” bir ümmettirler. Yani, devamlı namaz kılar ve gece saatlerinde Allâh’ın ayetlerini okurlar. Ayetteki “secde ederler…” ifadesi, “kâim” kelimesinin namazdaki “kıyam” anlamında olmasına delâlet etmektedir. 2. “Gece saatlerinde, Allâh’ın ayetlerini okurlar…” 3. “Onlar secde ederler…” 4. “Allâh’a ve Âhiret Günü’ne iman ederler…” 5. “İyiliği emrederler…” 6. “Kötülükten nehyederler…” 7. “Hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar…” 8. “İşte onlar, salihlerdendir.” Bunun manası, “İşte vasıflandırıldıkları bu sıfatlara sahip olanlar yok mu, onların halleri Allâh yanında güzel olup, Allâh’ın kendilerinden razı olduğu salihler cümlesindendir” şeklindedir. Bil ki, bu şekilde vasıflanma, medih ve övgünün zirvesidir.”[16]
C. İyilik Kavramı Açısından
Ahlâka ilişkin bütün iyilikler, İslâm’a ait beş temel itikat konusu (Allâh’a, Âhiret Günü’ne, Meleklere, Kitaplara ve Peygamberlere iman), Allâh’ın emir ve rızasına uygun şekilde malî yardımlarda bulunma, namaz ve zekât ibadetlerini ifa etme, sözleşmelere uyma, zor ve sıkıntılı zamanlarda sabırlı ve metanetli davranma gibi müsbet niteliklerin “birr” terimi ile beyan edildiği ayet-i kerime şöyledir:
لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَالْمَلٰئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّٖنَ وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّهٖ ذَوِى الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاكٖينَ وَابْنَ السَّبٖيلِ وَالسَّائِلٖينَ وَفِى الرِّقَابِ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرٖينَ فِى الْبَاْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحٖينَ الْبَاْسِ اُولٰئِكَ الَّذٖينَ صَدَقُوا وَاُولٰئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Ancak iyilik, Allâh’a, Âhiret Günü’ne, Meleklere, Kitab’a ve bütün peygamberlere iman etmektir. (İyilik) Yakınlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya malını seve seve vermektir. Namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermektir. Verilen sözleri yerine getirmektir. Sıkıntı, hastalık ve savaş durumlarında sabır göstermektir. Müttakîler bunlardır.” (Bakara, 2/177)
Âyet-i kerimede, “iyi” sıfatını taşıyan amellerin beş grupta toplandığı görülür:
a) İman rükünlerine gönülden inanmak.
b) Sevmesine rağmen malını ayet-i kerimede sayılan yerlere vermek.
c) Namaz kılmak ve zekâtı vermek.
d) Verdiği sözleri yerine getirmek.
e) Sıkıntı, hastalık ve şiddet zamanında sabretmek.
Bu nitelikleri taşıyanlar, “müttakî” olarak nitelendirilmektedir.
Bu tasnifin en başında açık bir şekilde görüldüğü üzere Allâh’a ve Âhiret Günü’ne inanmak en başta yer almaktadır.
D. İtaat Kavramı Açısından

“O, İlk ve Son’dur.”
(Hadîd, 57/3)
Bütün bir varlığı mutlak kudreti ve ilmi ile yaratan Yüce Allâh’a, alemlere rahmet olarak gönderdiği Şanlı Nebi’ye ve yönetilenlerin sorumluluk alanına giren önemli bir dinî görev olarak Müslüman toplumlarda yöneticilere itaatin esas olduğu şu şekilde beyan edilmektedir:
يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَاَطٖيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ فٖى شَیْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّٰهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْوٖيلًا
“Ey iman edenler! Allâh’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin. Eğer Allâh’a ve Âhiret Günü’ne iman ediyorsanız, üzerinde anlaşamadığınız konuları Allâh’a ve Resul’e götürün. Bu hayırlı ve çok güzel bir sonuçtur.” (Nisa, 4/59)
Bu ayet-i kerimede, müminlerin, şayet Allâh’a ve Âhiret Günü’ne inanıyorlarsa, Allâh’a ve elçisine itaatten sonra, yöneticilerine de itaat etmeleri, aralarında bir anlaşmazlık çıkarsa, bu konuda, kitap ve sünnete başvurmaları istenmektedir.
“Ulü’l-emr”, dinî literatürde başta devlet başkanı olmak üzere toplumun üst yöneticilerini, toplumsal sorumluluk ve otorite sahibi kimseleri içine alan kapsamlı bir tabirdir. Ayetin gelişinden bunun, devlet başkanı, vali ve daha genel anlamda yönetici ve kumandan gibi yöneticilik erkine sahip olan kimseler olduğu anlaşılmaktadır. El-Câmiʿ li-Aḥkâmi’l-Ḳurʾân adlı eseriyle tanınan tefsir, hadis ve fıkıh âlimi Kurtubî (v. 671/1273), bu görüşün, cumhura, Ebu Hüreyre’ye (ra), İbn Abbas’a (ra) ve diğerlerine ait olduğunu belirtmektedir.[17]
Müfessir ve Arap dili âlimi Vâhidî’nin (v. 468/1076) naklettiğine göre, Abdullah b. Abbas (ra), bu âyet-i kerimenin, Resülullâh’ın bir müfrezenin başına emir tayin ettiği Abdullah b. Huzafe b. Kays es-Sehmi hakkında nazil olduğunu söylemiştir.[18]
Hadis hâfızı ve Târîḫu Medîneti Dımaşḳ adlı eseriyle tanınan tarihçi Ebü’l-Kâsım İbn Asâkir (v. 571/1176), Ebu Salih’in İbn Abbas’tan (ra) rivayetinde, ayet-i kerimenin sebeb-i nüzulü ile ilgili olarak şu hadiseyi nakletmektedir:
“Resülullâh (ﷺ), Halid b. Velid’i küçük bir ordu içerisinde Arap kabilelerinden bir kabileye gönderdi. Ammar b. Yasir de kendisiyle birlikte idi. Halid yola çıktı. Nihayet o kavme yaklaşınca onlara sabahleyin erkenden ansızın baskın yapmak için geceleyin konakladı. Haberci onlara gelince Müslüman olan bir kişiden başka hepsi kaçtılar. Bu Müslüman olan zat, ailesine yolculuk için hazırlanmalarını emretti, Sonra yola çıktı. Nihayet Halid’in askerine geldi. Ammar’ın huzuruna çıkıp dedi ki:
“Ey Ebû Yekzân, ben sizdenim. Kavmim sizin geldiğinizi duyunca kaçtılar. Bense Müslümanlığımdan dolayı kaldım. Şimdi bu yaptığım bana menfaat verir mi, yoksa kavmimin kaçtığı gibi ben de kaçayım mı?”
Ammar: “Kal, zira bu, sana fayda sağlar” dedi. Adam da ailesinin yanına döndü ve onlara kalmalarını emretti. Halid sabahlayınca kavme baskın yaptı fakat bu adamdan başkasını bulamadı. Adamı ve malını ele geçirdi. Bunun üzerine Ammar gelip dedi ki:
“Adamı bırak yoluna gitsin. Zira o, bir Müslümandır. Ben ona güvence verdim ve kalmasını emrettim.”
Halid: “Ben komutan olduğum halde, sen bana karşı himayeci mi kesiliyorsun?” dedi.
Ammar: “Evet, sen komutan olduğun halde sana karşı himayeci kesiliyorum” dedi. Böylece aralarında bu hususta münakaşa oldu. Nihayet Peygamber’in (ﷺ) yanına döndüler ve o adamın durumunu kendisine haber verdiler. Peygamber de (ﷺ) adama güvence verip Ammar’ın güvencesini caiz buldu, fakat bundan sonra hiçbir komutana karşı, o komutanın izni olmaksızın himayecilik yapmasından onu menetti.”
İbn Abbas rivayete devam ederek dedi ki:
“Ammar ve Halid, Resülullâh’ın (ﷺ) huzurunda birbirlerine sebbettiler. Ammar, Halid’e ağır konuştu. Halid kızdı ve dedi ki:
“Ey Allâh’ın Resulü, şu kölenin bana küfretmesine izin mi vereceksin? Vallahi sen olmasaydın, o bana küfredemezdi.”
Ammar, Haşim b. Muğira’nın azatlısı idi. Halid ona köle diyerek hakaret etmişti. Bunun üzerine Resülullâh (ﷺ) buyurdu ki;
“Ey Halid, Ammar’a hakaretten sakın. Zira kim Ammar’a sebbederse, Allâh da ona sebbeder. Kim Ammar’a buğz ederse, Allâh da ona buğz eder.”
Nihayet Ammar kalktı. Halid de onun peşinden yürüdü. Ammar’ın elbisesinden tutup kendisinden razı olmasını istedi. O da ondan razı kaldı. İşte Allâh Teâlâ bu ayeti indirerek, emir sahiplerine itaat etmeyi emretti.”[19]
Ebu Ümame el Bâhilî’nin rivayetine göre, Resülullâh (ﷺ) el-Ced’a adındaki dişi devesi üzerinde iken, ayaklarını eyerin üzengilerine koyup insanlara duyurmak için (dik durarak) şöyle buyurmuştur:
“Sesimi duyuyor musunuz?”
İnsanlar arasındaki kalabalıklardan bir adam:
“Bize ne emir ve tavsiyede bulunursunuz?” deyince, şöyle buyurmuştur:
اتَّقُوا اللَّهَ رَبَّكُمْ وَصَلُّوا خَمْسَكُمْ وَصُومُوا شَهْرَكُمْ وَأَدُّوا زَكَاةَ أَمْوَالِكُمْ وَأَطِيعُوا ذَا أَمْرِكُمْ تَدْخُلُوا جَنَّةَ رَبِّكُمْ .
“Rabbinize takvalı olunuz. Beş vakit namazınızı kılınız. (Ramazan) Ayınızın orucunu tutunuz. Mallarınızın zekatını veriniz. Başınızdaki emir sahiplerine (yöneticilerinize) itaat ediniz. Rabbinizin Cennet’ine girersiniz.”[20]
E. İlimde Rüsûh Sahibi Olma Açısından
İlimde rüsûh sahibi kimselerin özelliklerinin sıralandığı bir ayet-i kerimede, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:
لٰكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَالْمُقٖيمٖينَ الصَّلٰوةَ وَالْمُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَالْمُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ اُولٰئِكَ سَنُؤْتٖيهِمْ اَجْرًا عَظٖيمًا
“Fakat onların ilimde derinleşmiş ve iman etmiş olanları, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler. Allâh’a ve Âhiret Günü’ne inanırlar. İşte biz, onlara çok büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisa, 4/162)
Enes b. Mâlik’in (ra) rivayetine göre, ayet-i kerimedeki (وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ) “İlimde rüsûh sahipleri” kısmı ile ilgili olarak, “İlimde râsih olanlar kimlerdir?” sorusuna, Şanlı Nebi (ﷺ) şu şekilde cevap buyurmuşlardır:
“İlimde râsih olanlar, yemini gerçeklere uygun olan, dili doğruyu söyleyen, iffetli kimselerdir.”[21]
Mâtürîdiyye mezhebinin kurucusu, müfessir ve fakih Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (v. 333/944), Te’vîlâtü’l-Ḳur’ân adlı eserinde, “râsihûn” kelimesinin, “mütedârisîn” (bir konuyu karşılıklı müzakere edip araştırmak ve incelemek suretiyle derin bilgi sahibi olanlar), “mütesâbitîn” (sağlam bilgi sahibi olanlar) ve “nâtihîn” (zayıf ihtimalleri bertaraf edip güçlü bilgi elde edenler) gibi kelimelerle de yorumlandığını nakletmektedir.[22]
Kelâm, felsefe, tefsir ve usûl-i fıkıh alanlarına dair çalışmalarıyla tanınan Eş‘arî âlimi Fahrüddîn er-Razî (v. 606/1210), bu ayet-i kerimedeki, “ilimde rüsûh sahibi olma ile, iman rükünleri ve amel arasındaki münasebet” konusunu şu şekilde açmaktadır:
“Bil ki âlimler üç kısımdır: Birinci kısım, Allâh’ın sadece hükümlerini, tekliflerini ve kanunlarını bilen alimlerdir. İkinci kısım, Allâh’ın sadece Zât’ını, vacip, caiz ve mümtenî sıfatlarını bilenlerdir. Üçüncü kısım ise, Allâh’ın Zât’ını ve hükümlerini bilen, aynı zamanda “ilmi ile amil” olanlardır ki, alimlerin en büyükleri bunlardır. İşte bu üç kısma, Lokman (as), “Yavrucuğum! Alimlerle otur, onların dizinin dibinden ayrılma. Çünkü Allâh, gökten indirdiği yağmurlarla arzı dirilttiği gibi, kalpleri de hikmet nuru ile diriltir”[23] sözü ile işaret etmiştir.
Allâh Teâlâ, ilmi ile âmil âlimleri, “ilimde kök salan kimseler (râsihûn)” olarak tavsif etmiş, ayet-i kerimede bu hususu şöyle ayrıntılandırılmıştır:
Öncelikle bu alimlerin, Allâh’ın hükümlerini bildiklerini, bildikleri bu hükümlere göre de amel ettiklerini beyan edilmiştir. Onların, Allâh’ın hükümlerini bilmeleri, “(Onlar) Hem sana indirilene (Kur’ân’a), hem senden evvel indirilenlere (kitaplara) iman ederler” ifadesi, bildikleri hükümlerle amel etmeleri ise, “namazlarını dosdoğru kılarlar, zekatlarını verirler” cümlesi ile beyan edilmektedir. Allâh Teâlâ, en şerefli ibadetler oldukları için, burada özellikle namazların kılınması ve zekatların verilmesinden bahsetmiştir. Çünkü namaz, bedenî ibadetlerin en şereflisi, zekât da mal ile yapılan ibadetlerin en şereflisidir.
Hak Teâlâ onların, Allâh’ın hükümlerini bilip, bu hükümlerle amel ettiklerini anlattıktan sonra, Allâh’ı bildiklerini de beyan etmiştir. En kıymetli bilgi, mebde ve meâd bilgisidir. Mebde bilgisi ayette, “Allâh’a inanırlar” sözü ile, meâd bilgisi de “Âhiret Günü’ne inanırlar” sözü ile anlatılmıştır. Böylece, ayette bahsedilenlerin, Allâh’ın hükümlerini bilip, onunla amel eden kimseler oldukları, Allâh’ı ve Âhireti bilip inandıkları ortaya çıkmış olur. Bu ilim ve bilgiler bulununca, onların ilimde kök salmış (rasihûn) oldukları anlaşılmış olur. Çünkü insanın kemal ve mertebe bakımından, bundan daha yüksek olması mümkün değildir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu kimselerden, “İşte biz, onlara çok büyük bir mükâfat vereceğiz” diyerek bahsetmiştir.”[24]
F. Mescidlerin İmarı Açısından
Allâh’a (cc) ve Âhiret Günü’ne iman rükünlerinin beraberce zikredildiği, Allâh’ın mescidlerinin de ancak bu kimseler tarafından imar edilebileceğini beyan eden bir başka ayet-i kerimede Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:
اِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَ وَلَمْ يَخْشَ اِلَّا اللّٰهَ فَعَسٰى اُولٰئِكَ اَنْ يَكُونُوا مِنَ الْمُهْتَدٖينَ اَجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الْحَاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ كَمَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَجَاهَدَ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ لَا يَسْتَوُنَ عِنْدَ اللّٰهِ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمٖينَ
“Allâh’ın mescidlerini, ancak Allâh’a ve Âhiret Günü’ne iman eden, gereği üzere namazlarını kılan, zekatlarını veren, Allâh’tan başkasından korkmayan kimseler imar ederler. İşte hidayet üzere bulundukları umulanlar bunlardır. Yoksa siz (müşriklerin), hacılara su dağıtma işi ile Mescid-i Haram’ın imarını, Allâh’a ve Âhiret Günü’ne iman edip, Allâh yolunda cihat eden kimselerin işi gibi mi tuttunuz? Bunlar Allâh katında eşit işler değildir. Allâh, zalimler topluluğunu hidayet etmez.” (Tevbe, 9/18-19)
Bu ayet-i kerimede yer alan “mescidlerin imarı” hususunun ne anlama geldiğini öncelikle hadis-i şerifler ile görmeye çalışacağız.
Ebû Said el-Hudri’den (ra), rivayete göre Resülullâh (ﷺ) şöyle buyurmuştur:
إِذَا رَأَيْتُمُ الرَّجُلَ يَعْتَادُ الْمَسَاجِدَ فَاشْهَدُوا لَهُ بِالإِيمَانِ قَالَ اللَّهُ تَعَالَى {إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللَّهِ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ} الآيَةَ .
