İhsan Şuuru 3

Musa Kâzım GÜLÇÜR

19 Haziran 2020

Abstract

In the different verses of the Quran, helping the needy and poor people is assigned as a duty for rich individuals. Moreover, in his life, Prophet Muhammad (ﷺ) prayed for being in the category of needy and heralded the believers about the entrance of needy people into the paradise before rich ones. Verse 36 of Surah An-Nisa (‘The Women’, name applied to whole Surah as in it mostly matters are discussed related to family life including marriage and inheritance and rights of women) after mentioning to helping the needy people, Allah Almighty declares the two categories about doing good which is called near neighbor and the farther neighbor, respectively. According to the reputable Islamic scholars, while near neighbors refer to the Muslim neighbors, the farther neighbors are meant to the Christian and Jewish neighbors. After referring to the near and farther neighbors, being good to the companions and travelers is ordered in the verse. Especially, if we take into consideration the “usefulness of strengthening the friendship ties” and “hardships of traveling”, we can easily understand how significant it is behaving good and helping to the companions and travelers. The last category in the verse 36 of Surah An-Nisa (The Women) is the people that you possess in your hand. Undoubtedly, this expression is figurative. Therefore, this category of people can be interpreted as the workers and servants who serve you under your supervision. At the summary of the subject of the verse, Allah Almighty be declaratory of us that He certainly does not like pretentious and boastful people. 

Önceki yazımızda, Nisa, 4/36 ayet-i kerimesindeki on bir kadar güzel ahlâk unsurundan dördüncü basamakta bulunan “Akrabalara İhsan” ve beşinci basamakta yer alan “Yetimlere İhsan” konularını anlamaya çalışmıştık. İnşâAllâh bu yazıda, ayet-i kerimenin dikkat çektiği diğer altı güzel ahlâk umdesini anlamaya devam edeceğiz.

Miskinlere İhsan (وَالْمَسَاكٖينِ)

وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلٰى حُبِّهِ مِسْكٖينًا وَيَتٖيمًا وَاَسٖيرًا

Onlar, yiyeceklerini seve seve yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan, 76/8)

Miskin / مِسْكٖين” kelimesi (sükûn ve sükûnet kelimelerinden), “hiç veya yeteri kadar malı olmayan, fakir ve yoksul kimse” kimse manalarına gelmektedir. “Miskin” kelimesi Kur’an-ı Kerîm’de tekil olarak on bir, çoğul olarak da (mesâkîn / الْمَسَاكٖين) on iki yerde geçer.

Kur’ân-ı Kerîm, miskinlere yardım faaliyetinin, geçmişte Yahudilere de emredildiğini (Bakara, 2/83) haber verir, Müslüman toplumların miskinlere nasıl ve ne şekilde yardım etmeleri gerektiği hususunu da oldukça ayrıntılı emirlerle açıklar. Kur’ân-ı Kerîm bir ayette (Bakara, 2/177), yardım edilmesi gereken altı sınıf içerisinde miskinleri üçüncü sırada zikrederken, diğer bir ayette yardım yapılacak beş sınıfı sayar ve miskinlere dördüncü sırada yer verir (Bakara, 2/215). Bir diğer ayette ise, yardım yapılacak üç grup beyan edilirken, miskinler akrabalardan hemen sonra ikinci sırada yer alır (İsra, 17/26; Rum, 30/38). Allâh (cc), sadaka ve zekâtların verileceği yerleri Müslümanlara farz bir emir olarak beyan ederken de (Tevbe, 9/60), fakirleri ilk sırada, miskinleri ise ikinci sırada zikreder.

Miskin ile fakir kelimeleri, aynı anlamda mı yoksa ayrı manalara mı delalet etmektedirler?” sorusuna alimlerimiz farklı cevaplar vermiştir. Ebu Hanife Hazretlerinin de içinde olduğu bazı alimlerimiz, kendisini kısmen ayakta tutabilecek miktarda mala sahip olan kimseyi “fakir”, hiçbir malı mülkü olmayan kimseyi de “miskin” olarak tanımlamışlardır. İmam Şafiî, Malikî mezhebinin bir kısım imamları ve Hanefilerden İmam Ebu Yusuf ise, “fakir” ile “miskin” kelimelerini, anlam bakımından birbirlerine yakın kavramlar olarak kabul etmişlerdir.

Ancak biraz sonra geleceği üzere, Efendimiz (sas) miskin olmada bir mahzur görmezken, fakirlikten Allâh’a sığınmıştır. Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre Efendimiz (sas), “Allâhım! Fakirlikten, (mal) azlığından, zilletten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan sana sığınırım[1] şeklinde dua etmiştir. Dolayısı ile fakirlikten Allâh’a sığınmak doğru ve yerindedir. Ayrıca Enes b. Mâlik’ten (ra) rivayet edildiğine göre Efendimiz (sas), mali ihtiyaçların yani fakirliğin, insanı küfre yakınlaştırdığından da haber vermiştir.[2]

Gerçekten de bazı kimseler fakirlik sebebi ile ya Allâh’ın kaza ve kaderini itham eder ya da Allâh’tan şikâyet haline bürünebilirler ki manen zarara girmek demektir. Bu durumda “fakir” ile “miskin” kelimelerinin farklı anlamlar taşıdığını kabul etmek daha doğru görünmektedir. Yukarıda geçen hadîs-i şerifte geçen “zillet” kelimesi ise, başkalarının karşısında küçük, hor ve hakir düşmek manasındadır.

