Musa Kâzım GÜLÇÜR
13 Mart/2020
Giriş
“Sünnet” kelimesi; fıkhî açıdan farz ve vaciplerin dışında kalan hükümleri, kelâmî açıdan Efendimiz’in (sas) ve ashabının itikat ve amelde takip ettikleri yolu, fıkıh usulü itibarıyla da Hazreti Peygamber’den (sas) sadır olan ve şer’i bir hükme delil teşkil eden “söz, fiil ve takrirleri” ifade etmektedir. Bu tarifte yer alan “söz” kelimesi ile “hadîs-i şerifleri” kastetmiş oluruz. Kısaca söylemek istersek “sünnet”, Efendimiz’in (sas) söz, fiil ve onaylarının ortak adıdır. “Sünnet” kelimesi Kur’an-ı Kerîm’de, “kanun, yol, hâdise, şeriat ve âdetullah” gibi anlamlarda kullanılmıştır.
“Sünnet” ve “hadis-i şerîfler”, İslam’ın Kur’ân-ı Kerîm’den sonra gelen ikinci temel kaynağı olmakla birlikte bizim buradaki esas yaklaşımımız, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’in birbirlerinden kesinlikle ayrılmayan bir bütün olduklarıdır. Efendimiz’in (sas) emir, yasak ve tavsiyelerine uygun biçimde hayatın düzenlenmesi, “ittibau’s-sünne” veya “i’tisam bi’s-sünne” şeklinde de isimlendirilir.
İslâm’ı anlayıp yaşayabilmek için, bazı çevrelerce Kur’ân-ı Kerîm’in yeterli olduğu, dolayısıyla Sünnet’e ve hadîs-i şerîflere lüzum olmadığı iddiası öne sürülmektedir. Hemen söyleyebiliriz ki sünnetin dinimizde bağlayıcılığı kesindir. Sünnet olmadan, Kuran’ın anlaşılması ve tatbik edilmesi mümkün değildir. Sünnet, Hz. Peygamber’in (sas) din olarak getirdiği her şeydir.
Abdullah bin Deylemî diyor ki:
“Bana ulaştığına göre dinin yok olup gitmesi, Sünnet’in terkiyle başlayacaktır. Halatın tel tel çözülüp nihayetinde tamamen kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle elden gidecektir.”[1]
Sünnet düşüncesi ve uygulamalarının, çeşitli bahanelerle zayıflatılması ya da etkisizleştirilmesi teşebbüsleri, İslâm’ın ilk yıllarından itibaren vaki olmuş, elan günümüzde de bu teşebbüsler kasıtlı ya da kasıtsız biçimde sürdürülmek istenmektedir. Söz konusu teşebbüs sahipleri, kimi zaman İslâm’ın modernleşme ile anlaşmazlık içerisinde olduğunu, kimi zaman Müslümanların temel naslara bağlılıklarının onları geri bıraktığını, kimi zaman da -sözde akılcı ya da rasyonalist bir tutum takınarak- İslâm’ın asla tecviz etmediği fikirlerin İslâm’dan kaynaklandığını iddia etme gibi bir aymazlığa düşmektedirler.
Hemen belirtelim ki modernleşme ile kastedilen, şayet köksüzlük ve Marksist felsefeye dayalı tarihsel materyalizmin hedeflediği dini asılları terk düşüncesi olan modernizm ise, İslam bireysel ya da toplumsal alanlarda, negatif ve dine zarar verecek bir şekilde değişim ya da dönüşümleri adı ne olursa olsun bütünü ile reddeder. Diğer taraftan, irtibatlı gibi görünse de modernleşme ve modernizm terimlerinin birbirlerine indirgenemeyeceği açıktır. Modernleşme, ekonomik ve toplumsal hayatın gelişmesini ve yenilenmesini ifade ederken, gelenek ve din karşıtlığı anlamındaki modernizm ise, karanlık bir felsefe ve ideolojik bir körlükten başka bir şey değildir.
Dinin temel naslarına bağlılık düşüncesi ve pratiği, gelenekselliği red tavrı ile zayıflatılamaz, geçiştirilemez ve yok sayılamaz. Gelenek; örf ve adetler gibi sosyal hayatın ve kültürün en temel unsurlarından birisidir. Gelenek, kurumsallaşmış tutum ve davranışların, bir kuşaktan diğerlerine arızasız bir süreklilik ve dayanıklılık içerisinde aktarım tavrı demektir.
Dinin akla vurgu yapan yüzlerce yüksek tevcihine rağmen, İslâm düşüncesini aklı reddeden bir yapıymış gibi gösterme çabaları da tamamen mantık dışıdır. Bu tutum, tıpkı bütün haşmeti ile güneş öğle vakti tam tepede parlamaktayken, “ortalık karanlık, galiba güneş yok!” demek şeklinde bir hezeyan, onulmaz bir ruhsal sanrıdır.
Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Sahîha güneş gibidir. Her ikisinin müştereken önem verdiği, Allâh’a imandan sonra en üst sıraya yerleştirdiği mesela “namaz” ibadeti ile ilgili seslendirilmeye çalışılan birtakım hezeyanların, akıl, mantık ve din dışı söylemlerin hiçbir geçerliliği bulunmamaktadır. Sanki akılcılık, özgürlük ve adalet gibi yüksek değerler, dinimizin en temel normları değilmiş ve namaz bu temel değerlere aykırıymış gibi, anlamsız histerik halüsinasyonların ve travmatik düşkünlük psikolojilerinin herhangi bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Sünnetin Kur’ân-ı Kerîm’le İrtibat Keyfiyeti
Sünnetin Kur’an-ı Kerîm’le irtibatı üç şekilde olur:
1. Efendimiz’in (sas) emir ya da yasakları her bakımdan Kur’an-ı Kerîm’e uyar ve hükümleri itibarı ile aynı olur.
Bu takdirde Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet birbirlerini takviye etmiş olurlar. Mesela, “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka.” (Nisa, 4/29) ayet-i kerimesi ile paralel bir şekilde Efendimiz (sas) şöyle buyurur:
“Gönül hoşnutluğu olmaksızın bir Müslümanın malı bir başkasına helal değildir…”[2]
2. Bazen Efendimiz (sas), Kur’ân-ı Kerîm’de beyan edilen bir ayet-i kerimeyi daha ayrıntılı bir hale getirir.
Namaz, oruç, hac ve zekât gibi dini vazifelerle ilgili mücmel ayet-i kerimeleri tafsil edip açıklayan, namaz, oruç, hac ve zekât ibadetlerinin nasıl yapılacaklarını gösteren hadis-i şerîfler bu kategoride yer alır.
İmrân bin Husayn (ra), bir mecliste Peygamber Efendimiz’in (sas) sünnetinden bahsediyordu. Orada bulunanlardan biri, ona künyesiyle hitap ederek şöyle dedi:
“Ya Ebâ Nüceyd! Bize Kur’ân’dan bahset”
İmrân Hazretleri ona şöyle cevap verdi:
“Sen ve arkadaşların Kur’ân okuyorsunuz. Bana, namazın mahiyetini ve namazın sınırlarını söyler misin? Bana, altın, deve, inek ve her çeşit malda ne kadar zekât verileceğini söyleyebilir misin? Ama ben bunların neler olduğuna şahit oldum, sen ise bunları bilmemektesin.”
Bunun üzerine adam şöyle dedi:
“Beni ihyâ ettin, Allah da seni ihyâ etsin!”[3]
Bu hadisenin Ebu Davud’daki rivayet şekli ise şöyledir:
Bir adam, İmrân b. Husayn’a;
“Ya Ebâ Nüceyd! Siz bize birtakım hadisler rivayet ediyorsunuz. (Halbuki) biz onlara Kur’ân’da rastlamıyoruz?” dedi.
Bunun üzerine İmrân kızdı ve adama şöyle dedi:
“Her kırk dirhemde bir dirhem (zekât) olduğunu Kur’ân’da buldunuz mu? Her şu kadar koyundan bir koyun, her şu kadar deveden şu kadar deve (verileceğini) Kur’ân’da buldunuz mu?” Adam:
“Hayır” dedi. İmrân:
“Kimden öğrendiniz bunları? Bizden öğrendiniz. Biz de Resülullah’tan (sas) öğrendik.”[4]
Efendimiz’in (sas) şâri olduğunun, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin yetkilendirmesi ile eşyada “helal, haram, farz, vacip, vb.” şekillerde hüküm verme yetkisine ve otoritesine sahip bulunduğunun misalleri çok olmakla birlikte “arife işaret yeter” fehvasınca bir-iki örnekle iktifa edeceğiz.
Mesela, Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayetine göre, bir defasında Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ey Müslümanlar! Allâh size hac yapmanızı farz kılmıştır, o halde hac yapınız.”
Bir adam:
“Her sene mi, Ya Resulallah?” dedi.
Resülullah cevap vermeyip sustu. Adam sorusunu üç defa tekrarladı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:
“Şayet ‘evet’ desem, mutlaka farz olurdu. Sizin de buna gücünüz yetmezdi.”[5]
Diğer bir misal, Efendimiz’in (sas) Kur’ân-ı Kerîm’de genel anlam ihtiva eden bir ayet-i kerimeyi belirli bir anlama tahsis etmesidir. Mesela:
اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُوا اٖيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ اُولٰئِكَ لَهُمُ الْاَمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُونَ
“İman edip de imanlarına zulmü bulaştırmayanlar var ya, işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır.” (Enam, 6/82)
Ashab hazeratı, ayetteki “zulüm” kelimesini genel manasıyla “haksızlık yapmış olma” şeklinde anlayarak Resul-i Ekreme:
“Hangimiz zulmetmez ki?” dediler. Efendimiz (sas) şöyle açıkladılar:
“Bu, sizin sandığınız anlamdaki zulüm değildir. Ayette kastedilen anlam, Lokman’ın (as) oğluna söylemiş olduğu; “Ey oğlum, sakın Allâh’a şirk koşma. Çünkü şirk büyük bir zulümdür” (Lokman, 31/13) hususudur.”[6]
Bir başka misal, Efendimiz’in (sas), insanların ilk anda görünen/zahir anlama yönelebilecekleri âyetleri daha anlaşılır hale getirmesidir. Mesela:
Adiyy b. Hâtim anlatıyor:
“Beyaz iplik, siyah iplikten ayrılıncaya kadar yiyiniz, içiniz” (Bakara, 2/187) âyet-i kerîmesi inince, bir beyaz, bir de siyah ip aldım. Onları yastığımın altına koydum. Ama ayırt edemedim. Bunu Resülullah’a (sas) arz ettim. Efendimiz güldü ve şöyle buyurdular:
“Öyleyse senin yastığın enli ve uzunmuş. Ayetten kastedilen, sadece gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığıdır.”[7]
3. Bazen de Efendimiz (sas), Kur’ân-ı Kerim’in temas etmediği bir bilgiyi veya hükmü açıklar.
Bu durumda, doğrudan doğruya Resul-i Ekrem’den (sas) gelen bir hüküm söz konusudur ve ayet-i kerimelerdeki diğer hükümlerde olduğu gibi bu hükümde de Efendimize (sas) itaat gereklidir.