“Bir kimsenin mescidlere gidip gelmeyi itiyat hâline getirdiğini gördüğünüz zaman, onun imanlı olduğuna şahitlik ediniz. Allâh Teâlâ, “Allâh’ın mescidlerini, ancak Allâh’a ve Âhiret Günü’ne iman edenler… imar ederler” buyurmuştur.”[25]
Bu hadîs-i şerifin ışığında, ayetteki “imar ederler” cümlesi ile kastedilen anlam, mescide girmek ve orada ibadet maksadı ile bulunmaktır. Mescidleri, yapılan ibadetler ve kılınan cemaat namazları ile canlandırmak, en büyük manevi imaret olmaktadır. Mescidlere namaz için gidip gelmeyi alışkanlık hâline getirmek, camileri sıkça ziyaret etmek, imanın alâmeti sayılmıştır. Hadis-i şerifte, bu özelliklere sahip bir kimsenin imanlı oluşuna şahitlik edilebileceği açıklanmıştır.
Ancak bazı alimler, “imar ederler” cümlesi ile kastedilen anlamın, mescit binalarını inşa etmek, tamir ve bakımını, iç döşeme ve tefrişini yapmak, temizlik, aydınlatma ve ısıtma gibi işleri sürdürmek, bu yerleri ibadet, zikir ve ilim çalışmaları ile şenlendirmek olduğunu düşünmüşlerdir. Geçmiş yüzyıllarda, özellikle büyük camilerin ve çevresinin bakımı, tamiri ve din görevlilerin maaşları için vakıflar kurulmuş ve cami hizmetleri bu vakıf gelirleriyle sürdürülmüştür. Diğer yandan medrese, aşevi, sağlık hizmetleri gibi sosyal etkinliklerin de cami müştemilâtlarında geliştiği görülür.
Bu her iki bakış açısının da Allâh’a (cc) ve Âhiret Günü’ne gönülden iman eden mümin insanların özelliği olduğunu belirtmemiz gerekir.
İslâm toplumlarında camiler aynı zamanda ilk dini bilgilerin verildiği bir eğitim kurumu olarak görev üstlenmiştir. Hz. Peygamber’in (ﷺ) Medine’de ilk inşa ettiği Mescid-i Nebevînin bitişiğindeki alanda, ashâb-ı suffe diye adlandırılan, yüzlerce ilim talebesi yetişmiştir. Bu güzide sahabeler topluluğu (r. anhüm ecmain), sürekli ilim ve irfanla uğraşmış, İslâm’ı asıl kaynağı olan Hz. Peygamber’den (ﷺ) öğrenerek, kitlelere aktarmışlardır. Bunların geçimlerini varlıklı Müslümanlar karşılamışlardır.
G. Güzel Örnek Açısından

“Sen elbette, çok yüce bir ahlâk üzerindesin.”
(Kalem, 68/4)
Allâh’a (cc) ve Âhiret Günü’ne kavuşmayı umanlar için Resülullâh’ta (ﷺ) çok güzel örnek bulunduğunu belirten ayet-i kerime şöyledir:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فٖى رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَثٖيرًا
“Ant olsun ki Resülullâh’ta sizin için, Allâh’a ve Âhiret Günü’ne kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok ananlar için, güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21)
Bu ayet-i kerimede, imanı ile Allâh’ın huzuruna çıkacağını uman, yapılan işlerin karşılığının görüleceğini ve öldükten sonra dirilişi tasdik eden kimseler söz konusu edilmektedir. Ayet-i kerimede yer alan “üsve” kelimesi, “örnek alınıp, kendisine uyulan” anlamına gelmektedir. Dolayısı ile Allâh’a (cc) ve Âhiret Günü’ne gönülden inanan biz müminlere, sözlerimizde, amellerimizde ve bütün davranışlarımızda Resülullâh’ı (ﷺ) örnek almamız emredilmektedir. Çünkü müminler için en güzel örnek ve numune Resülullâh’tır (ﷺ). Yüce yaratıcımız Allâh (cc), bizlere doğru yolu göstermesi için O’nu (ﷺ), bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı, Allâh’ın izni ile doğru yola çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir ışık kaynağı olarak göndermiştir (Ahzab, 33/45-46). O (ﷺ), Allâh tarafından, hata işlemekten korunmuş (Hâkka, 69/44-47) ve Cebrail (as) vasıtası ile (Bakara, 2/97; Şuara, 26/192-194) kalbi devamlı şekilde kontrol altında tutulmuştur (Müminun, 23/62; Câsiye, 45/29; Necm, 53/3).
Allâh’a (cc) ve Âhiret Günü’ne kavuşmayı umanlar için gösterilen ikinci örnek, büyük Peygamber İbrahim’dir (as). Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فٖيهِمْ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَمَنْ يَتَوَلَّ فَاِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْغَنِىُّ الْحَمٖيدُ
“Ant olsun ki onlarda (İbrahim aleyhisselam ve beraberindekilerde) sizin için, Allâh’a ve Âhiret Günü’ne kavuşmayı umanlar için, güzel bir örnek vardır. Şüphesiz ki Allâh, O, her şeyden müstağnî, her hamde hakkıyla layıktır.” (Mümtehine, 60/6)
Yüce Allâh’a ve Âhiret Günü’ne iman edenlerin Şanlı Nebi’nin (ﷺ) yanı sıra diğer bir örneği Hz. İbrahim (as) ve beraberindekilerin hayatlarında gerçekleşmiştir. Bu onurlu kafilenin yaşadığı olayları elde ettikleri deneyimlerin değerini kavrayabilecek kimseler ancak Allâh’a ve Âhiret Günü’ne gönülden inanacak kimselerdir. Bu kimseler, Şanlı Nebi’nin (ﷺ) yanı sıra, Hz. İbrahim (as) ve beraberindekilerin hayatlarını, izlenmesi gereken önemli bir örnek, yol gösteren şaşırtmaz bir kılavuz olarak kabul ederler.
قَالَ لَا يَاْتٖيكُمَا طَعَامٌ تُرْزَقَانِهٖ اِلَّا نَبَّاْتُكُمَا بِتَاْوٖيلِهٖ قَبْلَ اَنْ يَاْتِيَكُمَا ذٰلِكُمَا مِمَّا عَلَّمَنٖى رَبّٖى اِنّٖى تَرَكْتُ مِلَّةَ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ
“(Yusuf) Dedi ki: Yiyeceğiniz yemek size ulaşmadan önce, bunun yorumunu (zehirli olup olmadığını) size bildiririm. Çünkü bu, Rabbimin bana öğrettiği bilgilerdendir. Gerçekten ben, Allâh’a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir toplumun dinini terk ettim.” (Yusuf, 12/37)
Bu ayet-i kerimede de Allâh’a (cc) iman ile Âhiret Günü’ne iman bir arada zikredilmektedir.
Mısır’da Orta Krallık döneminde, kral birini öldürmek istediği zaman ona zehirli bir yemek yaptırıp gönderirdi. Ayrıca, MÖ. 19. yüzyıl sonu veya 18 yy. başlarında, bilhassa Yüce Allâh’ı ve âhireti inkâr eden akımlarda bir artış yaşandı. Dünya hayatı sonrasında, tüm insanların hesap verecekleri âhiret hayatının inkârı akımı boy gösterdi. İnsanların bir ruh taşımadıkları şeklinde inanışlar tezahür etti. Yusuf (as), işte böyle bir dönemde peygamberlik vazifesi ile şereflenmişti.
VI. Kur’ân-ı Kerîm’de Âhirete İman Etmeyenlerin Özellikleri

Âmentü Esasları
Âhiret Günü’nün inkârı, Yüce Allâh’ı, O’nun (cc) güzel isimlerini ve yüksek sıfatlarını inkârı beraberinde getirmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Âhiret Günü’nü inkâr edenlerin Yüce Allâh’ı ve O’nun (cc) huzuruna varmayı da inkâr etmiş olacakları net bir şekilde beyan buyurulurken, aynı zamanda bu tür kimselerin negatif özellikleri de sıralanır:
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًا اَلَّذٖينَ يَبْخَلُونَ وَيَاْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ وَيَكْتُمُونَ مَا اٰتٰیهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِهٖ وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِرٖينَ عَذَابًا مُهٖينًا وَالَّذٖينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ رِئَاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَنْ يَكُنِ الشَّيْطَانُ لَهُ قَرٖينًا فَسَاءَ قَرٖينًا
“Allâh, kendini aşırı beğenen ve daima böbürlenen kimseleri sevmez. Bunlar cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden ve Allâh’ın, lütfederek kendilerine verdiği nimetleri gizleyen kimselerdir. Biz de o nankörlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Bunlar, mallarını insanlara gösteriş yapmak için harcarlar, Allâh’a ve Âhiret Günü’ne inanmazlar. Şeytan kime arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır.” (Nisa, 4/36-38)
Bu ayet-i kerimelerde, “Allâh’a ve Âhiret Günü’ne inanmayanlar”, “muhtâl / kibirli” ve “fahûr / övüngen” olarak nitelendirilmiş, bu nitelikteki insanlara ait temel kötü ahlâk umdeleri de şu şekilde sıralanmıştır:
A. Cimri Olmaları
Ayet-i kerimede yer alan, “الْبُخْل / buhl” kelimesi, elinde ve yanında imkân olduğu halde isteyene karşı “iyilik ve cömertlik yapmaktan kaçınma” manasında olup, Farsçada “soysuz” anlamına gelen ve Türkçeleşmiş (ﺟﻤﺮﻯ) “cimri” kelimesi ile karşılanmaktadır. “Cimri” kelimesi Türkçemizde, “paraya ve mala aşırı düşkünlüğü yüzünden, elindekini gerektiği gibi harcayamayan, pinti ve hasis kimse” anlamına dönüşmüştür.
Ebu Hüreyre (ra), Resülullâh’ı (ﷺ) şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
. شَرُّ مَا فِي رَجُلٍ شُحٌّ هَالِعٌ وَجُبْنٌ خَالِعٌ
“İnsanda olabileceklerin en kötüsü, hırslı bir cimrilik ve şiddetli bir korkaklıktır.”[26]
Şanlı Nebi (ﷺ) dualarında cimrilikten Allâh’a sığınmıştır. Enes b. Malik (ra) anlatıyor:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم لأَبِي طَلْحَةَ الْتَمِسْ غُلاَمًا مِنْ غِلْمَانِكُمْ يَخْدُمُنِي . فَخَرَجَ بِي أَبُو طَلْحَةَ، يُرْدِفُنِي وَرَاءَهُ، فَكُنْتُ أَخْدُمُ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم كُلَّمَا نَزَلَ، فَكُنْتُ أَسْمَعُهُ يُكْثِرُ أَنْ يَقُولَ؛ اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْهَمِّ وَالْحَزَنِ، وَالْعَجْزِ وَالْكَسَلِ، وَالْبُخْلِ وَالْجُبْنِ وَضَلَعِ الدَّيْنِ، وَغَلَبَةِ الرِّجَالِ .
Resülullâh (ﷺ), Ebu Talha’ya: “Gençlerinizden bana hizmet edecek birini bulsanız” dedi. Ebu Talha da beni binitinin terkisine alarak Resülullâh’a götürdü. Resülullâh (ﷺ) ne zaman konakladıysa, gider ona hizmet ederdim. Onun (ﷺ), “Allâhım, kederden, üzüntüden, acizlikten, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, ağır borç yükünden ve insanların galip gelmesinden sana sığınırım” duasını çokça yaptığını işitirdim.”[27]
Hadîs-i şerifteki (الْهَمِّ) kelimesi, “hali hazırdaki olumsuz ruhsal durumları” ifade eder. (الْحَزَنِ) kelimesi ise, “geçmiş zamanlardaki üzüntüler” ile ilgilidir. (الْعَجْزِ) “Acizlik”, kudret sahibi olmanın, (الْكَسَلِ) “Tembellik” çalışkanlığın, (الْبُخْلِ) “Cimrilik” cömertliğin, (الْجُبْنِ) “korkaklık” da cesaretin zıttı, mesâvî-i ahlâk unsurlarıdır.
B. Başkalarına Cimri Olmayı Emretmeleri
Arapçada, “mal-mülk” konusundaki cimrilik “الْبُخْل / buhl” kelimesi ile karşılanmış, bu durum, insanın kalp ve ruhunda kendisini alçaltacak derecede iyiliğin her türünden kaçma, bencillik ve servete düşkünlük olarak tanımlanmıştır. “Buhl” kelimesi, bazı yorumcular tarafından sadece, “bilgiyi saklama, başkalarını elindeki bilgiden mahrum etmeyi isteme” tutumu olarak da anlaşılmıştır.
Diğer insanların elinde bulunan mal, mülk ve mevki gibi zenginliklerin, ister helal isterse de haram yolla kendisine geçmesini arzu etme tutum ve davranışı da “الشُّحُّ / şuh” kelimesi ile karşılanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, iki ayetinde (وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهٖ فَاُولٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ) “Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte kurtuluşa erenler onlardır” (Haşir, 59/9; Teğâbûn, 64/16) ikazını yapmaktadır.
Bu ilk iki maddede yer alan karakterler, hemen her asırda bulunabilecek “Allâh Resul’ünün yanında bulunanlara hiçbir şey vermeyin ki, dağılıp gitsinler” (Münafikûn, 63/7) diyerek infaka engel olmak isteyen insan tipleridir.
C. Allâh’ın Lütfettiği Nimetleri Gizlemeleri
Böyle kimseler aynı zamanda, “bile bile gerçeği gizleyen” (Bakara, 2/146) kimselerdir. Bu özellikleri sebebiyle, “hem Allâh’ın lânet ettiği hem de bütün lânet etme konumunda olanların lânet ettikleri” (Bakara, 2/159) kimselerdir. Böyleleri ile, “Allâh, kıyamet günü ne konuşacak ne de onları temize çıkaracaktır.” (Bakara, 2/174)
Bu kimseler, şayet bir mal infakı yapıyorlarsa, bunu riya / insanlara gösteriş olsun diye yapmakta, insanlar takdir etsinler diye tasaddukta bulunmaktadırlar.
D. Şeytanlara Arkadaş Olmaları
Bu anlamların hem bireysel olarak tek tek fertlerde hem de çeşitli topluluklarda ve uluslarda yer alabileceğini görmek gerekir. Dolayısı ile ayet-i kerimenin anlamını dar ve geniş perspektiften aynı anda görmeye ve anlamaya çalışmak daha isabetli olacaktır. Mesela geniş perspektiften bakacak olursak, sömürge savaşları konuyu daha aydınlık bir şekilde görmemize kafidir. Bilindiği üzere, doğal kaynakların paylaşılamaması, bir ulusun elinde bulundurduğu zenginliğe diğer ulusların göz dikmesi, özellikle coğrafi keşiflerden sonra, önceleri Kuzey ve Güney Amerika kıtalarındaki medeniyetlerin, daha sonraları da Afrika ve Asya’daki kültür ve medeniyetlerin yağmalanması ve sömürgeleştirilmesi, küresel seviyedeki “الشُّحُّ / şuh” tutumunun yansımaları olarak görülebilir.
İyi ahlâkın temelinde, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ve Âhiret Günü’ne güçlü bir iman yer alır. Kötü ahlâkın temelinde ise, Allâh’a ve Âhiret Günü’ne inanmama ya da şüphe etme bulunur. Yukarıdaki ayet-i kerime, Allâh’ın (cc), kötü ahlâk ile ruhunu karartmış bu şekildeki kimseleri “kesinlikle sevmediğini” beyan etmektedir.
Âhirete inanmayanların, şeytanî ve cinnî varlıklar ile olan arkadaşlıkları da şu şekilde beyan edilmektedir:
وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِىٍّ عَدُوًّا شَيَاطٖينَ الْاِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحٖى بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ وَلِتَصْغٰى اِلَيْهِ اَفْپِدَةُ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ وَلِيَرْضَوْهُ وَلِيَقْتَرِفُوا مَا هُمْ مُقْتَرِفُونَ
“İşte böylece, her bir peygamber için, insî ve cinnî şeytanlardan düşmanlar yaptık. Onlar, aldatmak kastıyla birbirlerine yaldızlı sözler telkin ederler. Rabbin dileseydi, onlar bu işi yapamazlardı. Onları da uydurdukları yalanlarını da terk et. Bir de âhirete inanmayanların kalpleri, o yaldızlı sözlere meyletsin, ondan hoşlansınlar ve işledikleri günahları işlemeye devam etsinler diye bu telkinleri yaparlar.” (Enam, 6/112-113)
Âhirete inanmayanlara, insan ve cin şeytanları musallat olur. Onlara, yaldızlı sözler fısıldayarak kötülükleri çekici şekilde gösterirler. Böylece bu kimseler, kötülük davranışlarına devam ederler. Hakk’ın ve hakikatin çağrısına kulak asmazlar.