Efendimiz (sas), kendi hayatı-ı seniyyelerinde hep miskinlerin yanında olmuş, hatta şu şekildeki bir duası Enes (ra) rivayeti ile bizlere gelmiştir:

 :عَنْ أَنَسٍ رضي الله عنه أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ

.اللَّهُمَّ أَحْيِنِي مِسْكِينًا، وَأَمِتْنِي مِسْكِينًا، وَاحْشُرْنِي فِي زُمْرَةِ الْمَسَاكِينِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

:فَقَالَتْ عَائِشَةُ لِمَ يَا رَسُولَ اللَّهِ؟ قَالَ

.إِنَّهُمْ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ قَبْلَ أَغْنِيَائِهِمْ بِأَرْبَعِينَ خَرِيفًا يَا عَائِشَةُ لاَ تَرُدِّي الْمِسْكِينَ وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ يَا عَائِشَةُ أَحِبِّي الْمَسَاكِينَ وَقَرِّبِيهِمْ فَإِنَّ اللَّهَ يُقَرِّبُكِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

Allâh’ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak vefat ettir, kıyamet gününde de beni miskinler zümresi içerisinde dirilt.

Ümmü’l-Müminin Hz. Âişe (r. anha): “Niçin, Ey Allah’ın Resulü?” diye sordu. Resülullah (sas) şöyle buyurdular:

Çünkü miskinler, zenginlerden kırk yıl (veya çağ) önce Cennete gireceklerdir. Ey Âişe! Miskini yarım hurmayla da olsa kesinlikle boş çevirme (bir şeyler ver). Ey Âişe! Miskinleri sev, onlara yakın ol. Böylece Allah, kıyamet günü seni yakınına alır.[3]

Yukarıdaki gibi dua eden Efendimiz (sas), vefat ederken de kendisine ait zırhı almış olduğu yiyecek borcuna karşılık bir Yahudi’de rehin kalmış,[4] Allâh’a (cc) tazarrusu ve tevazuu ile, kibir ve gururdan fersah fersah uzak olarak, ihbat içerisinde ruhunun ufkuna yükselmiştir. İbn Abbâs’ın (ra) rivayetine göre, “Resülullah (sas), peş peşe birkaç geceyi aç olarak geçirir, ailesinin akşam yemeği bulamadıkları olurdu. Ekmekleri ise çoğunlukla arpa ekmeği idi.[5] Efendimiz’in (sas) böylesine miskinlerin hayatına benzeyen bir yaşantısı vardı.

Kur’ân-ı Kerîm, miskinleri yedirip-içirmeye teşvik etmemeyi (Hakka, 69/34; Müddessir, 74/44; Fecr, 89/18) nankörlerin ve cehennemliklerin tutumları olarak beyan etmiştir. Miskinlere / muhtaç durumda olanlara maddi yardımların teşvik edilmemesi ve engellenmesini de dini yalanlayan ateist ve kâfir kimselerin ahlâksızlığı olarak vasfetmiştir (Maun, 10/2).

Efendimiz (sas), Müslüman toplumların miskinlere dini ve sosyal sorumlulukları gereği yardımdan geri kalmamaları tutum ve düşüncesini hep tavsiye etmiş, bu konudaki teşvikleri hadis kitaplarımızda şu şekilde yer almıştır:

:عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ قَالَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم

.السَّاعِي عَلَى الأَرْمَلَةِ وَالْمِسْكِينِ كَالْمُجَاهِدِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ، أَوِ الْقَائِمِ اللَّيْلَ الصَّائِمِ النَّهَارَ

Ebu Hüreyre’den (ra), rivayete göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:

Dul kadın ve miskin (yoksul) kimselerle ilgilenmek için gayret edip koşturan kişi, Allah yolunda cihat eden kimse gibi ya da gündüzü oruçla geceyi namazla geçiren kimse gibidir.[6]

Hadîs-i şerifte, toplumun en zayıf kesimlerinden olan kimselerin görülüp gözetilmesi, gündüzü sâim gecesi de kâim kimselere benzetiliyor. Ancak buradaki benzetme sıradan bir benzetme olmaktan çok uzaktır. Çünkü bu beyandaki benzetme, dinin kurallarını tesis eden zirvedeki şâri, çok şerefli, yerdekilerin ve göktekilerin emîni olan hâtemu’l-enbiyadan (sas) sâdır olmaktadır.

Yakın ve Uzak Komşulara İhsan

(وَالْجَارِ ذِى الْقُرْبٰى وَالْجَارِ الْجُنُبِ)

Ebu Hüreyre (ra) rivayeti ile Efendimiz’in (sas) “yakın komşu” ile ilgili tanımı şu şekildedir:

:عن أبي هريرة رضى الله عنه رفعه بلفظ

.حق الجار إلى أربعين دارا هكذا وهكذا وهكذا وهكذا يمينا وشمالا وقداما وخلفا

Komşuluk hakkı sağdan, soldan, önden ve arkadan (toplamda) kırk evdir.[7]

Bazı alimlerimiz de ayet-i kerimedeki “وَالْجَارِ ذِى الْقُرْبٰى / yakın komşu”dan kasıt, Müslüman komşulardır demişlerdir.