Mesela, erkeklerin ipek elbise giymelerini haram kılması ve altın yüzük takmalarını yasaklaması gibi.
Ali b. Ebi Talib’in rivayetine göre, Hz. Peygamber (sas), bir ipek kumaş alıp onu sağ eline, bir altın alıp onu da sol eline koymuş ve bunlara işaret ederek şöyle buyurmuştur:
“İşte bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır.”[8]
Keza, Ümmü’l-müminin Hz. Aişe’den (r. anhâ) rivayet edilen; “hayızlı kadın namazları kaza etmez”[9] sözünde olduğu gibi.
Yine bir hadis-i şerîfte, normalde Kur’ân-ı Kerîm’de olmayan, ancak Efendimiz’in (sas) yasaklaması ile haram hale gelmiş on kadar uygulama sayılmaktadır. Şöyle ki:
Ebu’l-Hüseyn el-Heysem b. Şefiyy (ra) rivayet ediyor:
Ebu Âmir diye anılan bir arkadaşımla, Kudüs’te namaz kılmak için yola çıkmıştım. (Arkadaşım) Meâfirli bir kimse idi. (O sırada Kudüs) vaizi olan kimse, sahabeden Ezd’li ve Ebu Reyhane diye anılan birisiydi. Arkadaşım mescide benden önce vardı. Ben de arkasından varıp yanına oturdum. Bana:
“Sen hiç Ebu Reyhan’ın vaazlarında bulundun mu?” dedi. (Ben de):
“Hayır” cevabını verdim. (Bunun üzerine bana şunları) anlattı:
“Ben onu (şöyle) derken işittim:
Peygamber (sas) on şeyi yasakladı:
1) Törpüleyerek dişlerin uçlarını inceltmeyi,
2) Dövme yaptırmayı,
3) Yüzdeki kılları yolmayı,
4) Arada bir örtü olmaksızın erkeğin erkekle yatısını,
5) Arada bir perde olmaksızın kadının kadınla yatısını,
6) Kişinin Acemler gibi elbisesinin altına ipek koymasını,
7) Kişinin Acemler gibi omuzlarına ipek koymasını,
8) Başkalarının mallarını yağma etmeyi,
9) Pars (derisinden yapılmış eşya) üzerine oturmayı,
10) İdareciler dışındaki kimselerin yüzük takınmalarını.”[10]
Eğer Resülullah’ın (sas), sadece Kur’ân-ı Kerîm’e muvafık olan sözlerine itaat edilip, diğer sünnetlerine itaat edilmeseydi, Kur’ân-ı Kerîm’in “Allâh’a ve Resule itaat edin” (Ali İmran, 3/32, 132; Nisa, 4/59; Maide, 5/92; Enfal, 8/1, 20, 46; Nur, 24/54, 56; Muhammed, 47/33; Mücadele, 58/13; Teğâbün, 64/12) şeklindeki doğrudan emirlerinde mündemiç bulunan ve “Efendimiz’e (sas) tahsis kılınmış itaat” gerçekleşmemiş olurdu. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyurur:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ وَمَنْ تَوَلّٰى فَمَا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفٖيظًا
“Kim Elçi’ye itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse (bil ki), biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.” (Nisa, 4/80)
Kur’ân-ı Kerîm Adına Sünnet-i Nebevîyi Reddedenler
Bazı kimseler, Efendimiz’in (sas) hadîs-i şerîflerini ve bu hadîs-i şerîflerde yer alan emir ve yasakları tanımadıklarını ifade ederlerken, bunu Kur’ân-ı Kerîm’i yüceltme ya da sadece Kur’ân-ı Kerîm’e ittiba adına yaptıklarını söylemektedirler. Şimdi bu tür iddiaların hakikate ne derecede uygun olduğuna bakmaya çalışalım.
İrbad b. Sariye es-Sülemi rivayet ediyor:
“Peygamber (sas) ile Hayber’e inmiştik. Yanında ashabından (o gün) beraberinde bulunan kimseler vardı. Peygamber (sas) (imam olup) namaz kıldırdı. (Namaz kılındıktan) sonra ayağa kalkıp şöyle buyurdular:
“Sizden biriniz, koltuğuna yaslanarak, Allah’ın şu Kur’ân’daki yasakladığı şeylerden başka hiçbir şeyi yasaklamadığını mı zannediyor? Şunu iyi bilin ki: Vallahi ben (hem) öğüt verdim (hem bazı şeyleri) emrettim, (bazı şeyleri de) yasakladım. (Benim emrettiğim ve yasakladığım bu) şeyler Kur’ân’dakiler kadar yahut ondan da fazladır…”[11]
Efendimiz (sas) ve Hulefa-i raşidînden bizlere intikal eden sünnetleri uygulama gereği ile ilgili bir başka örnek şöyledir:
İrbâd b. Sâriye (ra) rivayet ediyor:
“Bir defasında, Hz. Peygamber (sas) sabah namazını kıldırdıktan sonra, yüzünü bize döndü ve oldukça belagatli bir konuşma yaptı. Gözlerimiz yaşla doldu, kalplerimiz korku ve saygı ile ürperdi. Ashabtan bir kişi şöyle dedi:
“Ya Resulallah! Bu öğütler, vedalaşan bir kimsenin öğütleri gibidir. O halde bize neyi tavsiye edersiniz?” Şöyle buyurdular:
“Allah’a karşı her zaman ve her zeminde sorumluluk bilinci içerisinde olmanızı, Allah’tan gelen her şeyi dinleyip itaat etmenizi, idareciniz durumunda olan kimse, Habeşli bir köle bile olsa onu bile dinleyip itaat etmenizi tavsiye ediyorum. İçinizde yaşayacak olanlar benden sonra pek çok ayrılık ve anlaşmazlıklara şâhit olacaktır. Dinde yeri olmayan, fakat dindenmiş gibi gösterilmeye çalışan şeylerden sakınıp uzak durunuz. Çünkü onlar sapıklıktır. Sizden kim bu dönemlere ulaşırsa, benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefa-i Raşîdinin sünnetine sıkıca sarılsın. Bu yolda sabredip dişinizi sıkınız.”[12]
Bu hadis-i şerif, ümmet-i Muhammed’in (sas), mümin ve Müslüman olarak kalmalarının, ancak sünnet çizgisini muhafaza etmeleri ile mümkün olduğunu, Müslümanlar arasında pek çok dini ihtilaflar doğacağını, bu fitnelerden korunmanın da Hz. Peygamberin ve dört halifenin sünnetine sarılmakla mümkün olacağını haber vermektedir.