Hz. Ebû Zer (ra) anlatıyor:
“Şanlı Nebi’nin (ﷺ) yanına geldim. Mescidde oturmaktaydı. Ben de yanına oturdum. Bana, “Namaz kıldın mı?” diye sordu. Ben, “Kılmadım” deyince, “Kalk, namaz kıl” buyurdu. Namazı bitirdikten sonra tekrar gelip yanına oturdum. Bana şöyle söyledi: “Ey Ebu Zer, cin ve insan şeytanlarından Allâh’a sığın.” Ben: “Ey Allâh’ın Resulü, insanlardan da şeytan olur mu?” dedim. Nebi (ﷺ): “Evet” buyurdular ve ayet-i kerimeyi okudular.[28]
E. Allâh’a Şirk Koşmaları
Âhirete iman etmeyenleri bir diğer özelliği de Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine şirk davranışı içerisinde olmalarıdır. Bu gerçeklik, Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde beyan buyurulur:
قُلْ هَلُمَّ شُهَدَاءَكُمُ الَّذٖينَ يَشْهَدُونَ اَنَّ اللّٰهَ حَرَّمَ هٰذَا فَاِنْ شَهِدُوا فَلَا تَشْهَدْ مَعَهُمْ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَاءَ الَّذٖينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَالَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ وَهُمْ بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ
“De ki: ‘Haydi, Allâh’ın bunu yasakladığına şahitlik edecek şahitlerinizi getirin!’ Eğer onlar yine de şahitlik ederlerse, sen onlarla birlikte şahitlik etme! Ayetlerimizi yalanlayanların ve âhirete inanmayanların heveslerine uyma! Çünkü onlar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.” (Enam, 6/150)
Putperestlik, sûret ve temsillere yanlış sebeplerle değer verme veya tazimde bulunmadır. Bazı insanlar ve guruplar, melek, şeytan, cin ve ataların ruhları gibi görülemeyen tabiat üstü varlıklara ilâhlık nispet etmiş, olağanüstü güç atfettikleri bu nesnelerin, yanlış telakkilerine dayalı bir şekilde helaller ve haramlar belirlediklerini iddia etmişlerdir. Bu ayet-i kerimede, putperestlerin, “şu helaldir, bu haramdır” diye yaptıkları sınıflamanın, neye ve hangi ispat usullerine göre yaptıklarının sorulması, bu konuda varsa şahitlerini göstermeleri gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Puta tapanlar, yalana dayalı bir şekilde, yasaklamanın Allâh tarafından yapıldığını söyleseler bile, bu kişilerin batıl heveslerine katılmama talep edilmektedir. Ayet-i kerimede, müşriklerin şahitleri, onları bu batıl yola ileten birtakım insanlardan ve cinlerden şeytanî önderlerdir.
F. Kötü Sıfatlara Sahip Olmaları
Âhirete iman etmeyenleri bir diğer özelliği ise “kötü sıfatlara sahip olmalarıdır.”
لِلَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ مَثَلُ السَّوْءِ وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
“En kötü sıfatlar, âhirete inanmayanlar içindir. En yüce sıfatlar ise Allâh’a aittir. Çünkü O, mutlak üstündür, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nahl, 16/60)
Bu ayet-i kerime çerçevesinde, bilhassa Âhiret Günü’ne inanmayanlarda “en kötü sıfatlar” yer alacaktır. Genel olarak bu “kötü sıfatlar”, şirk içerisinde olmaları, cahillikleri, küfür halleri, azaba müstahak hale gelmeleri, Cehennem ateşi yaranı olmaları, Yüce Allâh’a eş ve çocuk nispet etmeleri gibi hususlar olarak anlaşılmıştır. Ayet-i kerimenin daha önceki ayet-i kerimelerle münasebetine bakıldığında, Allâh’a ortak koşmak sapkınlığı ile âhireti inkâr probleminin örtüştüğü rahat bir şekilde görülmektedir. Çünkü hem şirk tavrı hem de Âhiret Günü’nü inkâr hali, denge hali kaybolmuş zihin hallerinden ve inhiraf etmiş bakış açılarından kaynaklanmaktadır.
Yüce Allâh’ın sıfatları ise “en güzel sıfatlardır.” Yüce Allâh’a ait “en güzel sıfatlar”, ihlas, Allâh’tan başka ilâh bulunmadığına şehadeti içeren tevhid, O’nun (cc) yaratıcılığı, rezzâkiyeti, kâhir kudreti, amellere en güzel şekilde karşılık vermesi gibi hususlar olarak anlaşılmıştır. O’nun (cc), Zâtî ve Sübûtî sıfatlarının yanında, doksan dokuz esmâ-i hüsnâsı yani güzel isimleri de bu anlam çerçevesindedir.
اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يَهْدٖى لِلَّتٖى هِىَ اَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِنٖينَ الَّذٖينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا كَبٖيرًا وَاَنَّ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ اَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا اَلٖيمًا
“Gerçekten bu Kur’ân, en doğru yola iletir. İyi işler yapan müminlere, büyük bir ecir müjdeler. Âhirete iman etmeyenlere de acıklı bir azap hazırladığımızı haber verir.” (İsra, 17/9-10)
G. Anlayışsız Olmaları
Âhirete iman çok büyük bir sonuç üreteceği için, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin hal, gidişat ve tavırlarına muhâzî bir şekilde hidayet irade buyurmayacağı kimseler ile gerçekler arasında “görünmez perdeler” oluşturacaktır. Sadece bu perdelerin oluşturulması bile, bir kimsenin gerçekleri görmesine mani olabilecekken, söylenen hakikatlerin bir aks-i sadâ oluşturmaması için ek olarak bu tür kimselerin kulaklarına “tıkaçlar” da vurulacaktır. Böylece hiçbir şey anlamayan, görmeyen ve idrak edemeyen kimseler haline geleceklerdir. Bu durum, onlar bu şekilde istedikleri için meydana getirilecektir. Kur’ân-ı Kerîm, bu hususu oldukça veciz bir şekilde şöyle beyan buyurur:
وَاِذَا قَرَاْتَ الْقُرْاٰنَ جَعَلْنَا بَيْنَكَ وَبَيْنَ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ حِجَابًا مَسْتُورًا وَجَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَفٖى اٰذَانِهِمْ وَقْرًا وَاِذَا ذَكَرْتَ رَبَّكَ فِى الْقُرْاٰنِ وَحْدَهُ وَلَّوْا عَلٰى اَدْبَارِهِمْ نُفُورًا
“Kur’ân’ı okuduğun zaman, senin ile âhirete inanmayanlar arasında görünmez bir perde oluştururuz. Kalplerinin üzerine, (Kur’ânî ve Nebevî hakikatleri) anlamalarına mâni perdeler oluştururuz. Kulaklarına da bir ağırlık koyarız. Rabbini, tek (eşsiz) olarak andığın zaman, nefret duyarak arkalarını döner giderler.” (İsra, 17/45-46)
Bu ayet-i kerime, Âhiret’e inanmayan müşrik ve kafirlerin zarar verememesi için, Kur’ân-ı Kerîm okuduğunda kendisi ile onlar arasında, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin görünmez bir perde var ettiğini haber vermektedir. Ayet-i kerime günümüze bakan yönü ile düşünülürse, gören gözleri duyan kulakları olmasına rağmen, Allâh Teâlâ’nın, Âhiret’e inanmayacak kimselerin manevi gözlerinde yani kalplerinde, gerçeği görmelerine engel olan “görünmez / gizli bir perde” yarattığı anlaşılmaktadır.
Ayet-i kerimedeki (حِجَابًا مَسْتُورًا) “görünmez / gizli bir perde”, Allâh’ın (cc), Âhiret’e inanmayanların gözlerinde yarattığı ve bilinmeyen bir perde demektir. Binâenaleyh bu gizli perde sebebi ile onlar gerçekleri görüp fark edememekte, adeta gerçeklere karşı kör bir hale gelmektedirler. Bu sebeple Âhiret’e inanmayanlar, Kur’ân’ın inceliklerini, güzelliklerini ve hikmetlerini anlayamayacaklardır. Bu ayet-i kerime, Allâh Teâlâ’nın, Âhiret’e inanmayan müşriklerin kalplerini, görünmeyen manevi perdeler ve kılıflar içinde bıraktığına delâlet etmektedir. Dolayısı ile bu tür kimseler, Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin çok büyük bir lütfu olan Âhiret’e imanın hakikatine, sırlarına, inceliklerine ve güzelliklerine asla ulaşamayacak, böylece Kur’ân-ı Kerîm’den de menedilmiş olacaklardır.
Ayet-i kerimedeki (اَكِنَّةً) “ekinne” kelimesi, “kinân” kelimesinin çoğulu olup; bir şeyi örten, perdeleyen, manevi anlamda kişinin kalbinin dışardan gelen hakikate ait mesajları almasına ve anlamasına engel teşkil eden “kılıflar / perdeler / örtüler” manasına gelmektedir. Âhiret’e inanmayan kişilerin kulakları ile ilgili olarak, (وَقْرًا) “vakran” kelimesi kullanılmaktadır ki, bu kelime hem maddi hem de manevi anlamda duymamayı netice veren “tıkaçlar / ağırlıklar” anlamındadır.
Âhirete inanmayan kimselerin, kulakları normal görevlerini yapmamakta, kalpleri örtülü ve kılıflı olduğu için, âhirete ilişkin işittikleri gerçekler idrak merkezlerine gitmemekte, böylece âhiret konusunu hiç işitmeyen ve anlamayan kimseler durumuna düşmektedirler. Kalpleri perdeli, kulakları bu çok önemli iman rüknüne karşı tıkalı hale getirilmiştir. Onlara, Âhirete iman rüknü dahil bütün imani rükünler, İslâm’a dair gerçekler, akıl, mantık, kalp, ruh ve vicdan yörüngeli bir retorikle her şekilde sunulmuştu. Bu hitap çeşitleri, onların kalplerinin harekete geçmesi, idraklerinin aydınlanması için yeterdi. Fakat onlar hidayete ulaşmak için hiçbir çaba göstermediler. Tam aksine bütün manevi donanımlarını tahrip ettiler ve işlemez hale getirdiler. Yüce Allâh da kendileri ile Âhirete iman rüknü arasında, perdeler ve ağırlıklar oluşturdu.
İnsanlık, gerçek huzura ve sükuna, Allâh’ın (cc) lütfuna dayalı olarak yerleşecek olan âhirete iman rüknü ile ulaşabilir.
H. Doğru Yoldan Sapmış Olmaları

“Şübhesiz o (Kur’ân), nezdimizdeki ana kitaptadır (Levh-i Mahfûz’dadır). Çok yücedir, çok kıymetlidir.”
(Zuhruf, 43/4)
Yol, kesinlikle ikidir. Ya doğru olan seçilecek ve buna uygun bir sonuçla karşılaşılacak, ya da (hafazanAllâh) yanlış yol seçilecek ve buna uygun bir sonuçla karşılaşılacaktır. Doğru yolun adı “sırat-ı müstakîm”dir. Kur’ân-ı Kerîm, bu konuyu şöyle aydınlatır:
وَاِنَّكَ لَتَدْعُوهُمْ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ وَاِنَّ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ عَنِ الصِّرَاطِ لَنَاكِبُونَ
“Hiç şüphesiz sen, onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun. Âhirete inanmayanlar ise, kesinlikle doğru yoldan sapmış olmaktadırlar.” (Müminun, 23/73-74)
“Sırat” kelimesi, sözlükte “anayol, doğru ve apaçık yol” anlamına gelmektedir. “Sırât-ı müstakîm” tamlaması ise, “apaçık, dosdoğru ve hak yol” demektir. “Sırât-ı müstakîm” terkibi otuz üç kadar ayet-i kerimede yer almaktadır. “Sırât” kelimesi, iki ayet-i kerimede ise, “müstakîm” anlamlarındaki “seviy” (Meryem, 19/43) ve “sevâ” (Sad, 38/22) kelimeleri ile kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de “sırât-ı müstakîm” anlamında kullanılan diğer bir tamlama ise, (سَوَاء السَّبٖيلِ) “sevâü’s-sebîl” şeklinde altı kadar ayet-i kerimede (Bakara, 2/108; Maide, 5/12, 60, 77; Kasas, 28/22; Mümtehine, 60/1) yer alır.
Câbir b. Abdillah’den (ra) şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
“Biz Hz. Peygamber’in (ﷺ) yanında idik. Bir çizgi çizdi. Onun sağına ve soluna da ikişer çizgi çizdikten sonra mübarek elini ortadaki çizginin üzerine koyup, “Bu, Allâh’ın yoludur” buyurdu. Sonra şu ayeti okudu: “Hiç şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. Başka yollara uymayın. O yollar, sizi Allâh Teâlâ’nın yolundan ayırır.” (Enam, 6/153)[29]
Bu ayet-i kerimede ve hadis-i şerifte işaret edilen Allâh’ın yolu, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin göstermiş olduğu İslam yoludur. Âhirete inanan bütün müminlerin tutum ve davranışlarında, söz ve yaşantılarında, sırat-ı müstakîmi takip ile mükellef oldukları açıktır. Müminlerin, sadece beş vakit namazlarının farzlarında, günde on yedi defa okumuş oldukları “Bizleri sırât-ı müstakîme ulaştır” niyazları, Fâtiha-i şerîfede “kendilerine nimet verilenlerin yolu” olarak beyan edilmektedir.
Ancak yukarıdaki ayet-i kerimenin devamında, âhirete iman etmeyenlerin, Allâh Teâlâ’nın lütfetmiş olduğu bu dosdoğru ve Cennet’e ulaştıran sırat-ı müstakîm’den ayrılmış olacakları, sapık cereyanlara kapılacakları çok açık bir şekilde ihtar edilmektedir. Âhirete inanmamanın temelinde, her türlü kötülük yer almakta, İslâm dışı her türlü inanç, eğrilik ve sapma bulunduran yollar olmaktadır.
وَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا هَلْ نَدُلُّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ يُنَبِّئُكُمْ اِذَا مُزِّقْتُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ اِنَّكُمْ لَفٖى خَلْقٍ جَدٖيدٍ اَفْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَمْ بِهٖ جِنَّةٌ بَلِ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ فِى الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَعٖيدِ
“İnkâr edenler dediler ki: ‘Bedeniniz çürüyüp paramparça olduktan sonra, (âhirette) yeniden diriltileceğinizi söyleyerek haber veren bir adamı (Hz. Peygamberi), size gösterelim mi? O (Peygamber), yalan ile, Allâh’a iftira mı ediyor, yoksa cinnet mi geçiriyor?’ (Ayet-i kerimenin bu kısmında, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, onlardaki tutarsızlığa ve mantıksızlığa şu şekilde cevap veriyor:) Tam aksine, asıl âhirete iman etmeyenler, uzak bir sapıklıktadırlar ve bir azap içindedirler.” (Sebe, 34/8)
Yeniden diriltilişi inkâr eden inançsız kimseler, âhirete iman etmeyişlerini, akli şekilde gerekçelendiremediklerinden, imansızlıklarını temellendiremediklerinden, deist ya da ateist tezlerinde, mantıkî ve muknî bir kesinliğe ulaşamadıklarından ötürü, “iftiracılık” ve “delilik” gibi, kendi ruhi hastalıklarını, yansıtma yolu ile Şanlı Nebi’de (ﷺ) görmek istemişlerdir. Yansıtma; bireyin şuursuzca, kendi duygularını, düşüncelerini veya dürtülerini, başka bir kişiye izafe ettiği, bir tür savunma mekanizmasını ifade eder. Bu, kişinin kendi kabul edilemez arzularını, korkularını veya güdülerini, başkalarına refere etme veya başkalarının kendi temelsiz ve saçma inançlarını, mantıksız kabullerini veya yersiz önyargılarını paylaştığına inanma durumudur. Böylece, aklı başında kimselerin, onlardaki ruh ve düşünce karmaşasını ifşa edebilecek itirazlardan da yakalarını kurtarmak istemişlerdir.
Halbuki durum onların mantıksız iddiaları gibi değildir. Aksine Şanlı Nebi (ﷺ), doğru söyleyenlerin en doğru sözlüsüdür. Yüce Nebi’ye (ﷺ) Allâh’ın vahyetmiş olduğu kesin gerçekleri, bilhassa âhirete iman rüknünü, öldükten sonra dirilişi, haşri ve neşri inkâr edenler, bu dünyada iken gerçeklerden bütünüyle uzak bir kopukluk ve sapıklık içindedirler. Yarın ise, azap içerisinde olacaklardır. Zira zanlarına tabi olanlar, Yüce Allâh tarafından mucizelerle desteklenmiş ve doğrulanmış olan Şanlı Nebi’yi (ﷺ), Allâh’a (cc) karşı yalan uydurmakla itham etmiş, âhirete iman etmemişlerdir.