Ayet-i kerimedeki “وَالْجَارِ الْجُنُبِ / uzak komşu”nun, fizikî bir uzaklıktan daha ziyade manevi uzaklığı kast ettiği, bu “uzak komşu” ile Yahudi ve Hristiyan komşuların beyan edildiği alimlerimiz arasındaki en güçlü kanaattir. Türkçemizde halen kullanılan “ecnebi” kelimesi de “başka bir milletten veya yabancı bir devlet tebaasından olan kimse” anlamına gelmektedir. Bu durumda (وَالْجَارِ الْجُنُبِ) “ecnebi komşu” demek olur. Dolayısı ile başka dinden olsa da komşulara ihsan, dinimizce emredilmiş ve teşvik edilmiştir.

İyilik yapmak” demek, yakınları gözetmek, akraba, komşu ve dostlarla güzel geçinmek, insanlara eziyet vermekten uzak durmak, oluşan arkadaşlıkları korumak anlamlarına da gelir.

:عَنْ أَبِي شُرَيْحٍ، أَنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم قَالَ

وَاللَّهِ لاَ يُؤْمِنُ، وَاللَّهِ لاَ يُؤْمِنُ، وَاللَّهِ لاَ يُؤْمِنُ‏‏.

:قِيلَ وَمَنْ يَا رَسُولَ اللَّهِ؟ قَالَ

الَّذِي لاَ يَأْمَنُ جَارُهُ بَوَائقَهُ. ‏

Ebu Şüreyc’den (ra) rivayete göre Peygamber Efendimiz (sas) şöyle demiştir:

— “Vallahi mümin değildir, vallahi mümin değildir, vallahi mümin değildir!” 

— “Kim Ya Resulallah?” diye soruldu. Peygamber Efendimiz (sas) buyurdular:

— “Komşusunun, şerrinden emin olamadığı kişi.[8]

Buhari ve Müslim, İbn Ömer’den (r. anhüma) Hz. Peygamber’in (sas) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

:عَنِ ابْنِ عُمَرَ ـ رضى الله عنهما ـ قَالَ، قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم

.مَا زَالَ جِبْرِيلُ يُوصِينِي بِالْجَارِ حَتَّى ظَنَنْتُ أَنَّهُ سَيُوَرِّثُهُ

Cebrail, bana komşuyu o kadar tavsiye etti ki, nerdeyse onu mirasçı kılacak zannettim.[9]

Hz. Peygamber (sas), konu ile ilgili başka hadîs-i şeriflerinde ise şöyle buyurur:

Allâh’a ve ahiret gününe gönülden inanan komşusuna ikramda bulunsun.”[10]

:عَنْ جابر بن عبد الله قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم

الجيرانُ ثلاثةٌ جارٌ له حقٌّ واحدٌ وهو أدنى الجيرانِ وجارٌ له حقَّانِ وجارٌ له ثلاثةُ حقوقٍ فأمَّا الَّذي له حقٌّ واحدٌ فجارٌ مُشرِكٌ لا رحِمَ له له حقُّ الجوارِ وأمَّا الَّذي له الحقَّانِ فجارٌ مسلمٌ له حقُّ الإسلامِ وحقُّ الجوارِ وأما الَّذي له ثلاثةُ حقوقٍ فجارٌ مسلمٌ ذو رحمٍ له حقُّ الإسلامِ وحقُّ الجوارِ وحقُّ الرَّحمِ

Câbir (ra), Hz. Peygamber’in (sas) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Komşular üç türlüdür: Bir komşu vardır, bir hakkı vardır. Bu, hak açısından en düşük seviyedeki komşudur. Bir komşu vardır, iki hakkı vardır. Bir komşu da vardır ki üç hakkı vardır.

Bir tek hakkı olan komşu, akrabalığı bulunmayan müşrik komşudur. Bunun yalnızca komşuluk hakkı vardır.

İki hakkı bulunan komşu, Müslüman komşudur. Bunun Müslümanlıktan kaynaklanan bir hakkı ve komşuluk dolayısıyla da diğer bir hakkı vardır.

Üç hakkı olan komşu, Müslüman ve yakın akraba olan komşudur. Bunun Müslümanlığından kaynaklanan bir hakkı, komşuluk dolayısıyla diğer bir hakkı, akrabalık sebebi ile de başka bir hakkı vardır.[11]

Bu konu daha önce “Komşuluk Haklarını Gözetme” başlığı altında ayrıntılandırılmaya çalışılmıştı.

Yakın Arkadaşa İhsan (وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ)

Yakın arkadaşa ihsan, onu yargılama yerine anlamaya çalışmak, başkaları onun hakkında kötü konuştuklarında korumak, iyi ya da kötü günde onun yanında olmaktır. Her zaman sabırla dinlemek, hep iyi tavsiyelerde bulunmaktır. Çok sık görüşmeseniz bile, her zaman yanlarında olacağınız hissini vermiş olmanızdır.

Yakın arkadaşa ihsan, verilen sözleri tutmak, güvenilir olmak, yanlış yaptığında özür dileyebilmek, düşüncelerine katılmasak bile sadakatten ve saygıdan ödün vermemek, onu yalnız bırakmamak, problemlerinde yardımlarına koşmak ve yanlarında olmaktır.