Bir diğer rivayette ise sünnete tabi olma hususu çok daha açık bir şekilde yer almaktadır:
Ebu Musab’ın rivayeti ile Efendimiz (sas) şöyle buyurur:
“Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmayacaksınız: Allâh’ın kitabı (Kur’ân-ı Kerîm) ve Nebîsinin sünneti.”[13]
Bir diğer rivayette ise Efendimiz’e (sas) ve ondan şeref sudur olmuş beyanlara tabi olmanın önemi şu şekilde belirtilmektedir:
Mikdam İbn Madikerib’den (ra) rivayet edildiğine göre Resülullah (sas) (şöyle) buyurmuştur:
“Şunu iyi biliniz ki, bana Kur’an-ı Kerim ile (onun bir) benzeri (sünnet) verilmiştir. Dikkatli olun, koltuğuna kurulan tok bir adamın size: ‘(Sadece) şu Kur’an lazımdır. Onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz (yeter)’ diyeceği (günler) yakındır.”[14]
Bu hadis-i şerif, Hz. Peygambere (sas) melek aracılığı ile gelen Kur’ân-ı Kerîm ayetleri kadar öneme haiz, bir de melek aracılığı olmadan gelen vahy-i gayr-i metluv bulunduğunu, İslam’ın teşriinde her ikisinin de aynı öneme haiz olduklarını, binaenaleyh, sünnetin ortaya koyduğu yasakların Kur’an-ı Kerim’in ortaya koyduğu yasaklar derecesinde önemli olduğunu ifade etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber dini mevzularda konuşurken, asla hevasından değil, Rabbinden aldığı ilhamla konuşmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde şöyle buyurur:
“O (Peygamber) hevasından konuşmaz. O (Kur’an veya onun söylediği sözler) kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm, 53/3-4)
Geçmişte de günümüzde de “bu hadis zayıf, şu hadisin ravisi şüpheli, vb.” iddialarla öne çıkan birtakım insanlar olmuş ve olmaktadır. Bilhassa bu tür kimselerin tarif edildiği bir beyanında Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birinizin, koltuğuna kaykılmış bir vaziyette oturarak beni yalanlaması beklenir mi? Bu kimse benim bir sözümü nakleder ve ‘Resülullahın böyle bir hadisi yoktur. Böyle söylediğini bize kim garanti edecek’ der.”[15]
Benzer bir başka hadis-i şerif ise şu şekildedir:
Ebû Rafî’nin (ra) rivâyetine göre, Efendimiz (sas) şöyle demiştir:
“Dikkat edin! Sizden birinizi; emrettiğim veya yasakladığım konulardan birisi kendisine ulaşınca, koltuğuna yaslanmış durumda iken, ‘Bilmiyorum, Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız (hadisleri tanımayız)’ derken bulmayayım.”[16]
Öne sürülen iddialardan birisi de “Efendimiz’in (sas) helal ve haramları belirleme yetkisinin bulunmadığı hezeyanıdır. Bu tür iddialara Efendimiz (sas) doğrudan şu şekilde cevap verir:
Mikdam b. Madikerib’den (ra) rivâyete göre, Resülullah (sas) şöyle buyurdu:
“Dikkat edin! Sizden biriniz, koltuğuna kurulu bir halde, benden bir hadis kendisine ulaşacak da o kimse şöyle diyecek: ‘Bizimle sizin aranızda, Allah’ın kitabı var. Bu kitapta neyi helal olarak bulursak onu helal sayar, haram olan hususları da haram kabul ederiz.’ Halbuki Allah Resulünün haram kıldığı bir şey, Allah’ın haram kıldığı gibidir.”[17]
“Bütün bu deliller ortada iken, bir kimsenin yanlış ve batıl olduğu çok açık iddiaları sürdürmesinin ve bu batıl iddialarda inat etmesinin hükmü nedir?” sorusuna da Efendimiz (sas) şu şekilde cevap vermektedir:
Câbir’den (ra) rivayete göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kime bir sözüm ulaşır da onu yalanlarsa, şu üç hususu/varlığı birden yalanlamış olur: Allâh’ı (cc), Resulünü (sas) ve hadîs nakleden kişiyi.”[18]
Diğer taraftan, Efendimiz (sas) dar-ı bekaya irtihallerinden sonra bu tür iddia sahiplerinin olacağını gayb-bîn gözü ile görmüş ve bu durumu şöyle tasvir etmişlerdir:
“Bazılarınıza benim sözüm ulaştığında, koltuğuna kurulmuş bir vaziyette ‘Ben bunu Allâh Teâlânın kitabında bulamıyorum’ diyeceğini kesinlikle biliyorum.”[19]
Efendimize (sas) Tabi Olmanın Vücûbu ile İlgili Ayet-i Kerîmeler
Şimdi de emri ve yasaklarında Efendimiz’e (sas) tabi olmanın farziyeti/vücubu ile ilgili bazı ayet-i kerimeleri kısa yorumları ile nakledelim.