I. Kötü Amellerini Güzel Görmeleri
Âhirete iradî bir şekilde inanmayanların yürüdükleri yanlış yol, onlara süslü hale getirilecektir. Bu yanlış seçim tamamen onlara ait olduğu için, yol onlara süslü hale getirilecektir. Evet, her an tevbe ve istiğfar ile doğruya ulaşma imkan ve ihtimalleri mevcut olmakla birlikte, yanlış seçimlerindeki ısrara uygun olarak, yürüdükleri Cehennemî yol onlara süslü hale getirilecektir. Çölde yürüyen insanların, ışık yansımaları neticesinde hiç su bulunmayan arazide serap görmeleri gibi. Kur’ân-ı Kerîm, şöyle buyuruyor:
اِنَّ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ زَيَّنَّا لَهُمْ اَعْمَالَهُمْ فَهُمْ يَعْمَهُونَ اُولٰئِكَ الَّذٖينَ لَهُمْ سُوءُ الْعَذَابِ وَهُمْ فِى الْاٰخِرَةِ هُمُ الْاَخْسَرُونَ
“Şüphesiz biz, âhirete inanmayanların işlerini, onlara güzel gösterdik. (O yüzden, kalpleri kör şekilde) Şaşkındırlar. İşte bunlar, azabı en kötü olacak kimselerdir. Âhirette en çok ziyana uğrayacaklar da bunlardır.” (Neml, 27/4-5)
Âhirete inanmayanların, kötü amelleri, onlara iyi görünmektedir. Çünkü bu kimselerin faaliyetleri, onlara süslü hale getirilmiştir. Âhirete inanmayanların, kötü amellerinin kendilerine süslü hale getirilmesi, o işleri yapmalarının kendilerine fayda sağlayacağı hususunda çarpık zanlarının gelişmesine temel oluşturmuştur. Cenâb-ı Hak, bu kimselerin kalplerinde, yapacakları kötü amellerle ilgili, birtakım faydaları sağlayabilecekleri yönünde bir bilgi yaratmış, yapmak istedikleri işlerin kötü ve zararlı olduğu bilgisini de onların kalplerinden çekip almıştır. Böylece yapmayı tasavvur ettikleri kötü faaliyetler, kendilerine süslü görünmeye başlamıştır. Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, âhirete inanmayanları bu dünyada bol rızıklar ve nimetler ile faydalandırınca, bu lütufları, kendileri için gerekli ahlâkî sorumluluklardan uzaklaşmak, hevâ-i nefislerine ve behimî arzularına tabi olmak hususunda sebep yapmışlardır. İşte bundan dolayı, sanki Cenâb-ı Hak, onların amellerini süslemiş gibidir. Bu sebeple kör ve şaşkın bir haldedirler. Âhirete imansızlıklarının bir neticesi olarak, kötü amelleri ve sapıklıkları içerisinde bocalamakta ve boş bir şekilde oyalanmaktadırlar. Bunlar, âhirete iman etmemeleri sebebi ile ebedi mükafat imkanını kaybetmiş ve çok büyük zarara uğramış kimselerdir.
J. Tevhid Düşüncesine Karşı Darlanmaları

Kelime-i Tevhîd (Lâ ilâhe illAllâh)
Âhirete inanmayanların özelliklerinden birisi de “tevhid düşüncesi” karşısında darlanmaları, hafakanlara girmeleri, yürek sıkıntısı çekmeleridir. Kur’ân-ı Kerîm, bu konuyu şöyle aydınlatır:
وَاِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَحْدَهُ اشْمَاَزَّتْ قُلُوبُ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ وَاِذَا ذُكِرَ الَّذٖينَ مِنْ دُونِهٖ اِذَا هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ
“Allâh’ın birliği anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri daralır. Ama Allâh’tan başkaları anılsa, hemen sevinirler.” (Zümer, 39/45)
Ayet-i kerimedeki (اشْمَاَزَّ) kelimesi, “sıkılma ve rahatsız olma” manasındadır. Kişinin öfke ve üzüntüsünün iyice artması, kalbinin daralması, can sıkıntısının yüz hatlarında, buruşukluk ve bulanıklık şeklinde belirmesi anlamına gelir. Normal bir insan kalbi, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin vahdet sıfatı yani tevhid umdesi vesilesi ile, itminan, mutluluk ve huzur duymakta iken, âhirete inanmayan kimselerin kalplerinde ise bu durum tam aksidir. Âhirete inanmayanların kalpleri, Cenâb-ı Hakk’ın vahdaniyeti karşısında daralmış, nefret duyguları ile sarmalanmış, büyüklük taslar hale gelmiş, kâfir olup, asileşmiştir. Âhirete inanmayanların tevhid umdesi karşısındaki “büyüklenme” halleri, iki ayet-i kerimede daha beyan edilir (Saffât, 37/35; Münâfıkûn, 63/5). Bu “rahatsız olma” durumunun neticesi ise, iman rükünleri dairesinden sapma ve uzaklaşmadır.
“Allâh’tan başkaları anıldığında” cümlesi ile, müşriklerin Allâh’a ortak koştukları akıllı veya akılsız mabutlar kastedilmektedir. Bu mabutlardan bahsedildiğinde, müşriklerin kalplerinde ve gönüllerinde, bir önceki durumun aksine, sevinç ve mutluluk izleri belirir. Böyle bir durum, onlardaki cehalet ve ahmaklığın doruk noktasıdır.
K. Meleklere Cinsiyet Atfetmeleri
Âhirete inanmayanların bir diğer özelliği ise, kendilerine tamamen kapalı bulunan ve gaybî bir alana olan melekler dünyası ile ilgili, herhangi geçerli bir bilgiye dayanmadan zannî ve mesnetsiz görüşler ileri sürmeleri, daha da ileri giderek meleklere cinsiyet atfetmeleridir. Bu husus, Kur’ân-ı Kerîm’de şu ayrıntılandırılır:
اِنَّ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ لَيُسَمُّونَ الْمَلٰئِكَةَ تَسْمِيَةَ الْاُنْثٰى وَمَا لَهُمْ بِهٖ مِنْ عِلْمٍ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَاِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنٖى مِنَ الْحَقِّ شَيْپًا فَاَعْرِضْ عَنْ مَنْ تَوَلّٰى عَنْ ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ اِلَّا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا
“Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin isimlerini veriyorlar. Onların bu konuda hiçbir bilgileri bulunmamakta, sadece zanlarına uymaktadırlar. Kesinlikle zan, gerçeğin yerini tutmamaktadır. O halde sen, bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden yüz çevir.” (Necm, 53/27-30)
Bu ayet-i kerimelerde, âhirete inanmayanların, bir delile dayanmadan, sırf zanlarına uyarak meleklere dişi isimleri vermeleri kınanmaktadır. “Melâike” kelimesinin dişi formda gelişi, bunların aldanmalarına ve meleklerin dişi olduklarına inanmalarına sebep olmuştur. Halbuki “melâike” kelimesi, çoğul dişi bir formda gelmekle birlikte, tekil hali müzekkerdir ve “haberci, elçi, güçlü kuvvetli, tasarrufta bulunan ruhani” anlamındadır. Melekler, emirlerini Allâh’tan (cc) alan, bağımsız olmayan, görevlendirilen, Kâhir Kudret ile insanlar arasında görev yapan, birden fazla kanada sahip olan, farklı suretlere de girebilen, üstün ve iyi nitelikteki ruhanî ve nuranî varlıklardır. Meleklerle ilgili bir cinsiyet söz konusu değildir.
Kur’ân-ı Kerîm, müşriklerin meleklere dişilik izafelerini ve Allâh’ın (hâşâ) kızları oldukları yolundaki iddialarını reddeder (Sâffât, 37/150; Zuhruf, 43/19). Yukarıdaki ayet-i kerimede, zannın insana gerçek bilgi kazandırmayacağı beyan edilmiş, Allâh’ı anmaktan yüz çevirenlere aldırılmaması, onların bilgi ve kavrama düzeylerinin düşük olduğu, Allâh’ın her şeyi bildiği beyan edilmiştir.
VII. Kur’ân-ı Kerîm’de Âhireti İnkâr Edenlerin Temel Özellikleri

Âmentü Esasları
“Âhirete iman etmeme” ile “Âhireti inkâr etme” davranışları arasında fark bulunmaktadır. “Âhirete inanmamak” ile “Âhireti inkâr etmek” birbirlerinden farklı kavramlardır.
“Âhirete inanmamak / iman etmemek” demek, bir kimsenin “âhiret hayatı” veya bu hayatın ötesinde “ebedî bir âlemin varlığına”, sadece “inanmaması” demektir. Böyle kimseler, “âhiret hayatı” kavramını ve imkânını muhtemelen inkâr etmeyen, ancak bu yönde kesin bir inanç da taşımayan kimselerdir.
Ancak, “Âhireti inkâr eden kimseler” demek, “âhiret” veya bu hayatın ötesindeki “ebedi âlem” kavramını, aktif ve bilinçli bir şekilde reddeden kimseler anlamına gelir. Bu kimseler, “ebedi âlem” inancına, böyle bir hayatın imkân ve ihtimaline karşı çıkmakta, “Âhiret hayatının” olmadığına dair kesin inanç taşımaktadırlar.
Bu nedenle her iki kavram, her ne kadar benzer görünseler de “âhiret” kavramına yönelik, farklı iki inancı veya tutumu ifade etmektedir.
Şimdi, “ebedi âlem” kavramını, aktif ve bilinçli bir şekilde reddedenleri ve özelliklerini, Kur’ân-ı Kerîm ayetlerine dayanarak görmeye çalışacağız.
A. Dinin Karşısında Yer Almaları
Psikolojik muhtevalarında ve dış dünyada görünen bunca delile rağmen, insanların bir kısmı yine de âhiretin gerçekliğini inkâr tavrında ısrarcı olmaktadır. Bu inkar tavrını gösterenlerdeki temel özelliklerden birisi zalim sıfatını takınmış olmalarıdır. Ayet-i kerimede şöyle buyurulur:
اَلَّذٖينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ كَافِرُونَ
“(Dünyada iken yaptıkları yanlışlıklar sebebi ile kendi benliklerine zulmetmiş, bu sebeple de Cehennem cezasını hak etmiş o) Zalimler, Allâh yolundan çevirirler, onu eğriltmek isterler. Bunlar âhireti inkâr edenlerdir.” (Araf, 7/45)
Bu ayet-i kerimede, dünyadaki yaşayışları esnasında âhireti inkâr edenlerin en temel yanlışlıkları açıklanmış olmaktadır. Bu asli günah, söz konusu bireylerin, dünya hayatında iken dinin kural ve kaidelerini etkisizleştirmeye çalışmaları, dinin anlam dairesini yanlış mecra ve uygulamalara çekmeye uğraşmaları, bu suçlarını icra ederken de âhiret hayatı gibi çok önemli bir geleceği inkâr etmeleri hususları olarak görünmektedir.
اَلَّذٖينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ
“Zalimler ki, Allâh yolundan çevirirler, onu eğriltmek isterler. Bunlar âhireti kesinlikle inkâr edenlerdir.” (Hud, 11/19)
Bu ayet-i kerimede de kastedilenler, İslam’ın yaygınlaşmasını istemeyen, hatta İslam dininden başka bir dinin olmasını arzulayan şer odaklarıdır. Bu odakların temel hedeflerinden birisi, insanın işlediği fiillerden dolayı hesaba çekileceği âhiret inancının etkisizleştirilmesidir. Böylece, sınırsız özgürlük safsatasının yaygınlaştırılması, insanlığın şeytani güçler elinde oyuncak haline gelmesi hedeflenmektedir.
B. Zekât, Sadaka vb. Yardım Faaliyetlerinin Karşısında Olmaları
Âhiret Günü’ne inanmayanların bir başka özelliği ise, onların zekât ve sadaka gibi yardımların karşısında olmalarıdır. Bu husus, ayet-i kerimede şöyle beyan buyurulur:
اَلَّذٖينَ لَا يُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ
“Onlar zekât vermezler, âhireti inkâr edenler de onlardır.” (Fussilet, 41/7)
Bu ayet-i kerimede, müşriklerin iki özelliğine dikkat çekilmektedir:
1. Zekât vermemeleri, 2. Âhiret Günü’ne inanmamaları.
Zekât dilde temiz, temizlemek demektir. Terim anlamı ise, malın bir miktarını yoksullara vermektir. Malı haramdan temizlediği için bu sadakaya zekât denilmiştir. Dünyadaki yoksullara yardım etmek, dikkate alınması gereken çok önemli bir konudur.
Âhirete inanmayan, dolayısı ile de zekât ve sadaka gibi yoksulluğu önleme mekanizmalarını durduranlar, yoksulluk gibi çok yönlü bir sorunu örtmeye çalışanlardır. Yoksulluğun neden olacağı eğitim eksikliğini, işsizliğin yaygınlaşmasını, yoksulluk kaynaklı kötü sağlık sorunlarını, yetersiz barınma problemlerini ve benzer diğer sorunları görmezden gelenlerdir. Yoksulluğun ele alınması ve çözülmesi iradesi, bu sorunları koordineli bir şekilde ele alan çok yönlü bir yaklaşımı gerektirir.
İslam, bilhassa yoksulluğa yönelik olarak, zekât ve sadakalar gibi sürdürülebilir çözümleri çok önemli anahtarlar olarak sunmuştur. Zekât ve sadakalar, servetin adil dağılımı, yoksulluğun uzun vadeli ve sürdürülebilir bir şekilde çözümü için hayati unsurlardır. Zekât ve sadakalar, eğitimin yaygınlaşması, girişimciliğin desteklenmesi ve ekonomik gelişme için en önemli altyapılardır.
Âhirete inanmamanın yaygınlaşması, yukarıda belirtmeye çalıştığımız sosyal ahengi bozucu ve ifsat edici bir durumdur.
C. İnkârcı Tutum Takınmaları ve Büyüklük Taslamaları
Âhiret Günü’ne inanmayanların bir başka özelliği ise, onların kalplerinin inkâr sıfatına bürünmüş olması, bir diğer tabir ile kalplerinin mühürlenmiş olması ve kendilerini büyüksemeleridir. Bu negatif özelliklere ayet-i kerimede şu şekilde temas buyurulur:
اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ فَالَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ قُلُوبُهُمْ مُنْكِرَةٌ وَهُمْ مُسْتَكْبِرُونَ
“Sizin ilâhınız, tek bir tanrıdır. Ama âhirete inanmayanların kalpleri münkirdir, onlar büyüklük taslarlar.” (Nahl, 16/22)
“Bilmemek, yadırgamak” manasındaki “nükr” kökünden türetilen ve “kabul etmemek, reddetmek, hoş görmemek” anlamına gelen inkâr tavrı sahiplerine “münkir” denilmektedir.
“Münkir” bir ruh, aynı zamanda kibirlidir. Kibir, aşırı bir öz-önem duygusu ve kişinin yeteneklerini veya başarılarını abartması ile karakterize haldeki psikolojik bir özelliktir. Bu durum, bilhassa başkalarını küçümsemek veya eleştiriyi reddetmek gibi farklı şekillerde kendini gösterir.
Bireylerde, kibir duygusunun gelişimine sebep olabilecek bazı psikolojik faktörler şu şekilde düşünülebilir:
Güvensizlik: Kibir, bireylerin güvensizliklerini maskelemek için kullandıkları bir savunma mekanizmasıdır. Kibirli bireyler zayıflıklarını veya başarısızlıklarını, başkalarına karşı güç ve üstünlük taslayarak örtmek isterler.
Narsisizm: Kibir, kendini büyük görme duygusu, empati eksikliği ve hayranlık duyma ihtiyacı gibi narsist kişilik özellikleriyle ilişkilidir. Narsist bireyler, diğerlerinden üstün olduklarına, özel muameleye hakları olduğuna inanırlar.
Bilişsel önyargılar: Kibir, düşük beceri veya bilgiye sahip bireylerin, kendi yeterliliklerini abartma eğilimidir. Kibirli bireyler, kendi sınırlarının farkında olmaz, yeteneklerini ve başarılarını abartırlar.
Kur’ân-ı Kerîm’in anlam örgüsünde, “din gününü” yani “Âhiret Günü’nü inkâr eden”, onu tekzip edenlerin pişmanlıkları (Müddessir, 74/46), günahkarlara ait amellerin adlarının Siccîn adlı kitapta tek tek kayıtlı hale getirildiği, Cahîm adlı Cehennem’de azap çekecekleri beyan edilir (Mutaffifîn, 83/7-17).