Ebu Hüreyre’den (ra) rivayetle Efendimiz (sas) şöyle buyurur:

:عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ، قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم

الْمُسْلِمُ أَخُو الْمُسْلِمِ لاَ يَخُونُهُ وَلاَ يَكْذِبُهُ وَلاَ يَخْذُلُهُ كُلُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ حَرَامٌ عِرْضُهُ وَمَالُهُ وَدَمُهُ التَّقْوَى هَا هُنَا بِحَسْبِ امْرِئٍ مِنَ الشَّرِّ أَنْ يَحْتَقِرَ أَخَاهُ الْمُسْلِمَ

Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona hainlik yapmaz. Ona yalan söylemez. Onu yapayalnız ve yardımsız bırakmaz. Müslüman’ın, Müslüman’a ırzı, namusu, malı ve kanı haramdır. Takva (Allah’a karşı sorumluluk bilinci) işte şuradadır (kalptedir). Müslüman’ın, Müslüman kardeşini küçük görmesi, kötülük olarak ona yeter.[12]

Efendimiz (sas) bu hadîs-i şerifinde “Müslüman, Müslümanın kardeşidir” tembihini yaptıktan sonra dikkat çektiği ilk konu “لاَ يَخُونُهُ / ona hainlik yapmaz” ahlâkıdır.

İhanet etmeme” ahlâkı ihsan şuurunun olmazsa olmazlarındandır. Bilhassa da “الصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ / yakın arkadaş” söz konusu olduğunda daha bir ehemmiyet kazanır. Bu durumun psikolojik saikı, hiç kimsenin yakın bir arkadaşından ihanet tutumu ve davranışı beklemiyor olmasıdır. Yakın arkadaşınıza emniyet hislerinizle mukabele ederken, söz konusu kişinin hiçbir ihanetine ihtimal vermezsiniz. Ancak bazen yakın arkadaşlarınızın, çok kıymetli zamanınıza, emeğinize ve üretiminize ihanet edebileceklerini, duyduğunuz emniyet hislerinizi bütünüyle yok edebileceklerini de hesap etmeniz gerekir.

Allah adı verilerek yeminlerle yakın arkadaşlıkların maddi menfaatlere vesile yapılması, paha biçilmez kardeşlik duygularının üç beş kuruş uğruna zedelenmesi, paranın araya girip dostlukların bitmesi ya da çirkin kavgalar ile sona ermesi, arkadaşlarınızla aranızdaki sevgi ve saygı ilişkilerinin maddi sebeplerle bozulması gerçekten de olmaması gereken bir durumdur. Bütün bu açgözlülüklerin temelinde ise, mütalaasında bulunduğumuz ayet-i kerimede dikkat çekilen “yakın arkadaşa ihsan” şuuru ve şulesinin sönmüş olması, yukarıdaki hadis-i şerifte yer alan “takva bilincinin” kalp ve ruhlarda eksilmesi ve pörsümesi vardır.

Hadîs-i şerifteki “وَلاَ يَخْذُلُهُ / Onu yapayalnız ve yardımsız bırakmaz” cümlesi de ayet-i kerimedeki “وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ / yakın arkadaşa ihsan” duygusu ile doğrudan ilişkilidir. Efendimiz’in (sas) ahlâkı Kur’ân olduğu için, ayet-i kerîmelerdeki anlamları en güzel şekilde bizlere aktarmaya, yorumlamaya, yaşayarak tefsir etmeye adeta kendisini helak edercesine uğraşmış ve çaba göstermiştir. Bu açıdan insan psikolojisinin en temel nirengi noktalarının açılımı ve izahını da yine Efendimiz’de (sas) müşahede etmekteyiz. O (sas), gayb bîn nazarı ile kişilerin en yakın arkadaşlarını ihsan şuuruna zıt bir şekilde terk edeceklerini görmüştür. Tarih bu redî ahlâkın sayısız misalleri ile doludur.

Efendimiz’den (sas) olumsuz davranışlar asla sadır olmamıştır. Hiç kimse O’ndan menfi bir yaklaşıma maruz kalmamış, hilmi, vefası ve sadakati ile alemlere örnek olmuştur. Arkadaşlarına hep ihsan şuurunun doruk noktasındaki tutum ve davranışlarıyla muamele ederdi. Yakın arkadaşlarını mutlaka ziyarete gider, onların ricalarını kırmaz sohbet ederdi. Bir hadiste, Resülullah’ın (sas) Ensar’dan arkadaşı olan bir aileyi ziyaret ettiği, evlerinde yemek yediği, namaz kıldığı ve kendilerine dua ettiği belirtilmektedir.[13]

Ashab-ı Kiram’dan, Kays b. Sa’d’ın anlattığına göre de “Resülullah (sas), Ensar arkadaşlarını hem ayrı ayrı hem de topluca ziyaret ederdi. Ayrı ziyaret ettiği zaman evlerine gider, topluca ziyaret etmek istediği zaman Mescid’e gelirdi.”[14]

Enes b. Malik anlatıyor:

“Allâh Resulü (sas), ashabını ikişer ikişer kardeş ilan etmişti. Onlar, kardeşlerini bir gece bile görmeyince özlerler ve görüşemedikleri gece onlara oldukça uzun gelirdi. Birbirlerini her zaman sevgi ve nezaket ile karşılarlar, “benden ayrıldıktan sonra neler yaptın?” diye sorarlardı. Diğer sahabeler de birbirlerinden üç günden fazla habersiz duramazlardı.”[15]

Efendimiz’in (sas) sahabeleri böyle yetişmişti. Kûfe’den Medine’ye kendisini ziyaret etmek için gelen arkadaşları ile Abdullah b. Mes’ud (ra) arasında şöyle bir konuşma geçmiştir:

Abdullah b. Mesud:   — “Oturup dertleşiyor musunuz?”