1. Konu ile ilgili ilk görmeye çalışacağımız ayet-i kerimede, Allâh’a (cc) sevgi iddiasının alameti olarak Efendimiz’e (sas) tabi olma gereği beyan edilmektedir:
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖيمٌ
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Ali İmran, 3/31)
Allah sevgisi, Allah’ın Resulüne bağlılık, O’nun gösterdiği yolda yürüme, O’nun yaşam biçimini gerçekleştirme ile ortaya konur. Rivayet edildiğine göre Müslümanlar: “Ey Allah’ın Resulü, Allah’a yemin olsun ki şüphesiz bizler Rabbimizi seviyoruz” dediler. Bunun üzerine yüce Allah: “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz” buyruğunu indirdi. Kulun, Allah’ı ve Resulünü sevmesi, dinin emirlerine itaat etmesi ve tabi olmasıdır. Allah’ın kullarını sevmesi, ise mağfirette bulunmak suretiyle onlara lütufta bulunmasıdır.
Ebu Derdâ’nın (ra) rivayetine göre Resülullah (sas), “Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz, Allah da sizi sevsin” ayeti hakkında şöyle buyurmuştur:
“İyilik, takva, tevazu ve nefsin zilleti hususunda bana tabi olunuz.”[20]
Buradaki iyilik, Allâh’ın (cc) kuluna farz kıldığı hususlardır. Takva, Allâh’ın yasaklarından uzak durmak ve kaçınmaktır. Tevazu, Allâh’ın (cc) irade ve meşîetini, daima kendi iradesinin önünde görme ve kabul etmedir. Nefsin zilleti, Allâh’ın (cc) ihsan etmekte olduğu, bilhassa maddi dereceleri temenni etmemedir. Bu dördünün gerçek anlamda icrası ubudetin de ihyasıdır.
Bir başka hadîs-i şerifte Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:
“Allah bir kulu sevdi mi Hz. Cebrail (as)’e: “Allah falanı seviyor, onu sen de sev!” diye seslenir. Bunun üzerine o kimseyi Cebrail (as) de sever. Sonra Cebrail (as) sema ehline: “Allah falanı seviyor, onu siz de sevin!” diye nida eder. Derken, bütün sema ehli de onu sevmeye başlar. Sonra o kul için, arz halkı arasına hüsn-ü kabul konulur.”[21]
Allâh’a (cc) ve peygamberine bağlılık ve sevgi ile alakalı olarak Nebiyy-i Mükerrem (sas) şöyle buyurur:
“Kimde üç şey bulunursa halâvet-i îmânı tatmış olur:
Allâh ile Resülu kendisine başka her şeyden daha sevgili olmak, bir kimseyi yalnız Allâh için sevmek, (Allâh, onu küfürden kurtardıktan sonra) yine küfre dönmekten ateşe atılacakmışçasına hoşlanmamak.”[22]
2. Başka bir ayet-i kerimede, Efendimiz’e (sas) tabi olmayı reddetmenin küfre yakın bir günah olduğu beyan edilmektedir:
قُلْ اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرٖينَ
“De ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez.” (Ali İmran, 3/32)
Allâh’ın (cc) bir kulunu sevmemesi, her zaman için O’nun buğzuna/öfkesine sebep olmasa dahi, böyle bir kişinin bu tehlikeli yolun yolcusu olması ihtimali bulunmaktadır. Böyle bir halden Allâh’a (cc) sığınırız. Allâh’ın (cc) buğzu/öfkesinin, ne gibi kötü sonuçlar doğuracağı şu hadis-i şerifte beyan buyrulmaktadır:
“Allah (cc), bir kula buğz etti mi Cebrail (as)’e: “Ben falancaya buğz ettim sen de buğz et!” diye nida eder. O kula Cebrail (as) de buğz etmeye başlar. Ardından Cibril (as) sema ehline nida eder ve: “Allah (cc) falan kimseye buğz etti, siz de buğz edin” der. Bunun üzerine yeryüzünde o kimse için buğz yerleştirilir.”[23]
3. Özellikle de Müslüman bireyler ve toplumlar içerisinde meydana gelebilecek problemlerin çözüm mercii sırası ile; önce Kur’ân-ı Kerîm, sonra Sünnet, sonra da alimlerin icmasıdır. Bunu ümmete bir vazife olarak tevdi eden ayet-i kerime şu şekildedir:
يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَاَطٖيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ فٖى شَیْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّٰهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْوٖيلًا
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resulüne arz edin. Bu daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa, 4/59)
Bu âyet-i kerîme, dinin aslî temellerinin Kitap, sünnet, icmâ ve kıyas olduğunu beyan etmektedir.