VIII. Âhireti İnkâr Edenlere Verilecek Cevaplar ve Alemin Sonluluğu

YâSîn ve Fetih Sureleri
Âhireti inkâr edenlerin boş iddialarının ne şekilde cevaplandırılması gerektiği, Kur’ân-ı Kerîm’de bizleri şu şekilde ayrıntılı olarak talim edilir:
وَهُوَ الَّذٖى اَنْشَاَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْپِدَةَ قَلٖيلًا مَا تَشْكُرُونَ وَهُوَ الَّذٖى ذَرَاَكُمْ فِى الْاَرْضِ وَاِلَيْهِ تُحْشَرُونَ وَهُوَ الَّذٖى يُحْيٖ وَيُمٖيتُ وَلَهُ اخْتِلَافُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ اَفَلَا تَعْقِلُونَ بَلْ قَالُوا مِثْلَ مَا قَالَ الْاَوَّلُونَ قَالُوا ءَاِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَ لَقَدْ وُعِدْنَا نَحْنُ وَاٰبَاؤُنَا هٰذَا مِنْ قَبْلُ اِنْ هٰذَا اِلَّا اَسَاطٖيرُ الْاَوَّلٖينَ قُلْ لِمَنِ الْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهَا اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ سَيَقُولُونَ لِلّٰهِ قُلْ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ السَّبْعِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ سَيَقُولُونَ لِلّٰهِ قُلْ اَفَلَا تَتَّقُونَ قُلْ مَنْ بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَیْءٍ وَهُوَ يُجٖيرُ وَلَا يُجَارُ عَلَيْهِ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ سَيَقُولُونَ لِلّٰهِ قُلْ فَاَنّٰى تُسْحَرُونَ بَلْ اَتَيْنَاهُمْ بِالْحَقِّ وَاِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ مَا اتَّخَذَ اللّٰهُ مِنْ وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ اِلٰهٍ اِذًا لَذَهَبَ كُلُّ اِلٰهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يَصِفُونَ عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ
“O (Allâh), sizin kulaklarınızı, gözlerinizi ve gönüllerinizi yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz! O (Allâh), sizi yeryüzünde yaratıp türetendir. O’nun huzurunda yeniden diriltileceksiniz. O (Allâh), hem dirilten hem öldürendir. Gece ile gündüzün birbiri ardınca değişmesi (karanlık ve aydınlık zamanlarının yaz ve kışta değişmesi, ya da gece ve gündüzün oluşması faaliyeti) hep O’na aittir. Aklınızı kullanmaz mısınız? Bilakis (akıllarını kullanmayıp), evvelkilerin dediği gibi dediler. (Evvelkiler şöyle) Demişlerdi: “Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduğumuz zaman, gerçekten yeniden diriltilecek miymişiz! Yemin olsun, bu tehdit hem bize hem de bizden önceki atalarımıza yapılmıştır. Dolayısı ile bu, ancak öncekilerin masallarıdır!” De ki: “Bilebiliyorsanız söyleyin: “Yeryüzü ve içindekiler kime aittir?” “Allâh’ındır” diyecekler. “Öyle ise, siz hiç düşünüp öğüt almaz mısınız?” de. (Yine) De ki: “Yedi kat göklerin Rabbi, büyük Arş’ın Rabbi kimdir?” “Allâh’ındır” diyecekler. “Öyle ise, O’na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” de. De ki: “Eğer biliyorsanız söyleyin: Her şeyin hükümranlığı elinde, daima koruyan, ancak kendisi korunmaya asla muhtaç olmayan kimdir?” Onlar (yine), “Allâh’tır!” diyecekler. De ki: “Öyleyse nasıl olup da böyle büyüleniyorsunuz?” Bilakis, biz onlara gerçeği getirdik. Fakat onlar kesinlikle yalancıdırlar. Allâh, kesinlikle evlat edinmemiştir. Ve O’nun ile birlikte herhangi bir ilâh da yoktur. Şayet Allâh ile beraber birtakım ilâhlar olsaydı, mutlak şekilde her ilâh kendi yarattığına hükmeder, bir kısım ilahlar kati olarak diğerlerine galip gelirdi. (Bu çekişme ve savaşlar olmadığına göre Allâh’ın asla bir eşi ya da ortağı yoktur.) Allâh, onların isnat ettiklerinden (ortaklarının bulunması halinden ve bütün noksanlıklardan) münezzehtir. O, gaybı da (kullarının algı ve tasavvurlarının erişemediği şeyleri de), şehadeti de (kulların akıl, duyu, aletler vb. yollarla tanıklık edebildikleri şeyleri de künhüyle) bilir. Bunun içindir ki, müşriklerin Kendisine yakıştırdıkları her türlü eş ve ortaktan mutlak olarak yücedir!” (Müminun, 23/78-92)
Yukarıdaki ayet-i kerimelerde, âhiret inancı olmayan müşriklerin, öldükten, toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra, insanların yeniden diriltilmesi gerçeğini hayretle karşıladıkları resmedilmektedir. Âhiret inancı olmayanların benzer sözleri, Müminun, 23/35; İsrâ,17/49, 98; Sâffât, 37/16, 53; 56/Vâkıa, 56, 47; Nâziât, 79/11; Kıyâme, 75/3 ayet-i kerimelerinde de beyan edilmektedir.
Yine yukarıdaki ayet-i kerîmeler gurubunda, 84-89’uncu ayet-i kerimelerde, âhiret inancı bulunmayan kimselerin, diyalektik metotla bazı sorular ve verilen cevaplar yolu ile ikna edildikleri görülmektedir. Sorular şunlardır:
a) Yeryüzü ve içindekiler kimindir?
b) Yedi göğün, Arş’ın ve bütün evrenin sahibi kimdir?
c) Her şeyi koruyan, kendisi korunmaya muhtaç olmayan kimdir?
Bütün bu sorulara, aklını kullanan bir kimsenin vereceği cevap, “Allâh” olacaktır. Evrenin yaratılışında ve yönetiminde müşahede edilen yüksek hassasiyetteki ince hesap ve dengeler, her şeyin Allâh tarafından yaratıldığını gösterir. Birden çok ilâh anlayışı, beraberinde güç çatışmasını getirir ve biri diğerine üstün gelince de âciz kalanın ilâhlığından söz edilemez (Enbiya, 21/22; İsra, 17/42). Böyle bir çelişki ve mücadelenin ise, evrenin çok yüksek hassasiyetteki dengesini bozacağı açıktır.
Yeryüzünde idari ve maddi anlamdaki güçlü hükümdarların, kendilerinden daha zayıf güçsüz olanları yok etmeye çalıştıkları görünen bir realitedir. Ayet-i kerime, güçlü olanın zayıfı ezme ve yok etme gerçeği ile kıyaslayarak, başka birtakım ilahlar haşa bulunsaydı, ilahlar savaşının gerçekleşmiş olmasının gerekeceğine yönelik açık mantıki bir önerme getirmektedir. Böyle bir husus söz konusu bile olmadığına göre, El-Ehad, El-Vâhid, El-Kahhâr ve Âlimü’l-Ğayb ve’ş-Şehâde Allâh (cc), bütün mükevvenatın yegâne yaratıcısı ve müdebbiridir. Bozulmamış bir akıl ve selim bir kalp, beraberce bu hakikati en yüksek seviyede kabul eder.
Böyle olunca da sahih bir şekilde düşünebilen kimseler, ilk olarak yaratan Yüce Allâh’ın, öldükten sonra insanları yeniden dirilteceğine zihnen yol bulabilecektir.
Ayet-i kerimelerin ana hatları ile özeti ve hulâsası, “bu kadar açık gerçekler karşısında, nasıl oluyor da büyülenmiş gibi, çok tanrıcılık ve inkâr cereyanıyla, küfrün etkisi altında kalıyorsunuz?” şeklindedir.
Bu ayet-i kerimeler gurubu, Yüce Allâh’ın evladının olmadığına çok net şekilde delâlet eden cümleler ile sona ermektedir. Bu açık delaletin bir sebebi, mülk edinme konusunda, bilhassa evlatların dahi, babalarına karşı çekişmelere ve nizalara girmeleri, hatta küskünlüklerin oluşması ve baba-evlat arasında düşmanlıkların tezahür etmesidir.
Bütün akıl sahipleri, bu varlık aleminin sonluluğu ve Yüce Kudretin iradesi ile yeni bir ebedî âlemin yaratılmasının imkânı konusunda icma halindedirler.
Meşhur Eş‘arî kelâmcısı, Şâfiî fakihi ve matematik bilgini Abdülkâhir el-Bağdâdî (v. 429/1037-38), Usûlu’d-Dîn adlı eserinde konuyu şu şekilde ele alır:
“Ashabımız ve ümmetin çoğu, âlemin her bir parçasının ve bütününün fenâ bulacağı görüşündedirler. Alemi yaratan, onu tamamen veya kısmen yok etmeye de kâdirdir. Bu bakış açısı, cisimler için geçerlidir. Her arazın, hudûsündeki ikinci hali sebebi ile yok olması vaciptir (Cevher, her hacmi olan ve yer kaplayandır. Araz ise, cevher ile var olan sıfattır. Mesela renkler, tatlar ve kokular gibi). Bu görüşümüze birkaç fırka karşı çıkmıştır. Bunlardan birincisi, Dehrîlerdir. Cisimlerin kıdemine kail olmuşlar hem hudûsünü hem de ademini muhal görmüşlerdir. İkincisi, Dehrîlerden başka bir gruptur. Bunlar, cisimlerin yanı sıra arazların da ademini muhal kabul etmektedirler. Bunlar ayrıca, arazların cisimlerde birleşik halde olduğunu, arazların bir kısmının cisimlerde zuhur ettiğini, arazlardan zıt olanların o cisimlerde gizli kaldığını iddia etmişlerdir. Bu her iki gurubun sözlerindeki butlanı, âlemin hudûsü bablarında izah etmiştik. Üçüncü grup, İslâma intisap etmiş görünen sapık bir fırkadır. Bunlar, cisimlerin hudûsünü kabul etmekle birlikte, ademini inkâr etmiş, cisimlerin fenaya uğramayacağını, arazların değişmesi ile, bir halden başka bir hale geçeceğini savunmuşlardır. Başka bir ifadeyle onlara göre cisimler yok olmayarak arazların değişmesiyle birlikte. Bu, İbn Râvendî’nin Câhız’dan aktardığı, Kerrâmiye’den bir gurubun da öne sürdüğü bir görüştür. Bunların çoğu, meydana gelen bütün hudûsün, kadîm olup, ondan bir şeyin yok olmasının imkânsızlığını iddia etmişlerdir. Bu bakış açısında, Cenâb-ı Allâh’ın, bir şeyi var ettikten sonra onu yok edemeyeceği inancı bulunmaktadır. Biz ise, cisimlerdeki arazlar gibi, her hudûsü sahih olanın, hudûsünden sonra yokluğunun da sahih olduğunu söylüyoruz. Bu görüşümüze dayanarak, Cennet ve Cehennem’in de yok olacağını sorarlarsa şöyle deriz: Cennet ve Cehennem’in yok olması aklen câizdir. Fakat biz bu ikisinin ebediyetini, haber ve din yoluyla biliyoruz. Ashabımız arazların ebedî olmadıkları görüşünde icma etmişlerdir. Cisimlerin yok oluş keyfiyetleri konusunda ihtilaf edilmiştir. Ebu’l-Hasen el-Eşarî’ye göre, Allâh (cc), cisimlerde bekâ özelliğini yaratmaması ve onda fenâ özelliğini dilemesi sebebi ile yok edecektir. Çünkü Eş’arî’ye göre, bekâ, ancak bekâ özelliği ile mümkündür. Allâh (cc), cisimde bekâ özelliğini yaratmadığı için, cisimlerdeki özellik fâniliktir.”[30]
Eş’arî kelâmcısı, Şâfiî fakihi, aynı zamanda İmam Gazzâlî Hazretlerinin (v. 505/1111) hocası İmamü’l- Haremeyn Ebü’l-Meâli el-Cüveynî de (v. 478/1085), El-İrşâd kitabında, “muvahhidlerin kabul ettikleri” diyerek, “âlem, cevher, araz, ekvân ve cisim” kelimelerinin anlamlarını şu şekilde açmaktadır:
“Hem lügavî hem de şerî açıdan âlem, Allâh Teâlâ ve O’nun (cc) Zâtî sıfatları dışındaki her şeydir. Âlem, cevherlerden ve arazlardan ibarettir. Cevher, her hacmi olan ve yer kaplayandır. Araz, cevher ile var olan sıfattır. Mesela renkler, tatlar, kokular, hayat, mevt, ilimler, iradeler ve kudretler böyledir. Oluşlar (ekvân), hareket, sükûn, bir arada veya ayrı ayrı olmadır. Bunları bir araya getiren özellik, cevheri, bir mekân ya da mekâna benzer bir yer ile sınırlayan şeydir. Cisim, birleşik olandır. İki cevher bir araya geldiğinde cisim olur.”[31]
IX. Âhiret Günü’ne İmanın Aklî Temelleri

Fetih Suresi
A. Hayatın Anlamlandırılması Açısından
Âhirete iman, dünya hayatına anlam kazandıran önemli bir rükündür. Kur’ân-ı Kerîm’de çok sayıda âyet-i kerimenin vurguladığı itikâdî ve ahlâkî mesaj, hayatın yegane kaynağının ilâhî yönü ve insanın öldükten sonra da yeniden diriltileceği hususudur. Allâh (cc), “Hay” ve “Muhyî” güzel isimleri başta olmak üzere, diğer güzel isimleri ile de canlandırma ve yeniden diriltme fiillerinin hakiki fâilidir.
İslâm felsefesini metot, terminoloji ve problemler açısından temellendiren ünlü Türk filozofu Ebû Nasr el-Fârâbî’ye (v. 339/950) göre, erdemli insan, ölüm ile, sadece ölümden sonraki mutluluğun artırılmasına vasıta olan fiilleri çoğaltabilmekten mahrum kalır. Bu sebeple ölümden korkmaz, aksine mutluluğun artırılmasına araç olan iyi eylemleri, daha da artırabilmek için hayatta kalmayı sever.[32]
Fahreddin er-Râzî’ye göre ise, “hayat” konusunun, aklî ve naklî olmak üzere iki yönü vardır. Cenâb-ı Hakkın kullarına verdiği ilk nimet, onlara “hayat” vermesidir. Bunun böyle olduğuna akıl ve nakil delâlet etmektedir.