Arkadaşları:               — “Bunu hiç terk etmiyoruz.”

Abdullah b. Mesud:   — “Peki, birbirinizi ziyaret ediyor musunuz?”

Arkadaşları:               — “Evet, Ey Ebu Abdurrahman. Hatta bazılarımız, Müslüman kardeşini bir müddet görmese, ta Kufe’nin öte başına yürüyerek gidip onun halini hatırını soruyor.”

Abdullah b. Mesud:   — “Siz böyle devam ettiğiniz müddetçe, hayır içinde yaşarsınız.”[16]

Yolcuya İhsan (وَابْنِ السَّبٖيلِ)

Yolcudan maksat, yolculuğu esnasında ülkesinden, yerleşik bulunduğu yerden, malından ve mülkünden bir şekilde uzak kalmış, ailesine ve malına henüz ulaşamayacak durumda olan kişidir. Böyle birisine, ülkesinde zengin olsa dahi maddi yardım yapılabilir. Ayet-i kerimenin Allâhu a’lem şöyle bir anlamı barındırdığı da düşünülebilir. Bilindiği üzere günümüzde bilhassa şehirler ya da uluslararası yolculuğa çıkacaklar, ayet-i kerimenin anlam kapsamında görülebilir. Şayet bu şekilde yolculuk yapacak akraba-i taallukatımız ya da yakın arkadaşlarımız olursa, onlara maddi bir şekilde yardımda bulunma faydalı olacaktır.

Sorumluluğumuz Altındakilere İhsan

(وَمَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ)

Ayet-i kerimenin bu pasajını, Türkçemize “sorumluluğumuz altındakilere ihsan” diye tercüme ettik. Sorumluluğunu taşıdığımız en yakın daire olan aile fertlerinden, işçi ve hizmetçilere kadar herkese karşı “ihsan tutumu”, Kur’ân-ı Kerîm’in açık bir emridir. Hizmetçi ve işçi konumunda bulunan kimselere karşı bazı görev ve sorumluluklarımız şu şekilde düşünülebilir:

Herkes Allah’ın eşit kuludur. Fakat Allah (cc), insanların bir kısmının diğer bir kısmını emrinde ve sorumluluğunda çalıştırmasına, ekonominin çarklarının dönmesi ve hayatiyeti için müsaade etmiştir. Bu durumun sebebi Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde açıklanır:

اَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُمْ مَعٖيشَتَهُمْ فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُمْ بَعْضًا سُخْرِیًّا وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ

Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyor? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırmışızdır. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri (dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf, 43/32)

Birtakım kimseleri fakir, bazılarını zengin kılan Allâh’tır (cc). Zenginler, Allâh’ın (cc) kendilerine ihsan etmiş olduğu maddi imkanlar ile, fakir olanlara çalışma alanları oluşturur. Böylece fakir kimseler maişetlerini kazanırlar. Şayet bu taksim kanunu olmasaydı, hiç kimse çalışmaz, bir başkasının emri altında iş görmezdi. Bu da ekonomik hayatın bütünü ile yok oluşu demektir. Dolayısı ile maişet açısından insanlar arasında farklılıkların bulunması normaldir. Şimdi, çalışanların hakları, zengin işverenlerin çalıştırdıkları insanlara karşı ne gibi sorumlulukları bulunduğunu ve niçin ihsan ile davranmaları gerektiğine de kısaca temas edelim.

İşçi-işveren ilişkisinde dil, ırk, renk, cinsiyet, din ve benzeri sebeplere dayalı ayrımcılık ya da haksızlık yapılmamalı, esaslı sebepler olmadıkça eşit değerde iş için, bir işçiye fazla diğerine düşük ücret uygulanmamalıdır. Ayrıca işverenin, çalışan işçilerinin hayat standartlarını yükseltme çabası içerisinde olması, onlara insanca yaşayabilecekleri ekonomik ortamı tesis edebilmek için gerekli tedbirleri mutlaka alması gerekir. İşçilere ödenen ücretlerin, yoğun emek karşılığı olduğunu unutmadan, yaptıkları işlere uygun adaletli bir ücreti takdir etme de yine işverenin sorumluluğundadır.

هَلْ جَزَاءُ الْاِحْسَانِ اِلَّا الْاِحْسَانُ

İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir? (Rahman, 55/60)

Allâh’ın Sevmediklerinden “Muhtâl / مختال” ve “Fahûr / فخور” Olanlar

Anlama çabası içerisinde olduğumuz Nisa suresi otuz altıncı ayet-i kerimesi şu şekildeki bir fezleke ile sona ermektedir:

(اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًا)

Muhakkak ki Allâh, kibirlenen ve övüngen kimseleri asla sevmez. (Nisa, 4/36)

Ayet-i kerimenin fezlekesinde dikkati çeken ve Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin asla sevmediğini belirttiği iki menfi özellik bulunmaktadır. Bu olumsuz özellikler “muhtâl” ve “fahûr” kelimeleri ile beyan edilmiştir.