Kitap ve Sünnete, (اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَاَطٖيعُوا الرَّسُولَ) “Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin” cümlesi işaret etmektedir.
İcmâ da kesin bir delildir. İcmanın kesin delil olduğu, Kur’ân-ı Kerîm’deki; “Kim müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakırız” (Nisa, 4/115), “Böylece sizi (Ey Muhammed ümmeti) vasat (örnek, dengeli) bir ümmet yaptık” (Bakara, 2/143) ve “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah’a iman edersiniz” (Ali İmrân, 3/110) ayetlerinin umumi manası ile Hz. Peygamber’in (sas); “Ümmetim dalâlet üzerinde ittifak (icma) etmez”[24] hadis-i şerifidir.
(وَاُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ) “emir sahiplerine de itaat edin” ifadesiyle kastedilen kimseler ise, Kitap ve Sünnetin naslarından, Allah’ın hükümlerini istinbat edebilecek “ehlü’l hal ve’l-akd” yani icmâ ehli âlim kimselerdir. Çünkü Câbir b. Abdullah, İkrime, Mücahid, Dahhâk ve İmam Malik gibi sahabe ve tabiîn hazeratı bu ayeti böyle anlamışlardır. Anlamın bu şekilde olduğunun en önemli delillerinden birisi de Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyet-i kerimedir:
وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلٰى اُولِى الْاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذٖينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ
“O meseleyi, Peygambere ve içlerinden emir sahiplerine arz etseler elbette istinbat yapabilen alimler onu anlar bilirlerdi.” (Nisa, 4/83)
(لَعَلِمَهُ الَّذٖينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ) “Elbette istinbat yapabilen alimler onu anlar bilirlerdi…” cümlesi ise “kıyasa” işaret etmektedir. Kur’an, sünnet ve alimlerin icmasında yer almayan bir konuda, naslara dayanılarak yeni bir hüküm çıkarılmasına kıyas denmektedir. Kıyasın hüccet oluşu, Sahabenin icması ile sabittir. Kıyas mutlaka naslara bina edilmelidir.
Müminler öncelikle yüce Allah’a itaat etmekle yükümlüdürler. Arkasından Peygambere itaat etme yükümlülüğü gelir. Çünkü Allah’ın elçisi, Allah’tan aldığı mesajı kullara ileten yani tebliğci sıfatı taşımaktadır. Bu sıfatı sebebiyle O’na itaat etmek, O’nun aracılığı ile bu şeriatı göndermiş olan Allah’a itaat etmenin de vazgeçilmez bir gereğidir. Peygamber (sas) bu şeriatı, sünneti aracılığı ile açıklamaktadır. Bu açıdan O’nun sünneti, hükümleri ve direktifleri, uygulanması zorunlu olan şeriatın ayrılmaz bir parçasıdır.
4. Efendimiz’den (sas), bizlere kadar ulaşmış emir ve yasaklara kalbî bir şekilde samimiyetle ve içtenlikle uyma hususu önemli bir konudur.
Efendimiz’den (sas) sadır olan tevcihlere uymanın, kişinin iman bağı ile doğrudan ilgili olduğu görülmektedir. Bu durumu çok açık bir şekilde beyan buyuran ayet-i kerime şöyledir:
فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ فٖيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فٖى اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلٖيمًا
“Hayır, Rabbin hakkı için onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.” (Nisa, 4/65)
Bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi Zührî’nin rivayeti ile şöyledir:
“Bana Zübeyr’in (ra) oğlu Urve (ra) haber verdi ki, Zübeyr şöyle söyledi:
Kendisi, Bedir’de hazır bulunmuş olan Ensâr’dan bir adamla, Harre mevkiinde hurmalıklarını suladıkları su yolları ve su sırası hakkında, Resülullah huzurunda birbirlerinden şikâyet etmişler. Resülullah (sas), Zübeyr’e şöyle emretti:
— “Yâ Zübeyr! Tarlanı sula, sonra suyu komşunun tarlasına salıver.”
Ensârî zât bundan öfkelendi ve:
— “Yâ Resulallah! Zübeyr halanın oğlu olduğu için mi?” diyerek (tarafgirlik yaptığını) ima etti.
Resülullah’ın yüzünün rengi değişti. Bunun üzerine Resülullah, Zübeyr’e şöyle buyurdu:
— “Yâ Zübeyr! Tarlanı sula, sonra suyu tut. Hurma ağaçlarının köklerine erişmedikçe de suyu bırakma!”
Böylece Resülullah, Zübeyr’e kendi hakkını bol bol kullanmasını söyledi. Hâlbuki bundan önce Zübeyr’e, Ensârî lehine müsamahalı bir sulama yapmasını işaret etmiş idi. Ensârî Resülullah’a öfkelenince, Resülullah Zübeyr’e normal hükmün gereği olarak hakkını bol bol kullanmasını bildirmiştir.
Zübeyr:
— “Vallahi ben âyetin bu hâdise hakkında indiğini zannediyorum” dedi.[25]
Ensarî zat, Peygamber Efendimiz’e (sas) su-i edepte bulunup, O’nun (sas) bilhassa da müsamaha ihtiva eden emrini layıkıyla değerlendirememiş, ilginç bir şekilde Zübeyr’i kayırma zannetmişti. Böyle olunca da Hz. Peygamber (sas) Zübeyr’e, sulama hakkını tastamam kullanmasını emretti. Çünkü bu husustaki geçerli olan hüküm, kimin arazisi suya daha yakın ise, suyu çevirmede önceliğin onda olmasıdır.