Aklî delil şudur: Bir şeyin nimet olması için, ondan faydalanılması mümkün olmalıdır. Bir şeyden faydalanmak ise, hayatın varlığıyla mümkündür. Çünkü cansız ve ölü kimsenin herhangi bir şeyden faydalanması imkânsızdır. Böylece, nimetlerin tamamının aslının “hayat” olduğu ortaya çıkar.[33]
Bediüzzaman Hazretleri, “hayat nedir? mahiyeti ve vazifesi nedir?” sorularını, Lem’alar adlı eserinde özlü bir şekilde şöyle cevaplar:
“Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi, en büyük neticesi, en parlak nuru, en latîf mâyesi, süzülmüş bir hulâsası, en mükemmel meyvesi, en yüksek kemâli, en güzel cemâli, en güzel zîneti, sırr-ı vahdeti, râbıta -yı ittihâdı, kemâlâtının menşei, sanat ve mâhiyetçe en hârika bir zîrûhu, en küçük bir mahlûku bir kâinat hükmüne getiren mucizekâr bir hakikatidir. Hem hârika bir sanat -ı ilâhiye, bir nakş-ı sanat -ı rabbaniye, nazik bir cilve-i rahmet -i rahmâniye, şuûnât -ı ilâhiyenin gayet câmi bir aynası, umum duyguların menşei, madeni bir ucûbe-i hilkat -i rabbâniyedir.”[34]
Bediüzzaman Hazretleri, kendisinden on dokuz özelliğini aktardığımız hayatın özelliklerini, aynı eserinde yirmi dokuza kadar çıkarmakta, âhiret hayatı, ibadet, şükür, hamd ve muhabbet unsurları ile irtibatlandırarak, hayatın anlam dairesini biraz daha açmakta ve şöyle demektedir:
“Bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî ’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise; hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.”[35]
B. Vaad (Va’d) ve Vaîd Açısından
Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Âhiret Günü’ne imanın aklî yönünü, “ileride gerçekleştirilecek bir şeye dair söz vermek” anlamındaki “vaad (va’d)” ve “vaîd” terimleri üzerinden temellendirir. Kelâm literatüründe “vaad”, Allâh’ın, emir ve yasaklarına uyan kimseyi mükâfatlandıracağını bildirmesi, “vaîd” ise bunlara uymayanları ve günah işleyenleri ebedî ceza ile uyarmasıdır. “Vaad” kavramı, Kur’an’da yüzü aşkın ayet-i kerimede geçmekte, “müjde” ve “azap” manalarını ifade etmektedir. Altı ayet-i kerimedeki “vaîd” kelimesi ise, “azap” anlamında kullanılmıştır. Mesela bir ayet-i kerimede Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:
لٰكِنِ الَّذٖينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ لَهُمْ غُرَفٌ مِنْ فَوْقِهَا غُرَفٌ مَبْنِيَّةٌ تَجْرٖى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ وَعْدَ اللّٰهِ لَا يُخْلِفُ اللّٰهُ الْمٖيعَادَ
“Fakat, Rablerinden sakınanlar için (Cennet’te) çok katlı olarak inşa edilmiş köşkler vardır. Köşklerin önlerinden de ırmaklar akar. Bu, Allâh’ın vaadidir. Allâh, verdiği sözden asla caymaz.” (Zümer, 39/20)
İmam Mâtürîdî, “vaad (va’d)” ve “vaîd” kelimelerinin anlamları ile ilgili olarak, Kitabu’t-Tevhid’inde şunları söylemektedir:
“Vaad ve vaîd, Allâh’ı tazimi teşvik etme ve O’nu (cc) hafife alma tavrından uzaklaştırma amacına matuftur. Vaad ve vaîd, teşvik ve korkutma amaçlıdır. Çünkü vaad ve vaîd olmasaydı, emre uymanın faydası ve isyanın zararı ortadan kaybolur, yaratılan kimse için davranışında bir fayda olmazdı. İtaatkâr fayda, isyankâr da zarar görmez ise, emir ve yasağın bir anlamı kalmaz. Çünkü emir ve yasak, emreden ve yasaklayanın faydasına değildir [o emre muhatap olanın faydasına veya zararınadır]. Bu yüzden vaad ve vaîd, hikmet açısından gerekli olmuştur. Şu da var ki, emirler ve yasaklar, nefis ile mücadele etmeyi ve onu tabiatının hoşlanmadığı şeyleri yapmaya zorlamayı sağlar. Tabiatın hoşlanmadığı şeyden nefis kaçınır. Dolayısıyla imtihan olunan kimse tabiatı, kendi istediği ve emrolunduğu şeye zorlamaya ve yönlendirmeye, ancak vaat ve vaîd getirmek aracılığı ile yol bulabilir. Hatta imtihan olunan kimse vaad ve vaîdi görürse, arzuları terk etmek kendisi için kolaylaşır ve çetin şeylere tahammül etmek kendisine önemsiz gelir. Sonra, insan yaratılışı gereği, kendisinin akıbetine fayda sağlamayı veya akıbetine gelecek zararı engellemeyi amaçlamayan şeyleri yapmaktan hoşlanmaz. Bu yüzden amellerinin böyle bir amacı olmalıdır. İşte bu da vaad ve vaîdin gereğidir. Bu olmasaydı, Allâh’ın düşmanı ile dostunun sonları aynı olurdu. Onlar ihtiyar ve tercih yönünden farklılaştıkları için, akıbetlerinin de farklı olması gerekir.”[36]
Bediüzzaman Hazretleri de Asâ-yı Musa adlı eserinde, “vaad (va’d)” ve “vaîd” terimlerinin mefhumu muhaliflerinden yola çıkarak şöyle söyler:
“Hulfü’l-vaad ise hem zillet hem tezellüldür. Hiçbir cihetle celâl-i kudsiyetine yanaşamaz. Hulfü’l-vaîd ise yâ aftan, yâ aczden gelir. Hâlbuki küfür, cinâyet-i mutlakadır; affa kabil değil. Kadîr-i mutlak ise, aczden münezzeh ve mukaddestir.”[37]
C. Tam Adaletin Gerçekleştirilmesi Açısından

Âyet el-Kürsî
Âhiretin varlığının aklî ispatlarından birisi de “tam adalet” kavramıdır. Adalet duygusu, insandaki fıtrî özelliklerden biridir. Amerikalı filozof John Rawls’un (ö. 2002) dediği gibi, “düşünce sisteminin en önemli erdemi nasıl gerçeklik ise, toplumsal kurumların ilk erdemi de adalettir.”[38]
İşte, insandaki bu adalet duygusu, iyilerin ve iyiliklerin ödüllendirilmesi, kötülerin ve kötülüklerin de cezalandırılması gereğini şuurlarımıza ihsas eder. Hemen herkesin sıklıkla müşahede ettiği hususlardan birisi, dünya hayatında iyi insanların acıları ile, kötü insanların da cezalarını çekmeden kötülükleri ile beraber bu dünyadan ayrılmalarıdır. Bu durum, dünyada tam adaletin gerçekleşmediğini göstermektedir.
Bu nedenle, tam adaletin yerine getirildiği bir âhiret yurdu olmalıdır. Âhirette iyiler yaptıklarının karşılığını görerek mükafatlandırılacak, kötüler de yapmış oldukları kötülükler nispetinde cezalandırılacaklardır. Böylece tam adalet çemberi tamamlanmış olacaktır. Tam adalet düşüncesi, ebedi âhiret hayatı ve nihai bir yargı inancını aklî açıdan destekleyen çok önemli bir delildir.
Konu ile ilgili olarak, Mâtürîdî kelâmcısı ve Hanefî fakihi Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî (v. 493/1100), Uṣûlü’d-Dîn adlı eserinde şunları söyler:
“Allâh Teâlâ, Hakîm’dir, Âdil’dir. Biz dünyada, Hakîm ve Âdil Allâh’ın razı olmadığı şeyler görüyoruz. Bunlar, bir kısım insanların diğerlerine zulmetmesi, çok kötü islerle meşgul olması gibi şeylerdir. Hakîm ve Âdil Allâh, bunların mülkünde varlığına razı değildir. Dünyada bunları yok etmek de mümkün olmuyor. Öyleyse, mazlumun zalimden hakkını alması ve kötü işlerle meşgul olanların da temizlenmesi ameliyesi ancak âhirette gerçekleşecektir.”[39]
Bediüzzaman Hazretleri, Sözler adlı eserinde, tam adaletin gerçekleştirilmesi ile ilgili olarak şöyle söylemektedir:
“Hakikî adâlet ister ki; şu küçücük insan, şu küçüklüğü nispetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nispetinde mükâfat ve mücazat görsün. Madem, şu fani, geçici dünya; ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır… Elbette Âdil olan o Zât-ı Celîl-i Zülcemâl’in ve Hakîm olan o Zât-ı Cemîl-i Zülcelâl’in daimî bir Cehennem’i ve ebedî bir Cennet’i bulunacaktır.”[40]
Mesnevî-i Nûriye adlı eserinde ise, itaat edenlere mükafatın, isyan edenlere ise mücazatın gerçekleştirileceği zamanın, Âhiret Günü olduğu hususuna şu şekilde temas eder:
“Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücâzât etmezse, saltanatı inhidama yüz çevirir. Ve keza bir sultanın sağında lütuf ve merhamet… Ve solunda kahr ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücâzâtı ister. Mükâfat ve mücâzât menzilleri âhirettir.”[41]
D. Sonsuzluk Düşüncesi Açısından
İlk insan ve ilk Peygamber Adem’den (as) son Elçi Şanlı Nebi’ye (ﷺ) kadar bütün peygamberler (ase), insanın ebed için yaratıldığını haber vermiş, aklı başında bütün filozoflar da bu senfonide yer almışlardır. Söz konusu filozoflardan birisi de önemli etkileri olan İlkçağ Yunan filozofu Aristoteles’tir (ö. MÖ. 322).
Aristoteles’in De Anima (Ruh Üzerine) adlı kitabında, ruhun doğası ve bedenle ilişkisi ile ilgili çeşitli konuları tartışır. Aristoteles’in De Anima’da değindiği ana konular şu şekilde belirlenebilir:
Ruhun doğası ve halleri: Aristoteles, ruhun ne olduğunu ve algılama, düşünme ve arzu gibi çeşitli işlevlerini inceler.
Ruh ve beden arasındaki ilişki: Aristo, ruh ve beden arasındaki bağlantıyı ve bunların birbirleriyle nasıl etkileşime girdiğini araştırır.
Algının doğası: Aristoteles, çevremizdeki dünyayı nasıl algıladığımızı ve bu süreçte duyuların rolünü tartışır.
Düşünce ve aklın doğası: Aristoteles, düşünme sürecini ve kavram ve fikirleri nasıl anladığımızı inceler.
Duyguların ve arzuların rolü: Aristoteles, duygu ve arzuların insan psikolojisindeki rolünü ve davranışlarımızı nasıl etkilediklerini tartışır.
Aristoteles De Anima’da, ruhun ölümsüzlüğü fikrini açık bir şekilde belirtmemekle birlikte, ruhun ölümsüzlüğünü düpedüz reddetmemekte, ruh-beden birlikteliğini savunmaktadır. Başka bir ifadeyle ona göre cisim olmayan ruh, cisimsiz de bulunamaz. İnsan bununla yaşar, hisseder ve düşünür. Bu bakımdan o, madde değil bir çeşit formdur. Göze nazaran görme, baltaya göre kesme ne ise bedene göre ruh odur.
Aristoteles, ruhun bedenin formu olduğuna, aklın (veya ruhun rasyonel kısmının), onu ruhun geri kalanından ayıran özel, ilahi bir karaktere sahip olduğunu belirtmektedir. Aklın ebedi gerçekleri ve kavramları kavrayabileceğini kabul etmekte, bu da onun bir tür ruh-beden ölümsüzlüğünü veya ruhun rasyonel kısmının ebedi olabileceğini kabul ettiğini göstermektedir.[42]
Bediüzzaman Hazretleri, Sözler adlı eserinde, “ruh, katiyen bâkidir” dedikten sonra, ileriki pasajlarda, bu cümlesini şöyle açar:
“Hem hads-i kat’î ile vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkidir. O esas ise, ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle mâruz değil. Çünkü; basittir, vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir… Ruh; zîhayat, zîşuur, nuranî, vücûd-u haricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir… şahs-ı insânînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allâh’ın emriyle, izni ile ve ibkasıyla daima bâkidir… Ruh, Kur’ân’ın nassı ile, (قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى) “De ki, Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsra, 17/85) ferman-ı celîli ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir nâmus-u zihayattır ki, kudret-i ezeliye, ona vücûd-u haricî giydirmiştir… Sıfat-ı irâdenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak kat’îdir.”[43]
E. Ahlâk Açısından
İnsan, Âhirete İman rüknüne içtenlikle inanmadan ahlâkî görevlerini mükemmel bir şekilde yerine getiremez. İnsanları ahlâklı olmaya sevk eden yegane unsur, Allâh’a (cc) ve Âhiret Günü’ne samimi bir inançtır. Kant’a göre iman, pratik aklın zorunlu gördüğü ahlâk ilkelerini yerine getirmeyi kolaylaştırmaktadır. Şöyle söylüyor:
“Ahlâkî inançta durum oldukça farklıdır. Çünkü burada bir şeyin olması, yani her noktada ahlâk yasasına uymam gerektiğine dair mutlak bir zorunluluk vardır. Burada amaç, kaçınılmaz olarak tespit edilmiştir ve tüm içgörülerime göre, bu amacın, tüm amaçların bütünlüğü ile tutarlı olması ve bu nedenle pratik geçerliliğe sahip olması için, yalnızca tek bir koşula sahibim, yani bir Tanrı ve bir Âhiret hayatı var.
Ahlâk yasası altında, aynı amaç birliğine götüren diğer koşulları, başka hiç kimsenin bilmediğini de kesinlikle biliyorum. Ama ahlâkî kural, böylece aynı anda benim düsturum olduğu için (aslında aklın buyurduğu gibi), kaçınılmaz olarak Tanrı’nın varlığına ve âhiret hayatına inanmaktayım. Ve eminim ki hiçbir şey bu inancımı sarsamayacaktır. Çünkü bu, kendi gözümde iğrenç olmadan vazgeçemeyeceğim ahlâkî ilkelerimi alt üst ederdi.”[44]
Bediüzzaman’a göre de,“bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melâike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezâlik, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zât, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cemeden bir zât, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır? Hülâsa: Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) kendi kendine güneş gibi bir burhandır.
Nev-i beşerin ahvâline dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücûd veren, tekliftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir.”[45]
X. Bazı Batılı Filozoflarda Âhiret Günü’ne İman Düşüncesi

“Kâf. O çok şerefli Kur’ân’a yemîn ederim ki…”
(Kâf, 50/1)
Âhiret Günü’ne iman konusu öncelikle dinî ve aklî, ancak aynı zamanda felsefî bir alandır. Genel olarak, doğuştan gelen ölümsüzlük ve sonsuz yaşam arzumuzun ölümden sonraki yaşamın varlığına işaret ettiği fikri, felsefe tarihinde yinelenen bir tema olmuştur ve birçok önemli filozof tarafından savunulmuştur.
Ruhun ölümsüzlüğünü dolayısı ile Âhiret Günü’nün zorunluluğunu savunan önemli Batılı filozoflardan bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz.
A. Platon
Platon (ö. MÖ. 347), iç içe geçmiş iki diyalogdan oluşan ünlü eseri Phaidon’un, büyük kısmını oluşturan ana diyalogda, ruhun ölümsüzlüğünü ve sonsuz yaşam arzumuzun, ruhun sonsuz doğasının bir kanıtı olduğunu ayrıntılandırmaya çalışır. Platon, ruhun ölümsüzlüğünü ispat etmek için üç delil ileri sürmüştür. Bunlar, zıtların uyumu, ruhun ölümsüzlüğü ve ruhun formlara benzemesi delilleridir. Platon’a göre, ruha gösterilecek özen ve gözetim, sadece bu dünya için değil aynı zamanda Âhiret Günü için de önemlidir. Platon, ölümden yeniden dirilişe bir dönüş olduğunu, iyi ruhları mutlu, kötü ruhları da üzüntülü bir sonun beklediğini kabul eder.
Platon, ruhun insanoğlunun en önemli yönü, bilginin ve erdemin kaynağı olduğunu kabul eder. Bedenin geçici, çürümeye ve ölüme tabi olduğunu, ancak ruhun ebedi ve değişmediğini savunur. Platon’a göre ruh bedenden ayrıdır ve ondan bağımsızdır. Beden doğuma, büyümeye, çürümeye ve ölüme maruz kalırken, ruh farklıdır. Ruh saf ve değişmezdir, beden doğmadan önce ve öldükten sonra da varlığı devam eder.
Platon, ruhun, formlar veya fikirler olarak adlandırdığı daha yüksek bir gerçeklik alanına bağlı olduğunu düşünmektedir. Ruh, bu formları akıl ve tefekkür yoluyla kavrayabilmekte, formların bu bilgisi, insanın gerçek bilgeliğe ve erdeme ulaşmasını sağlayan unsur olmaktadır.
Platon, ruhun ölümsüzlüğünü vurgularken, ruhu geliştirmenin ve onu âhirete hazırlamanın önemini vurgulamaktadır. Erdemli bir hayat yaşayarak ve formlar hakkında bilgi arayarak, insanların ilahi olanla uyum durumuna ulaşabileceklerini savunur.[46]
B. Aurelius Augustinus
Aurelius Augustinus (ö. 430), Tanrı Devleti adlı eserinde, ölümsüzlük ve sonsuz yaşam arzumuzun, bir âhiret hayatının varlığının kanıtı olduğunu savunur. Augustine, bu hayatta tam olarak gerçekleştirilemeyen mutluluk ve doyum arzumuzun, bu dünyanın ötesinde daha yüksek bir gerçekliğin varlığına işaret ettiğini ileri sürer.
Augustine, bu çalışmasında âhiretin varlığına işaret eden çeşitli argümanlar ve kanıtlar sunar. Ana noktalardan bazıları şu şekilde görülebilir:
İnsan ruhu: Augustine, insan ruhunun ebedi ve ölümsüz olduğunu ve fiziksel bedenin ölümünden sonra da var olmaya devam ettiğini savunur. Ruhun bedenden ayrı olduğuna ve ölümden etkilenmediğine inanır.
Tanrı’nın varlığı: Augustine, Tanrı’nın varlığının, ölümden sonraki yaşamın varlığını gerektirdiğini savunur. Tanrı’nın dünyayı ve içindeki her şeyi yarattığına, fiziksel dünyanın ötesinde, insan yaşamı için bir amacın olduğuna inanır.
İnsan arzusunun doğası: Augustine, insanoğlunun bu hayatın ötesindeki değerler için doğuştan gelen bir arzusu olduğunu savunur. Bu da bir ölümden sonraki hayatın varlığını ima eder. Bu arzunun, ruhun Allâh’a ve O’nunla bir olma arzusunun getirdiği sonsuz yaşama olan özleminden kaynaklandığına inanır.