Muhtâl” kelimesi, bir kimsenin “kendisinde bulunduğunu düşündüğü, maddi ya da manevi özellikler ve zenginlik ile çokça kibre kapılması, şımarması, insanlara tepeden bakması, büyüklük ve muhteşemlik sanrısına tutulması ve mütekebbir tutumlara dalması demektir.

Fahûr” kelimesi ise, “muhtâl” kelimesindeki anlama yakın bir şekilde, bir kimsenin kendisinde bulunduğunu düşündüğü hasep, nesep, amel, mal-mülk gibi maddi-manevi zenginlik ve özelliklerle, çok büyük gurura, büyüklük hislerine ve kibre kapılmasıdır.

Bu her iki hal, en kötü ahlâk-ı seyyie ve ahlâk-ı zemîmedendir. Bu her iki evsaf-ı redîeyi, Kur’ân-ı Kerîm iki ayet-i kerimede daha yermekte, bu seyyiü’l-ahvâlden Cenâb-ı Allâh’ın hiçbir şekilde hoşlanmadığı çok net ve kesin bir şekilde beyan edilmektedir:

وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحًا اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ

Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah, kesinlikle hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.” (Lokman, 31/18)

Bu ayet-i kerimedeki “muhtâl” ve “fahûr” kelimeleri, “insanları küçümseme, onları hor görme, aşağılama ve kendisinde var olduğunu vehmettiği maddi ya da manevi zenginliklerle böbürlenme” gibi ahlâk-ı zemîme ile birlikte zikredilmiştir.

مَا اَصَابَ مِنْ مُصٖيبَةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا فٖى اَنْفُسِكُمْ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَبْرَاَهَا اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَسٖيرٌ لِكَيْلَا تَاْسَوْا عَلٰى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَا اٰتٰیكُمْ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ

Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye (böyle yaptık.) Allah, kesinlikle hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.” (Hadid, 57/22-23)

Bu ayet-i kerimede de “muhtâl” ve “fahûr” kelimeleri, bilhassa maddi açıdan fakir kimselerin ellerinde olmayana üzülüp yerinmemeleri, zengin ve varlıklı insanların da sahip olduklarını düşündükleri özelliklerle övünüp böbürlenmemeleri gerektiğine dair önemli bir ölçü vermektedir. Bu ölçüye göre her iki taraf da aslında kaderi programlarını yaşamaktadırlar. Dolayısı ile her iki taraf için üzülmenin ya da sevinmenin çok da anlamlı olmadığı anlaşılmaktadır.

Bütün bu açılardan Nisa 34’üncü ayette, onbir gruba yapılması istenen “iyilik / ihsan” emrinin sonunda bireylerin “kibirlenmeleri ve övünmeleri” kınanıyor.

“Muhtâl / مختال” ve “Fahûr / فخور” Kimselerin Özellikleri

Nisa 34’ten sonra, Nisa 35 ve 36’da ise bu (مُخْتَالًا فَخُورًا) “muhtâl / kibirli” ve “fahûr / övüngen” insanların, zemmedilmiş ahlâkî vasıflarının ne şekilde ortaya çıktığı, hangi tutum ve davranışlar sebebi ile ahlâk-ı seyyie sahibi oldukları şu şekilde tasvir ediliyor:

اَلَّذٖينَ يَبْخَلُونَ وَيَاْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ وَيَكْتُمُونَ مَا اٰتٰیهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِهٖ وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِرٖينَ عَذَابًا مُهٖينًا وَالَّذٖينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ رِئَاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَنْ يَكُنِ الشَّيْطَانُ لَهُ قَرٖينًا فَسَاءَ قَرٖينًا

Bunlar (muhtâl” ve “fahûr” kimseler), cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden ve Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimetleri gizleyen kimselerdir. Biz o nankörlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Bunlar, mallarını insanlara gösteriş için harcayan, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kimselerdir. Şeytan kimin arkadaşı olursa, o ne kötü arkadaştır.” (Nisa, 4/37-38)

Bu ayet-i kerimelerde, “muhtâl / kibirli” ve “fahûr / övüngen” kimselere ait altı kötü ahlâk umdesi şu şekilde sıralanmaktadır:

1. Cimrilik,

2. Başkalarına cimri olmayı emretme,

Bu ilk iki maddedekiler, hemen her asırda bulunabilecek ve “Allah Resul’ünün yanında bulunanlara hiçbir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler” (Münafikûn, 63/7) diyerek infaka engel olmak isteyen insan tipleridir.

3. Allâh’ın kendilerine lütfettiği nimetleri başkalarının haberi olmaması için gizleme,

Böyle kimseler aynı zamanda “bile bile gerçeği gizleyen” (Bakara, 2/146) kimselerdir. Bu özellikleri sebebiyle “hem Allah’ın lânet ettiği hem de bütün lânet etme konumunda olanların lânet ettikleri” (Bakara, 2/159) kimselerdir. Böyleleri ile “Allah, kıyamet günü ne konuşacak ne de onları temize çıkaracaktır.” (Bakara, 2/174)

4. Şayet bir mal infakı yapıyorlarsa bunu riya / insanlara gösteriş olsun diye yapma, insanlar takdir etsinler diye tasaddukta bulunma,

5. Allâh’a ve ahiret gününe inanmama,

6. Şeytana arkadaş olma.