(لَا يَجِدُوا فٖى اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا) “İçlerinde bir burukluk duymadan” cümlesi ile, Hz. Peygamberin (sas) hükümlerine razı olan kimselerin, kalben ve samimî olarak razı olmaları gereği beyan edilmiştir. Bu açıdan bir insanın kalbinde, Peygamberin verdiği hükmün hak ve doğru olduğu hususunda kesin ve yakînî bir inancın bulunması gerekir. Allah Teâlâ, peygamberlerin hükümlerine uymayı vacip kılmış, onlara hem zahiren hem de bâtınen inkıyat edilmesi gereğini bildirmiştir. Bu da insanın, mutlak olarak Allah’ın ve Resulünün hükümlerine tabi olması ve başka hükümler aramaması gerektiğine delâlet etmektedir. Bu âyette zikredilen tekit, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis-i şeriflerin önceliğini, Hz. Peygamberin (sas) tebliğde olsun, hükümlerinde olsun hatadan masum olduğunu ve kıyasın derece itibarı ile bu şeri delillerden daha sonra geldiğini gösterir.
5. Efendimiz’i (sas) tazim etme, O’na gereği gibi saygı gösterme, hitap ve anmada çok dikkatli davranma gereği ile ilgili ayet-i kerime şu şekildedir:
لَا تَجْعَلُوا دُعَاءَ الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَاءِ بَعْضِكُمْ بَعْضًا قَدْ يَعْلَمُ اللّٰهُ الَّذٖينَ يَتَسَلَّلُونَ مِنْكُمْ لِوَاذًا فَلْيَحْذَرِ الَّذٖينَ يُخَالِفُونَ عَنْ اَمْرِهٖ اَنْ تُصٖيبَهُمْ فِتْنَةٌ اَوْ يُصٖيبَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ
“(Ey müminler!) Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper edinerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple Elçinin emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belânın çarpmasından yahut acı bir azabın uğramasından sakınsınlar.” (Nur, 24/63)
Ayet-i kerime, Hz. Peygamberi (sas) tazim etmenin ve emirlerine uymanın vacip olduğunu ifade etmektedir. Dolayısı ile emri yerine getirmeyen, o emre muvafakat göstermeyip muhalefet etmiş, emre muhalefet eden de ilahi cezaya müstahak hale gelmiş olur.
Hz. Peygamberin salât ve selâm üzerine olsun, emrini çiğneyenler, onun emir ya da tavsiye ettiği rehberliği yok sayanlar, bir yarar elde etmek ya da bir zarardan sakınmak amacı ile müminlerin safından gizlice sıvışıp gidenler kötü akıbetten korkmalıdırlar.
6. Allâh’ın (cc) ve Resulünün (sas) vermiş olduğu hükümleri reddetmeme, başka yollara sapmama, açık beyan ve hükümleri bırakarak heva-i nefse ve şeytana uymama da oldukça önemli bir nirengi noktasıdır.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bilhassa da bu hususu şu şekilde vurgulamaktadır:
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ اِذَا قَضَى اللّٰهُ وَرَسُولُهُ اَمْرًا اَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ اَمْرِهِمْ وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُبٖينًا
“Allah ve Resulü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mümin erkek ve hiçbir mümin kadın için, kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapıtmıştır.” (Ahzab, 33/36)
Bu âyet-i kerîme, hakkında inmiş olabileceği belirli bir olayın dar sınırları içine sıkıştırılamayacak kadar geniş kapsamlı ve çok boyutludur. Yüce Allah’ın: “Peygamber, müminler için kendi öz canlarından önce gelir” (Ahzab, 33/6) buyruğunun muhtevası içerisindedir. Bu ayet, İslam dininin temel bir kuralını, dinin önemli bir prensibini açıklamaktadır.
Sonuç
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, veda hutbesinde şöyle buyuruyor:
“Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emanetler, Allâh’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm ve O’nun Peygamberinin sünnetidir.”[26]
Bu rivayetin, Müslim’deki ve daha ayrıntılı olanı, Yezîd b. Hayyân (ra) rivayeti ile şu şekildedir:
“Ben, Husayn b. Sebrâ ve Ömer b. Müslim, Zeyd b. Erkam’a gittik. Yanına oturduğumuz zaman Husayn, Zeyd’e:
“Ey Zeyd! Gerçekten sen çok hayırla karşılaştın. Resülullah’ı (sas) gördün, hadislerini dinledin, onunla gazalara katıldın ve arkasında namaz kıldın. Ey Zeyd! Gerçekten çok hayırla karşılaştın. Bize, Resülullah’tan (sas) işittiklerini rivayet et!” dedi.
Zeyd:
“Ey kardeşim oğlu! Vallahi, yaşım geçti, vaktim ilerledi. Resülullah’tan (sas) bellediklerimin bazısını unuttum. Dolayısıyla size ne rivayet etmişsem kabul edin, neyi rivayet etmemişsem onunla ilgili olarak beni zorlamayın” dedi. Sonra şunu söyledi:
“Resülullah (sas) bir gün Mekke ile Medine arasında “Humm” denilen bir suyun başında, aramızda hutbe okumak üzere ayağa kalktı. Önce Allah’a hamd etti, senada bulundu, öğüt verip hatırlatmalar yaptı. Sonra da şöyle buyurdu:
“Bundan sonra; haberiniz olsun ki ey insanlar! Ben ancak bir insanım. Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim de ona icabet etmem yakındır. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunların birincisi, içinde doğru yol ve nur bulunan Kitabullahtır. O halde Kitâbullahı alın ve ona sarılın!”