Kötülüğün varlığı: Augustine, sadece bu hayata ait değerlerin, dünyadaki kötülüklerin ve ıstırapların varlığını tam olarak açıklayamayacağını savunur. Bu hayattan sonra, iyilerin ödüllendirildiği, kötülerin ise cezalandırıldığı bir adaletin gerçekleşmesi gerektiğini öne sürer.
Kutsal Yazıların Tanıklığı: Augustine, öbür dünyanın varlığını desteklemek için Kutsal Metinlerin tanıklığından da yararlanır. İncil’in, insanların Tanrı’nın suretinde yaratıldığını ve sonsuz bir kaderleri olduğunu öğrettiğine inanır.
Genel olarak, Augustine’in, âhiret hayatının varlığına ilişkin argümanı, felsefi, teolojik ve kutsal metinlere dayalı delillerin bir kombinasyonu halindedir.[47]
C. René Descartes
Fransız filozof René Descartes (ö. 1650), ruhun ölümsüzlüğü konusunda görüşlere sahiptir. Descartes, felsefi eserlerinde ruhun bedenden ayrı, maddi olmayan bir varlık olduğunu savunur. Ayrıca ruhun ölümsüz olduğunu ve ölümden sonra hayatta kaldığını iddia eder.
Descartes’ın ruhun ölümsüzlüğüne ilişkin görüşleri, “İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler”[48], “Felsefenin İlkeleri”[49] ve “Ruhun İhtirasları”[50] gibi birçok eserinde bulunmakla birlikte, ruhun ölümsüzlüğüne ilişkin en kapsamlı incelemesi, “İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar”da yer alır. Bu çalışmasında Descartes, şüphe edilebilecek her şeyden şüphe ederek sağlam bir bilgi temeli oluşturmaya çalışmış, felsefeye sistematik ve metodik bir yaklaşım sergilemiştir.
Descartes’ın ruhun ölümsüzlüğüne ilişkin argümanı, zihin ve bedeni ayrı varlıklar olarak algılamasına dayanmaktadır. Ruhun, uzamlı bir varlık olan bedenden farklı, dolayısı ile uzamsız bir varlık olduğunu iddia eder. Descartes’a göre zihin veya ruh, bedeni yöneten doğa yasalarına tabi olmadığı için ölümsüzdür.
İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar’ında Descartes, ruhun düşünen bir şey olduğu için ölümsüz olduğunu ve düşünme yeteneğinin ruhun temel bir özelliği olduğunu savunur. Beden ölse bile ruhun var olması için bedene bağımlı olmadığı için varlığını sürdürdüğünü kabul eder.
İkinci meditasyonda Descartes, bedeninin ve maddi dünyanın varlığından şüphe edebileceğini, ancak zihninin veya ruhunun varlığından şüphe edemeyeceğini iddia eder. Aklın bedenden ayrı, düşünen bir töz olduğunu ve ondan bağımsız olarak var olabileceğini kabul eder.
Altıncı meditasyonda Descartes, ruhun bedenle aynı sınırlamalara tabi olmayan, düşünen ve ölümsüz bir töz olduğunu savunarak, ruhun ölümsüzlüğü sonucuna ulaşır. Ayrıca ruhun Tanrı hakkındaki bilgisinin, ruhun ölümsüzlüğünün vesilesi olarak görür.
D. Blaise Pascal
Blaise Pascal (ö. 1662), ünlü Pascal’ın Bahsi’nde, doğuştan gelen mutluluk ve doyum arzumuzun, ancak Tanrı’ya ve öbür dünyaya inançla tamamen tatmin edilebileceğini savunur. Pascal’a göre, sonsuz yaşam arzumuz, bize arzularımızın nihai olarak yerine getirilmesini sağlayabilecek bir öbür dünyanın varlığının kanıtıdır.
Blaise Pascal’ın bu ünlü argümanı, bireylerin Tanrı’nın ve âhiretin varlığına bahse girmelerini ister. Pascal, Tanrı’ya ve Âhiret Günü’ne inanmayı seçersek ve onların var olduğu ortaya çıkarsa, sonsuz mutluluk ve doyum elde edebileceğimizi kabul eder. Aksine, eğer Tanrı’ya ve öbür dünyaya inanmamayı seçersek ve onlar gerçekten varlarsa, sonsuz mutluluğun ve doyumun kaybedileceğini ihtar eder. Bu nedenle Pascal, Tanrı’ya ve Âhiret Günü’ne inanmanın daha rasyonel olduğunu, böyle bir kabulün faydalarının, potansiyel zararlardan daha ağır bastığını öne sürer.
Ancak şurasını net bir şekilde ifade etmeliyiz ki, Pascal’a atfedilen bu argümanın asıl sahibi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm, Hud, 11/28, 63, 88; Fâtır, 35/40; Fussilet, 41/52; Ahkâf, 46/4, 10; Mülk, 67/28’inci ayet-i kerimelerinde, “Ne dersiniz?…” soru formu ile, bilhassa müşrik ve münkir muhataplarını, “ya, ya da…” seviyesinde ana maksatlarını kabule davet eder. Buradaki vurgu, iman rükünlerinin hem sonsuz faydaları hem de en yalın bir şekilde gerçekleri içerdiğini göstermektir.
Pascal’a göre dünyevi arzularımız ancak kısmen tatmin edilebilir. Ona göre bu hayatta elde edebileceğimiz mutluluk ve tatmin miktarının bir sınırı vardır. Bununla birlikte, sonsuz yaşam için doğuştan gelen arzumuz, bize arzularımızın nihai olarak yerine getirilmesini sağlayabilecek bir ölümden sonra yaşam olması gerektiğini düşündürür.[51]
E. John Locke
John Locke (ö. 1704), An Essay Concerning Human Understanding (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme) adlı kitabında, kişisel kimlik kavramını ve bunun ölümden sonraki yaşamla ilişkisini tartışır. Bu çalışmasında Locke, kişisel kimliğin bilinç ve hafızanın zaman içindeki sürekliliğinden oluştuğunu, kişisel kimliğin fiziksel bedene indirgenemeyeceğini, bunun yerine psikolojik sürekliliğe dayandığını öne sürer. Locke’a göre, zihnin farklı halleri arasında bir bilinç ve hafıza sürekliliği olduğu sürece, zaman içinde varlığını sürdüren tek bir kişi veya kişisel kimlik olduğunu söylenebilir.
Locke, kişisel kimlik fikrini ve bunun ölümden sonraki yaşamla ilişkisini tartışırken, kişisel kimliğin fiziksel bedene indirgenemez olması halinde, beden öldükten sonra da var olmaya devam etmesi gerektiğini savunur. Lock’a göre kişisel kimlik sadece fiziksel bedene bağlı olsaydı, kişisel kimliğin var olmaya devam edebileceği bir ölümden sonraki hayatı tasavvur etmemiz mümkün olmazdı.
Locke’un bu argümanı, kişisel kimliğin fiziksel bedenin bir özelliği değil, zihnin veya bilincin bir özelliği olduğu fikrine dayanmaktadır. Şayet kişisel kimlik, fiziksel bedenden bağımsız olarak varlığını sürdürebiliyorsa, ölümden sonra da bir şekilde varlığını sürdürmesi gerekmektedir. Bu argüman, zamanla devam eden ve fiziksel bedene indirgenemeyen kişisel bir kimliğin varlığının, bu kimliğin ölümden sonra da var olmaya devam edebileceği bir âhiret hayatının varlığını ima eder.[52]
F. Immanuel Kant
Immanuel Kant (ö. 1804), ölümden sonraki yaşam fikrini Critique of Practical Reason (Pratik Aklın Eleştirisi) ve Critique of Judgement (Yargı Yetisinin Eleştirisi) gibi birçok çalışmasında tartışır. Bu çalışmalarında Kant, ahlâkın taleplerini yaşadığımız dünyanın kusurlarıyla uzlaştırmak için, öbür dünyanın varlığının gerekli olduğunu savunur.
Kant’ın argümanı, ahlâkın, bu dünyada her zaman mevcut olmayan nihai adaletin varlığını gerektirdiği fikrine dayanmaktadır. Kant’a göre, mutluluk ve ahlâki erdem arasındaki mükemmel uyum olarak tanımladığı en yüksek iyinin peşinden gitmek için, ahlâkî bir yükümlülüğümüz bulunmaktadır. Bununla birlikte, bu dünyada, nihai adalet fikriyle çelişiyor gibi görünen, kötülerin refah içerisinde yaşamaları, erdemlilerin ise acı çektikleri sık sık görülen hallerdendir.
Kant, bu bariz çelişkiyi uzlaştırmak için öbür dünyanın varlığının gerekli olduğunu savunur. Öbür dünyada nihai adaletin sağlanacağını ve kötülerin cezalandırılırken, erdemlilerin ödüllendirileceğini kabul eder. Bu nedenle, nihai adaletin gerçekleşmesini gerektiren en yüksek iyinin peşinden gitme konusundaki ahlaki yükümlülüğümüzü yerine getirmek için, ölümden sonraki yaşamın varlığının gerekli olduğunu kabul eder.
Kant’a göre, ahlâkî tutum, teorik akılla çatıştığında ve ahlâk nesnesinin olanaklılığının kanıtlanması talebini tatmin edemediğinde, tüm istikrarını kaybeder ve pratik buyruklar ile teorik şüpheler arasında gidip gelir. İnançsız olmak, tanıklığa güvenmeme düsturuna bağlı kalmaktır. Ancak gerçekliklerinin teorik bir temeli olmadığı için, akıl fikirlerinin tüm geçerliliğini reddeden bir kişi inançsızdır. Bu nedenle, böyle bir kişi dogmatik olarak yargılar. Ancak dogmatik inançsızlık, zihnin tutumunu yöneten ahlâkî bir düsturla yan yana duramaz. Çünkü akıl, beynin kurgusundan başka bir şey olmadığı kabul edilen bir amacın peşinden gitmeyi emredemez.
Kant’ın öbür dünyanın varlığına ilişkin argümanı ampirik kanıtlara değil, daha çok pratik akla dayanmaktadır. Öbür dünyanın varlığının, ahlaki yükümlülüklerimizi yerine getirmek için gerekli olan pratik aklın gerekli bir varsayımı olduğunu savunur.[53]
G. Clive Staples Lewis
Clive Staples Lewis (ö. 1963), Özde Hristiyanlık adlı çalışmasında, çeşitli akıl yürütmelere dayanarak Âhiret Günü’nün varlığını kabul eder.
İlk olarak Lewis, insanda doğuştan var olan evrensel bir adalet ve ahlak duygusu olduğunu iddia eder. Bu adalet ve ahlâk anlayışının, yalnızca natüralist izahlar ile aydınlatılamayacağını, bunun yerine daha yüksek bir güce dayanan aşkın bir ahlâkî yasanın varlığına işaret ettiğini savunur. Lewis’e göre bu üstün güç, evrenin ve içindeki her şeyin yaratılmasını irade buyuran Tanrı’dır.
İkinci olarak Lewis, insanın doğuştan gelen bir sonsuzluk arzusuna sahip olduğunu savunur. Bu arzuyu, dünyada hiçbir deneyimin tatmin edemeyeceği bir şeye duyulan özlem olarak tanımlar. Lewis’e göre bu özlem, ölümden sonraki yaşamın varlığının kanıtıdır. Ölümden sonra yaşam yoksa, doğuştan gelen bu sonsuzluk arzusunun doğanın acımasız ve anlamsız bir oyunu olacağını, sonsuz yaşam arzumuzun, tüm tatmin ve mutluluğun kaynağı olan Tanrı’ya duyduğumuz özlemin bir işareti olduğunu öne sürer.
Üçüncü olarak Lewis, bilincin, özgür iradenin ve kişisel kimliğin varlığının, ölümden sonraki yaşamın varlığının kanıtı olduğunu öne sürer. Bilincin, basitçe fiziksel beynin bir ürünü olması durumunda, özgür iradenin veya kişisel kimliğin varlığını açıklamanın imkânsız olacağını kabul eder. Lewis, bilincin, öbür dünyanın varlığının kanıtı olduğuna inanır ve fiziksel dünyanın ötesinde bir şeye dayanması gerektiğini öne sürer.
Genel olarak Lewis, bu üç akıl yürütme dizisinin birleşiminin, ölümden sonraki yaşamın varlığına dair güçlü kanıtlar sağladığını düşünür.[54]
Âhiret Günü’ne imana yönelik felsefi argümanların, Âhiret Günü’nün varlığına yönelik inanç için rasyonel bir temel oluşturduğunu görmek önemlidir. Çünkü nihayetinde Âhiret Günü’ne iman, rasyonel tartışmanın da ötesine geçen ve kökleri semavi bütün dinlerin getirdiği ve İslam ile kristalize olan bir iman konusudur.
XI. Âhiret Günü’ne İnanmanın Faydaları

El-Esmâü’l-Hüsnâ
Âhiret Günü’ne imanın hem manevî hem de psikolojik olarak, pek çok açıdan kişisel ve toplumsal faydalar sağladığı çok nettir. Şimdi, Âhiret Günü’ne imanın, bazı faydaları üzerinde biraz durmak istiyoruz.
A. Âhiret Günü’ne İnanmanın Başlıca Bireysel Faydaları
1. Hayatın Anlamı ve Amaçlar Açısından: Âhirete inanç, bireylerde, hayata dair yüksek bir anlam ve amaç duygusu oluşturur. Bu hayatta yapılan iyi ve güzel amellerin, âhirette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelmeyecek bir tarzda muhteşem bir şekilde mükafatlandırılacağına olan iman, bireyleri ve bilhassa da gençleri, iyi ve güzel işler yapmaya, arkalarından hayırlarla yad edilecek anlamlı hayatlar yaşamaya motive eder.
2. Kalp İtminanı ve Umut Açısından: Âhirete Günü’ne olan iman, özellikle zorlu zamanlarda, maddi ve manevî kayıp anlarında, insan kalbinin olumsuzluklardan en az bir şekilde etkilenmesine, zor zamanların daha kolaylıkla atlatılmasına, geleceğe dair iyimse bir bakış açısının kaybolmamasına yardım eder. Bilhassa, vefat edenlerin ebedi mutluluğa ulaşacakları düşüncesi, bireylerin sevdiklerini kaybetmeleri karşısında ve hayatın zorluklarıyla başa çıkmalarında en önemli tutunma dalıdır.
3. Adalet ve Hesap Verebilirlik Açısından: Âhiret Günü’ne iman, bireylerde adalet fikrinin gelişmesine, sorumluluk duygusunun kökleşmesine katkı sağlar. Âhirette hesap ve mizan inancı, herkesin en teferruatlı bir şekilde yaptıklarından sorumlu tutulacağı düşüncesi, bireylerde hakkaniyet duygusunun gelişmesine, adil davranış kurallarının ehemmiyetinin kavranmasına katkı verir.
4. Ahlâkî Yön Göstericilik Açısından: Âhirete iman, bireyler için, güzel ahlâka ait unsurların yerleşmesinde, kötü ahlâka ait unsurların da yok edilmesinde bir pusula hizmeti verir. Bütün eylemlerimizin en ince şekilde Kudret-i Kâhira tarafından yargılanacağına olan iman, bireylerin ahlâkî ve etik normlara azami şekilde riayet etmelerinde çok güçlü bir saik ve motivasyon unsurudur.
5. Aşkın Kudret ile Bağlantı Açısından: Âhiret Günü’ne iman, âlem-i nâsut’tan azamet ve kudret, esmâ ve sıfât, melekut âlemleri arasında güçlü bir bağlantının oluşmasına, bireylerin kalp, ruh ve akıl latifelerinin ulvî alemler ile bağlantısını sağlar. Böylece, daha dünyada iken hayatın daha yüksek amaçları olduğuna dair oluşturulan kati inanç, maneviyat duygusunun gelişmesini ve zenginleşmesini, daha önemli ve sonsuz bir hayat ile güçlü bir bağlantı kurulabilmesini temin eder.
Âhiret Günü’ne iman, aynı zamanda toplumsal faydalar da sağlar.
B. Âhiret Günü’ne İmanın Başlıca Toplumsal Faydaları
1. Sosyal Uyumun Gelişmesi
Âhiret Günü’ne iman, müminlerin bir araya gelmelerine, cemaat ve cemiyet algısının zengin bir şekilde yaşanmasına, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin sevdiği topluluklara lütfettiği şefkat ve merhamet duygularının doruk noktalarda yaşanmasına vesile olur. Bu durum, bireylerin ibadetlerini daha şuurlu bir şekilde ifa etmelerine, dini vecibelerini yüksek bir gönüllülük şuuru ile toplu halde gerçekleştirmelerine yardımcı olur.