Ayet-i kerimede yer alan “الْبُخْل / buhl” kelimesi, elinde ve yanında imkân olduğu halde isteyene karşı “iyilik ve cömertlik yapmaktan kaçınma” manasında olup, Farsçada “soysuz” anlamına gelen ve Türkçeleşmiş (ﺟﻤﺮﻯ)cimri” kelimesi ile karşılanmaktadır. “Cimri” kelimesi Türkçemizde, “paraya ve mala aşırı düşkünlüğü yüzünden, elindekini gerektiği gibi harcayamayan, pinti ve hasis kimse” anlamına dönüşmüştür.

Dilciler, mal-mülk konusundaki cimriliği “الْبُخْل / buhl” kelimesi ile karşılamışlar, bu durumu, insanın kalp ve ruhunda kendisini alçaltacak derecede iyiliğin her türünden kaçma, bencillik ve servete düşkünlük olarak tanımlamışlardır. “Buhl” kelimesi, bazı yorumcular tarafından sadece “bilgiyi saklama, başkalarını elindeki bilgiden mahrum etmeyi isteme” tutumu olarak da anlaşılmıştır.

Diğer insanların elinde bulunan mal, mülk ve mevki gibi zenginliklerin, ister helal isterse de haram yolla kendisine geçmesini arzu etme tutum ve davranışı da “الشُّحُّ / şuh” kelimesi ile karşılanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, iki ayetinde (وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهٖ فَاُولٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ)Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte kurtuluşa erenler onlardır” (Haşir, 59/9; Teğâbûn, 64/16) ikazını yapmaktadır.

Bu anlamların hem bireysel olarak tek tek fertlerde hem de çeşitli topluluklarda ve uluslarda yer alabileceğini görmek gerekir. Dolayısı ile ayet-i kerimenin anlamını dar ve geniş perspektiften aynı anda görmeye ve anlamaya çalışmak daha isabetli olacaktır. Mesela geniş perspektiften bakacak olursak, sömürge savaşları konuyu daha aydınlık bir şekilde görmemize kafidir. Bilindiği üzere, doğal kaynakların paylaşılamaması, bir ulusun elinde bulundurduğu zenginliğe diğer ulusların göz dikmesi, özellikle coğrafi keşiflerden sonra, önceleri Kuzey ve Güney Amerika kıtalarındaki medeniyetlerin, daha sonraları da Afrika ve Asya’daki kültür ve medeniyetlerin yağmalanması ve sömürgeleştirilmesi, küresel seviyedeki “الشُّحُّ / şuh” tutumunun yansımaları olarak görülebilir.

عَنْ عَبْدِ الْعَزِيزِ بْنِ مَرْوَانَ، قَالَ سَمِعْتُ أَبَا هُرَيْرَةَ، يَقُولُ سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يَقُولُ‏:‏

.شَرُّ مَا فِي رَجُلٍ شُحٌّ هَالِعٌ وَجُبْنٌ خَالِعٌ

Ebu Hüreyre (ra), Resülullah’ı (sas) şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:

İnsanda olabileceklerin en kötüsü, hırslı bir cimrilik ve şiddetli bir korkaklıktır.[17]

Efendimiz (sas), dualarında cimrilikten Allâh’a sığınmıştır.[18] İyi ahlâkın temelinde Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ve Ahiret gününe güçlü bir iman yer alır. Kötü ahlâkın temelinde ise, Allâh’a ve ahiret gününe inanmama ya da şüphe etme bulunur. Bu ayet-i kerime, Allah’ın (cc), kötü ahlâk ile çepeçevre sarılmış bu şekildeki kimseleri “kesinlikle sevmediğini” beyan etmektedir.

اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الرَّحْمَةِ الرَّبَّانِيَةِ وَاليَاقُوتَةِ المُتَحَقِّقَةِ الحَائِطَةِ بِمَرْكَزِ الفُهُومِ والمَعَانِي وَنُورِ الأَكْوَانِ المُتَكَوِّنَةِ الآدَمِي صَاحِبِ الحَقِّ الرَّبَّانِي، البَرْقِ الأَسْطَعِ بِمُزُونِ الأَرْبَاحِ المَالِئَةِ لِكُلِّ مُتَعَرِّضٍ مِنَ البُحُورِ وَالأَوَانِي وَنُورِكَ اللاَّمِعِ الذِي مَلأْتَ بِهِ كَوْنَكَ الحَائِطِ بِأَمْكِنَةِ المَكَانِي

اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الحَقِّ التِي تَتَجَلَّى مِنْهَا عُرُوشُ الحَقَائِقِ عَيْنِ المَعَارِفِ الأَقْوَمِ صِرَاطِكَ التَّامِّ الأَسْقَمِ

اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى طَلْعَةِ الحَقِّ بَالحَقِّ الكَـنْزِ الأَعْظَمِ إِفَاضَتِكَ مِنْكَ إِلَيْكَ إِحَاطَةِ النُّورِ المُطَلْسَمِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ صَلاَةً تُعَرِّفُنَا بِهَا إِيَّاهُ

Ey Allah’ım! Nazargâhın olan rahmet pınarı, sonsuz kudretinle tahakkuk eden yakut ve inci tanesi, mana ilimlerinin mübarek Zat-ı Ahmediyyesi’nde neşet eden göz kamaştırıcı nur, Yüce Allah’ın ayan beyan apaçık mucizesi, yağmur tanelerini taşıyan rahmet bulutları arasında çakan şimşekler misali, zamanın ve denizlerin engelleyemediği bütün mekanları kuşatan, kâinatı aydınlatan Muhammed Mustafa’ya salat ü selam et, mübarek eyle Allah’ım!