Böylece insanları Allah’ın kitabına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi. Sonra da şöyle devam buyurdular:
“Bir de Ehli Beytimi bırakıyorum. Ehli beytim hakkında size Allah’ı hatırlatırım! Ehli beytim hakkında size Allah’ı hatırlatırım! Ehli beytim hakkında size Allah’ı hatırlatırım!”
Husayn, ona:
“Ey Zeyd! Resülullah’ın (sas) ehli beyti kimlerdir? Zevceleri değil midir?” diye sordu. Zeyd:
“Resülullah’ın (sas) zevceleri onun ehli beytindendir. Fakat onun asıl ehli beyti, Resülullah’tan (sas) sonra sadaka almaları haram olanlardır” diye cevap verdi. Husayn:
“Onlar kimlerdir?” diye sordu. Zeyd:
“Onlar; Ali’nin ev halkı, Akîl’in ev halkı, Cafer’in ev halkı ve Abbâs’ın ev halkıdır” dedi. Husayn:
“Bunların hepsine sadaka almak haram kılınmış mıdır?” diye sordu. Zeyd:
“Evet!” diye cevap verdi.[27]
Buraya kadar aktarmaya çalıştığımız temel naslardan açık bir şekilde anlaşılan husus, genel olarak “sünnet” kavramının ve daha özelde Efendimiz’in (sas) kavlî sünneti olan hadîs-i şerîflerin, bir Müslümanın dini yaşantısında hayatî bir dayanak olduğudur. Asr-ı saadetten bu yana, kalb-i selîm bütün Müslümanlar bu gerçek üzerinde hiç tereddütsüz bir şekilde icma ve ittifak etmişlerdir. Bu temel ilke çerçevesinde konuyu mesurattan[28] şu güzel dua cümlesi ile tamamlayalım:
اَللّهُمّ اَرِنَا الْحَقّ حَقّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَه وَاَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَوَفِّقْنَا لِاجْتِنَابِه
“Allahım, hakkı/gerçeği, bizlere hak/gerçek olarak göster ve hakka/gerçeğe tabi olmakla rızıklandır. Bâtılı/yanlışı da bâtıl/yanlış olarak göster ve ondan uzak durmada bizlere muvaffakiyet ihsan eyle.” Âmin
[1] Dârimî, Mukaddime, 16 (98).
[2] Ahmed b. Hanbel, 5/72-73 (20971).
[3] Hâkim, Müstedrek, I/109-110 (372)
[4] Ebu Davud, Zekât, 2 (1561).
[5] Müslim, Hac, 73 (412).
[6] Müslim, İman, 56 (197); Buhari, İman, 23 (32).
[7] Ebu Davud, Sıyam, 17 (2349)
[8] Ebu Davud, Libas, 14 (4057).
[9] Buharî, Hayız, 20 (321); Müslim, Hayız, 15 (68).
[10] Ebu Davud, Libas, 11 (4049).
[11] Ebu Davud, Harac, 33 (3050).
[12] Tirmizî, İlim, 16, (2676); Ebu Davud, Sünnet, 5 (4607); İbnMâce, Mukaddime, 44; Dârimî, Mukaddime, 16 (96).
[13] Muvatta, Kader, 3 (3851).
[14] Ebu Davud, Sünnet, 6 (4604); Ahmed b. Hanbel, 4/131 (17306).
[15] Abdurrezzak, Musannef, 10/452 (4456, 4457).
[16] Tirmizi, İlim, 10 (2663); Ebu Davud, Sünnet, 6 (4605); İbni Mâce, Mukaddime, 2 (13).
[17] Tirmizi, İlim, 10 (2664); İbni Mâce, Mukaddime, 2 (12)
[18] Taberanî, Evsat, 7/313 (7596)
[19] Ahmed b. Hanbel, 6/8 (24362).
[20] Hakîm et-Tirmizî, Nevadiru’l-Usul, s. 629 (Hadis no: 882), Mektebetü’l-İmam el-Buhârî, Kahire-2008.
[21] Buhari, Tevhid, 33 (7485); Edeb, 41 (6040).
[22] Buhari, İman, 9 (16); 14 (21).
[23] Müslim, Birr, 48 (157).
[24] Taberanî, Kebîr, 3/331 (3440); Ahmed b. Hanbel, 6/396 (27766); Ebu Davud, Fiten, 1 (4253); Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2/424 (2999).
[25] Vahidî, Esbab-ı Nüzûl, s. 302, Dâru’l-Meyman, Riyad-2005; Buhari, Sulh, 12 (2708); Ebu Davud, Kaza, 31 (3637).
[26] Muvatta, Kader, 3 (1661); Hâkim, Müstedrek, 3/148 (4711). Müstedrek’teki rivayet şu şekildedir: “Sizlere, (mânevî değeri yüksek olup korunması gereken) iki şey bırakıyorum: Allâh’ın kitabı ve ehl-i beytim. Bu ikisi havzımın başına gelene kadar birbirlerinden ayrılmazlar.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/14 (11120); 3/17 (11148); 3/26 (11229), 3/59 (11582); Tirmizî, Menâḳıb, 32 (3786).
[27] Müslim, Fezâilü’ṣ-ṣaḥâbe, 36-37 (2408); Ahmed b. Hanbel, 4/366-367 (19479); Dârimî, Fezâilü’l-Ḳurʾân, 1 (3359).
[28] İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, C. 2, s. 281, Müessesetü Kurtuba, Kahire-2000.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.