2. Yüksek Ahlâkî Standartların Gelişmesi
Âhiret Günü’ne iman, toplumsal hayatın çok geniş bir bölümünde, güzel ahlâka ait norm ve standartların yerleşmesine, kötü ve çirkin ahlâka ait unsurların da daha neşet halinde iken yerlerinden sökülüp atılmalarını kolaylaştırır. Her bir ferdin, yaptıklarından ince bir şekilde hesaba çekileceğini gönülden kabulü, söz konusu toplumun da meta etik normlar çerçevesinde hareket etmeleri anlamına gelir.
3. Sosyal Adaletin Tesisi
Âhiret Günü’ne iman, bu rüknü kabul eden toplumlarda sosyal adaletin gelişmesine sebep olur. Bu iman rüknünün hayat bulduğu bir toplumda, varlıklı insanlar, fakir ve muhtaç kimselere yardıma koşar, empati duygusu gelişir. Bireylerinde Âhiret Günü’ne imanın geliştiği, sosyal hayatın yekpare canlı bir organizmaya dönüştüğü, “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” duygusunun içselleştirildiği toplumlarda, hakkaniyet ve adalet duyguları daha yüksek seviyede gerçekleşir.
4. Hayırseverlik ve Faydalı Olma
Âhiret Günü’ne inanç, muhtaç durumdaki kimseler için hayırseverliği, mağduriyet yaşayanlara faydalı olmayı teşvik eder. İnsanlara faydalı olmanın en hayırlı insan olma anlamına geldiğini içtenlikle kabul eden bireylerin olduğu bir toplumda, hayırseverlik ve faydalılık düşüncesi, söz konusu toplumun teâlî ve terakkisini netice verir. İyi amellerin âhirette kat be kat ödüllendirileceğine iman eden bireyler, netice itibarı ile toplumlarını daha bir yükseğe taşımış olur.
5. Merhamet ve Empati
Âhiret Günü’ne inanç, toplumsal şefkat ve empatiyi teşvik eder. Âhirette herkesin yargılanacağına olan inanç, o toplumlarda, başkalarına karşı bir şefkat ve empati duygusu meydana getirir.
Âhiret Günü’ne veya âhirete iman, Allâh’a (cc) iman ile birlikte gelen temel bir iman rüknüdür. Âhiret Günü, bu dünya hayatının ötesinde, kişilerin hayatları boyunca yapmış oldukları fiillere göre yargılanıp ebedi bir şekilde Cennet ile ödüllendirilecekleri veya (hafazanAllâh ve iyyâküm) ebedi bir Cehennem cezası ile karşılaşacakları “Sonraki Hayat” kavramını ifade eder. Dolayısıyla âhirete inanmama, aynı zamanda Allâh’a (cc) inanmama ya da O’nu (cc) inkâr etme anlamına geldiğinden, imanda çok önemli bir ihlal ve dinin bütünüyle inkârı anlamına gelmektedir.
C. Âhiret Günü’ne İnanmamanın Doğurabileceği Bazı Olumsuz Sonuçlar
Âhirete inanmamanın doğurabileceği bazı olumsuz sonuçları şu şekilde görebiliriz:
1. Kötü Ahlâk
Âhiret Günü’ne inanmayan bireylerde, sorumsuzluk had safhaya ulaşır. Bu durumun tabi bir neticesi olarak da söz konusu bireylerde kötü ahlâk boy atmaya başlar. Âhiret inancını reddeden kişiler, sosyal hayattan dışlanır, sapkın görüşleri sebebi ile çevresinde istenmeyen bir kimse haline gelir.
2. Ahlâkî Yozlaşma
Âhiret Günü’ne inanmayan, dolayısı ile Yüce Kudret’e hesap vereceği inancı taşımayan kimseler, ahlâkî yozlaşmanın ve maneviyatsızlığın baş müsebbipleri olurlar. Hatta bu kimseler, ahlâkî yozlaşmaları ve inançsız tavırları ile, toplumlarda kötülük üreten bataklıklar haline gelirler.
3. Ölüm Korkusunun Ürettiği Zihinsel Komplikasyonlar
Âhiret Günü’ne iman, bilhassa müminler için bir rahatlık ve umut duygusu sağlarken, Âhiret Günü’ne inanmama, kişilerin ruh sağlıklarını ve esenliklerini negatif bir şekilde etkiler. Bilhassa ölüm korkusu, söz konusu inançsız bireylerde, zihinsel ve ruhsal travmalar yaşamalarına, ölüm korkusundan kaynaklanan dengesiz davranışlar üretmelerine neden olur.
4. Ahlâkî Rehberlik Yoksunluğu
Âhiret Günü’ne iman, müminlerin hayatlarını bu çok önemli iman rüknüne göre yaşamaları için ahlâkî bir çerçeve sağlarken, bu inancı reddeden kimseler, kendilerini manen kaybolmuş, iyi, doğru ve güzele yönelik rehberlikten mahrum kalmış olurlar. Bu hal, söz konusu kimselerde, ahlâk konusunda yerleşik kuralları ve değerleri kabul etmeyen nihilist bir hayat yaşamalarına sebep olur.
Sonuç

“Size doğru yolu gösterdiğinden dolayı, Allâh (kendisini) yüceltmenizi istemektedir.”
(Bakara, 2/185)
Başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere, bütün mukaddes ve semâvî kitaplar ve suhuflar, Âhiret Günü’ne iman rüknünü, Allâh’a (cc) iman rüknüne bağlamış, diğer bütün iman rükünleri de bu her iki iman rüknünün şahitleri ve şarihleri olmuşlardır.
Toplumsal açıdan insanlar, bütünüyle Allâh’a (cc) ve Âhiret Günü’ne imandan mahrum bir şekilde hayat sürdürmemişlerdir. İlkel kabilelerde dahi, Allâh’a (cc) iman ve ölüm ötesi tasavvuru yer almış, ruhun ölümsüzlüğüne inanılmıştır. Bütün semavi dinlerde ise Âhiret Günü’ne iman temel bir norm olmuştur.
Yüce Allâh’ın sonsuz hikmeti ve aşkın adâleti gereği, insanlar ve diğer canlılar yeniden diriltilecek, iyiler iyiliklerinin, kötüler de kötülüklerinin karşılığını görmek üzere Allâh’a (cc) döndürüleceklerdir. Bu zorunlu bir durumdur. Zorunluluk, Yüce Allâh’ın vaad ve vaîdi, özellikle insanları haşir ve neşir için, Yüce Zât’ına rahmeti, şefkat göstermeyi ve lütufta bulunmayı değişmez bir prensip / ilke edinmesi sebebiyledir (Enam, 6/12).
(لَا يُسْـَٔلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْـَٔلُونَ) “Allâh, yaptığından sorumlu olmaz, kullar ise sorumludurlar” (Enbiya, 21/23) nass-ı kerimi gereği, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri için hiçbir zorunluluk yoktur. Ancak Allâh Teâlâ, iyilerin iyiliklerinin karşılığını vermeyi kendisi üzerine sadece prensip / ilke yapmamış, aynı zamanda Cennet vaadini kendisi için bir zorunluluk yapmıştır. Bu zorunluluğu şu ayet-i kerimede beyan buyurmaktadır:
(لَهُمْ فٖيهَا مَا يَشَاؤُنَ خَالِدٖينَ كَانَ عَلٰى رَبِّكَ وَعْدًا مَسْؤُلًا) “(Cennet’te) Ebedi kalacaklar. Onlar için ne isterlerse var. Bu (Cennet ile ilgili) vaadi yerine getirme, Rabbinin sorumluluğundadır (zorunlu bir durumdur).” (Furkan, 25/16)
Bu vaad yerine getirilmesi gerekli bir vaaddir. Talep edilmese dahi böyledir. Tıpkı bir borç gibidir. Ayrıca bu sözün yerine getirilmesini, Melekler de talep edeceklerdir. Bunun delili de Yüce Allâh’ın, Arş’ını taşıyan ve onun çevresinde bulunanlar meleklerin söyleyeceklerini naklettiği şu kelamıdır: (رَبَّنَا وَاَدْخِلْهُمْ جَنَّاتِ عَدْنٍ الَّتٖى وَعَدْتَهُمْ) “Ey Rabbimiz! Onları, söz vermiş olduğun Adn Cennetlerine koy…” (Mümin, 40/8) Ayrıca, Kur’ân-ı Kerîm’de akıl sahiplerinin yaptıkları dua olarak beyan edilen şu cümlelerde de İlâhî sözün yerine getirilmesini talep etme hali bulunmaktadır: (رَبَّنَا وَاٰتِنَا مَا وَعَدْتَنَا عَلٰى رُسُلِكَ وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمٖيعَادَ) “Ey Rabbimiz! Elçilerin aracılığıyla bize vaad ettiklerini ver. Kıyamet günü bizi rezil etme. Çünkü Sen, verdiğin sözden caymazsın.” (Ali İmran, 3/194) Yüce Allâh, müminlere amellerinin karşılığını Cennet olarak vaad etmiştir. Müminler de Yüce Allâh’ın bu vaadini ondan istemek durumundadırlar.
Dünyeviliğin ve maddeye taparcasına bağlanmanın bireylerde ve toplumlarda meydana getirdiği tahribata karşı, zihinlerde sahih bir âhiret tasavvurunun oluşturulması gereği açıktır. Bu açıdan, en temel iman esaslarından biri olan Âhiret Günü’ne iman konusunun, bilhassa genç nesillerin şüphelerinin izalesi için, yeni bir bakış açısıyla tekrar gündeme getirilmesi önemlidir.
İnsanlardaki temel sorumluluk, Yüce Allâh’ın lütfettiği akıl, irade, kalp, ruh ve vicdan donanımları ile dünya hayatını doğru bir şekilde değerlendirmesi ve anlamlandırması, ortaya koyacağı iyi ya da kötü yöndeki amellerinin bütün ayrıntıları ile hesabının tutulacağını anlamasıdır. Bu inancı kendisine rehber yapan bir zihin, daimi bir kontrol altında bulunduğunu, ölümün bir son değil, mükafat ya da mücazata dayalı ebedi hayatın başlangıcı olduğunu içselleştirecek ve ona göre davranacaktır.
اللهمّ أحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي الأُمُورِ كُلِّهَا، وَأجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الآخِرَةِ وَصَلَّى اللهُ عَلَى رَسُولِهِ وَالأَئِمَّةِ المَيامِينَ مِنْ آلِهِ وَسَلَّمَ تَسْلِيْمَاً كَثِيْرَاً
“Allâhım, bütün işlerde akıbetimizi güzel kıl. Bizleri dünyada aşağılanmaktan, âhirette de azaptan koru.”[55] Allah’ın rahmeti ve sonsuz selamı, Şanlı Elçisine ve âlinden gelen uğurlu imamlara olsun.
Not: Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine sonsuz hamdlerimizle belirtiriz ki, tevafuklar lütfetti.
[1] Sir Wallis Budge, Egyptian Ideas of The Future Life, Blackmask Online-2002.
[2] Siegfried Morenz, Egyptian Religion, (Translated by, Ann E. Keep), New York-1973.
[3] Tevrat, Daniel 12:2.
[4] Tevrat, Daniel 12:13.
[5] Tevrat, Eyüp 19:25-26.
[6] Tevrat, Yaratılış, 37:35, 42:38, 44:29, 44:31.
[7] İncil, Yuhanna 14:2-3.
[8] İncil, 1. Korintliler 15:42-44.
[9] İncil, Vahiy 21:1-4.
[10] Tirmizi, Zühd, 2308.
[11] Buhari, Tevhid, 7437; Müslim, İman, 182.
[12] Müslim, İman, 183.
[13] Bediüzzaman, Şuâlar.
[14] Ahmed eş-Şehristânî, El-Milel ve’n-Niḥal, 2/289-358, (Tahk. A. Fehmi), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-1992.
[15] Ebu Hâmid el-Gazzâlî, Faysalü’t-Tefrika beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka, ss. 38-39, (Tahk. Hoca Mustafa), Ed-Dâru’l-Beyzâ-1983.
[16] Fahrüddîn er-Râzî, Et-Tefsîrü’l-Kebîr, 8/205-208, Dâru’l-Fikr-1981.
[17] Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, El-Câmiʿ li-Aḥkâmi’l-Ḳurʾân, (Tahk. A. Muhsin et-Türkî), 6/428, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-2006.
[18] Ebü’l-Hasen el-Vâhidî, Esbâbü’n-Nüzûl, s. 296, Dârü’l-Meyman, Riyad-2005.
[19] Ebü’l-Kâsım İbn Asâkir, Târîḫu Medîneti Dımaşḳ, 43/400-401, Dâru’l-Fikr, Beyrut-1996.
[20] Tirmizi, Sefer, 616; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/251.
[21] Taberani, Mu’cemu’l-Kebîr, 7658.
[22] Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Ḳur’ân, 2/247, (Tahk. A. Vanlıoğlu), Mizan Yayınları, İstanbul-2005.
[23] Mâlik, Muvatta, İlim, 59/1.
[24] Fahrüddîn er-Râzî, Et-Tefsîrü’l-Kebîr, 11/108-109, Dâru’l-Fikr, Beyrut-1981.
[25] İbn Mace, Mesâcid, 802; Dârimî, Salât, 1198.
[26] Ebu Davud, Cihad, 22 (2511); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/302 (7997); Nesâî, Cihad, 8 (3111).
[27] Buhari, Et’ime, 5425.
[28] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/178 (21879); 5/179 (22644).
[29] İbn Mâce, Mukaddime, 11.
[30] Abdülkâhir el-Bağdâdî, Usûlu’d-Dîn, ss. 229-230, Dâru’l-Fünûn, İstanbul-1928.
[31] İmâmu’l-Harameyn El-Cüveynî, Kitâbu’l-İrşâd ilâ Kavâtii’l-Edilleti fî Usûli’l-İ’tikâd, s. 23, (Tahk. Ahmed Abdurrahîm es-Sâyih vd.), Mektebetü’s-Sekâfeti’d-Dîniyye, Kâhire-2009; İmâmu’l-Harameyn El-Cüveynî, Kitâbu’l-İrşâd İnanç Esasları Kılavuzu, s. 36, (Mütercimler: A. Baloğlu, S. Yılmaz, M. İlhan, F. Sancar), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul-2016.
[32] Fârâbî’nin İki Eseri, Siyaset Felsefesine Dair Görüşler (Fusulü’l-Medenî) ve Mutluluk Yoluna Yöneltme, ss. 103-104 (Çev. H. Özcan), M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul-2017.
[33] Fahrüddîn er-Râzî, Et-Tefsîrü’l-Kebîr, 1/262.
[34] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar.
[35] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar.
[36] Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Kitabu’t-Tevhid (Tevhid İnancının Aklî Temelleri), (Terc. M. Uluç), ss. 119-120, Ketebe Yayınları, İstanbul-2021.
[37] Bediüzzaman, Asâ-yı Musa.
[38] John Rawls, A Theory of Justice, Belknap Press, United States of America-1999.
[39] Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Uṣûlü’d-Dîn, s. 160, El-Mektebetü’l-Ezheriyye li’t-Türâs, Kahire-2003.
[40] Bediüzzaman, Sözler.
[41] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye.
[42] Aristoteles, Ruh Üzerine, (Eski Yunancadan Çev. Ö. Aygün, Y. Gurur Sev), Pinhan Yayınları, İstanbul-2019.
[43] Bediüzzaman, Sözler.
[44] Immanuel Kant, Critique of Pure Reason Unified Edition, (Translated by Werner S. Pluhar), Hackett Publishing Company, Inc., Indianapolis, Indiana-1996.
[45] Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz.
[46] Platon, Phaidon, (Çev. Furkan Akderin), Say Yayınları, İstanbul-2103.
[47] Aurelius Augustinus, Tanrı Devleti, (Çev. Ö. Sencerman), BilgeSu Yayıncılık, Ankara-2021.
[48] René Descartes, (İlk Felsefe Üzerine) Metafizik Düşünceler, (Terc. M. Karasan), Maarif Matbaası, 1942.
[49] René Descartes, Felsefenin İlkeleri, (Çev. Mesut Akın), Say Yayınları, İstanbul-2007.
[50] René Descartes, Ruhun İhtirasları, (Çev. Mahmut Özdil), Sayfa Yayınları, İstanbul-2013.
[51] Blaise Pascal, Düşünceler, (Çev. D. Çetinkasap), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul-2017.
[52] John Locke, An Essay Concerning Human Understanding, London-1825.
[53] Immanuel Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, (Çevirenler: İ. Kuçuradi, Ü Gökberk, F. Akatlı), Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, Ankara-2021; Critique of Judgement, (Translated by J. Creed Meredith), Oxford University Press, Great Britain-2007.
[54] Clive Staples Lewis, Özde Hristiyanlık, (Çev. L. Kınran), Haberci Yayınları, İstanbul-2019.
[55] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/181 (17778); Taberani, Kebîr, 2/33-34 (1198).
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.