Ey Allahım! Marifetlerin tecelligâhı ve kaynağı, hakkın hakikatin görünen gözü, hakiki saltanatın onun marifetiyle ancak tecelli ettiği ve edeceği marifetlerin menbaı, Sırat-ı Müstakim’de sebat etme sonucu zirveye taht kuran, o en berrak, pak ve temiz ruh u pak-i Muhammed (sas)’e salat ü selam olsun.

Ey Allahım! Hak ve hakikatin apaçık yüzü, senin sonsuz kudret ve celalinle en güzel ahlak-ı hamideye sahip olan, tükenmek bilmeyen hazinenin mümessili, gizli aşikâr nur timsali Muhammed Mustafa’ya, al ve ashabına salat ü selam eyle ki, bu selam ile o müstesna insanı tanıyabilelim, onun yolunda yaşayabilelim. Âmin…

İhsan Şuuru I, II ve III” başlıklı yazılarımızda, Nisa, 4/36 ayet-i kerimesindeki güzel ahlâka ait on bir basamağı görmeye çalıştık. “İhsan Şuuru ile Allâh’a İbadet, Şirk, Akrabalara, Yetimlere, Miskinlere, Yakın-Uzak Komşulara, Yakın Arkadaşlara, Yolcuya ve Sorumluluğumuz Altındaki Kimselere İhsan” konularını anlamaya çalıştık. Ayet-i kerîmenin fezlekesinde yer alan “muhtâl / kibirli” ve “fahûr / övüngen” kelimelerini tahlil ile bu tür kimselere ait altı temel kötü ahlâk umdesini tanımlamaya çalıştık. İnşâAllâh bundan sonraki “İhsan Şuuru ve Muhsinlerin Özellikleri IV” başlıklı yazımızda ise, ayet-i kerimenin dikkat çektiği güzel ahlâk umdelerini pratikte uygulayan muhsinlerin özelliklerini görmeye çalışacağız.


[1] Ebu Davud, Salât, 367 (1544); Edeb, 111 (5090); İbn Mace, Dua, 3 (3842); Nesâî, İstiâze, 14 (5461, 5462).

[2] Taberânî, Evsat, 4/225 (4044); Heysemî, Mecmau’l-Bahreyn fî Zevâidi’l-Mu’cemeyn, 5/300 (3104).

[3] Tirmizi, Zühd, 36 (2352); İbn Mace, Zühd, 7 (4126); Hâkim, Müstedrek, 4/358 (7911); Beyhakî, Şuabu’l-İman, 3/50-51 (1380); Münavi, Feyzu’l-Kadir, 2/102 (1454).

[4] Buhari, Cihad, 89 (2916); Tirmizi, Büyu’, (1214); Nesaî, Büyu’, 58 (4609); İbn Mâce, Rühûn, 1 (2436).

[5] Tirmizi, Zühd, 38 (2360); İbn Mace, Et’ime, 49 (3347).

[6] Buhari, Nafakat, 1 (5353); Edeb, 25 (6006); Müslim, Zühd, 2 (2982); Tirmizî, Birr, 44 (1969); İbn Mâce, Ticârât, 1 (2140).

[7] Heysemî, Mecma, 8/217 (13559); Ebu Ya’lâ, Müsned, 5/368 (5956).

[8] Buhari, Edeb, 29 (6016); Müslim, İman, 18 (73); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/288 (7865); 4/31 (16486); Heysemî, Mecma, 8/218 (13563); Taberani, Evsat, 8/66 (7979).

[9] Buhâri, Edeb, 28 (6015); Müslim, Birr, 42 (2625).

[10] Buharî, Edeb, 31 (6018); Müslim, İman, 19 (74).

[11] Suyutî, Câmiu’l-Ehâdîs, 4/209 (11135); Heysemî, Mecma, 8/211 (13536); Heysemî, Keşfu’l-Estâr an Zevâidi’l-Bezzâr, 2/380 (1896); el-Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, 1/375 (1055).

[12] Tirmizi, Birr, 18 (1927); Müslim, Birr ve Sıla, 10 (2534); Ebu Davud, Edeb, 40 (4882).

[13] Buhârî, Edeb, 65 (6080).

[14] Heysemi, Mecma, 8/224 (13590).

[15] Heysemi, Mecma, 8/225 (13595).

[16] Taberânî, Kebîr, 9/226 (8979); Dârimî, Mukaddime, 51 (644).

[17] Ebu Davud, Cihad, 22 (2511); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/302 (7997); Nesâî, Cihad, 8 (3111).

[18] Buhari, Cihad, 74 (2893).

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.